@__okuyan94__
|
8.Bölüm
Yıllardır hayatım olaysız geçiyordu. Memleketten üniversite okumaya İstanbul’a geldiğimden beri evden, okula, okuldan eve gittiğim bir süreç yaşıyordum. Rutinim buydu. Çoğunlukla. Tabi ki de her zaman evden okula ikilisinin yanına başka planlar giriyordu. Değer verdiğim insanlarla takılmayı seviyordum mesela. Gezmeyi de severdim. Aşık olduğum bu şehrin bilmediğim sokaklarını keşfetmeye bayılırdım. Ama yalnız başıma değil, yanımda biri olmalıydı. Tek başıma bir şeyler yapmayı sevmiyordum. Film veya dizi izlerken de, gezerken de, herhangi bir kafede otururken de yanımda biri olmalıydı. Yanlış anlaşılma olmasın, özgüven eksiliğinden böyle değildim. Oldukça kendime güveniyordum. Ben yalnızca yalnız kalmayı sevmiyordum. Çünkü yalnız kalınca kendimle konuşuyordum. Konuştukça karşılık gelmiyordu. Gelmeyince de kendimden sıkılıyordum. Ama birisi yanımda olunca boş dursak da o sıkıntı üstüme bulaşmıyordu. En azından en basitinden sohbet oluyordu. Belki de bu durumum hiç yalnız kalmadığımdan kaynaklanıyordu. Kalabalık bir aileden geliyordum. Tek çocuk olsam da küçüklüğüm yalnız geçmemişti. Bir noktada şanslıydım ama gerçek şuydu ki, aslında buna ben izin vermemiştim. Kardeşim olmayınca kendimi kuzenlerimin yanına atmış, onlarla vakit geçirmiştim. İşin aslı yalnız kalmaktan korkmuştum. Ben de kendimi yalnız bırakmamaya özen göstermiştim. Hala da korkuyordum. Korkum yersizde değildi artık. Dün gece yalnız kalmıştım. Ve başıma gelenler ortadaydı. Hatırlamak istemiyordum ama tüm gece aklıma çengel atıp canımı sıkıp durmuştu. Diğer taraftan ise dün gece içinde unuttuğum bir şey vardı. Bu da canımı sıkmıştı. Kötü anıları silmem gerekirken hatırlamam gerekeni hatırlamamıştım. Kiraladığım arabanın anahtarını o adamda nasıl unutmuştum? Anahtarı kasklıda unutmamı aklım almıyordu. Böyle bir hatayı nasıl yaptığımı anlayamıyordum. Bana anahtarı gösterdiği an elinden kapmalıydım. Arabaya bindiğim an anahtarı elime geçirmeliydim. İlk yapmam gereken bu olmalıydı. Ama ben ne yapmıştım? Aklıma bile gelmemişti. Aferin bana. O anahtara ihtiyacım vardı çünkü anahtarı almalı, gerçekleşmesi gerekeni yerine getirmeliydim. Açıklaması anahtarı alıp dün gecenin sorumlusu firmanın düşen payını iade etmeliydim. Hala sinirim tazeliğini koruyordu. Bilerek korumuştum. Belki sakinleşmemem gerekiyordu ama ben sakinleşmek istemiyordum. Haliyle sabah olana kadar gram kendimi sakinleştirmemiştim. Sabaha nasıl ettiğimi dahi emin değildim. Uyanır uyanmaz ne yapacağımda gayet açıktı. Uykuya dalmadan önce de aklımdaydı. Uyununca ilk aklıma gelen de düşünce olmuştu. İstemesem de kasklı ile tekrar iletişime geçmem gerekiyordu. Ama iletişimim kısıtlıydı. Benim numaram onda vardı ama onun numarası beni hiç aramadığından yoktu. Doğal olarak bana da yine onu bulacağım yere gitmek kalmıştı. Kalmakla da kalmamıştım. Şu an da oradaydım. Restoranda. Sabah ilk işim restoranın yolunu tutmak olmuştu. Kahvaltı dahi etmemiştim. Duşa girmiş, giyinmiş, kendime gelerek kendimi sokaklara atmıştım. Restoranın kaçta açıldığı hakkında fikrim yoktu ama ben geldiğimde çalışanlar yeni geliyor, masaları düzenliyorlardı. Ya da sabah saatlerinde her ne iş yapıyorlarsa onu yapıyorlardı. Çalışanlar restorandaydı ama bizimki ortalıkta yoktu. Daha gelmemişti. Gelmemesi sürpriz değildi. Zaten ben de bilerek sabah sabah gelmiştim. Hiçbir şekilde kendisini kaçırmak istemiyordum. Neyse ki danışma yerinde beni gıcık eden o inek yalamış saçlı çocuk yoktu ki kasklıyı beklemem için beni içeriye almışlardı. Sabah sabah gelen kızın masalardan birinde oturmama izin vermişlerdi. Hamlem bu insanlar arasında tuhaf karşılanmış mıydı? Bilemiyordum. İlgilenmiyordum da. Ben yalnızca odaklandığım yerdeydim. Cam tarafındaki masada oturuyordum. Gelen gideni rahat bir şekilde görmek için bu masaya geçmiştim ama şu ana kadar beklediğim kişi görünmemişti. Elimdeki telefonuma bakışlarım gitti. Yaklaşık bir saattir buradaydım. Gelmesi