Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5.Bölüm

@__okuyan94__

 

5. Bölüm

 

           

Bir olumsuzluğun ardından bir başka olumsuzluk hayatına giriş yaptığında insan hazırlıklı olamıyordu. Bilgisayar ekranındaki sayfaya bakarken bende olamamıştım. Nasıl olmuştu, nasıl bir zeka ile ekrandakini alabilmiştim? Bende bilmiyordum ama bilinen bir gerçek vardı ki girdiğim bütünleme sınavlarından yalnızca birinden geçmiş, diğerlerinden kalmıştım.

Geçtiğim biricik ders, kaldığım derslerin arasında bir yıldız gibi beni teselli etmek için parlıyordu. Fazla bir parıltısı yoktu ama neticede parlıyordu. Ama eminim o da birkaç kez yanıp söndükten sonra parlamaya başlamıştı. Çünkü öyle yüksek puanlı da geçmemiştim. Kıl payı geçmiştim.

Tek bir dersten geçmem ise hiçbir işime yaramıyordu.

Olan şuydu. Ben güz döneminden kalmıştım! Seneye tüm bu dersleri yeniden alttan almam gerekecekti. Normalde devlet üniversitesinde okuyor olsaydım, seneye hallederdim. Ama ben o kadar akıllı biriydim ki özel de çeyrek bursumla okuyordum.

Ve artık o da yoktu.

Üniversitenin yönetmenliğine göre bir tane dahi dersten kalırsan kazanılan burs düşüyordu ve benim de kazandığım minicik, ufacık bursum kayıplara karışmıştı. Aslında kayıpta denmezdi. Terk edilmiştim. Hem de acımasızca.

Hayatımda tek acımasız olan bursum da değildi.

Başka bir durum daha vardı. Benden taksi kazasının bedelini isteyen şu adam. Yok, hayır. Kendi motosikletinin zararını benden isteyen şu cimri herif. Kendisi ne de güzel, ne de kolay taksinin zararını ödediğini söylemişti! Tabi söylerdi. Benim de para sıkıntım olmasaydı onun gibi olurdum. Ama ben babamın yolladığı paranın yağında kavruluyordum.

Tutar benim bir senelik üniversite tutarımın toplamı kadardı. Bir motosiklet hasarının ücreti nasıl bu kadar yüklü olabiliyordu? Benim fakir aklım anlayamamıştı. Bu da yetmezmiş gibi olumsuzlukların devamı gelmişti. Burs olayım ortaya çıkmıştı. Yeni dönem de başladı başlayacaktı. Bahar dönemine ait dersleri seçip, ayın ödemesini yapmam gerekiyordu. Tabi burssuz şekilde ortaya çıkan tutarı ödemem lazımdı.

Babam hesabıma önceki aylar gibi ayın aynı tutarını atmıştı. Hesabımda duruyordu ama yolladığı miktar yeterli olmaktan çıkmıştı. Bursumu kaybettiğimden arada fark oluşmuştu.

Okul durumunu annemlere de söyleyemezdim. Annemin duyduğu an ne yapacağı belliydi. Onlardan yardım alma fikrim bu yüzden yoktu. Onlar duymadan kendi başımın çaresine kendim bakmalıydım.

Bakacaktım da.

Bakmıştım da. Tabi yalnızca bir aylığına okul ücretini ödeyebilmiştim. Bunu da zamanında aldığım altın küpelerimi kuyumcuda bozdurarak halletmiştim. Diğer ayların ücretini nasıl ödeyeceğimi şimdilik bilmiyordum.

Geçen günlerde ev arkadaşıma kafama koyduğum gibi bir kına ile karışık bekarlığa veda partisi karışımı geceyi armağan etmiştim. O günden sonra restorana bir daha gitmiştim. Sonuçta olan olmuştu. Kaçındığım durumdan sıyrılamamıştım. Bu kez giderken hiçbir çekingenliğim yoktu. Cimri kasklıyı bir daha görüp görmemem umurumda değildi. Orada olabilirdi. Ama orada değildi. O gün gördüğüm danışmandaki uyuz çalışanda yoktu. Danışmanda ilk kez geldiğimde gördüğüm kadın çalışan vardı. O da beni hatırlamıştı. Diğer çalışan gibi herhangi bir zorluk çıkarmamıştı. Şanslı günlerimden birinde olabilirdim. Eğer ilk geldiğim zamandaki durumları yaşamamış olsaydım… Niçin restorana gittiysem bu sefer halletmiştim. Öktem enişte restorandaydı. Ona Doğanay için aklımdakini anlatmıştım. O da karısı için planladığım planıma ayak uydurmuştu. Bir noktada planıma alet olmuştu. Alet olduğu gibi yardımcı da olmuştu.

Kınaya Aysel ve Nil’i çağırmıştım. Dört kız olsak da kına harika geçmişti. Doğanay’ın yüzündeki mutluluk yaptığım sürprizin ne kadar doğru olduğunu göstermişti. Mutlu olmak en çok onun hakkıydı. Arkadaşım her şeyin en iyisi, en güzelini hak ediyordu.

