@__okuyan94__
|
2.BÖLÜM -Arayış- Çıldırma evresinin yüzeyinde ki ruhum uçurumun kenarında adımlarını atıyordu. Uç noktasına gelmesi an meselesiydi. Ruhumun çığlığı yaşadığım tüm yıllara boyun eğdirirken, kalbim göğüs zindanında mahsur kalmıştı. Atışları bozulmuş, boğazımdan kalbime giden yolda yollar tıkanmıştı. Nefes alamadığım saniyeler de, gözyaşımın tuzlu suyunu dudaklarıma alıp rahatlamam gerekirken, daha da ölümün kuyusuna çekilmiştim. Ölüm fani insanın tek gerçekliğiydi. Aynı zamanda da insana en çok acı hissettirendi. Babamın çalışma odasının penceresinden, çıplak zemine yansıyan sokak lambasının ışığı silmeye çalıştığım kurumuş kanın kalıntılarına vuruyordu. Ne kadar silmeye odaklanmış olsam da bu oda da olan hakimiyeti ortadan kaldıramazdım. Biliyordum. Bu yüzden bir müddet sonra vazgeçişlerimin arasında yerini almıştı. Çıplak zemine değen kalçamın aksine sırtım babamın kitaplığına yaslıydı. Bacaklarım eski halının yüzeyinde, hissiz bir halde duruyordu. Yaşlarım hissizliğe sinmiş, durulmuştu. İçime akıttıklarım ise yaşayan organlarımı çürüme evresine getirmişti. Gün, saatlerini de yanına alıp kaybolurken, vücudumun hiçbir yerini hissetmiyor, boş boş baktığım duvarda düşüncelerim dans ediyordu. Her bir düşünce, diğerini yeniyor ve geriye bana kalan mantıklı bir açıklama olmuyordu. Acı yoğunluğunun arasında en büyük soru ise nasıldı! Nasıl babam bu acımasızlıkla hayattan kopmuştu? Gerçekten de intihar etme ihtimali var mıydı? Kabul etmek istemesem de yapmış olabilir miydi? Bilmiyordum. Benim tanıdığım adam bunu yapacak en son kişiydi. Babam kızına bu kadar değer verirken, benim için her şeyden vazgebilecek olan insanın hayatta olmadığını kabullenmek çok zordu. Onu gururlandırmak için üniversiteden dereceyle daha yeni mezun olmuştum. Kep törenimde en ön sırasında gülümsediğinde, mutlu olduğu için mutlu olmuştum. Bu dünyada birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Akrabalarının çoğuyla görüşmüyordu. Hiçbirinden bir kere bile telefon almamıştım. Anne tarafımı da tanımıyordum. Babam annemin tek çocuk olduğunu söylerdi. Annesi ve babası da ben doğmadan önce ölmüştü. Kendi halimizdeydik. Normal olduğumuzu sanıyordum. En azından birbirimizde destek olduğumuzu düşünürdüm. Şimdi ise tek başına kalan bendim. Ne annem vardı, ne de babam. Ve yalnız kalacağımı bilerek, babamın intihar ettiği düşüncesi kendim hakkında düşündüklerini yalanlıyordu. Ardında beni bırakırken, hiç mi düşünmemişti? Tanıdığımı sandığım babam, böyle duygusuz biri olabilir miydi? Ona ne kadar bağlı olduğumu bilerek, bunu bana yapmış mıydı? Bugün sorgu odasında ki polis memurunun dedikleri, ev karanlığının içinde kulaklarıma doluyordu. "İntihar eden bireyler çoğunlukla not bırakır." Evet, bir not vardı. Babamın el yazısıyla zarfın üstüne adımın yazıldığı bir mektup çekmecesindeydi. Kabul etmek istemesem de babam adamın söylediği tarife uyuyordu. Kaskatı hale bürünen parmaklarım içimde oluşan öfkemle yumruk oldu. Babam, -Hüseyin Çetin- intihar etmese, mektup bırakmazdı. İntihar eden insanlar, geride kalanlara karşı en azından vicdanını temizlemek isterdi. Ya da yaptıklarının sebebini kendi dilinde yazıya dökmek isterlerdi. Bulduğum mektupta bu iki seçeneklerden birine