yakındır diye kendimce düşünürken Doğanay’a nasıl olduğu ile ilgili mesaj attım. Dün olanları ona anlatmamıştım. Şu anlık anlatmayı da düşünmüyordum. Kızın başında yeterince kendi dertleri vardı. Birde başıma gelenleri duyunca paniklemesini istemiyordum. Yalnızca dün eve geldiğimde üstümü bile çıkarmadan, beni yarı yolda bırakan telefonumu şarj ederken ona eve vardığıma dair mesaj atmıştım. Telefonu masaya bırakıp önümdeki çay bardağından yudum aldım. Beklemeye karar verdiğimde boş boş masayı işgal etmek yerine çay sipariş etmiştim. Burada çay servis ettiklerinden de emin değildim ama şansım yaver gitmişti ki çay vardı. Çünkü maddi durumum çaydan başka sipariş edecek durumda değildi. Yüzümü buruşturdum. Çayın tadı ılık kıvama gelmişti. Ilıklığı veya soğuğu pek sevmezdim. Ben sıcak içiciydim. Yine de idare ettim. Son yudumuna kadar boğazımdan aşağıya gönderdim. Sandalyeye yapışmış şekilde zamanım geçip gitti. Ben oturmaya devam ettim. Arada telefondan saate baktım. Arada da çalışanları izledim. Dikkatleri üstüme çekmemek adına çok gözlerimi üstlerine dikemedim. Ama sabahları rahat olduklarını gözlemlemiştim. Sabahtan, neredeyse öğlene kadar müşteri gelmemişti. Öğlen olmuştu olmasına ama anahtarımı sahiplenen kişi hala ortalıkta yoktu. Eğer biraz daha beklersem restoranın demirbaşı olacaktım. Beklemekten de usanmıştım. Diğer yandan da beklerken yalnızca bir tane çay bardağı ile oturmak rezilliğin dibi olmasın diye birkaç bardak daha istemiştim. Böylece beklerken dört bardak çay içmiş olmuştum. Son içtiğimde boş bir şekilde karşımdaydı. Boş midem çay içmekten bulanmaya başlamıştı. Ama buraya kadardı. Toparlanıp ayağa kalktım. Sabah geldiğimde danışmada bulunan daha önce görmediğim kadının yanına ilerledim. Bir kadın müşteri ile ilgileniyordu. Kadın önümden çekilince danışmandaki kadına gülümsedim. “Sedat Bey gelmeyecek galiba,” dedim sıkıntıyla. Ekleme yapmam gerekirse bey kelimesini formaliteden söylemiştim. “Bayadır bekliyorum.” Restorana ilk girdiğimde kasklıyı sorduğumda gelmediğini ama saat belirterek söylediği saatlerde restoranda olacağını bu kadın söylemişti. Ben de inanmıştım. Sonuçta hiç bugün uğramayacaksa bilgi vardır diye düşünmüştüm ama kadın gelmeyeceğini söylemek yerine geleceğini söylemişti. Sonra da beklemeye başlamıştım. “Aslında bu saate kadar normalde geliyordu.” Sesindeki olan durumdan oluşan mahcupluğunu hissettim. Beklemediği bir durumdu. Belliydi. “Kendisini arama mı ister misiniz?” Söylediğine balıklama atlamamak elde değildi. Normalde benim bunu teklif etmem veya istemem lazımdı. Ama önceki deneyimimden dolayı kendimi paralamak istememiştim. Kadında geleceğini söyleyerek başka bir yöntem denemek istemiştim. Beklemiştim. “Kendisine haber verirseniz çok iyi olur,” dedim cevap bekleyen kadına. “Boşuna beklemek istemem.” Ama sabahın köründe gelerek şu ana kadar boşuna beklemiştim. Kadın başını ağırca salladı. Danışman kabininde bulunan telsiz telefonunu alıp arkasından çıkarak içeriye doğru adımladı. Anlaşılan yanımda konuşmayacaktı. Kafama takmadım. Geriye doğru çıkıp etrafı izlemeye başladım. Görüş açımdaki kadına da bakışlarım gidiyordu. Kulağına götürdüğü telefona sarf ettiği kelimeleri anlamaya çalışırken arkasını bana doğru döndü. Çözümlemeye çalıştığım konuşmayı tamamen kaybettim. Neyse ki yerimde fazla beklemek durumunda kalmadım. Kadın elindeki telsiz telefonla durduğu yerine doğru geldi. “Evet,” dedim direkt. “Geliyor mu?” Elindeki telefonu yerine koyarken “Sizi arayacağını söyledi,” dedi. “Burada olduğumu mu söylediniz? Ama size adımı söylememiştim.” Söylememiştim. Nasıl oluyordu da ismimi bile söylemeden beni arayacağını söyleyebiliyordu? “Sizi tarif ettim,” dedi şüpheli halime cevap getirerek. “Kendisini beklediğinizi söyledim. Sedat Bey de kim olduğunuzu anladı ve sizi arayacağını söyledi.” Kadın ben işimi yaptım dercesine cümlelerini kuruyordu. Kadının tarifiyle kim olduğumu anlaması şaşırtıcı bir durumdu ama uzatmadım. “Geleceğini söyledi mi peki?” “Bilgi vermedi.” Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. Bilerek mi uyuzluk yapıyordu yoksa bu adamın her zaman ki hali bu muydu? Oyumu ikinciden yana kullanıyordum. Kadına beni arayacağını söylemişti. Söylediği gibi tarifiyle beni tanıdıysa numaram onda vardı. Ama onu bekleyen başkası da olabilirdi. Benim olduğumu nasıl anlamıştı? Önceden karşılaştığım çalışanlardan biri olsaydı, hatta o polemik yaşadığım inek yalamış saçlı çocuk olsaydı, kesinlikle tarif ederek kim olduğum anlatılabilirdi. Karşımdaki kadını daha ilk defa görüyordum. Diğer gördüğüm simalar ya başka vardiyadaydı ya da izinliydiler. Onlardan kimseyi görmemiştim. Tam ne zaman arayacağını kadına soracaktım ki elimdeki telefonum çalmaya başladı. Vakit kaybetmeden telefon ekranına baktım. Kayıtlı olmayan bir numaraydı. Arayan cidden kasklı mıydı acaba? “Arıyor sanırım,” dedim kadına doğru. Hafifçe gülümsedi. Sorumun cevabını öğrenmek için alanın önünden çekildim ve telefonu kulağıma götürdüm. Dudaklarımı aralamış, efendim diyecekken ise karşı taraftan sesi geldi. Bana konuşmak fırsatı vermemişti. Ama oydu. Tanımıştım ama artık sesine aşina olmam beklemediğim bir durumdu. Bir anlığına afallamıştım. Saniyelikti. Duygum fazla uzun sürmemişti. Söylediği cümle beni kendime getirmişti. “Borcunu kapatmaya mı geldin?” İnsanın ilk cümlesi de bu olmamalıydı. En azından efendim gibi klasik sözler olabilirdi ama konu kasklı olunca hiçbir şey normal işlemiyordu. Diğer taraftan ödeme yapmayı ben de isterdim ama ben daha bu sorunuma çözüm bulamamıştım. Bulmam bir tarafımda dursun, daha düşünmemeye fırsatım olmamıştı. Ama adamın aklına ilk faturasının bedeli gelmişti. Halbuki o kadar yüz yüze gelmiş, aramasını beklemiştim. Herhangi bir hamle gelmemişti. Unutmuş olabileceğini bile düşünmüştüm. Görünen o ki unutmamıştı. Bir kez daha “Keşke hafızasını kaybetmiş olsa,” diye düşündüm. Oysa eminim, hafızasını kaybetse bile bir tek motosikletinin fatura bedelini unutmazdı. Bendeki de öyle bir şanstı. “Hayır,” dedim gerçeği saklamadan. “Şu an önceliğim başka.” Öyleydi. Söylediği de önemli bir konuydu ama bugün gündemime aldığım konu başkaydı. Neden geldiğimi arkasından devam edecekken telefonuma mesaj geldiğine dair titreşim hissettim. Bu durum kısacık bir an duraklamama neden olurken karşı taraf konuştu. “O zaman beni görmeye geldin.” Yok artık. “Ne? Hayır!” dedim hemen. “Seni görmeye falan gelmedim.” O da nereden çıkmıştı şimdi? Ani bir çıkışmamdan kaynaklı dışarıdan nasıl göründüğümü bilmediğimden kendimi toparlamaya çalıştım. İçeriye doğru arkamı döndüm. “Hem neden seni görmeye gelecekmişim?” Zorunda olmasam ne buraya ne de onunla karşılaşmaya meraklıydım. Ama şartlarım beni buraya getirmişti. “Şu an iş yerimde değil misin?” “Oradayım ama…” “Bana erkenden geldiğinde söylendi ve yanlış bilgi almadığımdan eminim. Beni bekliyormuşsun.” Hem cümlesindeki hem de ses tonundaki üstün konuşma hoşuma gitmedi. Danışmandaki kadın sabahın köründe geldiğimi bir güzel patronuna söylemişti. Birazdan da düşündüklerinin yanlış olduğunu anlamasını sağlayacaktım. “Ama keyfimden beklemiyorum. Hele seni görmek için asla beklemiyorum,” dedim kendimi savunmaya geçerek. “Ayrıca sen benim olduğumu da nasıl anladın? Danışmana ismimi söylemedim.” “Tarifi yetti,” dedi beklemeden. “Senden başka sarışın tanımıyorum.” Durakladım. Zihnime düşünceler geldi. Demek ki hayatında olan veya çıkan kadınlar esmer ve kumral diye düşündüm. Düşünür düşünmez kendime kızdım. Şu an saçma sapan düşünceleri düşünme yeri değildi. Yavaşça boğazımı temizledim. “Dün gece araba anahtarımı alıp gitmişsin,” dedim sesimi normal tutmaya çalışarak. “Anahtarımı almaya geldim. Yani seni görmeye falan geldiğim yok. ” “Şu konu…” derken yaptığının farkındaydı. “Anahtarın, evet bende.” “Benden alıp gittiğin anahtarımı geri istiyorum.” “Alırsın ama alıp gitmem konusunda yanıldığını söylemem gerek. Sen