Yeni Üyelik
2.
Bölüm
@__okuyan94__

İYİ OKUMALAR

Oy ve yorumları bekliyorum.

1.BÖLÜM

"DİLHUN"

"Kaybınız için üzgün olduğumuzu bildirmek isteriz."

Kayıp!

Beş harften oluşan bir kelimenin içinde onca duygu barındıran ama insanların dudaklarından çıkan bu kelimeyle acınızı anlamaları mümkünmüş gibi söylenen kelimedir. Karşı taraftan söylenmek için söylenen bir kelimedir. Sizin acınızı, kırıldığınızı anlamaları mümkün değildir. Onlar dışarının insanıdır. Sizin dünyanıza ait değildir. Bu yüzden hayatınızdan çıkıp, giden bir hayatın sizi nasıl dağıtacağını önemsemezler. Siz karşı taraf için sadece acısı olan bir insansınızdır. Kendi hayatlarına gelmedikçe sizi anlamaları mümkün değildir. Çünkü sizde önceden bilmiyorsunuzdur ve bu sefer sizin başınıza gelmiştir.

Yutkunurken, boğazıma yumruk yemişçesine ses tellerim zonkluyordu. Karşımda dikilen polis memuru ağzımdan herhangi bir şey dememi bekliyordu. Söylediğine ne diyebilirdim? Susmayı tercih ettim.

Filmlerden ya da dizilerden gördüğüm polis merkezinin sorgu odasında, şu meşhur masanın sandalyesinde omuzlarım çökük bir şekilde oturuyordum. Karşımda, ayaktaki memurun sormak istediklerini sormasını bekliyor, bu kasıntı duvarlardan kurtulmak istiyordum.

Polis memuru, sivildi. Genç birine de benziyordu. Siyah saçlarını uykudan yeni kalkıp, nöbete gelmiş gibi dağınıktı. Gözlerinin altı hafif çöküktü. Lacivert ceketinin ütüsüz, önünü iliklememişti ve polislere has silahlarını yerleştirdiği kılıfın ucu görünüyordu. Biliyordum. Bir zamanlar babamda da bulunurdu.

Tekrardan yutkundum ama işe yaramadı.

"Sizin zamanınızı harcama niyetinde değilim, Maral Hanım," dedi masanın diğer sandalyesine oturan polis. Konuşma kararı almıştı anlaşılan. "Sadece birkaç soruyla, sizi rahat bırakacağım."

Elinde sıkı sıkıya tuttuğu dosyayı masanın üstüne koyduğunda, bakışlarım kahverengi dosyaya kaydı. İçindekileri tahmin edebiliyordum. Elli dört yıla ait bilgilerle birlikte elli dört yılın nasıl sonlandığına dair belgelerdi.

Hepsi de babama aitti. Bir hafta önce beni öperek, uğurlayan babama...

"İsterseniz başlayabiliriz." Polis memuru yine konuşmuştu ama kulaklarımın uğultusundan sesini zar zor işitmiştim.

Kan her yerdeydi.

Kırmızı madde her yere öğülmüş, cansız vücudundan sıyrılan kanı her zerrenin üstündeydi. Masasında, kağıtlarında, perde de, zeminde, duvarlar da her yerdeydi. Bir insan gözünün görebileceği her yerde...

"Maral Hanım." Gözlerimin önüne gelen görüntülerden sıyrılan zihnim karşımda oturan polisin kahverengi gözlerine ilişti. Öne doğru çıkmış, dik dik, anlamaya çalışır gibi yüzüme bakıyordu. "İyi misiniz?"

İyi miydim?

Sorusunu es geçmeyi tercih ettim. "Başlayabiliriz."

Bulunduğum durumu tartarcasına bir saniye gibi sürede değerlendirdi. "Pekala," dedi ardından da yerinde dikleşip, ellerini masanın üstündeki dosyanın üstüne koydu. Dosyanın kapağını açtığında, gözlerimin dosyanın içindekilere gitmemesi adına polis memuruna dikmek zorunda kaldım. Rahatsız edici mi bakıyordum, bilmiyordum ama direncimin kırılmaması lazımdı.

"Emekli istihbaratçı Hüseyin Çetin'in tek çocuğusunuz, doğru mudur?"

Başımı onaylarcasına salladım. Şimdi yalnız bir insandım.

"Burada yazılanlara göre anneniz de yaklaşık yirmi sene önce vefat etmiş. Nasıl olduğunu hatırlıyor musunuz?"

Bakışları görevi gereği sorgulayıcıydı ama sanki yumuşak yüz hatlarına uyum sağlamakta zorluk çıkarıyordu.