mi çıkıyordu? Öğrenmenin tek bir yolu vardı. Yerimden hışımla kalktım. Pantolonumun arka cebine sıkıştırdığım zarfa parmaklarım giderken, dehşetin yaşandığı odadan hızlıca koridora çıktım. Koridorun ışığını yakarken, kalbim ağzımdaydı. Zarfın içinde her ne yazıyorsa, ya daha dibe batmamı sağlayacaktı ya da babamın tanıdığım gibi biri olduğunu kanıtlayacaktı. Gözlerimden akan yaşların yanaklarımdaki birinkintileri, elimin tersiyle acelece sildiğim gibi mektubun ön kısmını çevirdim. İsmim yazısıyla oradaydı. Maral, Kızım'a... Parmak uçlarım ismimin harflerinde gezinirken, boğazımdaki birikenlere ağır gelircesine yutkundum. Göz çukurlarıma dolan yaşları, geri yollamaya çalışmak istercesine başımı tavana doğru kaldırdım. Takılı kalmam işimi zorlaştırıyordu. "Pekala," diye mırıldandım kendi kendime. Derin bir nefes aldım. "İçinde ne varmış, öğrenelim." Kendi kendime verdiğim telkinlerimin ardından zarfın içindeki beyaz kağıdı çıkararak, düzledim. Babamın el yazısıyla kağıdın üstüne işlediği kelimeleri okumaya odaklandım. Kızım. Maral'ım. Cümleme beni affetmeni dileyerek başlamak benim için en iyisi olacaktır. Ben bu mektubu sana yazarken, yaşanacaklardan sonra bulmanı sadece dileyebiliyorum. Seni sevdiğimi biliyorsun değil mi kızım? Seni o kadar çok seviyorum ki... Bunu sakın unutma. Babalar bunun için vardır. Babalar çocuklarını tehlikelerden korumak için yaşarlar. Ama sana anlatamayacağım şeyler de var Cevap alamadığın için sen de benden nefret edeceksin ama Bilal Polat'ı bul, kızım. Eminim seni kendi kızı gibi koruyacaktır. İkamet ettiği adresi, aşağıya yazacağım. Seni daima seven baban. Hüseyin Çetin. *** Mektubu okumamanın ardından iki gün boyunca nedensizce bekledim. Babamın yazdıklarını durmadan okudum, sindirmeye çalıştım. Yazdıklarını ezberlemiş bile olabilirdim. Okumuş, okumuş, belki içine bir şifre bırakmıştır diye zihnimde çevirip, durmuştum. Babamın huylarından biri de buydu. Bulmaca oluşturmayı çok severdi. Küçükken bulmacalarını çözmek için yarışa girer, kaybeden ben olurdum. Bu sefer de öyle bir şey aramıştım ama yoktu. Gösterdiği hiçbir teknik yazılanların arasında yoktu. Sadece söylemediği bilinmezleri vardı. Mektupta yazılanları ilk okumamdan sonra kağıda damlayan yaşlar yine kendisini göstermişti. O gece uyuyamamıştım. Liseden beri yediğimiz içtiğimiz bir giden, Ceyda'nın telefonlarına da çıkmamıştım. Ceyda, benim aksime güzel bir ailesi vardı. Babası, emekli annesi ev hanımıydı. Kendinden büyük evli bir abisi vardı. Kapalıydı. Sadeydi. Güzelliğini saklardı. Yüzüne hiçbir şey sürmezdi. Din konusunda benden oldukça bilgiliydi. Beni merak ettiğini biliyordum ama elim bir türlü telefonun açma düğmesine gitmemişti. Ben bunları yaşanırken, kaldığım yer Ceyda'nın eviydi. Ona gerçeği söylememiş, saklamıştım. Evimize hırsız girdiğini sanıyordu ve bu süre zarfında da babamın öldürüldüğünü biliyordu. O an şüphelenmem gerekirdi. Tanıdığım babam, her daim yanında kalmamı isterdi. Düşünememiştim. İzin vermiş, çünkü bir planı vardı. Planı da buydu. İlk izin vermesiyle, ölmüştü. Ve bunu benim iyiliğim için yaptığını söylüyordu. Saçmalıktı. Bu saçmalık olmalıydı. Kabul edemeyeceğim bir durumdu. Ne tür bir iyilik, ölümden geçebilirdi ki? Ama kararım