istemedin.” Dudaklarım aralandı. İstememiştim çünkü unutmuştum. İstememiştim çünkü isteyecek halde değildim. “Alan sensin,” dedim vakit kaybeden düşündüklerime rağmen. Ona herhangi bir şey itiraf etmek istemiyordum. “Geri veren de sen olmalıydın. Her neyse. Uzatmayacağım. Anahtarımı istiyorum. Ne zaman restorana gelirsin?” Bu konuşma uzar giderdi. Önemli olan buraya gelmesi, anahtarımı vermesi ve o firmanın kapısına dayanmamdı. Yani bugün fazlasıyla işim vardı. “Sana kötü haber,” dedi dümdüz bir şekilde. “Bugün olmaz.” Böyle bir cümle duymayı ise hiç beklemiyordum. “Bugün olmaz da ne demek?” Dalga mı geçiyordu benimle? “Bugün restorana gelmiyorum,” diye açıkladı tane tane. “Başka bir şubedeyim.” Kesinlikle benimle dalga geçiyordu. “Ama eğer anahtarını alman çok önemliyse bulunduğum yere gelmekte özgürsün.” Kahretsin! “Bu kadar saat boşuna mı bekledim yani ben?” diye hayıflandım. Sesimi kulaklarım duydu. Anında pişman oldum. Kelimelerin tamamı zihnimden geçmesi gerekirken dışarıya vurmuştum. “Öyle görünüyor,” diye yorumladı dediğimi. Kısacık cümlesindeki sesindeki tonu algılayamadım ya da o an algılamak için müsait değildim. “Ne diyorsun?” diye sordu arkasından da. “Anahtarını bugün mü isti…” Bu sefer sözünü ben kestim. “Konumunu gönder.” * Söylediğimi yaptı. Konumu konuşmamız bitiminden bir dakika içinde telefonumun ekrandaydı. Konumun nereye gösterdiğini bakmam ise içtiğim çayların hesabını ödemeye gitmemin ardından olmuştu. Konumunun güzergahına bakmıştım ama çayların ödemesini yapamamıştım. Daha doğrusu yapılması istenmemişti. Kasaya gittiğimde içtiklerimin müessesinin ikramı olduğunu söyleyerek reddedilmiştim. Neden böyle karşılık aldığımda ortadaydı. Danışmandaki kadın restoranda içtiğim çayları kasklıya söylemişti, o da böyle bir şey yapılmasını istemişti. İtiraz etmemiştim. Ne diye itiraz edecektim ki? O kadar beni bekletmişti. Hem de boşu boşuna beklemiştim. Saatlerim çalınmıştı. İtiraz ederek beklediğim için ödül veremezdim. Ödül birkaç bardak çay tutarı olsa da… Beni çağırdığı yere nasıl gideceğimi telefondan bakarken çıkan aktarmalara saydırmamam ise elde değildi. Bu şehirde nereye gidersem gideyim zaten hep birden fazla toplu taşıma değiştirmem gerekiyordu. Bu hiç şaşmazdı. Yine şaşmamıştı. Zaten buraya gelmemde beni zorluyordu. Yalnız taksi ile geldiğimde zorlanmamıştım. Toplu taşıma kullanırken her zaman ki gibi güzergahlar değişiyor, yollar uzuyordu. Bana yolladığı konumundan elime geçen ise iki otobüs, bir metro aktarması vardı. Birde indiğim yerden itibaren on beş dakika boyunca yürüme mesafesi beni bekliyordu. Yola bakılırsa bir buçuk saat gibi bir sürede orada olacaktım. Tabi o da trafik olmadığını göz önünde bulundurularak ekranda gösteriyordu. Eğer cüzdanımda para olsaydı, bir taksiye atlar en azından rahat gitme imkanım olurdu. Ama benim cüzdanımda para yerine, öğrenci aylık akbilim vardı. Neyse o da bir şeydi. Artık başa gelen çekilecekti. Otobüs durağında bineceğim otobüse beklerken telefonum tekrardan titredi. Gözlerim elimdeki ekrana kaydı. Mesaj gelmişti. Kasklıyı ile konuşmam esnasında dikkatimi saptıran kişiden gelmişti. Can’dı. Birkaç gündür onunla konuşmuyordum. Aslında kendisi mesaj atıyor, cevap vermiyordum. Cevap vermek istemiyordum. Onunla bu kadar uzun süre konuşmam dahi mucizeydi. Ama artık bitmişti. İletişimimi kesme zamanım gelmişti. Başlarda gizemli olması hoşuma gitse de artık pek hoşuma gitmiyordu. Can ile konuşmak sıradan hayatımda bir nevi beni rahatlatıyordu ama hayatımdaki sorunların ortaya çıkışıyla başka şeyler düşünmem gerekiyordu. Sorunlarımın yanında gizemli birinin yeri yoktu. Ama ben cevap vermedikçe Can durmadan mesaj atıyordu. Birkaç defa da aramıştı. Açmamıştım. Halbuki bir insan mesajlarına ve telefonlarına cevap vermiyorsa o kişiyle konuşmak istemediğini anlaması gerekirdi. Mesajlarına devam ettiğine göre Can ise anlamamıştı. Belli ki net konuşma yaparak anlamasını sağlamalıydım. Bunun içinse