"Trafik kazası geçirmiş," derken polis memuru tekrardan bakışları gözümün içine bakıyor, doğruyu söyleyip söylemediğimi tartıyordu. Bu bakışlara babamdan alışıktım. "Babam öyle söylerdi."

İki yaşındaki bir çocuk için bunu hatırlamak imkansızdı. Babam tek başına büyütmüş, evlenmemiş hatta bir kere bile görüştüğü kadın olmamıştı. Olduysa da beni hiç tanıştırmamıştı. O kendini bana adamıştı. Annemi her sorduğumda onunla ilgileri anılarını anlatırdı. Her anılara giderken, anneme ne kadar benzediğimi söyleyip, üstüme titrerdi. Beni hayata karşı yetiştirmişti ama buna hiç hazırlamamıştı.

"Anlıyorum." Anladığını sanmıyordum.

"Peki, bana babanızı bulduğunuz günü kısaca anlatır mısınız?" Duygusuzca yüzüne bakarken de ekledi. "Tabii kendinizi hazır hissetmiyorsanız, başka bir gün tekrardan yapabiliriz."

Başka bir gün için buraya gelmemiştim. Her ne olacaksa bir an önce söyleyip ve bir daha polislerin hayatıma girmemesi için gelmiştim.

"Onu sabah buldum," dedim ilk önce, sesimin durgunluğu hissettiğim boşluğa eş değerdi. "Gece evde yoktum. Bir arkadaşımda kalmıştım. İsterseniz teyit edebilirsiniz. Sabah saat on bir gibi eve geldiğimde kapıyı açmadı. İlk önce evde olmadığını sandım ama babam o saatte evden çıkmazdı. Anahtarla içeriye girdiğimde her şey aynıydı. Çalışma odasının dışında her şey eskisi gibiydi. Bedenini o zaman gördüm. Yüzü..." Duraklamak zorunda kaldım. Bildiğim yüzü orada değildi. Yüzünün tüm hatlarında kan vardı ve ben yüzünü o an seçememiş, donup kalmıştım.

"Üzgünüm ama bu kısmı atlayabilir miyiz?" derken yanağımdan aşağıya inen damlayı hırkamın koluyla hızlıca yok ettim.

Şimdi bu oda da dağılamazdım.

Polis memuru anlayışla başını salladı. "Teşekkür ederim."

"Siz babanızın intihar edebileceğini hiç düşünmüş müydünüz?"

"Hayır," dedim hızlı hızlı." Kesinlikle hayır. O böyle bir adam değildi. Beni yalnız bırakmak aklının ucundan geçmezdi. Hayatımda sadece babam kalmıştı. Beni yalnız bırakmazdı."

Polis memuru tekrardan sessizliğe gömüldü. Bakışları dosyaya kaydığında, birkaç sayfa atladı. O an bana acıdı mı, emin değildim ama söylediklerim doğruydu. Bu dünyada babamdan başka kimse kalmamıştı. Artık o da yoktu ve ben yapayalnız bir insan olmuştum.

"Olay yeri incelemenin raporuna göre, bunun bir intihar olduğu yazılı." Yüzüme baktı. "Üzgünüm."

"Buna inanmıyorum," dedim öne doğru çıkarken. "Babam böyle bir şey yapacak adam değildir."

Babam bile bile beni bu hayatta bir başıma bırakmazdı. Kabul etmiyordum.

"Başka bir nedeniniz var mı?"

"Dediğim gibi o beni bilerek, bırakmazdı!" diye soludum. Karşımdaki adam babamı tanımıyordu. Önündeki raporlar da babamla ilgisizdi. O böyle bir adam değildi.

Çıkışmam polis memurunu susturdu ama düşünüyordu. Benim bir şey bilip, bilmediğimi sorguluyordu. Çünkü bu onun mesleğiydi. Şüphelenir, kanıt toplar ve olayı aydınlatırdı.

"Belki size bir not bırakmıştır. Olay yerinin dediğine göre herhangi bir not yokmuş fakat bunun sizin ilk önce bulmanız daha olası. İntihar eden, bireyler çoğunlukla not bırakır." Gözlerimin içine baktı. "Böyle bir not buldunuz mu, Maral Hanım?"

"Dediğim gibi babam intihar etmedi," dedim sesim kendinden net çıkıyordu. "Bu yüzden ortada not falan yok."

Yalan kıvrıldı.

Bir müddet bekledi. Doğrulumu sorguluyordu ama belli ki karar vermiş olmalıydı ki yavaşça ayağa kalktı.

"Bu kadardı," dedi eline dosyayı alırken ve cebinden çıkardığı kartvizit kağıdını uzatıp, masanın üstünden önüme getirdi. "Herhangi bir sorunuz olursa, beni arayabilirsiniz."