da iki gün boyunca düşünmemin ardından şekillenmişti. Mektupta yazan şu adamı bulacak, babamla bilmediğim her ne varsa ondan öğrenecektim ve kararımın harekete geçirmek için de iki gün kendime mühret vermiştim. Adres, daha önce gelmediğim İstanbul'un ilçelerinden olan Sarıyer'e aitti. Mahallenin konumunu, nagivasyona girmiş ve sabah ilk işim yollara düşmek olmuştu. Araba babama aitti. Normalde olsa direksiyon kullanma kabiliyetime güvenmediği için kullanmama izin vermezdi. Ona göre hala küçük bir kızdım. Üniversite de bitirmiş olsam, profesyonel bir şekilde arabada sürsem de ya da diğer öğrettiği şeyleri en iyi şekilde de yapsam da gözünde hep küçük bir kızdım. Başardıklarım bir ifade etmiyordu. Neredeyse bir hafta önce kendisinin oturduğu sürücü koltuğunda otururken, buraya ait olmadığımı hissediyordum. Oysa kaç kez haberi olmadan arabasını kaçırmış ve yakalanmadan dönmüştüm ama bu koltuk, bu araba hala onun hatıralarıyla doluydu. Ağlamamak için gözlerimi sımsıkı yumarken, sakinleşmeye çalıştım. Bir süre sonra da nagivasyona güvenerek, yola çıktım. Yolda trafik yoktu. İnsanların işe gidiş saatini bildiğimden, es geçmiştim. Uykusuzdum ama bu önemli değildi. Havanın solukluğu sanki içime benziyordu. Arabanın motor sesi, dışarıdan gelen seslerin aksine arabanın içinde tek duyulan sesti. Merakın korkusuyla atan kalbim ise başka bir durumdu. Nagivasyonla beraber yaklaşık, bir saat gibi süre de adreste yazılan mahalleye vardım. Etrafıma bakınarak, gidiyor ve yazılı olan mahalleyi kaçırmamaya çalışıyordum. Birkaç esnaftan da yardım almış, doğru yolda olduğumu söylemişlerdi. En sonunda, kağıtta yazan mahalleyi de sokağıda buldum. Hatta Bilal Polat'ın yaşadığı binayı da bulmuştum. Şu eski ama sağlam olan yapılardandı. Sokağı sakin, kendine halindeydi. Binanın altında küçük bir bakkal, sokağın ilerisinde de bir lise vardı. Arabayı, binanın karşı kaldırımına park ederken üstümdeki montun fermuarını boynuna kadar çektim. Rüzgar esintisiyle, soğuda yanında getiriyordu. Arabanın kliması çalışmasına rağmen ağaçları sallayan rüzgarın çıkardığı ses insanın kulaklarına geliyordu. Babamın mektubunu, montun cebine sıkıştırdım ve ayaklarım hiç düşünmeden binanın önüne doğru ilerlerken, düşüncelerimde demir prangalardan geçirmiştim. Kapı zili iki kez basmamla açıldı. Kimse kim o gibi bir cümle kurmadı. Dar ve kasvetli uzun koridorun ardından, merdivenlerden yukarıya yöneldim. Heyecanım tavan yapmıştı ve ne gibi bir durumun beni karşılayacağını tahmin edemiyordum. Evin kapısının önünde dikildiğimde ise karşı tarafın kapı deliğinden baktığından emindim. Biraz bekletmişti ama en sonunda kapıyı hafifçe açarak, kendini göstermişti. Tam açtığı sayılmazdı fakat bu da yeterdi. "Kimsiniz?" Bir kadındı. Ufak tefek, genç bir biriydi. Tereddütle gözlerini aralıktan üstümde gezdirdi. "Merhaba," dedim sevecen olmaya çalışarak. Kadını korkutmak, en son isteyeceğim şey olurdu. "Ben birini arıyordum. Ve o kişi burada yaşıyormuş, acaba tanıyor musunuz?" Kadın, durakladı ama merakla, "Kimi arıyorsunuz?" diye sordu. "Bilal Polat." Adamın ismi sesimle kadının kulaklarına gittiğinde, düşünür gibi gözleri kısıldı. İsmi aklı sindiriyor, emin olmak adına dikkatle dinliyordu. "Babam bu adreste