zamanım yoktu. Düşüncelerimin içindeyken durağa otobüsün geldiğini fark ettim. Bu benim bineceğim otobüstü. Önümden geçmiş, kapılarını açmıştı. Biraz daha geç fark etseydim kesin kaçırırdım. Beni almadan gitmesin diye de koşar adım otobüse yöneldim. Boş koltuk bulurken telefonum yeniden titredi. Yine Can’dandı. Önceki mesajıyla aynıydı. Arka arkaya soru işareti yollamıştı. Mesajlarının içine girmeden okuyordum. Her mesaj attığında telefon ekranın yukarısında yazdıkları gözüküyordu. İyi misin? Betül, orada mısın? Neden mesajlarıma bakmıyorsun? Aramalarıma da cevap vermiyorsun. Bunları dün akşam atmıştı. Gündüz attıklarını saymıyordum bile. Son üç mesajını telefonumu şarj ederken görmüştüm. Zaten cevap verme niyetinde olsam da veremezdim. Başım belanın dibindeydi. Betül, geri dönecek misin bana artık? Niye cevap yok? Neredesin sen? ? ? Bugünün son mesajları da bunlardı. Arada cevapsız bıraktığım aramalar vardı. Cevap vermedim. Ekranı kilitleyerek bakışlarımı camdan dışarıya çevirdim. Otobüs konusunda şansım vardı ki yanım ve birkaç koltuk boştu. Tüm otobüs yolculuğum boyunca telefonum titremeye devam etti. Mesajları tamamen sessize alırken ne yazdığına bakmadım. O an ineceğim durakları kaçırmamaya odaklanmıştım. Bindiğim iki otobüste kalabalık değildi ama metro için bunu söyleyemezdim. Tıklım tıklımdı. Kalabalıktan dördüne binememiştim. Binebildiğim beşinci olmuştu. Bir de gittiğim yerden gitmek istediğim firmaya ulaşmam vardı. Şu an onu düşünmesem iyiydi. Düşünürsem firmaya biriktiğim öfkemi boşuna kullanırdım. En sonunda metro istasyonundan çıktığımda saat üçe geliyordu. Geldiğim cadde farklı farklı restoranlarla doluydu. Kasklının bahsettiği o başka şubede buralarda bir yerde olmalıydı. İsmini bilmiyordum ama büyük ihtimalle diğer restoranın ismiyle aynı olmalıydı. Artık konum beni nereye götürüyorsa oraya gidecektim. Ya da sorma hakkımı kullanırdım. Hak kullanmama gerek kalmadan neyse ki söylenilen yeri buldum. Zorlanmadığım için kendimi şanslı hissettim. Teknoloji zamanında olduğuma bir kez daha sevindim. Havanın yağmurlu olmaması da benim için şanstı. Bir kere yanımda şemsiye yoktu. Üstümdeki kalın koyu gri blazer ceketim şapkasızdı. Haliyle yağmur yağsa sırılsıklam olacağım aşikardı. İçime de grinin açık renklerinden yünlü kazak giymiştim. Ama akıllılık yapıp siyah pantolonumun dizlerine kadar çektiğim çizmelerim vardı. Restoranın buradaki şubesi ise diğerine göre iki katlıydı. Dışarıdan bakıldığında teras kısmını görebiliyordum. Kesin denizi görüyordu çünkü restoranın konumu denize yakındı. Giriş kapısında koruma tarzında adamlar yoktu. Onun yerine ileride vale kulübesi bulunuyordu. Kulübenin önündeki çalışan etrafa bakıyordu. Ben restoranın önüne geldiğimdeyse birkaç insan kapısından çıkıyordu. İçeriye girme taraftarı değildim. Anahtarımı alıp yoluma bakmak istiyordum. Bu yüzden telefonumu çıkarıp bir saat öncesinden arandığım numarayı geri aradım. Kendisini telefonuma kaydetmemiştim ama kaydetmem gerekiyordu. Bu işlemi bir ara halletmek üzere aklıma kazırken etrafıma bakıyordum. Aramamı “Evet?” diye cevapladı. Bodoslama açtığı telefonumu bodoslama cevap vermek için ağzımı açtım. “Anahtarımı dışarıya getir,” dedim ben de direkt. “Buraya kadar geldiysen içeriye de girebilirsin,” dedi o da. “İçeriye girince beni sor, seni yönlendirirler.” “Buraya kadar geldim. Sen de dışarıya kadar çıkabilirsin herhalde.” Ne kadar uyuz bir adamdı. Nasıl konuşursam konuşayım her zaman karşılık veriyordu ama ben de ona pabuç bırakacak insan değildim. Cevap vermesini bekledim. Gelmedi. “Hey,” dedim bu nedenle. “Suspus oldun.” Ya bilerek cevap vermiyordu ya da benim kadar laf yetiştirme ustası değildi. Cevap yine gelmedi. “Dilini mi yuttun?” diye sordum bu kez de. Durum değişmezken kaşlarım çatıldı. İlk aklıma telefonumun şarjı bitmiş olacağıydı ama evden çıkmadan önce tam doluluk oranı olduğundan emindim. Hatta çok emindim. Tedbirimi elden bırakmazdım. Hem de dün