"Bu kadar mı? Başka bir şey sormayacak mısınız? Babamın düşmanı olup olmadığını araştırmayacak mısınız?"

Polis memuru masadaki dosyayla ayaklanmıştı ama dediğimle duraklamak durumunda kaldı. "Babanızın bir düşmanı var mıydı, Maral Hanım?"

Öfkeyle soludum. "Sizin göreviniz bu! Size babamın intihar etmediğini söylüyorum. Neden dinlemiyorsunuz?"

"Olay yeri raporları, babanızın intihar ettiği söylüyor. Üzgünüm ama yapabileceğim bir şey yok."

Polis memurunun bakışlarından söylediğinin ciddiyeti anlaşılabiliyordu ama babamın hayatının sonu bu kadar kolay olamazdı.

"Dosyasını kapatıyor musunuz?" derken memur kapıdan çıkmak üzereydi.

Omzundan arkasına bakınırken, "Dediğim gibi üzgünüm," dedi ve beni oda da yalnız başıma bırakarak, çıkıp gitti.

Öfkem o kadar bedenimi zorluyordu ki, ellerim yumruk halini almıştı. Babamın hayatının sonu bu derece basit bir hal almamış olması gerekirdi. Onca yıl görevinin hakkıyla yaparken, kayıtlara intihar ettiği geçmemeliydi.

Kusmak istiyordum ama iki gündür bir şey de yememiştim.

Midem burkulurken, uzattığı kartı hışımla sandalyeden kalkarken aldım. Bacaklarımın uyuşukluğunu görmezden geldim. Vücudumun yorgunluğunun aksine bacaklarımın hiçbir şeyi yoktu.

"Kahretsin!"

Gürültü...

Açılıp kapanan telefonlar...

Klavyeden çıkan sesler...

Gürültüler duvarlara işlemişti.

Polis merkezinin sesli koridorlarından kendimi dışarıya atarken, elimde polisin verdiği kartviziti sıkıca kavramıştım. İhtiyacım olacağını sanmıyordum ama dışarıya çıktığımda gözlerimin elimdeki karta gittmesini engelleyemedim. Kartvizitte on beş dakikadır karşımda dikilen adamın ismi ve şubesi yazılıydı.

Cinayet Şube Müdürlüğü

Ömer Dereli

Babamın intihar ettiğine beni inandırmak isteyen adamın ismiydi ama ben kim ne derse desin babamın intihar ettiğini inanamazdım. Ne kadar polisin söylediğini çalışma masasının çekmecesinde bulmuş olsam da...

Babam intihar ederek, canına kıymamıştı.

Pantolonumun arka cebine birkaç defa katlayarak koyduğum şu mektup kanıtım olacaktı.

*

Evimin bulunduğu sokağa giriş yaparken, düşüncelerim benimle değildi. Ben ben değildim. Kalbim kalbim değildi. Ama acı gerçekti. Kayıp gerçekti. Yitirilen gerçekti. Hayatımdan göçüp giden, babamın yokluğu gerçekti.

Gidenlerin aksine kalanlar yitip gidendi.

Nefesim daralıyor, kalbim görünmez bir elin ıstırabına uğruyordu. Geçip, giden asfaltın ayakkabımın tabanından sıyrılıyor, adımlarım anlamsızlaşıyordu. Nereye gidecek, nerede hayatım kendini bulacaktı?

Yıllardır, girdiğim evin kapısı evim değildi. Artık değildi.

Silip giden hislerim, hatırasız kalmıştı. Hatıralarım kayıp bir dehlizin içinde, yitirilerek, geri de duruyordu. Zaman, acımasızlığını yapmıştı. Geride kalarak, en büyük zararı vermişti.

Yalnızdım!

Yalnızlığımda babamın tabutunu caminin musalla taşındayken, kanıtlanmıştı. Tüm cenaze işleriyle zihnimin yarısıyla hallederken, metanetimi koruyarak sağlamıştım.

Acı engellenmişti.

Hissedersem, yıkılırdım.

O an sadece yapılması gerekenler vardı. Selasının okunması, defnedilmesi ve cami de mevlidinin yapılması... Ölümünü güzelleştirmek için yapılması gerekenlerdi.

Yaşayanların göçenlere borcuydu.

Şimdi ise yıllarca ev dediğim müstakil beton yapıya karşı kaldırımdan bakıyordum. Bahçesine küçüklüğümü verdiğim yer oradaydı. Rüzgar saçlarımı uçururken, sokaktan geçen insanların arasında varlığımı sorguluyordum.