Kına olmadan günler öncesinde Doğanay’ın evine gitmiştim. Beni çağırmıştı ve sesinden bir sorun olduğunu hemen anlamıştım. Haklı da çıkmıştım. Bana söyledikleri vardı. Abisiyle ilgili söylemediklerini söylemişti. Ben abisini hiç görmemiştim. Anlattıkları nefret etmemi sağlamıştı.

Abisi bir dolandırıcıydı ve Öktem enişteyi dolandırmıştı. Bu de yetmezmiş gibi kaynanasının çiftlik evindeki ahırı yaktığını söylemişti. İnanılır gibi değildi. Ama arkadaşım tüm bunların içinde kalmıştı. Kına gün ki sürprizim en azından aklını dağıtmasına yardımcı olmuştu.

Eh, kınanın sonunda kocasına kaçarak ekilmemiş olsaydık, daha güzel olabilirdi ama aşk böyle bir şey olmalıydı. Fırsatını bularak ya da bulmayarak her türlü sevdiğinin yanına gitmekti.

“Neden bu kadar erken çıkıyoruz?” Nil’in sesini duyduğumda kiraladığımız arabanın sürücü koltuğunda oturuyordum. Radyo açıktı. Hareketli bir müzik çalıyordu. Arabayı sabahın köründe kiralama şirketinden arabayı teslim almıştım. Sonra da eve gidip, hazırlanmıştım.

Çünkü bugün Doğanay’ın düğünü vardı. Aysel ve Nil de düğüne davet edilmişti. Biz de ortak bir karar alarak günlük araba kiralamıştık. Maddi sıkıntım bu aralar sıkıntıdaydı ama bana düşen kısmı küpelerimden geriye kalanla halletmiştim. Okul ücretini ödedikten sonra kalan miktarı burayı harcamıştım. Neticede taksi metrede aynı yazacaktı. Belki biraz daha ucuza gelebilirdi ama bugün bir arabaya ihtiyacımız vardı. Düğün bitiminden sonra birde taksi bulmakla uğraşamazdık.

Sebebimiz son derece makuldü.

Doğanay’ın düğünü kaynanasının çiftlik evindeydi. Çiftlik evinin konumu da İstanbul’un uzak köşelerinden birindeydi. Daha önce hiç o tarafa gitmemiştim. Bugün ilk olacaktı. O konumda taksi bulunması biraz zordu.

Bakışlarımı Nil’e çevirmedim. Dikiz aynasından kendime baktım. “Erken kalkan yol alır,” dedim. “Ne kadar erken o kadar iyi. Arkadaşımın düğününe geç kalamam.”

Bir yerlere geç kalmak ile ünlü ben bu kez geç kalamazdı. Hatta bu kez erkenden orada olmak aklımda vardı. Sonuçta bilmediğim bir konuma gidecektim. Geç kalma riskini alamazdım. Diğer yandan Doğanay’ın yanında olmak istiyordum.

Üstümü de giyinmemiştim. Elbisem arka koltuktaydı. Yalnızca saçımı ve makyajımı yapmıştım. Elbisemi düğün yerinde giyecektim. Kırışmasını istemiyordum. Saçım ve makyajım güzel de olmuştu. Bu konuda hiç mütevazi olamayacaktım. Düz saçlarımı maşa ile dalgalandırmış, iki yanlarımdan aldığım saç tutumlarımı arkaya doğru örerek sabitlemiştim. Makyajımda elbisemin rengine uygundu. Göz makyajımı aşırı beğenmiştim. Elbisemi giyince tam olacaktım.

Kendime aynadan bakarken arabanın kapısı açıldı. “Sanki şehir dışına çıkıyoruz,” diye cevap verdi Nil, ön koltuğa otururken.

Bakışlarımı hemen aynadan kaçırdım. Kapıyı kapatıp koltuğa yerleşti. “Önde mi oturacaksın?”

“Tabi ki de önde oturacağım. Bir sorun mu vardı?”

Aslında vardı. Ön koltukta oturmasını istemiyordum çünkü yanı başımdan durmadan bana karışacağını, en azından laflarıyla yol boyunca her şeye burnunu sokacağını biliyordum. Tamam, arka koltukta otururken de bunu yapabilirdi ama önde oturunca daha sinir bozucu olacaktı.

Bakışlarımı kaçırdım. “İyi otur,” dedim dışarıya bakarken. Huysuzluk yapmasam iyiydi. O an Aysel’in Aysun teyzemle, yani annesiyle geldiğini gördüm. Aysun teyze annemden beş yaş büyüktü. Nil ve Aysel’den başka çocuğu yoktu. Evleri müstakil, iki katlı bir evdi. Kendilerine aitti. Arada sırada kaldığımda oluyordu.

Kızlar benim aksime tam hazırlanmıştı. Arabaya Aysel’den önce binen Nil, düz kumral saçlarını atkuyruğu yapmışken, Aysel’in aynı renkteki saçları omuzlarından aşağıya dökülüyordu. Nil, dizlerinin üstünde biten siyah bir elbise giymişti. Siyah ceketinin içinden belli oluyordu. Aysel ise siyah kumaş pantolon ile beyaz, çizgili saten bir gömlek giymişti. Hali düğüne değil de daha çok iş görüşmesine gidiyor gibiydi.

Aysel arka kapıyı açarken teyzem konuştu. Arabanın yanına gelmişti. “İyi sürdüğünden eminsin değil mi Betül?” diye sordu tereddütlü bir şekilde. “Araba kiralamanıza izin verdik ama sizi Emre mi götürseydi?”

