Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4. Bölüm

@__okuyan94__

 

 

4.Bölüm

 

“Olmadı değil mi bu?”

Yeni giyinme kabininden çıkmış, kabin koridorundaki aynadan kendime bakıyordum. Üstümde pek bir özelliği olmayan sade, kalın askılı, uzun kremsi renginde bir elbise vardı.

Bunu neden denediğimi bile bilmiyordum. Çok sıradandı. Sade olarak şık olabilirdi ama bedenime tam yapıştığından içinde kendimi sıska gibi hissettirmişti. Zayıf olabilirdim ama bence kilom idealdi. Düz bir karnım vardı. Tamam başkası görse sıska olarak tanımlayabilirdi ama öyle kıyafetler vardı ki bedeni daha da çirkin gösterirdi. Üstümdeki elbise tam da onlardandı.

“Çokta kötü durmadı sanki,” dedi Aysel.

Bir sağa bir sola dönerek karşımdaki aynadan kendime bakarken, “Bir şey ya iyidir ya da kötüdür,” dedim. “Senin ise cümlende kötü kelimesi var. Yani olmamış.” Güzel olduğunu savunsaydı da benim için fark etmezdi. Beğenmemiştim. Kumaşı da bir tuhaftı zaten. Gözlerimi devirdim. “Üstümü giyiniyorum ben.”

Kabine doğru giderken Aysel arkamdan, “Deneyeceklerin bitti mi?” diye sordu.

“Bitti.”

Kabine beş tane kıyafet götürmüştüm. Hepsini denemiş ama içime sinen olmamıştı. Hepsi elbiseydi. Gelinin kız kardeşi olmak istiyorsam elbiseden başka seçeneğim yoktu ve denediklerimin hiç biri kafamdaki kategorinin yanından bile geçmemişti.

Kabinde kendi kıyafetlerimi giyip kendime çeki düzen verdim. Kabinden çıktığımda Aysel’i mağazanın içinde buldum.

“Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu beni görünce.

“Bilmiyorum.”

“Bilmiyor musun? Yoksa önceki denediklerinden birine mi karar verdin?”

Karar vermemi arzu ediyordu ama denediklerimden hiçbirine işte bu dememiştim.

“Hayır,” dedim çıkışa doğru ilerlerken. “Hadi gidip bir yerlerde oturalım.”

Söylediğimi makul karşıladı.

Mağazaların sıra sıra dizildiği meydanlardan birindeydik. Alışveriş merkezine gitmeyi tercih etmemiştim. Bu meydanda daha fazla seçenek söz konusuydu. Girilecek mağaza sayısı daha vardı ama bugün kaçıncı mağazaya girdiğimizi bile saymamıştım. Her mağazada birden fazla elbise de denemiştim. Bazılarını hatırlamıyordum dahi. Biraz yorulmuştum. Haliyle benimle beraber olduğu için Aysel’i de yormuştum. Ama kuzenim sabırlı olduğu kadar mağazalarda dolanmayı da severdi. Yine de bir yerlerde dinlensek iyiydi.

Mağazadan çıktıktan sonra yolumuzun üstündeki iki katlı bir kafeye girdik. Ambiyansı hoş bir mekandı ve dolu olmasına rağmen kendimize mekanın ortalarında bir masa bulduk. Deri ceketimi çıkartıp yanımdaki boş sandalyeye bırakırken “Acıktın mı?” diye sordum.

“Hayır, sen?”

Başımı olumsuzca salladım. “O zaman kahve içelim.”

“Bana uyar.”

Siparişlerimizi almaya bizim yaşlarımızda bir kız geldi. İkimiz de fitre kahve istedik. Yalnız kaldığımızda telefonuma göz gezdirdim. Pek bildirim yoktu. Can ile en son okuldayken hem konuşmuş hem de mesajlaşmıştım. Ondan da ses yoktu.

Aysel, “Yine mi fotoğraf?” diye sorduğunda siparişlerimiz gelmiş, telefonumu masaya bırakmadan önce kahvelerimizin fotoğrafını çekiyordum. Tabi çekerken masada konumunu ayarlamayı unutmamıştım. Sonuçta estetik görünüm önemliydi.

“Evet. Anı kalsın,” dedim birkaç kare çekip arkama yaslanırken.

“Paylaşma ama paylaşırsan da beni etiketleme.”

“Neden? Nil yüzünden mi?” Nil, Aysel’in kız kardeşiydi. Lise sona gidiyordu ve çoğunlukla Aysel nereye giderse ablasının peşine takılır, durmadan bir şeylerden şikayetçi olur ve yanındakini bezdirirdi. Aysel ile buluştuğumuzda genellikle Nil de yanında gelirdi. Beni de genellikle çıldırttırdı. Aysel ne kadar sabırlı bir karaktere sahipse Nil tam tersiydi. “Benimle buluşacağını bilmiyor muydu?”

“Biliyor ama sadece alışveriş için çıktığımı biliyor. Bir yerde otururuz demedim. Bilseydi kesin gelirdi.”

“Ve bana da alışverişi zehir ederdi.”

“Sıkılırdı diyelim ona.”

Cevap veremeden önce telefondaki bir karede durakladım. Çektiğim fotoğraflara sıra sıra hangisi daha iyi diye bakıyordum ve bakarken Doğanay ve eşiyle buluştuğum restoranın tuvaletinde çekildiğim fotoğrafı görmüştüm. Aynadan kendimi çekmiştim. O gün incelememiştim ve sonrasında bu fotoğrafı unutmuştum bile. Elbette görür görmez de o gün olanlar aklıma gelmişti. Kasklıyı görünce kendimi tuvalete nasıl attığımı dahi bilmiyordum. Beni görmesini, tanımasını istememiştim ama akşamın sonunda tüm çabam elimde patlamıştı. Sonuç olarak kaçmam bir işe yaramamıştı. Yakalanmıştım.