akşamdan sonra. Telefonu kulağımdan çektiğimdeyse olanı görür görmez anladım. Yok artık ama. “Ne?” diye soludum dışarımdan da. Gözlerim irileşti. “Telefonu yüzüme kapatmış!” Ses gelmemesinin yegana sebebi buydu. Uyuz adam telefonu yüzüme kapatmıştı! Ve ben fark etmemiştim bile. Fark etmediğim gibi saf saf konuşmaya devam etmiştim. “Tamam,” dedim kendi kendime. Nefes alıp verdim. “Sorun yok.” Sakin kalacaktım. Sakin duracaktım. Öfkemin eforunu burada harcamayacaktım. Sakladığım yeri kendime hatırlattım. Sorun yoktu. İçeriye de girip anahtarımı o uyuzdan alsam sorun olmazdı. Olmayacaktı. Neticede son aşamaya gelmiştim değil mi? Anahtarı alıp gidecektim. Kendime verdiğim telkinlerle bedenimi dikleştirdim. Yüzümü kaldırdım. Saçlarımı geri doğru attıktan sonra restoranın kapısından içeriye gireceğim adımlarımı attım. Giriş aynı diğer restoran gibi koridordan oluşuyordu ama buradaki giriş mekanın ortasındandı. Danışma ise hemen koridorun yan tarafındaydı. İçeriye girdiğin an masaların olduğu yer değil de o kısım görülüyordu. Seri adımlarla danışma duran kızın yanına ilerledim. Vakit kaybetme niyetinde değildim. Kız beni o saniyede fark etti. Benim yaşlarımda olduğunu tahmin ettim. Ufak yüzlü, benden kısa boyluydu. Kumral saçlı bir kızdı. “Merhaba,” deyip durakladım. Bey kelimesini kullanmak istemedim. Kasklı bugün beni gerçekten uyuz geçmişti. Saygılı bir seslenmeyi hak etmiyordu ama başka nasıl hitap edeceğimi de bilmediğim bir mevzuydu. İsmiyle sormakta samimiyet halini yansıtırdı. Kasklı olarak hitap etsem nasıl olurdu? Olmazdı, biliyordum. Boğazımı yavaşça temizledim. Mecbur yine saygılı kelime kullanacaktım. “Sedat Bey,” dedim zorlanarak dişlerimin arasından düz bir sesle. “Nerede acaba?” “Bir dakika,” dedi sorumla ve geriye çıkıp içeriye doğru baktı. Gözlerim kızın yaka kartındaki metal ismine gitti. Berrak. Tekrardan bana döndü. “Bu katta. İçeriye girdiğinizde kendisini göreceksiniz.” “Teşekkürler.” İşi yokuşa sürmediği için sevinmiştim. Kızı arkamda bırakarak mekanın içine yöneldiğimde içerisinin tasarımı diğer restorandan farklıydı. Mesela burada turuncu ve yeşil renkleri hakimdi. İki rengin bu kadar uyumlu olacağını kombin yaparken hiç düşünmezdim. Ama restorandaki uyum bambaşkaydı. Etrafı şık gösteriyordu. Masalar yuvarlak şeklinde alanın büyük alanındaydı. Uzun oval koltuklar yeşilin nahif rengindendi. Masa ahşap görünümleyken etrafındaki sandalyeler turuncuydu. Asma tavandan sarkan ışıklar sarmaşık gibiydi. Akşam yandığında nasıl bir görüntü sunduğunu merak etmiştim. Diğer restoranda olan yuvarlak görünümlü ışıklar burada da vardı ama daha küçükleriydi ve cam tarafındaki masaların tavanından sarkıyordu. Etrafı kısaca incelerken aslında beni ilgilendiren kişiyi bulma derdindeydim. Kolaylıkla da kendisini buldum. Arkası bana dönük olmadığından o olduğunu şıp diye anlamıştım. Yan profilini görmem yetmişti. Hoş içimden bir ses arkandan da görsem kendisini tanıyacağımı söylüyordu. İçimdeki sesin desibelini kıstım. Yanına giderken bakışlarımı kendisine kilitledim. Ön tarafı koyu sarımsı tezgahın yanında biriyle konuşuyordu. Sanırım o tezgahın arkası kasa kısmıydı. Tam yanında da denmezdi aslında. Biraz ilerisinde orta yaşlardaki bir adamla karşı karşıyaydı. Aynı zamanda bu kez şu jilet gibi haliyle değildi. Siyah kumaş pantolon vardı ama gömlek yerine koyu lacivert triko kazak vardı. Dirseğinin altına kadar sıyırmış, son model olduğunu tahmin ettiğim saati gri kol saati parıl parıl parlıyordu. Fiyatının bana kestiği fatura bedeli kadar olduğundan neredeyse emindim. Sadece şu an kanıtlayamazdım. Yanına geldiğimi fark etmedi. Ben de hafifçe öksürdüm ve dikkatini çekmeye çalıştım. Konuştuğu adam her kimse beni fark etti ama esas kişi sesimi duysa da bulunduğum tarafa bakmadı. Bu tavrı bilerek yaptığına iddiaya girebilirdim. Yanına kimin geldiğini kesinlikle biliyordu ama oralı olmuyordu. Acaba böyle davranarak kendini havalı falan mı sanıyordu? Kötü