bulabileceğimi söyledi. Tanıyor musunuz?" "Neden arıyorsunuz?" Temkinle yaklaşıyordu. Hissetmiştim. Bu da kadının belli ki bilgisi olduğunun kanıtıydı. Tanımıyor olsa, direk sorularımı es geçer ya da kapısından kovardı ama bu kadın bu ismi tanıyordu. "Bir konu hakkında kendisiyle görüşmem lazım," dedim kapıya doğru bir adım atarken. "Kendisi babamın dostuymuş ve o beni yönlendirdi." "Size nasıl inanabilirim?" diye sordu bu sefer de. Evet, kadın bir şeyler biliyordu ama paylaşmak konusunda tereddütlüydü. "Bakın," derken, sesimin kararlı çıkması için tonumu ayarladım. "Babamı bu hafta kayıp ettim ve yazdığı mektupta buranın adresi yazılıydı." Gözlerim dolmak üzereydi ama dayanabilirdim. "İsterseniz, size mektubu gösterebilirim. Lütfen. Bilal Beyle görüşmem gerek." Kadının kendi içinde yaşadığı buhranı anlayabiliyordum. Bende olsam, böyle bir sebeple ortaya birinin dediklerine inanmakta zorlanırdım. Karar vermiş olmalı ki, kapıda geriye doğru gitti ve kapının kilitlerini tamamen, açtı. Kadın düşündüğüm gibiydi. Yaşı yirmilerinin ortalarında olabilirdi. Başında siyah bir tülbent vardı. Üstündeki bol gömlek dizlerine kadar geliyordu. Onun altında da siyah bol eteği vardı. Oval bir yüzü ve yüzüne tam oturan ufak burnuynuyla kadın her şeyiyle ufaktı. Kapının beyaz mermerine doğru adımladı ve "Bakabilir miyim?" diye sordu mektubu kast ederken. "Tabi," dedim montun cebine koyduğum kağıdı elime alırken. Kağıt üstündekileri okumaktan kırış kırış olmuş, yıpranmıştı. Kadın, uzattığım kağıdı eline aldığında bir an gözlerini üstümde hissettim ama sonra bakışlarını kağıdın üstünde gezdirmeye başladı. Kadın kağıdı okurken, babama ihanet ettiğimi hissediyordum. Mektubun varlığından polise bile söz etmemişken, adını dahi bilmediğim kadına okutuyordum. Eğer göstermiş olsaydım, intihar ettiği konusunda kendilerini haklı bulacaklardı. Buna hazır değildim. "Başınız sağ olsun," dedi kağıdın üstündekileri okumayı bitirdikten sonra. Kağıdı tekrardan aramıza doğru uzattı. Ardından da, kapıda geriye doğru çekildi. "İçeriye geçmek ister misin?" diye sordu. Şaşırmıştım. Kadının ilk başta ki tutucu hali ortadan kalkmıştı. Tanımadığı beni, evine davet ediyordu. "Teşekkür ederim," dedim mırıldanarak ama davetini de geri çevirmedim. Kadını tehlikeli olarak görmüyordum. Zira görsem de atlatmayı bilirdim. Kadının evi, kutu gibi olan dairelere benziyordu. Ufak bir holü vardı. Kendisinin yönlendirmesiyle de holün bir ucu salona çıkıyordu. Salon da televizyon açıktı. Yerde oyuncukların arasında duran bir oğlan çocuğu duruyordu. Bir yaşında falan olmalıydı. İçeriye girdiğim an bakışlarını bile kaldırmamış, oyuncaklarıyla oynamaya devam etmişti. "Kusura bakma, lütfen," dedi kadın arkamdan. "Ev biraz dağınık ama çocuk olan ev her daim dağınıktır değil mi?" Kendimi gülümsemeye zorladım. Önümden geçip, koltukta ki oyuncakları halının üstüne oğlunun önüne doğru koydu. Ardından da oturmam için buyur etti. "Bu arada, adım Demet." "Maral." "Ne güzel isimmiş, anlamı ne?" diye sordu gerçek bir merakla. Televizyonun yanında, ayakta dikiliyordu. İsmimi severdim. Babam, ismimin annemin eseri olduğunu söylerdi. Bu isim, annem tarafından seçilmişti. Benim için ondan kalan tek karardı. Yüzünü canlı