Fotoğrafı inceledim. Güzel çıkmıştım. Zaten fotoğraflarda kendimi beğenirdim ama yine de fikir almak için telefonu Aysel’e çevirdim. “Sence burada nasıl çıkmışım,” diye sordum.

“Güzel. Neresi burası?”

“Doğanay’ın kocasının restoranı.”

“Restoranın tuvaleti o zaman?”

“Evet. Tuvalet. Ama fiyakalı olanlardan.”

Telefonu kendime çekerken Aysel söylediğime güldü. “Şöyle tanımlamaların yok mu Betül? Alem kızsın cidden.”

“Ne yapayım?” dedim umursamazca. Fotoğrafta son kez bakıp telefonu masaya bıraktım. “Tuvaletin bile çekiciliği vardı.”

“Eminim vardır.”

“Kesinlikle vardı.”

Fincana uzandım. Oldukça sıcaktı. Bir yudum alırken Aysel “Doğanay’ın düğünü ne zamanmış peki?” diye sordu.

“Bilmiyorum ama yakındadır.”

Aniden evlendiyse, aniden de düğün olabilirdi ve benim bu kıyafet işini hemen halletmem gerekiyordu ama ortada beğendiklerim bile yoktu. Keşke olsaydı. O zaman yalnızca aralarından seçmek durumunda kalacaktım. Şu an ki durumumda ise ellerim bomboştu.

“Tarihin belli olmaması kötüymüş,” dedi Aysel fincanını dudaklarına götürmeden önce. “En azından sende kendini ona göre ayarlardın.”

“Evet. Bu yüzden benim kıyafet işini çözmem lazım çünkü dolabımdakilerden giymek istemiyorum.” Giyemezdim. Giyersem kendimi özensiz hissederdim ve ben arkadaşımın düğününe özensiz asla gidemezdim.

“Kınasında ne giyeceğine karar verdin mi?”

Tam dudaklarımı aralamıştım ki durakladım. Kahretsin. Kına. Ben bunu niye düşünememiştim? Doğanay’ın kınasının olup olmayacağını bilmiyordum ama bu detay Aysel’den önce benim aklıma gelmeliydi ve kınası için arkadaşımdan herhangi bilgi almamış olsam da bir şekilde o kına olmalıydı. Hangi kızın ellerine kına yakılmadan düğünü olurdu ki? Olmazdı. Olmamalıydı. Doğanay’ın aklında kına yapmak geçmiyorsa dahi ben buna asla izin vermemeliydim.

Vermeyecektim de.

O kına olacaktı. Sürpriz yapacaktım.

*

Aradığım elbiseyi tek başımayken buldum. Hiç beklemediğim bir an da. Birden bire. İlk görüşte aşık olmak gibi.

Aysel ile oturduğumuz kafeden çıkmış, meydandaki mağazalara geri dönmüştük ama netice değişmemişti. Mağazalardan kendime uygun bir elbise bulamamıştım. Tüm bu kıyafet deneme işindeyken de akşam olmuş, evlere dağılmak için Aysel ile farklı otobüslere binerken son derece umutsuz bir haldeydim. Çünkü koskoca meydandaki, bilmem kaç tane mağazada beğenebileceğim elbise bulamamışsam nasıl bulacağım düşüncesi sinirlerimi bozmuştu. İneceğim durağa gelene kadar da bu ruh hali içinde internetteki sitelere bakmıştım. Ama eğer beni, aradığım elbisenin indiğim durağın beş dakika mesafesinde beklediğini bilseydim bu halde olmazdım. Günün yarısını elbise arayarak geçiren ben, eve gitmek için kullandığım caddedeki dükkanda bulmuştum. Sakin bir şekilde her zaman geçtiğim kaldırımda adımlıyordum. Arada öylesine açık olan mağazalara gözüm gidiyordu. Elbette bunlar elbise mağazası değildi. Bir cadde de olabilecek dükkanlardı. Sonra birbirinden farklı dükkanların arasında ansızın bir mağaza dikkatimi çekmişti. Aslında mağazanın vitrininde bulunan mankenin üstündeki dikkatimi çekmişti. Öyle bir çekmişti ki hatta kısacık bir izlenimle adımlarım geriye adımlamıştı çünkü neredeyse mağazanın önünden geçmiştim. Haliyle görmeme ihtimalim oldukça yüksekti ama görmüştüm. İnsanlar yollarına devam ederken de vitrinin önünde mankendeki elbiseye gözlerimi dikmiştim. Zihnimde üstüme giymiştim bile. Yüzümde oluşan gülümsemeyi de hissetmiştim.

İşte aradığımı bulmuştum. Buydu. Giymem gereken elbise buydu.

Sonra da mağaza kapanmadan içeriye girmiş ve zihnimde giydiğim elbiseyi bu sefer gerçek anlamda bedenime giymiştim. Tam da beklediğim gibi olmuştu. Kendimi içinde prenses gibi hissetmiştim. Hoş elbise de prenseslere layıktı. Ücreti biraz tuzluydu. Belirlediğim miktardan biraz yukarıdaydı ama bu elbiseyi asla kaçıramayacağımdan o ücreti gözden çıkarmıştım. Başka alacaklarımdan kısardım, problem değildi. O elbise benim olmalıydı.

Elbisem lila rengindeydi. Üst kısmında beyaz çiçek motifleriyle tüllerle kaplanmıştı. Tül olan bir kolu omzumdan aşağıya inerken, diğer kolu omzumu kaplıyordu. Etek kısmının bel tarafında lila renginde güller vardı ve belimden aşağıya tül tül iniyordu. Gerçekten prenses elbisesiydi. Kesinlikle. Böylece eve rahatlamış bir ruh haliyle gelmiştim. Buraya kadar her şey normaldi. Ta ki evin sessizliğine girene kadar.