Tabi, bizi götürseydi de, platonik aşık Doğanay’ın düğününü bassaydı.

Durumdan kimsenin haberi olmadığından öneri verilmesi doğaldı ama işte durum çok farklıydı. Emre’yi tartıştığımızdan beri bir kez Doğanay ile kafede görüştüğümde görmüştüm. O gün de Doğanay’a Emre’nin duygularından bahsetmiştim. Tahmin ettiğim gibi Doğanay Emre’nin duygularını anlamamıştı. Kıza söylediğim an afallamış, tedirgin olmuştu. Bir daha da kendisini görmemiştim. Hiç aşağıya, teyzemlere de inmemiştim.

“Ayıp ediyorsun ama teyze. Emre gibi ben de iyi bir sürücüyüm.”

Acemi bir şoför değildim ama İstanbul da ilk defa trafiğe çıkacağım doğruydu.

“Anne bunu konuşmuştuk seninle. İzin verdin,” dedi Aysel arkadan annesine. Belli ki teyzemi ikna etmek için birden fazla cümle kullanılması gerekmişti.

“Verdim ama aklım sizde kalacak,” diye cevapladı Aysun teyzem.

“Kalmasın teyzem,” dedim hemen. “Memlekette nerelere gidiyorum ben.”

“Bahtiyar enişte sana arabasını mı veriyor yani?” diye sordu yanımdan Nil, sorgular gibi. Sesinde meraktan çok dediğime inanmamışlık vardı.

Bakışlarımı Nil’e çevirdim. “Elbette veriyor. Babam kızından arabasını sakınan babalardan değil.” Dışarıda bekleyen teyzeme döndüm. “Ama bence teyze sen anneme beni sorgulamışsındır. Yoksa zaten izin vermezdin değil mi?”

Annem bugün için araba kiraladığımızı biliyordu. Söylediğimde biraz karşı çıkar gibi olmuştu ama görüntülü görüşürken babamda yanındaydı ve her zaman ki gibi benim arkamda durmuştu.

Canım babam hep yanımdaydı.

“Evet, annenle konuştum,” dedi tahmin ettiğim gibi. “Ve o da babanın izin verdiğini söyledi.”

Annemin bir kere arkamda olduğunu görseydim, dişimi kıracaktım. Hayır, tabi ki de kırmazdım. Ama annemin beni desteklediğini ben ölmeden görmek isterdim. Her neyse.

“Babam nasıl araba sürdüğümü biliyor,” dedim ikna olmayan teyzeme. “Gerçekten merak edilecek bir durum yok.” Yüzünde hala tereddüt sinyallerini görebiliyordum ama bir kere izin vermişti. Geri dönemezdi ve benim artık yola çıkmam lazımdı. “Eminim, kızlarından biri seni her dakika bilgilendirecektir.”

“Onu ben yaparım,” dedi Nil hevesle. “Yol boyunca mesaj atacağım anne sana.”

Aysun teyzemin gözleri benden yanımda oturan kızına kaydı. “Beni asla merakta bırakmıyorsun. Ne yaptığınızı, nerede olduğunuzu dakika dakika bana söylemeni istiyorum,” dedi Nil’e. Sonra da bakışları hepimizde gidip geldi. “Ayrıca telefonlarınızın seslerini açıyorsunuz. Kimi ararsam, anında cevap istiyorum. Tamam mı kızlar?”

“Ben evden çıkmadan açtım,” dedi Nil.

“Benim ki zaten açık, biliyorsun,” dedi Aysel.

Teyzem kızlarına baktıktan sonra bana döndüğünde benden bir cevap beklediğini anladım. “Benimki de açık,” dedim rahatlasın diye. “İstersen çaldırabilirsin.”

Kısa bir duraklama yaşadı. Belli ki düşünüyordu.

“Madem öyle. Dikkat edin.”

Tam isabet.

Ama o an telefonumun sesi arabanın içinde duyulmaya başlamıştı. Kimin aradığını bilmiyordum ama ses yakından geliyordu çünkü ön koltukların ortasındaki alana koymuştum. Ağzımı açmış hem bir şeyler diyecek hem de başımı çevirecektim ki benden önce başkası konuştu ve telefonumun neden çaldığı da belli olmuş oldu.

“Sesi açıkmış,” dedi Nil, kimin çağrı yaptığını anlamamı sağlayarak. “Kimi ararsan ara hepimiz telefonlarımızı duyabileceğiz anne.”

Telefonun sesi kesilmiş, belli ki çağrısını sonlandırmıştı. Sinirlendiğimi de hissediyordum ama sakin olacaktım. Tavırlarının farkında değildi. Açıkçası hareketlerini umursamıyordu. Zaten hiçbir zaman umursamazdı. Açıkçası teyzemler kendisini baya bir şımartmışlardı. Ablası Aysel, onun tam tersiydi.

Sakin durmaya çalışarak, “Tamam,” diye soludum ve önüme döndüm. Artık bir an önce yola çıkmak istiyordum. “Her şey hallolduğuna göre gidebiliriz.” Ardından kızları beklerken durduğum arabayı çalıştırdım. O sıra teyzem yine dikkatli olmamız hakkında cümleler kullandı. En sonunda hareket ettiğimdeyse teyzem arkada kaldı. Sokaklarından çıktım ve ben de rahat bir nefes almak için kendime izin verdim.