haber. Sağır görünüyordu. Kasklı karşısındaki adama, “O zaman izin veriyorum,” derken konuşmasının arasına girdim. “Anahtarımı ver!” dedim tüm hissettiğim hoşnutsuzlukla. Bu sefer bulunduğum tarafa bakışlarını çevirdi. Huysuz bir o kadar da sabırsız bakışlarımla karşılaştı. Gözlerimi kırpmadan yüzüne bakıyordum. Oklarımı fırlattığımda söylenebilirdi. O ise benim aksime tasasız bir duruşlaydı. Konuşmasını bekledim ama o benim yerime adama bir kez daha döndü ve “Konuştuğumuz gibi elaman alımı yapabilirsin,” dedi. Kaşlarım çatıldı. Hala burada olup önemsenmemek sinirlerimi tavana çıkarttı, çıkaracaktı. Adam söylediğini başıyla onaylayıp yanından ayrılırken elimin içini yukarıya kaldırdım ve kendisine doğru uzattım. “Evet,” dedim. “Anahtarımı alayım.” Bana doğru döndüğünde elimi sallayınca ortamızdaki elime baktı. “Seni biraz daha bekleteceğim,” dedi yüzüme tekrar baktığında. “Anahtarını gidip almam gerekiyor.” Elimi indirdim. “Ne bekliyorsun? Git al o zaman. Buraya kadar gelen benim sen de gidip alabilirsin herhalde.” “Pekala,” dedi yavaşça. “Ben gelene kadar boş olan herhangi bir yere oturabilirsin.” “Oturmaya değil, anahtarımı almaya geldim.” Niye oturacaktım? Sanki gelmesi uzun sürecekti. Yapacağı buradaki varsa, odasına veya anahtarımı restoranın neresine koyduysa oradan getirmekti. “Burada bekliyorum.” Tavrıma konuşacak gibi oldu ama sonra vazgeçti. Konuşmadan arkasını dönerek restoranın içine doğru ilerledi. Sağa doğru dönüp görüş açımdan çıkana kadar gözlerimi üstünden çekmedim. Bulunduğum yerden de ayrılmadım. Ortadan kaybolunca ise yalnızca kasklının geri gelmesini yolu kapatmamak adına biraz kenara kaydım. Telefonumdan buradan kiralama firmasına nasıl ulaşacağım konusunu araştırmaya başladım. Bir yandan da arada gözlerimi kaldırıp gelip gelmediğine bakıyordum. Tam da ikinci kez telefon ekranına bakarken önümden birinin geçtiğini fark ettim. Başta ne olduğunu anlayamadım. Ama önümden geçen kişi kasklıydı. Siyah ceketini üstüne geçirmiş restoranın diğer tarafına yürüyordu. Sonra olanı anladım. Kendi sesimi duydum. “Ne?” demiştim anladığımda. Kasklı çıkışa doğru ilerliyordu. Bu da ne demekti? Adam önümden elini kolunu sallayarak geçmiş, çıkış tarafına gidiyordu. Hem de anahtarımı bana teslim atmadan bunu yapıyordu! Kafayı yiyecektim. Gerçekten. Kafayı yicektim! Ama yemeden önce harekete geçtim. Arkasından büyük adımlarla giderken “Hey,” dedim ilk. Büyük adımlarımı koşar adıma çevirirken kasklı çoktan çıkış koridoruna girmişti. Belki de içerideki insan sesinden sesimi bile duymamıştı. Koridora geldiğimde “Hey,” dedim yeniden yüksek sesle. “Beklesene!” Dakikalar öncede yaptığı gibi duymazdan geleceğini sandım. Hızımı arttırdım. Fakat yanıldım. Sesimi duymazdan gelmedi. Aksine kaldırıma adımını atacağı sırada ansızın durdu. Durmasını beklemeyen ben ise adımlarımı durduramadım. Durduramadığım gibi ufak belki de büyük– bakış açısına göre değişirdi- bir kaza geçirdim. Sesimle bana doğru dönerken bedenine çarptım. Sadece çarpsam pek bir şey değildi. Bir de üstüne dengemi kaybeder gibi oldum. Kıçımın üstüne düşecekken düşmeyerek yeni yaşadığım bir anın farklı versiyonunu yaşadım. Kasklı beni kolumdan tuttu ve öne doğru çekti. Bedenim kendisine bir adım ilerlerken yüz yüze geldik. Gözlerimiz karşılaştı. Kasklı da ona çarpmamı beklemiyordu ama refleksleri benden daha iyi konumda olduğundan bir kez daha beni düşmekten kurtarmıştı. Gülsem mi ağlasam mı bilemiyordum. Hiçbir şey yapamadım. Yalnızca şaşkın bir haldeydim. Şaşkınlıktan kalbimin atışını bedenimden itibaren kulaklarımda duyabiliyordum. O atışların arasında birde sesini duydum. Anlaşılan o benim kadar şaşkın bir halde değildi. “Bu kaçıncı etti?” diye sormuştu. Mavi gözleri gözlerimde gidip geldi. “Üç oldu,” dedi arkasından. “Her anına şahitlik etmiyor olabilirim ama bulunduğum yerde benzer hareketlerine şahit oluyorsam kabul etmelisin.” Neyi kabul etmem gerektiğini sormadım çünkü bahsettiğini