Şu evin sessizliğine bir türlü alışamamıştım. Tek başıma yaşamayı sevmiyordum. Ses arıyordum. Hatta eve girdiğim an aşağıya teyzemlere bile inmeyi düşünmüştüm ama Emre sağ olsun, yüzümü görmek istemiyordu. Benimle konuşmak istemiyordu. Teyzemin Emre ile aramızdaki problemi bildiğini de sanmıyordum. Mecbur ıssız evime girmek durumunda kalmıştım.

Üstümü değiştirip kendime geldiğimde mutfağa geçtim. Baygınlık geçiren mideme hızlı bir şeyler hazırladım. Dünden kalma makarnam vardı. Onu ısıtmış, salona geçmiştim. Yarın ki bütünleme derslerim için tekrar yapsam da iyi olacaktı ama ondan önce karnımı doyurmalıydım. Bir yandan makarnamı yerken bir yandan da telefonuma bakıyordum. Ses olsun diye televizyonu da açmıştım ama onunla ilgilenmiyordum.

Otobüsteyken annemle konuşmuştum. Sınavımın nasıl geçtiğini sormuş, emin olmasam da iyi demiştim. Aysel ile bulaşacağımdan haberi de vardı ama elbise için mağazalara bakacağımdan haberi yoktu. Eğer haberi olsaydı, dolabımdan giymemi isterdi. Anneme göre kıyafetin varken alışveriş yapmak saçmaydı. Parayı boşuna harcamaktı. Tamam, ihtiyaç dahilinde harcama yapmak saçma olabilirdi ama beni ihtiyacım vardı. Anneme göre ise yoktu. Ben de nasihat dinlememek için söylememiştim.

Nasıl olsa geçiniyordum.

Ağzımdaki lokmayı yutarken bugün incelediğim fotoğraf aklıma geldi. Aklıma gelen fikirle restoranın adını hesabımın arama motorundan arattım. Maksadım atılan gönderileri görmekti. Belki de sayfası varsa onu bulmaktı ama araştırmalarımdan bir şey çıkmamıştı. İnsanların gönderileri vardı fakat beni ilgilendirmeyen gönderilerdi. Benim amacım daha farklıydı.

Amacım kasklının her gün restoranda olup olmamasını öğrenmekti çünkü Doğanay’a sürpriz kına yapmak istiyorsam enişte beyle görüşmem lazımdı. Aklımdakini kocasına anlatmam gerekiyordu ve adamın telefonu bende yoktu. Doğanay’dan da isteyemezdim ama bir şekilde konuşmalıydım.

Benimde aklıma restoranına gidip aklımdakini anlatmak geçmişti. Ama bir sorun vardı. Kasklı ile karşılaşmak istemiyordum. Karşılaşırsam nasıl bir tepki vereceğini bilmiyordum. Doğanay’ın dediğine göre kasklı daha yeni Türkiye’ye gelmişti. Belki de her gün restoranda olmazdı. Enişte bey ile çalışıyor diye her gün orada olacak diye bir durum yoktu. Belki de olaya karıştığım akşam öylesine gelmişti.

Olabilirdi. Neden olmasındı?

Biraz daha sosyal medyayı arşınladım ama başarısız bir araştırmaydı. Kabullendim ama hesabımdan çıkmadan önce o gün çekildiğim fotoğrafı hesabıma ekledim. Yer olarak da belirtmeyi de es geçmedim.

Benim hesabım gizliydi. Ekli olmayan kimse göremezdi.

Eklediğim gibi bildirim geldi. Kim beğenmiş diye baktığımda Can’ın beğendiğini görür görmez mesajıyla da telefonum titredi.

Geçen gittiğin yer fotoğrafındaki yer miydi? Arkadaşınla buluştuğun?

Bundan da hiçbir ayrıntı kaçmıyordu ve bu hiç hoş değildi. Bugün okulda olanları düşündüm. Söyledikleri aklımdan geçirdim. Birden fazla cümle kullanmıştı ve benim umurumda bile olmamıştı. Mesajının içine girmedim. Cevap vermedim. Telefonumu yanıma koydum. Makarnama geri döndüm.

Gözlerim televizyondaki yerli dizideyken yarın sınavdan sonra restorana gitmeye karar verdim.

Yapacak bir şeyim yoktu.

Arkadaşım için riski göze almalıydım. Alacaktım.

Hem kasklıyı görsem ne olabilirdi ki? Kuruntu yaparak şu anımı zehir ediyordum ve ben böyle biri asla değildim.

**

Ertesi gün sınavlarımın önceki gün gibi nasıl geçtiğini bilmiyordum ama bugün ki planım farklıydı. Dün akşam verdiğim kararın peşinden gidecektim, bu yüzden kampüste fazla oyalanmak istemedim.

Sabah zaten ufak çaplı bir kalp krizi geçirmeye çok yakın bir olay yaşamıştım. Neredeyse sınava geç kalıyordum. Ya alarmımı duymamıştım ya da duymuştum ve uyku sersemi bir şekilde alarmı kapatmıştım. Sonra nasıl olduysa yastığımın yanına koyduğum telefonumun mesaj titreşimini duymuştum.

Mesaj Can’dan gelmişti ve ben sabah onun sayesinde uyanmıştım. Her zaman ki günaydın, mesajıydı ama mesajı bir çeşit sabah alarmım olmuştu. Sonra da apar topar üstümü giyinmiş ve evden kendimi durağa atmıştım.

Kıl payı da sınava yetişmiştim. Halimin nasıl olduğundan bile bir haberdim. Sınav aramda kendimi düzeltmeyi aklıma not etmiştim.

Can’a ise sınavdan sonra cevap verebilmiştim. En azından beni uyandırdığı için cevap vermem gerektiğini düşünmüştüm. Dün olanlardan sonra onun kampüste olup olmadığını bilmiyordum ama ben sınava geldiğimi bu kez ona söylememiştim.