olarak hiç görmemiştim. Görmek isterdim. Çocuğun oyuncaklarına basmamaya dikkat ederek, kadının gösterdiği koltuğa oturdum. "Teşekkür ederim. Ceylan demek." Kadının samimi halleri hala kafamı karıştırıyordu ama bildiğini her ne ise öğrenmeden diğer düşüncelerimi es geçebilirdim. "Bir şey içmek ister misin?" diye sordu nazikçe. "Hayır, teşekkür ederim. Aslında ben ilk başta sorduğum sorunun cevabını duymak istiyordum." "Ah, evet," dedi daha yeni aklına geliyormuş gibi. Üstündekinin kol uçlarını çekiştirerek, kollarını göğsünde bağladı. "Aradığın kişi babam oluyor. Zaten burası da onun evi." "Kendisi nerede?" diye sorarken, heyecanım gözlerime yansımış olmalıydı ki, Demet gözlerini bir kere bile üstümden çekmiyordu. Umursamazca, omzunu silkti. "Yaklaşık altı aydır adresi, Topkapı da ki mezarlık. Üzgünüm ama sana yardımcı olamaz." Duyduğumla bedenim kaskatı kesildi, dilimi yuttuğumu hatta dudaklarımın kuruduğunu hissettim. Nasıl olurdu? Babamın bundan haberi yok muydu? Ne kadar zamandır görüşmüyorlardı? Adam ölmüştü ve ben bir ölünün izini arıyordum. "Şok oldun değil mi?" diye soluklandı Demet. "Mektupta yazılanlara bakılırsa, tuhaf oldu." "Bunu beklemiyordum," dedim şoktan çıkmaya çalışırken. "Buraya, yazılanların babamın son söylediği kabul ettiğim için gelmiştim. Nasıl vefat etti?" "Otopside kalp krizi dendi." Durakladı ve çenesiyle ileri çıktı. "Seninkine ne oldu?" Söylemek ile söylememek arasında gidip gelirken, "İntihar," dedim. Kendi sesimle ilk defa bu ihtimale kucak açmıştım. "Zor olmuş olmalı." Buraya kadar gelmem bile saçmalıktı. En başından bilmeliydim ama olan olmuştu. Babam kendi vicdanını rahatlatmak için varlığından bile emin olmadığı bir adamın adresini bana son dileği gibi yazmış ve çekip, gitmişti. Ölü bir adam, ölü bir adamın izini bırakmıştı. Ayaklandım. "Oldu." "Bak, ne diyeceğim," dedi ayaklandığımı görünce. Yardım etmek istediğini gözlerinden anlayabiliyordum. "Babanın ölümünün arka kısmını öğrenmek istiyorsun. Bunu görebiliyorum. Ne kadar doğru yapıyorum, bilmiyorum ama abim sana yardımcı olabilir. Kendisi benden daha fazla babamla vakit geçirirdi. Bence babanı tanıyor olmalı." Durakladım. Bu kadına güvenip güvenmeyeceğimi sorguladım. Ne fark ederdi? Buraya kadar gelmiştim. Kadının söylediği yoldan da gidebilirdim. Kaybedecek neyim kalmıştı ki? "Nerede bulabilirim?" "Aslında bulamazsın." Kaşlarım çatılır gibi oldu. Abisinden sanki uzaylı gibi bahsetmesi dikkatimi çekmişti. "Ama onu ben bulur, seni ona götürürüm." "Bulamazsın, derken ne demek istedin?" "Nasıl desem, abim..." Doğru kelimeleri bulmak adına düşündü. "Aslında insanlarla görüşmekten çoğunlukla kaçınıyor. Bulunmak istemezse, onu benden başka kimse bulamaz." Söyledikleriyle yüzümün aldığı şekilden bir anlam çıkarmış olmalı ki, konuşmaya devam etti. "Ama dediğim gibi onu bulurum. Sen telefon numaranı bana bırak. Ben onu bulunca adresini sana atarım. Beraber gideriz." Her şey o kadar karmaşık geliyordu ki, adımlarımın doğru olduğundan bile emin değildim. Daha fazla üsteleme gereği duymadım ama Demet telefon numaramı telefonuna kayıt ederken de aramayacağından oldukça emindim. Yanılmıştım. Çünkü bir hafta sonra, Demet'in telefon numarası telefon ekranında yanacaktı.
|
0% |