bir güzel anlamıştım. Hatta şu an benim ona Doğanay’ın düğününde söylediğim cümleleri bana geri iade ediyordu. Bana sakar demeye çalışıyordu! Çalışmıyordu, direkt diyordu. Bunu da kabul etmemi savunuyordu. Yüz ifadem kasıldı. Kaşlarım çatıldı. Kolumu elinden silkeleyip geri çekilirken “Benimle dalga mı geçiyorsun sen?” diye çıkıştım. Geçiyor olmalıydı. Hayır, geçiyordu. Anahtarımı vermeden ortalıktan kaybolmaya çalışıyordu. Hatta kaçıyordu. Sonra bana birde sakar diyordu. “Senden anahtarımı istedim! Ama sen…” İşaret parmağımla kendisi işaret ettim. “Hem beni buraya çağırıp hem de ortalıktan kaybolmaya kalktın! Derdin ne senin benimle? Söylesene.” Derdini sormama gerek yoktu. Aslında biliyordum. Motosikletine çarpıp kendisini düşürmüş, motosikletine zarar vermiştim. Üstüne birde kaçmıştım. Çıkışıma hala sakince durması sinirlerimi geriyordu ama ne cevap verecek diye bekledim. “Anahtarını istemiyor muydun sen?” Cevap olarak bunu sormasını beklemiyordum. “Şaka mı bu?” diye soludum. “Geldiğimden beri anahtarımı istiyorum ve sen anahtarı vermek yerine kaçıp gidiyorsun!” Sabahtan beri yaşadıklarım akıl alır gibi değildi. Hatta dün akşam olanları da eklemeliydim. Hayır, bu da değildi. En başa gitmeliydim. Bu adamla karşı karşıya kaldığım andan beri yaşadıklarım akıl alır gibi değildi. “Güzel. İstiyorsan gitmeme bir şey demezsin.” Bu da ne demekti? “Nasıl demem?” Hareket edip diğer tarafına geçerken beni izledi. Sırtımı dışarıya verdim. Yavaşça bulunduğum tarafa doğru döndü. Hareketlerime anlam verememiş gibi baktı ama aynı duygular içindeydik. Ben de şu an ki tavrını, kelimelerine anlam veremiyordum. “Anahtarımı vermeden hiçbir yere gidemezsin!” “O halde anahtarını unut.” “Ne?” Cidden bunu demiş miydi? Devam etti. “Çünkü gitmemi engelleyerek anahtarını almama izin vermemiş oluyorsun.” Söylediğiyle kelimeleri hızla adlandırmaya çalıştım. Gitmemi. Engelleyerek. Anahtarını. Almama. İzin vermemiş. Olursun. İfademden nasıl bir fire verdiysem “Evet,” dedi bilmiş gibi. “O istediğin anahtarını almak için gitmeye çalışıyorum.” Ciddi miydi? Eğer gerçekten ciddiyse anahtar şu an bulunduğumuz yerde değildi. O zaman neredeydi? Yanağıma değen saçımı kulağımın arkasına attım. “Anahtarım nerede benim?” “Yanıma almadım,” dedi kısaca. Bana ise bu kısa kelimesi yetmedi. “Yani yanına almadın. Evinde mi bıraktın?” Ya da başka bir yerde mi bırakmıştı? “Çözmeye başladın.” Şu ana kadar sinirden kafayı yemediğim gerçekten şanstı. İl başta diğer restoranına gitmiş, beklemiştim. Gelmeyeceğini öğrenerek buraya gelmemi istemişti. Gelmiştim. Şimdi de anahtarımı burada değil de evinde olduğunu söylüyordu. “Geç kalmam,” dedi arkasından. “En fazla on beş dakika beklersin.” Hadi ya. Buna inanmamı bekliyor olamazdı değil mi? Bekliyorsa da yanılıyordu. “Eğer anahtarı evinde bıraktıysan o zaman bende geliyorum,” dedim. Bir sözüne güvenip burada öylece bomboş bekleyemezdim. Bugün bekleme kotamı doldurmuştum. “Seni herhangi bir yerde beklemeyeceğim artık.” Gözlerini düşünüyormuşçasına yüzümden çekmedi. Ne düşünüyorsa umurumda değildi. “Ama…” diye devam ettim konuşmama. “Evinin adresini öğrenmemi dert ediyorsan, merak etme hatırlamayacağımdan ben de eminim. ” Dün akşam bana söylediği aynı ki cümlenin bir başkasını kendisine söylemek hoşuma gitmişti. Eşitlik severdim. Hatta bayılırdım. Ertesi gün eşitlenmeye ise daha da bayılırdım. Yüzüme bakmaya devam etti. Hafızası çok ama çok kötü değilse dün söylediğini hatırlamıştı. Ben de hatırlamasını istiyordum. Sözlerinin veya davranışlarının hiçbirinde altta kalmayacağımı anlamasını istiyordum. “Pekala,” dedi istediğimi kabul ederek. “Gel bakalım.” Kabul etmişti. Aslında kabul etmesini beklemiyordum. Hoş kabul etmese de öyle ya da böyle istediğimi alacaktım. Yani kendisiyle gitmenin bir yolunu bulurdum. Yalnızca ekstra çabalamam gerekirdi. Neyse ki daha çok çabalamama gerek kalmamıştı. Ve doğruyu söyleyip söylemediğini yakında anlayacaktım.
|
0% |