Kampüsten çıkmadan önce de kendimi okulun tuvaletinde düzeltmiştim. Sabah elime ne gelirse giymiştim ve çok şükür ki elime saçma bir parça gelmemişti. Sadece renk konusunda dümdüzdüm. Fazlasıyla dümdüzdüm hem de. Bembeyazdım. Kot pantolonum beyazdı. Örme gibi kumaşı olan kazağım beyazdı. Eh, buna kısa beyaz şişme montumda eklenince, baştan aşağıya bembeyaz olmuştum.

Yürüyen kar topu olduğumda denilebilirdi. Bir farkla. Kar topu kadar şişman değildim. Tüm bu durumumda saçlarım güzel görünüyordu. Düz saçlı olduğumdan kabarık değildi.

Şimdi de otobüs durağına doğru yürüyordum. Tabi kampüsten çıkar çıkmaz okulumun yerinden restorana nasıl gidildiğine bakmıştım. Bir an Doğanay’ı arayıp ya da mesaj atarak ağzını aramak istemiştim ama sonra vazgeçmiştim. Açıkçası ne diyeceğimi bilememiştim. Yanlışlıkla ağzımdan da kaçırabilirdim. Başka zaman yapmadığım şey değildi. Yaptığım anda sürprizim harekete geçmeden sonlanırdı. Eğer Doğanay, kendisine kına organizasyonu yaptığımı bilseydi, beni engelleyeceğini biliyordum. Ne gerek var, diyecekti. İstemeyecekti. Ama işin içine sürpriz parti girerse herhangi bir isteksizlik yapamazdı.

Bu nedenle de Doğanay’dan bilgi alma işini rafa kaldırmıştım. Şansımı deneyecektim. Uygulamadaki yol haritası, mekan zengin muhitlerden birinde olduğundan aktarma üstüne aktarma çıkarmıştı.

Keşke bir arabam olsaydı. O zaman hem rahat bir şekilde yolculuk edebilir, hem de kısa yollardan zamandan vakit kazanabilirdim. Ama benim arabam yoktu.

Arabasız olmaksa gerçek bir çileydi.

Yol boyunca kulaklığım kulağımda müzik dinleyerek geçirip en sonunda restoranı gördüğümde kulaklıklarımı çıkarıp kol çantamın içine tıkıştırdım. Çantamın içinden siyah güneş gözlüğümü alıp taktım. Hava pek güneşli değildi ama kime neydi, değil mi? İster güneşli, ister güneşsiz olsun, hangisi olursa olsun istediğim havada takardım.

Karşı kaldırıma geçmeden önce durakladım. Kısa bir süre restoranın olduğu tarafı izledim. Restoranın girişi günler önce hatırladığım gibiydi. Güvenlikte duran adamlar başka olsa da aynı yerlerindeydiler. Yani başka olmalıydı. Akşam yüzlerine baktığımı hatırlamıyordum. Vale kulübesi restoranın biraz ilerisinde, görevli kişi önündeydi. Restoranın önünde araba yoktu. Valenin arabaları nereye çektiğini bilemezdim ama vale ortalıktaysa gelen giden yok gibi görünüyordu. Belki de içerisi tenhaydı. Olabilirdi, gündüz vakitleri, akşam vakitlerinden daha sakin geçebilirdi. İtiraf etmeliyim, etrafta herhangi bir motosiklet var mı diye de bakınmayı ihmal etmemiştim. Görünüşte o da yoktu.

Çok şükür.

Gözlüklerimin gerisinde ileriye bakarken kendimi ajan gibi hissetmekten alıkoyamıyordum ama ajanlar benim gibi bu renkle etrafa ben buradayım, hiçbir zaman demezlerdi. Daha koyu renklerle kamufle olurlardı.

Düşünmeyi ve incelemeyi bırakarak yaya yoluna ilerledim. Restoran biraz gerimde kalmıştı ama yoldan vızır vızır araba geçiyordu. En son istediğimde trafik kazasına kurban gitmekti. Yaya yolundan geçmeye çalışırken de sürücülere saydırmamak için kendimi zor tuttum. Çünkü yaya varken – o kişi ben oluyordum- resmen hepsi görmezden gelerek ilerlemeye devam ediyor, biri de durmuyordu.

Sanki trafik kurallarını bilmiyorlardı!

Yaya geçidi, yayalar içindi. Trafik ışığı yok diye resmen kimse kurala uymuyordu. Hepsinin ehliyeti iptal edilmeliydi.

En sonunda bir araba durmuştu da diğerleri de durmak zorunda kalmıştı. Kendisine sevgilerimi yollamam gerekirdi ama o kadar gıcık olmuştum ki ben de inadına yavaş adımlarla karşı geçerken beklemelerini umursamamıştım.

Neticede yeteri kadar yolun karşısında beklemiştim zaten.

Restoranın önüne geldiğimde güvenlikler beni durdurmadan içeriye girdim. Tabi bu şaşırılacak bir durum değildi. Ama eğer eşkâlim bu adamlara bildirilseydi, kesinlikle içeriye giremeyeceğimde gerçekti. Ben ise arananlar listesinde biri değildim. Bildiğim kadarıyla değildim. Hem neden olacaktım? Suçlular arama listesinde olur, robot resimleri çizdirilirdi. Ben suçlu değildim ve benim saçma düşüncelerime bir an önce son vermem gerekiyordu.

Başımı düşüncelerimden arındırmak için salladım.

Sanırım fazla dizi, film izliyordum.

Koridordan geçip önceden de geldiğim gibi danışma kısmına ilerledim. Bir önceki kadın yönlendirme yerinde yoktu. Onun yerine genç bir adam dikiliyordu. Adamla konuşmadan önce etrafa, daha doğrusu restoranın içine şöyle bir bakmak isterken çalışanın sesini duydum. “Size nasıl yardımcı olabilirim?” Bakışlarımı kaçırdım hemen. Adama baktım. Boğazına kadar gömleğini iliklemişti. Siyah saçlarını bir tarafa jöleyle yatırmıştı. Restoranda çalışan olmaktan uzak sanki, inek öğrencilere benziyordu. “Rezervasyonunuz var mıydı?”