Rahatladım mı peki?

Tartışılırdı.

*

“Kesin kaybolduk.”

“Kaybolmadık,” dedim hemen.

“Annem haklıydı ya taksi ile gidecektik ya da Emre bizi götürecekti.”

“Sana kaybolmadık dedim. Beni dinliyor musun sen?”

“Nasıl kaybolmamış olabilir? Gittiğimiz yollar birbirinin aynısı. Bizi durmadan döndürüyorsun.”

Gözlerim yoldayken sabır dilercesine nefesimi dışarıya verdim. Öyle bir durum söz konusu değildi. Söylenilen gibi kaybolmamıştık da. Yalnızca nagivasyondaki yollar biraz karışıktı ve bir kez sapmam gereken yolu kaçırmıştım. Haliyle de o yola sapmam için geri dönmek zorunda kalmıştım. Dönüş sapağını bulmam için biraz yol gitmem gerekmişti ama en sonunda dönmem gereken yola girmiştim. Nil, her zaman gibi yine fazla fazla abartıyordu. Huyu buydu ve benimde sabır kotamı doldurmak üzereydi.

“Sence kaybolmadık mı abla?” Yanıma bakmıyordum ama Nil, Aysel’e cevap verirken arkasına doğru bakmıştı.

“Kaybolmadık!” dedim tekrardan. “Doğru yoldayım.”

“Issız bir yoldayız. Issız bir yoldaysak kesin kaybolduk.” Nil’e bakmadım ama bakışlarını üstümde hissettim.

“Issız bir yolda değiliz.” Laf yetiştirmekten usanmıştım artık. “Orman yolundayız.”

Orman yolunda olduğumuz doğruydu. Sık sık araba da geçmiyordu. Belki bu durum ıssız olarak sınıflandırılabilirdi. Ama sonuçta gittiğimiz yer çiftlik eviydi. Varmak için yolun buradan geçmesi çok doğaldı. Doğru yolda olduğumu da biliyordum. Nagivasyona göre gidiyordum. Cihaza göre yaklaşık yirmi dakikalık yolumuz kalmıştı.

“Orman yolu demek ıssız yol demektir. Hiç filmde mi izlemiyorsunuz?”

İzliyordum. İzlemez olur muydum?

“Eğer bir filmin içinde olsaydık; yolculuğumuz gündüz değil, akşam olurdu. Ayrıca arabamızda bozulur ve yolda kalırdık.” Nil tarafına kısa bir bakış attım. Konuşurken bakışları bendeydi. Söylediklerimi o an pür dikkat dinlediğini fark ettim. Tekrardan yola baktım. “İşte o zaman ıssızlığın dibini yaşardık. Anladın mı?” diye devam ettim sonra da. “Ama biz bir filmin içinde değiliz.”

“Of, tüylerimi diken diken ettin. Resmen bizde korku filminin içindeyiz.”

Yorumuna karşılık bakışlarımı devirdim. “Kardeşinin içini rahatlatır mısın Aysel?” dedim arkaya. “Ve ona korku filminin içinde olmadığımıza da lütfen inandır.”

Yoksa arabayı kenara çekip, arabadan birini atacaktım. O biri de belliydi.

“Kızın aklını karıştırmasan mı Nil?” Konuşan arka koltukta arada sırada konuşmaya dahil olan Aysel’di. “Yolumuz az kalmış zaten.”

“Kaldı,” dedim cihaza bakarak. “Doğru gidiyoruz. Bu yüzden sakin olabilirsin ve lütfen biraz da sessizlik olsun.”

Radyoda çalan müziği bile Nil’in sesinden duyamıyordum. Yol boyunca durmadan konuşmuştu. Artık müzikten başka bir ses arabanın içinde duymak istemiyordum.

“Of tamam,” dedi pes ederek en sonunda. “Ama kaybolursak size ben demiştim diyeceğim. Beni dinlemediğiniz için de siz pişman olacaksınız.”

“Kaybolursak başıma kakabilirsin.”

Öyle bir şey ise olmayacaktı.

Yolun diğer kalanında nasıl olduğunu bilmiyordum ama yalnızca müzik sesi duyarak geçmişti. Ben de tüm dikkatimi laf yetiştirmeye vermemiş, asıl vermem gereken yere vermiştim. Ne kadar saattir, yoldaysak yolun son dakikalarında huzuru bulduğumda söylenebilirdi.

En sonunda varmamız gereken yere, çiftlik evine vardığımızda kendi içimde haklı bir gurur yaşıyordum.

Başta çiftlik evinin çatısını görmüştüm. İlerledikçe de ev tamamen görünmüş, şekillenmişti. Büyük bir yere benziyordu. Etrafını çevreleyen duvardan bile belli oluyordu. Demir kapısına geldiğimizde de önümüzde bir araba vardı. Kapının ilerisindeki bahçede belli başlı bir koşturma olduğundan geldiğimiz yerin doğru yer olduğu anlaşılmıştı.

“İşte geldik,” dedim sevinçle. “Size demiştim. Kaybolmadık.”