Bu ev, evim olma ihtimalini kayıp etmişti.

O günden beri tam anlamıyla içeriye girememiştim. İşlemler için ihtiyacım olan şeyler dışında, içeride kalmamış, kendimi dışarıya atmıştım. İçeride nefes alamadığım oksijen vardı ama şimdi girmek zorundaydım. Daha fazla kimseye yük olamazdım.

Korkularımla yüzleşmek zorundaydım. Yoksa en başından yenilirdim.

Aldığım karar, bacaklarıma hareket verirken, düşünceler sıfırın konumundaydı. Kaldırıma çıkan adımlarımın gerisi geldi. Dış kapıdan, bahçeye adımladım. Bulunan yolun üstünde giderken, aklım yarımdı.

Kot pantolonumun cebindeki anahtar, kapının deliğine gittiğinde gözlerimi kırpmadan kontrol etmeye çalışıyordum. Kapı bir tık sesiyle açıldı, geriye doğru gitti.

Bir ses bekledim. Yaşanılanları yalanlayacak bir ses bekledim. Gelmedi.

Yutkundum.

İçerisi aynıydı. Kapıdan girildiği an çıkan geniş holda duran çamaşır makinesi, ayakkabılık... Her şey aynı duruyordu. Holün ilerisinde mutfak, mutfağın yan tarafında kalan odamın kapısı ve çaprazına gelen oturma odası...

Sessizlik dışında her şey olması gerektiği gibiydi.

Tek bir şey dışında! Oturma odasının yanında ki odanın içinde olanlar dışında diğer her şey hatırladığım gibiydi.

Babamın çalışma odası, olay yerinin incelemesinden sonra bir daha dokunulmamıştı. Çıplak gözlerimle gördüğüm cansız bedenini hayata geri dönmesi için yaptığım çabalarım gözlerimin önüne gelirken, o an buğulaşan gözlerimden akan yaşlar akmaya başladı. Yanaklarımı ıslatarak, ilerleyen yaşlar yolumu bulmama yardım etti.

Gözyaşlarıyla banyodan bir kova su alırken, akanlar kalbime indi. Acı katlanılmaz boyutuna ulaştı. Odasının kapısını açtığımda, bulanıklığın gerisinde gördüğüm dağınıklık oradaydı.

Oturduğu sandalyesi yerdeydi.

Kitaplığındaki kitapları, yerli yerindeydi. Çoğu zaman aldığı bir romanla masasının yanında bulunan kanepeye oturur, vaktini geçirirdi.

Yaşlar izlerini bir hayatın sonlandığı odaya kendini sundu.

Etrafın en ince ayrıntısında gözlerim dolanırken, kapının eşiğindeydim. Yavaş adımlarım odanın içerisine doğru giderken, elimdeki kovayı yere titreyen ellerimle bıraktım. Elime aldığım ıslak bezi, yerde kurumuş kanına çömelirken parmaklarım, gözyaşlarım titriyor, durmuyordu.

Zemine değen bezin elimden kayması ise duygularımın trenini rayından çıkardığında, hıçkırarak ağlamaya başladım. Çığlığım boğazımdan çıkıp giderken, gözlerimin görevi sonlamıştı.

Yaşlar aktı.

Acı kalbimin seline karıştı.

Durmadı. Durmayacaktı.

Gerçeği kabullenen bünyem, isyan edercesine yaşları gözlerime akıttı. Nefesim kalbimdeki ölümü konuşturdu.

O andan sonra babamın bedenini gördüğüm anın arkasından, bedenindeki kanı silmek için çekmecelerinde aradığım bir bezin varlığını yoklamıştım. Pes etmiş bir halde bir bez aramış, kanını silmek istemiştim. Ölmüştü! İdrak etmişliğim gerçekti. Nabız yoktu! Gitmişti!

O an sadece yüzünün eskisi gibi olmasını istemiştim. Sonra ise ismime yazılı olan mektubu görmüştüm.

Mektubun önemliliğini o zaman fark edememiştim. Ambulansı beklerken de polis olay yerine gelirken de elime aldığım mektubu bağrıma bastırmıştım.

Sonrasına gelen sürelerde de mektup kimsenin dikkatini çekmemiş, bende birkaç kat yaparak pantolonumun cebine sıkıştırmıştım.

Ama şimdi anlıyordum ki; mektubun varlığı bana babamın hala hayatta olduğunu hissettiriyordu. En son benim için ona dokunmuş, ismimi güzel yazısıyla kaleme almıştı.

Bu bir intihar mektubu olamayacak kadar değerliydi.

Öyle olmak zorundaydı!

 

Loading...
0%