Rezervasyon.

İlk geldiğim zaman böyle bir karşılama olmamıştı. Tabi o zaman bizzat buranın sahibi ve eşi tarafından davetliydim. O akşam gördüğüm kadın karşımda olsaydı bence beni de tanırdı ama şu an cevap vermemi bekleyen adam yabancıydı ve cevap verdiğim an yüksek danışma masasının arkasında deftere ya da listesine bakacaktı.

Hafifçe gülümsedim ve doğrudan konuya girdim. “Merhaba. Hayır, rezervasyonum yok ama aslında ihtiyacımda yok. Ben Öktem Bey ile görüşmeye geldim. Burada mı acaba?”

“Randevunuz mu vardı?”

“O da yok fakat ben karısının arkadaşıyım. Eğer kendisine karınızın arkadaşı Betül gelmiş, sizinle görüşmek istiyormuş diye bildirirseniz, benimle görüşmek isteyecektir.”

“Maalesef bildirim yapamam.”

“Anlamadım.” Bölmede duran kablosuz telefonu işaret ettim. “Duydunuz beni değil mi? Ben karısının arkadaşıyım ve patronunuzla görüşmek istiyorum.”

“Duydum, hanımefendi ama…”

Sözünü keserek, “O zaman bildirir misiniz lütfen?” dedim bölmedeki telefonu işaret ederek sakince. “Telefonu elinize alın ve patronunuzu arayın.”

“Hanımefendi arasam bile bir şey değişmeyecek.”

“O da ne demek?” dedim hızlıca.

“Beni dinlerseniz, anlayacaksınız,” dedi sözünü kesmemi engellemek ister gibi arkasından. “Öktem Bey şu an burada değil, arasam dahi odasındaki telefonuna bakamaz.”

“Burada değil mi?” diye sordum tekrardan saf gibi.

“Size bunu anlatmaya çalışıyordum ben de hanımefendi. Burada değil.”

Buraya gelirken elbette bu ihtimalde cebimdeydi ama adamın işyeri restoranıydı. Birini bulmak isteyince de işyerinde bulmak en makul yoldu. Tabi, aradığım kişi restoran sahibi, patron olmasaydı…

Kolumdaki saate baktım. Öğlen vakitlerini geçmişti. “Ne zaman gelir peki, biliyor musunuz?”

“Maalesef hanımefendi.”

“Peki, sizde telefon numarası var mı?”

“Size bu numarayı veremem hanımefendi.”

Adamın her cümlesine hanımefendi hitabını eklemesi sinir bozucu olmaya başlamıştı ama enişte beyin numarası bu adamda vardı. Mecburen katlanacaktım. Hafiften öne doğru çıktım. “Neden acaba veremiyorsunuz?” diye sordum nazikçe.

“Kişisel bilgileri maalesef veremiyorum hanımefendi. İsterseniz, arkadaşınız Doğanay Hanım’ı arayın.”

Sanki ben Doğanay’ı aramayı bilmiyordum.

Bakışlarımı devirdim. Gözlüğümden dolayı bunu göremedi. Sakinleşmeye çalışırken bir kez daha dudaklarıma tebessüm çizdim. “Madem telefon numarasını veremiyorsunuz, o zaman şöyle yapalım. Siz arayın.”

“Efendim?”

“Siz arayın. Burada olduğumu söyleyin ve sonra bana verin.”

“Bunu da yapamam hanımefendi. İş ile ilgili değilse kendisini arama yetkim yok.”

Kaşlarım çatıldı. Ne dersem deyim adam sanki isteğimi yokuşa sürmekle görevlendirilmişti.

“O zaman bana nasıl yardımcı olacaksınız acaba?”

“Olamayacağım hanımefendi.”

Gözlerimi kapatıp sabır çektim. Şurada iki dakikada sinirlerimi epey germişti. Zaman geçmedi ki gözlerimi açtığımda “Sen her zaman burada mı çalışıyorsun?” diye sordum. Eğer öyleyse de değilse de bir şekilde vardiya farklılığı olabilirdi. Ya da bir öncekinde geldiğim gibi gördüğüm kadın burada olabilirdi.

Adam cevap veremeden yakınımdan bir başka ses duyuldu. “Bir sorun mu vardı Ethem?”

Aniden afalladım çünkü sesi duyduğum an tanımıştım. Normalde beğendiğim yüzleri unutmazdım ama sanırım bu kez sesi de unutmamıştım.

Kahretsin.

Restorana girdiğim andan itibaren aceleci bir tavır sergilemiştim. Neticede belli bir çekincem vardı ama karşımdaki inek yalamış saçlı çalışan aceleci tavrımı içinden geçmişti. Bir nevi buradaki sorunu unutturmuştu.

Ve o sorun galiba yakınımda bir yerdeydi.

Sesini tanıdığıma göre sorun buradaydı ve korktuğum başıma geliyordu.

Adamın bakışları da arkamda bir yere kaymıştı. “Hanımefendiye Öktem Bey’in yerinde olmadığını izah etmeye çalışıyordum, Sedat Bey.”

O an çalışanın izah etmeye çalışıyorum kelimesini bile duysam da duymazdan geldim. Gelmeseydim ona asıl ben kendisine izah etmeye çalıştığımı söylerdim ama şu an bu önemli değildi. Çünkü ilgimi çeken yalnızca cümlesindeki son isimdi.

Sedat Bey.

Motosikletine çarptığım adam.

Kasklı.

Ah, kesinlikle ve kesinlikle sorun tam da bulunduğum yerdeydi.

İkinci kez kahretsin.

Ne yapacağım diye düşündüm. Hızlıca bir yol bulmaya çalıştım. Gözlerim karşımdaki çalışandayken, “Aslında…” diyecek oldum ama sözüm kasklı tarafından kesildi.