“Ama neredeyse kayboluyorduk,” dedi yol boyunca konuştuğu gibi bir tavırla Nil.

Tam yine huysuz kuzenime karşılık verecekken arkadan Aysel konuştu. “Öndeki araba ilerledi, Betül. Bence ilerlemeliyiz.”

Söylediğiyle Nil’e cevap verme işini geri attım ve önüme baktım. Aysel’in dediği doğruydu. Öndeki araba kapıdaki güvenliklerin izniyle ilerleye başlamıştı. Dikiz aynasından arka tarafa baktığımda da arkamda başka bir araba daha gelmişti. Yavaşça arabayı öne sürdüm. Güvenlikler konumları farklı olacak şekilde dikiliyorlardı. Öyle üniformalı adamlardan değillerdi. Her biri takım elbiseli insanlardı. İki güvenlik çiftliğe giren araçları kontrol ederken diğerleri diğer taraftaydı. Bizden önce giden arabadan anladığım kadarıyla da elindeki listeye bakarak içeriye alıyorlardı.

Sorunsuz bir şekilde çiftlik evinin bahçesine giriş yaptığımda bir görevli gelen arabaların parkı için yönlendirme yapıyordu. Bana gösterilen kısma arabayı sürüp park ettim. Arabadan dışarıya kendimi atarken kızlar da benim gibi dışarıya çıktı.

“Sizce de güzel yer değil mi?” dedi Aysel, ben arka taraftan eşyalarımı almak için hareket ettiğimde. “Bence insanın huzur bulacağı bir yer. Doğa ile iç içe.”

“Bence burası çok sessizde oluyordur,” dedi Nil’de arkasından. “Ölsen kimse duymaz insanı.”

“Yine de çok güzel.”

“Oldukça korkutucu.”

“Hayır, değil.”

“Öyle. Bir gün burada kalsan anlarsın.”

İkisi konuşurken elbisemi ve çantamı elime alıp arka kapıyı kapattım. Sonra da kapıları kilitledim. Şu anlık bahçede fazla araba park halinde değildi. Erken geldiğimizin farkındaydım. Arabadan çıkmadan önce telefonuma bakmıştım.

Şükür geç kalmamıştık. Onun yerine erken gelmiştik ve ben bugün geç kalmaktansa erkenden gelmeyi tercih ederdim.

“Analizleriniz bittiyse içeriye geçelim mi?” Sesimle ikisi de ortamı incelemeyi bırakarak bana baktı. Başımla evi işaret ettim. “Hadi. Kardeşler önden.”

Söylemimle önümden ilerlemeye başladıklarında bakışlarımı çiftlik evinde gezdirdim. Büyük, iki katlı bir evdi. Sanki bahçenin ortasına konumlandırılmış gibiydi ama bahçenin tamamını göremediğimden alanın ne kadar büyük olduğunu ancak tahmin edebiliyordum. Düğün yerini tam görememiştim ama ilerlerken uzaktan görür gibi olmuştum. Arka bahçede kapalı bir yerdi. Oldukça güzel duruyordu.

Bana göre kocamandı. Koskocamandı.

Kızlar benden önce veranda merdivenlerinden çıkarken arkama doğru gözlerimi çevirdim. Çalışanlar her yerdeydi. Etrafta belli bir koşturma hakimdi ama o an nasıl olduysa bir hareketlilikte gözlerim durakladı. Kısıldı. Dikkatli bakmaya başladı.

Tanımıştım. Oydu. Kasklıydı. Hayır, cimri kasklıydı.

Koyu lacivert takım elbisesinin içindeydi ve arka tarafa doğru ilerliyordu. Nereye gittiğini ister istemez merak ettim. Halbuki beni ilgilendirmiyordu. Merak etmemem lazımdı. Yine de zihnimde onunla ilgili soru işareti belirmişti. Onu restoranda en son gördüğümden beri ne bir daha görmüş, ne de sesini duymuştum. Yanlış anlaşılma olmasını istemem, o günden beri faturası için beni aramamıştı.

Onun gibi birinin geçen günlerde benden bilgilendirme alacağını sanmıştım. Ama öyle olmamıştı. Belki de o kadar çok yoğundu ki faturası aklından çıkmıştı.

“Keşke hafızanı kaybetsen,” diye mırıldandım kendi kendime. O zaman herhangi bir sorunum kalmazdı ama o adam hafızasını kaybetmezdi. Onu izlediğimden habersiz görüş açımdan kendinden emin görünüşü ve yürüyüşüyle çıktı.

“Betül, ne bekliyorsun? Otobüs mü? Gelsene.”

Nil’in sesiyle bakışlarımı kaçırdım. İki kardeş kapalı kapının önünde verandadaydılar. Bense daha çıkmamıştım. Bedenimin durakladığından bile habersizdim.

“Geldim, çatlama,” dedim verandanın merdivenlerinden çıkmadan önce. Sıkıntıyla soludum. Bir kez daha aynı ki yere gözlerim gitti. Bugün moralimin bozulmasını istemiyordum. Mümkünse bu adamla karşılaşmak dahi istemiyordum.