“Tamam Ethem, ben ilgilenirim. Kendisini tanıyorum.” Gözlerim gözlüklerimin içinde kırpıştı. “Zaten yarım kalan sohbetimiz duruyordu.” Son söylediklerini kendisine bakmam için bilerek söylediğini hissettim. Amacı buysa da başarılı olmuştu. Başımı çevirip sesin geldiği tarafa, yani arka tarafıma baktım. Tedirginlik kalbimi zıplattı.

Kasklı ilk gördüğüm gibi değildi. Üstü spor değildi. Koyu lacivert gömlek vardı. Siyah kumaş pantolonu ile spor olmaktan uzaktı. Ama adam jilet gibiydi ve elleri pantolonun cebindeyken mavi gözleri üstümdeydi. Gözümdeki gözlüklerden fark etmemiş olsa da gözlerimiz kesişmişti. Çok mu dikkatli bakıyordu bana, yoksa bana mı öyle geliyordu? Bilemiyordum ama kendisi sanki burada olduğuma şaşırmamış gibi bir haldeydi.

“Öyle değil mi Betül Hanım?”

Öyle miydi?

Onun yerine “Anlamadım?” dedim. Anında pişman oldum. Anlamadım da ne demekti? Hiç iyi bir başlangıç değildi. Hemen kendimi toparladım. Neyden bahsettiği apaçık ortadaydı ve ben bal gibi anlamıştım. “Ben sizinle yarım kalmış herhangi bir şey hatırlamıyorum.”

Herhangi bir şey, kelimelerini dikkat çekerek dillendirmiştim.

Dikkatli gözlerini yüzümden çekmedi. Söylediğimi tartıyordu, belliydi ama ben de ona dikkatli bakıyordum fakat benim neyse ki gözlüklerim vardı.

“O zaman hafızanızı tazeleriz,” dedi tane tane. Arkasından da elini kaldırıp restoranın içine doğru işaret etti. “Buyurun.” Hareket etmedim. Ne halt yiyecektim? Buraya gelirken bazı şeyler düşünmüştüm ama bu tarz bir şekilde düşünmemiştim. Elini indirdi. “Ya da bir önceki kaçışınız gibi kaçıp gidecek misiniz?” diye devam etti.

Aslında aklımdan da geçmedi değildi. Eğer demin sözüm kesilmemiş olsaydı; “Aslında…” diye başlayan cümlem o tarzda bir hareketi tetikleyecekti. Ama kasklı şu an olanları ima etmek yerine direkt dillendiriyordu ve ben bakışlarındaki bakışın ne anlama geldiğini biliyordum.

Bana meydan okuyordu.

Kesinlikle meydan okuyordu ve bunu açıkça belirtiyordu.

Ben korkak biri değildim. Hayatım boyunca da olmamıştım. Küçükken sokaktaki ya da köydeki ağaçlara ilk tırmanan kişiydim. Kuzenlerim tırmanamazsın diye benimle iddiaya girerlerdi ama ben o ağaca tırmanır ve iddiayı kazanırdım. Sokak arasında kuzenlerimle futbol oynarken topumuz sinirli komşunun açık penceresinden içeri girdiğinde dahi topu isteyen ben olurdum. Hoş elime çoğunlukla patlayan bir top verildi ama tepki vermekten de geri durmazdım. Ya da lisede arkadaşlarıma karışan zorba ergenlere haddini bildiren de bendim. Hayatımda bunun gibi örneklerle doluydu. Eğer ben korkak olsaydım bunların hiçbirini yapmaz ya da yapmaya devam etmezdim.

Evet, o akşam kaçmış olabilirdim. Neticede kendime göre sebeplerim olduğundan kaçmıştım. Ama şu an karşımda duran adam bana meydan okuyorsa o meydan okumanın altında asla kalmazdım.

Gözleri üstümdeyken gözlüğümü çıkardım. “Bir yere gittiğim yok,” dedim direkt gözlerinin içine bakarak. “Madem benimle konuşmak istiyorsanız, konuşalım o halde.”

Verdiğim karşılık hoşuna gitti mi yoksa gitmedi mi, anlayamadım. Yalnızca başıyla beni onayladı. Ardından da demin yaptığı hareketi yaparak “Buradan,” diyerek ilerlememi istedi.

Pekala, öyle olsun.

Gözlerimi devirerek dediğini yaptım. Önünden geçerek restoranın içine doğru adımladım. Yürürken elimdeki gözlüğü çantamın içine attım.

İçerisi dışarıda düşündüğüm gibi değildi. Kalabalıktı. Boş masa pek görünmüyordu. Hangi masaya geçeceğimizi anlamaya çalışırken dolu masaların yanından geçtim. Sonra orta kısımda duran boş bir masa gördüm. Tam o tarafa ilerleyecektim ki kasklı yanımdan önüme geçerek beni engelledi. O kadar aniden yanımdan geçmişti ki neredeyse kendisine çarpacaktım. İkinci kez. Ama neyse ki çarpmamıştım. Kendimi zar zor zapt ederek, kıl payı kurtulmuştum. Ses etmedim. Demin ki masaya baktım. Garson bir çifte o masaya alıyordu.

“Nerede konuşacağımızı öğrenebilir miyim acaba?” diye sordum yanına ilerlerken. “Her masa dolu.” Görünüşe göre de restoran iyi işliyordu. Enişte bey paraya para demiyordu galiba.

Bana baktı mı, diye kontrol ettim. Bakmadı ama beni cevapladı.

“Yukarıya çıkacağız. Buradaki çalışma odama.”

İşte bu durumdan hoşlanmadım. Emri vaki yapmasından da hoşlanmamıştım. Tam ağzımı açmış konuşacaktım ki, “Uygun mudur?” diye sordu bakışlarını bana çevirerek.

Sözümü geri alıyordum. Emri vaki yapar gibi görünüp son anda sorusuyla virajdan dönmüştü.

Aslında masalardan birinde otursak daha iyi olurdu. Neticede kalabalık her zaman iyiydi ama bu saatte bile masalar doluydu. Adama müşterilerden birini kaldırmasını isteyemezdim değil mi?

Böyle bir isteğim olamayacağı için, “Sorun değil,” dedim bakışlarımı kaçırarak. Nasıl olsa fazla kalmayacaktım.

Masaları geride bırakarak lavabonun olduğu koridora değil de diğer tarafındaki koridora girdiğimizde kendisini takip ettim. Bir adım geriden gidiyordum. Bilerek arkasından gitmeyi tercih etmiştim. Haliyle gözlerimi üstünden çekmek için herhangi bir sebebim yoktu.

Kasklının kendinden emin bir duruşu vardı. Bu ifadesinden, konuşmasından, yürüyüşünden belliydi. Duruşunun yanında geniş omuzluydu. Boyunu tahmin edemezdim ama uzun boyluydu. Kendimi oldukça kısa boylu hissettirmişti. Yanında yürümemin diğer sebebi de buydu. Boy takıntım yoktu. Uzun boylu adamlar hoşuma da giderdi ama söz konusu olan burada kasklıydı.

Bana meydan okuyan kişiydi.

Diğer yandan adam da farklı bir elektrik vardı. Hoş bir elektrik.

Başımı salladım. Adamı incelemeyi bırakırken koridorun sonundaki merdivenleri gördüm. Yukarı çıktı. Arkasından ilerleyerek yukarıdaki koridora vardım. Koridorda kapılar vardı ama kasklı koridorda ilerlemeden siyah kapının önünde durdu. Elini cebine atarak anahtar çıkardı. Kilidini açarak içeriye girdi. Ben de herhangi bir davet beklemeden arkasından ilerledim.

İçerisi aydınlıktı. Kapının tam karşısındaki pencereden günün aydınlığı giriyordu. Sanırım odanın konumu mekanın arkasına bakıyordu. Odanın ise pek bir özelliği yoktu. Orta büyüklükteydi. Sıradan bir ofis odasıydı. Hatta fazla sıradandı ya da kasklı sıradanlığı seven biriydi. Pencerenin önünde bir çalışma masası duruyordu. Masanın üstünde ıvır zıvırların yanında kapalı bir dizüstü bilgisayar vardı. Masanın önünde misafirleri için karşılıklı iki tane tekli koltuk konulmuştu. Kendisiyle ilgili bilgi verecek herhangi bir detay oda da yoktu. Bunların içine duvar tarafındaki dolaptaki raflarda dahildi. Eğer benim bir işyerinde kendime ait bir odam olsaydı, orayı beni yansıtacak çoğu şeyle doldururdum. Ama burada hiçbir şey yoktu.

Sıradan, sıkıcı ve boğuktu.

Odayı incelemeyi bırakarak kasklıya baktım ve bakışlarıyla karşılaştım. Masasının sandalyesinde oturuyordu. Ne zamandır oradaydı, hiçbir fikrim yoktu ama adamın gözleri üstümdeydi. Bakışlarımı kaçırdım. İkinci kez davet beklemeden masanın önündeki koltuğa oturdum. Benim ayakta durup kendisinin padişah gibi koltukta oturması hiç denk değildi. Oda onun olabilirdi ama benim için denge de önemliydi.

Nasıl bir konuşma yapacağımı düşünmemiştim ama koltukta dimdik otururken, bir şeyler hızlıca düşündüm ama o sırada benden önce davrandı.

“Evet, bekliyorum,” dedi. Kollarını masaya dayamışken parmaklarını birbirine kenetlemişti.

“Anlamadım?” Anlamamıştım ama gerçekten de ne bekliyorsa bekliyor gibi bir haldi. “Ne bekliyorsunuz?”

“Benden dileyeceğiniz özrü bekliyorum.”

“Pardon?”

“Önceden de açıklamıştım. Dilemeyecek misiniz?”

Açıklamıştı ve beni cahil yerine koymuştu.

“Ben de açıklamamı yapmıştım. Hatalı ben değilim.”

“Değilsiniz?” Anlamaya çalışır gibi değil de söylediğimi tasdik etmemi ister gibi söylemişti.

“Elbette değilim.” Değildim. Taksiden inmek ne zaman hata olmuştu? “Ayrıca izin verirseniz ilk önce geçen ki talihsiz kazadaki yanlış anlaşılmayı düzeltmek istiyorum,” dedim. Aşağıda söylediği cümlesi aklımdaydı. Cevap vermesini tabi ki de beklemedim. “Sizin aşağıda beyan ettiğiniz gibi o akşam kaçmadım. Yetişmem gereken bir yer vardı.”

“Bir yemek.” Aniden konuşmama girince durakladım. “Kimin davetlisi olduğunuzu biliyorum.” Tahmin ettiğim gibi. Ben nasıl onun kimin neyi olduğunu biliyorsam, o da benden haberi vardı. Araştırmasına bile gerek yoktu. Restorandan çıkarken beni Doğanay ve Öktem eniştenin yanında görmüştü.

“Aksini düşünmemiştim ben de. Her neyse. Yani kaçmadım ben.”

Birkaç saniye sessizce durdu ama bence dediğime inanmamıştı. “Kaçmadınız,” dedi kendi kendine tasdik eder gibi başını sallayarak.

“Evet. Sizin öyle düşünmeniz benim suçum değil.”

“O zaman benimle konuşmaya bir gün gelecektiniz.” Gelecek miydim? Gülmek istedim ama dümdüz suratına bakıyordum. Kesinlikle gelmeyecektim. Yakalanmasaydım şu an odasında bile bulunmayacaktım. “Aşağıda bilgilendirildiğime göre o gün bu gün değil gibi.” Çalışanının söylediklerinden bahsediyordu. Ne desem diye düşündüm. Gerçeği mi söyleseydim acaba? Söylediğim an beni kaçmakla ilgili sıkıştırabilirdi. Ben düşünürken kenetli ellerini çözmüş, ne defteri olduğunu bilmediğim ajandanın arasından bir kağıt almıştı. “Ama burada olduğunuza göre size bunu verebilirim.”