***

 

Aşırı iyi olmuştum. Güzelliğimin hakkını yiyemezdim. Güzel olup kendisini beğenmeyen tiplerden değildim. Ben hem güzel olup hem de kendini beğenenlerdendim. Son kez Doğanay’ın gelin odasının yani çiftlikte kendisine tahsis edilen odanın lavabosunda kendime baktım. Burada giyinmiştim. Elbisemi aşağıdan doğru giydiğimden saçlarım bozulmamıştı. Ama yine de saçımın, makyajımın kontrollerini yapmıştım. En sonunda kendime tam puan vererek kapıyı açtım ve içeriye girdim.

Kızlar bıraktığım yerdeydi. Nil cam kenarına yakın tekli koltukta oturuyor, telefonuna bakıyordu. Diğeri de yatağın önündeki uzun koltuğumsu bir şeyde oturuyorken odanın içindeki hareketliliği izliyordu.

“Çok güzelsin.” Doğanay’ın sesini duyunca gözlerimi kızlardan çektim. Aynadan bana bakıyordu. Gelinliğini ben tam hazırlanmadan önce giymişti. Şimdi kendisinin gelin başı yapılıyordu. Kuaför kadını ben bulmuştum. Daha doğrusu kuzenim sayesinde ayarlamıştım. Kendi düğününde kendisini çok beğenmiştim. Doğanay’a da teklif edince de kabul etmişti ve çıkan sonuçtan memnun olacağımızı şu andan bile anlaşılıyordu.

Bana çok güzelsin olmuştu demişti ama kendisinin farkında mıydı acaba? Arkadaşımın da hakkını yiyemezdim. Hakkının yenilmesini de izin vermezdim. Doğanay da aşırı güzel bir kızdı. Yüzünün duru güzelliği onu herhangi bir makyaj yapmasına gerek kalmadan ön plana çıkarıyordu. Şu an ise güzelliğine güzellik katılmıştı.

Genişçe gülümsedim. “Teşekkür ederim ama sen daha güzelsin.” Sonuçta gün arkadaşımın günüydü. “Bu arada ben su alacağım. İsteyen var mı?”

Lavabodayken susamamış, dışarı çıkmadan aşağıya inmeyi aklıma kazımıştım.

“Ben,” dedi Nil. “Bana da getirsen çok iyi olur.”

Başımı salladım. “Geliyorum birazdan.” Sonra da odadan çıkmak üzere arkamı döndüm. Arkamdan da kapıyı kapattım ve koridora çıktım.

Çiftlik evi dışardan görüldüğü gibiydi. Büyüktü. Doğanay’ın odası üst kattaydı. Önümde uzanan bir koridor, kapalı kapılar ilerdeydi. Evin her yerimi görmemiştim ama her oda belli ki aynı boyutlardaydı.

Merdivenlere yöneldim. Odadan çıkmadan önce mutfağın nerede olduğunu Doğanay’a sormamıştım ama mantıken aşağıda olmalıydı. Aşağıdan sesler geliyordu. Yukarısı aşağısına göre sakindi. Elbisemin eteği biraz uzun olduğundan basamaklarda sürünüyordu, hissediyordum. Merdivenlerin sonuna geldiğimde seslerin çoğunun yan taraftaki odadan geldiğini anladım. Geldiğim zaman bu kadar gürültü yoktu. Sanırım orası evin salonuydu ama emin değildim. O tarafa gitmemem lazımdı fakat meraklanarak o tarafın salon olup olmadığını kesin öğrenmek istedim. Daha çok eğer salonsa salonun dekorasyonunu merak etmiştim. Eve girdiğimizde direkt Doğanay’ın odasına çıkmıştık. Haliyle merakım doğaldı.

Birkaç adım da girişin olduğu yere yanaştım. Bulunduğum yerde kimse yoktu. Yine de etrafı kontrol etmiştim. Merdivenlerin diğer tarafında bir koridor daha vardı. Tam o tarafa gitmemiştim. Evin arkasına çıktığını tahmin ediyordum. Merakımı geçirdikten sonra mutfağı o tarafta arayacaktım.

Yavaşça içeriye doğru bakındığımda tahminlerimin doğru çıktığı belli oldu. Salondu ve seslerin kaynağı insanlar içerideydi. Kimseyi tanımadığımdan kimin kim olduğunu bilmiyordum. Davetliler, akrabalar olmalıydı. Zaten fazla dikkat edemeden kendimi hemen geri çekmiştim. İnsanların bazıları koltuklarda bazıları ayakta, bazıları da yemek masasının tarafındaydı. İçeride insan topluluğu varken salonu inceleyemezdim. Yine de salonun nasıl bir tasarımda olduğunu fikir edecek kadar görmüştüm. Büyüktü ve tasarımı ağırdı.

Salonu boş vererek gelme amacıma yoğunlaştım ve belirlediğim koridora doğru ilerledim. Mutfağı da o koridorda buldum. İçeride kimse yoktu. Tüm çalışanlar dışarıdaki hazırlık için dışarıda olmalıydı. Kendi işimi kendim görmek için kocaman mutfağın içine girdim. Su sürahisi ortadaki tezgahın üstündeydi. Geriye bardak bulmak kalmıştı. Onu da kolay şekilde buldum. Kendi suyumu içtikten sonra Nil’e de su doldurdum.