Elindeki kağıdı önüme koydu. “Nedir bu?” derken kağıda baktım. İlk başta anlamadım. Faturaya benzeyen bir kağıttı.

“Ben kendi payıma düşeni hallettim. Taksinin maddi hasarını ortadan kaldırdım,” dedi kasklı ben kağıdın ne olduğunu anlamaya çalışırken. “Bu da hasarın size düşen kısmı.”

Hasarın size düşen kısmı. Başıma yıldırım düşmüş gibi hissediyordum.

“Bana düşen kısmı mı?” Sesimi duyana kadar içimden söylediğimi sanıyordum.

“Kazada motosikletimde hasar aldı. Benim de hasarımın karşılanması gerekiyor.”

Kağıttan hiçbir şey anlamamış olsam da bakışlarımı kaldırdım. “Onu da ben mi karşılayacağım yani?”

“Bana siz çarptınız.”

“Siz taksinin kapısına çarptınız,” dedim hızla onu düzelterek. “Ben size çarpmadım.”

“Olay sizin açtığınız kapı sayesinde gerçekleşti Betül Hanım. Bunu inkar edebilir misiniz?”

“Hayır ama…”

“Trafiğin aktığı bir yolda yanlış kapıdan inmek istemenizi ben canımla ödeyebilirdim. Umarım farkındasınızdır.”

Gözleri üstümdeydi ve ben ciddi duruşuna, ciddi tonlamasına hiçbir şey diyemedim. Demek istedim ama aklıma kendimi savunacak bir cümle gelmedi. Yanlış kapıdan indiğimi ben de biliyordum. Trafiğin aktığı da bir gerçekti. Adamın geçirdiği kaza da her şey olabilirdi.

Özür dileyecek gibi oldum ama kendimi tuttum. Birkaç dakika öncemle ters düşmek istemedim.

“Böyle bir kazanın yaşanmasını ben de istemezdim,” dedim özür dilemek yerine. “Ama tüm kazanın yükünü bana yükleyemezsiniz.”

“Tüm yükü yüklenmiyorsunuz. Size ne düşüyorsa o kısmı yükleniyorsunuz. Anlaşma yoluna gitmemeyi tercih ederseniz de…”

“Bana dava mı açacaksınız?” diye sözünü kestim.

Açabilir miydi? Hiç kanunları bilmiyordum. Avukat tanıdığımda yoktu.

“Hakkımı ararım,” dedi. “Ama burada size iyi niyet gösteriyorum.”

İyi niyet gösterisi böyle mi olurdu?

Öfkelendiğimi hissettim. Birine iyi niyet göstermek böyle olmazdı. Kendisi taksinin hasarını hallettiğini söylüyordu. Ve bunu kolayca söylüyordu. Tabi kolayca söylerdi. Onu zorlamamış olmalıydı ama bana dava falan açmaya kalkarsa ve annem bunu duyarsa o zaman işin tamamen biterdi. Başımı belaya soktuğumdan kesinlikle yanına gelmemesi isterdi. İstemekten ziyade beni yaka paça eve geri götürürdü. Duyma ihtimallerinin şu an nasıl olacağını bilmiyordum ama ben duyma tarafıyla ilgileniyordum.

Seçim yapmam gerekiyordu.

Ya kimsenin haberi olmadan bu işi bir şekilde çözmeliydim ya da dava olayı nasıl bir şeyse elinden geleni ardına koymamasını dile getirmeliydim.

Ayağa kalktım. “Pekala,” derken masanın üstünden not kağıdı kaptım ve gözüme kestirdiğim kalemini aldım. Ardından kağıda numaramı yazıp masaya bıraktım ve diğer kağıdı aldım. “Hasarınız neyse ödeyeceğim. Sormak için arayabilirsiniz.”

Sonra da cevap vermesini bile beklemeden arkamı döndüğüm gibi odasından çıktım. Konuşurken sesim biraz sert çıkmıştı ama gerçi umurumda da değildi. Öfkelenmiştim. Kağıdı gözünün önünde yırtmak bile istemiştim. Elim kolum bağlanmıştı. Diğer yandan ise bir yerde adam haklıydı ama olana bakması gerekiyordu.

Zarar görmemişti.

Zarar gören motosikleti olmuştu.

Ve kasklının konuşmasına bakılırsa hakkını arayan biriydi. Ama bence adam cimri biriydi.

Aşağıdaki koridora indiğimde aklıma elimdeki kağıda bakmak geldi. Durakladım. Yukarıda altta kalmamak adına ve riskleri almamak adına bir tavır sergilemiştim. Şimdi de neye tavır sergilediğimdeydi. Hasarın ne kadar olduğuna baktım.

“Oha.” Hasarın fiyatı bu muydu? Elimdeki kağıt motosikletin hasar tespit kağıdı gibi bir şeydi. Altında da fiyat yazıyordu ve kesinlikle bu fiyatla yeni motosiklet alınırdı.

Bir motosiklet ne kadardı ki? Bu kadardan fazla olamazdı ya da olurdu. Markası, modeli yüksekse hasarının fiyatı da yüksek olurdu.

Hışımla arkama bakıp, tekrar yukarıya çıkmayı düşündüm. Beni kazıkladığını bile düşündüm. Ama hareket etmedim.

Aşağıya inip restoranın çıkışana ilerlerken danışmandaki uyuz herifi görünce daha sinirlendim. Adama tip tip baktım. Bakışlarımı hissetmedi bile. Hepsi onun yüzündendi. Beni oyalamasaydı şu an ne burada olur, ne de elimdeki kağıdı tutardım.

Ama ben buradaydım.

Ve kesinlikle başım büyük beladaydı.

                       

 

 

 

 

 

             

 

 

 

 

 

 

 

 

           

           

 

 

 

 

Loading...
0%