Tam elimdeki bardakla mutfaktan çıkmak üzere önüme dönmüştüm ki “Sibel…” diyen bir kadın sesi duydum. Mutfağa giren kadınla göz göze geldik. Sibel her kimse ise o kişi ben olmadığım aşikardı. Zaten öznesi belli olan cümlesinin devamını getiremeden başka cümleye başladı. “Sen mi buradaydın?” Kadını elbette tanıyordum ama şu an ismini zihnimden çıkarmakla uğraşamazdım. Hem Doğanay bana fotoğrafını göstermişti hem de geçen Doğanay’ın evindeyken kızıyla beraber oraya gelmişti. Orada gördüğüm an elektriğim onunla uyuşamamıştı. Patavatsız bir insandı. Doğanay bizi tanıştırır tanıştırmaz saçma sapan konuşmuş, sinirlerimi tavana çıkarmıştı. Aklı sıra Doğanay’ın nikahında olmadığım için arkadaşlığımızı sorgulamıştı.

“Yani arkadaşını nikahında yalnız bırakan sendin. Senin yerinde olsam üzülürdüm. Hoş nikahlarında ben de yoktum. Ne kaçırdığını sorarsan sana anlatamam,” demişti. Üzülürmüş. Kendisi adına üzülse daha iyiydi çünkü nikahta o da yoktu. Neden olmadığı umurumda değildi. Söyledikleri umurumdaydı. Halbuki ilk cümleyi kurmayıp, diğerlerini söyleseydin o an olumsuz bir elektrik almayabilirdim ama kadın yüzüme Doğanay’ı yalnız bıraktığımı bastırmıştı. Tabi ki ben de dediğinin altında kalmamıştım. Cevabını vermiştim.

Sormak aklımda yoktu aslında,” demiştim. “Çünkü ne kaçırdığımı sizin aksine biliyorum. Sanırım ben de sizin için bu konu da üzülebilirim. Öyle değil mi?”

Söylediklerim o an yeterliydi ama şu an aynı tavırla konuşması hiç iyi değildi.

“Mutfağa girilmesi mi yasaktı yoksa?” dedim söylediğinin saçma olduğunu anlasın diye.

“Sibel nerede? Biliyor musun?” Dediğime aldırış etmeyerek ansızın girerken söylediği ismi söyledi. Sanki bilmem lazımmış gibi bana sorması ise diğer saçma olandı.

“Bilmem için kim olduğunu biliyor olmam lazım.”

“Evin yardımcısı,” dedi ama sesi hem iğneler gibi hem de sanki Sibel’in kim olduğunu bilmem gerekiyormuş da ben cahil kalmışım gibi çıkmıştı. “Mutfakta olması gerekiyordu.”

Yalandan etrafıma bakındım. “Göründüğü üzere burada değil.”

Gözleri üstümde gezindi. Ben de aynısını yaptım. Benim gibi sarışındı. Benden birazcık uzun olabilirdi. Ama bu mesafe birazcıktı. Bedeni fit bir kadındı. Şu anda da üstünde bedenini kaplayan siyah bir uzun bir abiye vardı. Saçları dağınık topuz yapılmıştı. Büyük ihtimalle kuaförden çıkmaydı ve ayrıca Doğanay kocasının sütkardeşi olduğunu da söylemişti.

O an başka bir ayrıntı daha zihnime takıldı. Ayrıntıyla kadının ismi de zihnimde yandı. Doğanay söylemişti. Eve eşyalarını toplamaya geldiğinde söylemişti.

Adı Ebru’ydu.

Ve kasklının kız kardeşiydi.

Kadına neden sinir olduğum daha da belirginleşmişti. Abisi kuvvetli bir fatura postalamıştı. Cimriydi. Kız kardeşi de üstten bakarak konuşuyordu. Tam kasklıya göre bir kız kardeşti.

“Suyu kimden aldın o zaman?”

Gözleri yüzüme geldiğinde bunu sormuştu.

“Kendim aldım,” dedim alamaz mıyım der gibi bakarak. “Sakıncası mı vardı?”

Kendisine yalan söylüyordum sanki. Yalan söylüyormuşum gibi takındığı tavırla daha da sinir olmuştum.

Karşılık vermeden bakışlarını kaçırdı. Sonra da zaten bir daha konuşmaya tenezzül etmeyerek arkasını döndü ve görüş açımdan çıktı.

Gerçekten sinir bozucu bir kadındı!

Kasklının kız kardeşi olduğu için de ekstra sinir bozucuydu!

Düşüncelerimden uzaklaştırmak adına başımı salladım. Bu günümü sinir bozucu insanlara sinir olarak geçiremezdim. Bu gün değildi.

Gözüm elimdeki bardağa gitti. Nil’e götürmek üzere hareket etmeden önce Ebru denilen kadının koridorda ya da koridora yakın herhangi bir yerinde bir daha görmemek için biraz bekleyecektim vazgeçtim. Nasıl olsa istemesem de bugün görecektim.

Koridora çıktığımda kimse yoktu. Aynı ki yolu geri dönerken son derece sakindim. Merdivenlere geldiğimde salondan yine konuşma sesleri duyuluyordu. Bu sefer hiç oralı olmadım. Basamakları çıkmaya başladım. Sonra… Birden her şey tepetaklak oldu. Elbisemin eteğine yanlışlıkla bastım. Geriye doğru sendeledim. Sendelediğim gibi dengem alt üst oldu. Saçlarım omuzlarımdan arkama doğru sallandı. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken tutunacak bir yer aramaya fırsatım dahi olmadı. Elimde su dolu bardakla geriye düşeceğim o kadar belliydi ki… Düşmeden senaryom bile zihnimde canlanmıştı. Basamaklardan bir top misali zıplaya zıplaya merdivenlerin sonuna gelecektim. Tabi kemiklerimde kırılacaktı. Yüzüm dağılacak, yaralanacaktı. Belki de boynumu kıracaktım. Her türlü şey olabilirdi.

Ama olmadı.

Çünkü düşmedim. Çünkü biri beni tuttu. Hayır, tutmaktan ziyade bedenim geriye giderken ve ayağım boşluğa gelecekken belimdeki kavrayış beni düşmekten kurtaran bir etken oldu. Ne olduğunu bile anlayamamıştım ama bedenim yerinde dönmüş elimde bardağın içindeki suyun çalkalandığını duyumsamıştım. O anda da gözlerim mavi gözlerini görmüştü.

Afalladım. Mavi gözler… Tanıdıktı. Yüzü… Yüzü tanıdıktı.

Ne? Nasıl?

Soruların şimdi sırası değildi. Kalbim korkudan ağzımda atıyordu. Attığı gibi şaşkınlıkla yüzüne bakıyordum. O da bana bakıyordu. Tek afallayan ben olmamıştım. Ondan da afallama kırıntıları vardı ama kolaylıkla ve geldiği gibi yüzünden silen o oldu. Sesini de o zaman duydum.

“Her zaman bu kadar sakar mısındır?”

“Ne?” Sedat Koçyigit’in yüzüne anlamayarak baktığımın farkındaydım. Şu an soy ismini nasıl zihnimde belirmişti, o da muammaydı ama bana verdiği faturada gözlerim soy ismini okumuştu.

“İlkinde beni yaralayacaktın,” dedi kalbimin atışının yanında sakince. “Şimdi de seni tutmasaydım kendini yaralamana az kalmıştı. Dikkat etmiyorsun.”

Doğruyu söylüyordu. Motosikletten düşmesini sağlamıştım. Az kalsın o beni tutmasaydı kendimin de düşmesini sağlayacaktım. Düşmemem bir mucizeydi ama işte olmuştu. Nasıl düşüşüm hızlı olacaksa kurtuluşumda hızlı olmuştu.

Ne? Bir dakika… Tutmasaydı… Hala beni tutuyordu. Bende bardağı tutuyordum. Bardağı elimden düşürmemem bir mucizeydi. Nasıl düşürmemiştim, hiç bilmiyordum ama kolum boşlukta duruyordu.

“Biraz önce doğru bir yere parmak bastın. Beni hala tutuyorsun. Kahramanlığın sona erdiyse artık bırakabilirsin.”

Sanki ben söylemesem belimdeki elinden haberi yoktu. Yüzüme tam da öyle bakmaya başlamıştı. Kendimi geriye çekmeden ayaklarımın sağlam bastığından emin olacaktım ki beni ansızın bıraktı. Şükür ki sağlam basıyordum ki dengemi bir daha kaybetmemiştim.

Hemen geriye gittim. Bulunduğum durumun karmaşıklığından dolayı hızla arkamı döndüm ve kalan merdivenleri çıkmaya başladım. İki basamak çıkmıştım ki bir an durdum. Omzumdan arkama doğru bakarken dediği zihnimde yankılanıyordu. Aynı ki yerindeydi ama bakışlarını koridora çevirmişti.

“Ayrıca sakar değilim,” dedim. Konuşmamla bakışları çevrildi. “İki kere anlarıma şahit oluyorsun diye sakar olarak etiketlenecek değilim.”

Bu da doğruydu. Normalde değildim. İkidir neden başıma bunların geldiğini ben de bilmiyordum. Hızla bakışlarımı kaçırdım ve bir şey demesine fırsat vermeden bir elimle elbisemin eteklerini tutarak yukarıya çıktım.

Yukarı koridora çıktığımda durakladım. Koridordaki pencerenin önündeydim. Kızların yanına gitmeden önce rahatlasam iyiydi. Rahat bir nefes almaya çalıştım ama işe yaramadı. Resmen bacaklarım titriyordu. Sanki koşmuşum gibi nefes nefese kalmıştım. Susamıştım. Gözlerim elimdeki bardağa gitti. Bir dikişte suyu bitirdim. Elimdeki bardağı pencerenin kenarına bıraktım.

Başıma bunların geldiğine inanamıyordum. Düşeceğim o anı nasıl gördüğünü bilmiyordum. Yukarı mı çıkacaktı, yoksa koridora mı çıkmıştı da beni görmüştü, bilmiyordum. Ama şu bir gerçekti ki beni gerçekten tutmasaydı düşecektim. Kendimi gözlerimle kontrol ettim. İyiydim. Bir şeyim yoktu ama o an gözlerimin önüne gelip duruyordu. Düşecek olmam. Beni tutuşu. Mesafesi. Başımı hızla salladım. Düşüneceklerimin arasında düşünmemem gereken en son şey bu iki şeydi.

Tutuşu ve mesafesi…

 

 

Loading...
0%