@_beyzanurcgrmn_
|
İyi okumalar dilerim. _________________ İntikam... Bedel ödetmek... Ne denilir? Aslında benim için pek bir önemi yok. Benim için önemli olan, yok etmek. Acı çektirmek. Öldürmek. Öldürmek... Odanın kapısına doğru ilerleyeceğim sırada Albay beni durdurdu. "Nereye?" dedi. "Hazırlanmam gerek. Yolumuz uzun. Vakit kaybedemeyiz." dedim. Sıkıntılı bir nefes alıp verdi. Gözlerinde kızgınlık değil şefkat vardı. Ama benim ona bile ihtiyacım yoktu. "Umay sana sakin olmanı söyledim. Operasyon hakkında konuşmamız lazım." dedi. "Sakinim ben, komutanım." dedim. "Gelsin arkadaşlar konuşalım." diye devam ettim. Albay, postasını gönderdi diğerlerini çağırması için ve tekrardan bana döndü. "Paşa ile ortak kararımız seni operasyondan uzak tutmaktı fakat sen burnumuzdan getirirsin diye gönderiyoruz." dedi. Birde göndermeseydiniz. Helikopter kaçırır giderdim yine de. "Ama operasyon içinde kendini riske atacak her şeyden kaçınacaksın. En önemlisi bize canlı lazım." Canlı? Benim sözlüğümde bir karşılığı yok. Vücudumu tamamen Albay'a çevirdim. "Sekiz yıl oldu. Tam tamına sekiz yıl. Annemin sesini duymadığım, babama sarılamadığım sekiz yıl." dedim. Bordo bereliydim. Bordo bereliler duygusuz olur. Ama ben annem ve babamdan bahsedince titreyen sesime engel olamıyordum. "Ben bu konuma gelebilmek için ve o iti bulmak için çok uğraştım. Üzgünüm komutanım. Ama size şunun sözünü verebilirim; onu öldürmeden ben ölmeyeceğim." Albay bir şey demeden odadan çıktı. Etrafıma baktım. Askerler afallayıp işlerine devam ettiler. Baş köşeye Albay oturacağından sol taraftaki sandalyeyi çekip oturdum. Mutluydum. Geldiğim ilk günden olması çok daha iyi olacaktı. Timdekilere zaman ayırabilirdim. Bir çevrem olurdu en azından. Önceki zamanlar tek bir amacım olduğundan kimseyle görevler harici iletişim kurmamıştım. Bu bence evrenin bana bir işareti. O kansızı öldürmemi ve mutlu bir şekilde hayatıma devam etmemi istiyor. Başaracaktım. Kapı açıldı. Yiğit, Okan ve Ömer gelmişti. Yiğit, üstüm olduğu için mecbur ayağa kalktım. Bahçede söyledikleri de pek umrumda olduğu söylenemezdi. Karşıma oturunca ben de oturdum. Ömer benim yanıma Okan da onun karşısına oturdu. "Komutanım geldiğiniz gibi operasyon çıktı. Çok şanslısınız." dedi Ömer. Gülümsedim. "Fazlasıyla." dedim. Telefonuna mesaj gelince cebinden çıkarıp baktı. "Albay sizi öncesinden neden çağırdı?" diye sordu Ömer. "Sizden bağımsız söylemesi gereken şeyler vardı. Önemsiz." dedim. Tekrardan telefonuna baktı. "Moralinizi bozan bir şey mi söyledi? Yoksa öncesinde bozuk muymuş?" dedi Ömer. "Yok moralim bozuk değil. Aksine mutluyum." dedim. Karşıma baktım. Yiğit masanın altında bir şeylerle uğraşıyordu. Başını kaldırdığında Ömer'in telefonuna mesaj bildirimi geldi. Başımı eğip güldüm. Gözlerimi kömür karası gözlerine çevirdim. "Komutanım bir şey sormak isterseniz sorabilirsiniz. Arada aracı olmasına gerek yok." dedim. Gözlerim, gülmemek için zorlanan Okan'a kaydı. Tekrar Yiğit'e baktım. "Ne alakası var? Oyun oynuyordum ben." dedi. Gülümsedim sadece. Ömer'e döndüm. Sırıtıp önüne döndü. Albay, toplantı odasına girdiği gibi ayağa kalktık. Baş köşeye oturunca eliyle oturmamızı işaret etti. Eline kumandayı aldı. Karşımızdaki ekrana doğru tutup düğmesine bastı. İtin fotoğrafı çıkmıştı. Kaşlarımı çattım. Bakışlarımı başka tarafa çevirdim. "Rojhat." dedi Albay. Devam edeceği sırada sözü ben aldım. "Doğu'nun sözde sorumlusu. Kırk yaşında. Sekiz yıl önce sınırda birçok insanın ve..." Sustum. Derin bir nefes alıp verdim. "İki doktorumuzun şehit olmasına sebep olan fail. Yurt dışına kaçtığı için bir süredir kayıp. Yaklaşık sekiz yıldır." Bildiklerim bu kadar değildi ama anlatmam gereken her şeyi anlattığımı düşünüyorum. "Yeri tespit edildi. Bildiğiniz üzere Doktor Melek ve Doktor Turan Paşa'nın, oğlu ve gelini. Paşa için ama en önemlisi her şeyden önce bu vatanın evlatlarına zarar verdikleri için, Rojhat'ı alıp buraya getirmeniz gerekiyor." dedi Albay. Başımı masanın üstünden kaldıramıyordum. "Leşini büyük bir zevkle getireceğim size komutanım." dedi Ömer. Gülümsedim. İçten bir gülümsemeydi. Ömer'i çok sevdim. Albay'a baktım, gülümseyerek. "Paşa'nın kesin emri var. Canlı olarak gelecek." dedi Albay. "Artık nefes alması bile yasak olması gerekirken, canlı mı?" diye sordu Okan. Gülümsemem daha çok genişledi. Okan, adamımsın. "Paşa'nın bir bildiği vardır. Emir emirdir." dedi Yiğit. "Sen çok biliyorsun." Ömer ile aynı cümleyi kurunca birbirimize kısa bakışlar atıp sessizce gülmüştük. "Yiğit?" dedi Albay. "Emredin komutanım." dedi Yiğit. "Umay senin gözetimin altında. Bir sorun çıkartırsa, Umay'dan önce sen cezasını alırsın." dedi Albay. Göz devirdim. "Komutanım ben dünkü çocuk değilim." dedim. "Değilsin evet. Ama nedenini sen daha iyi bilirsin." dedi. Gözlerimi Albay'ın kahverengi gözlerine diktim. "Deden gibi bakma. Korkutuyorsun." dedi. Dayanamayıp güldüm. Beni bir kişiye de emanet etseniz, on kişiye de emanet etseniz; onun işini bitireceğim. "Anlaşıldı mı Yiğit?" dedi Albay. "Anlaşıldı komutanım." Başın yanacak. Üzgünüm. Albay bizi başbaşa bırakıp çıktı. Muhtemelen dedem ile konuşacak. Torunun benim timin psikolojisini bozdu şimdiden. Al onu buradan. Başımızı yakacak. Gibi cümleler kuracak. Albay ile çok iyi anlaşacağız gibi duruyor. "Gece orada oluruz. Rojhat'ı aldıktan sonra en yakın karakolda konaklayacağız. Paşa'dan dolayı iki ekip bize eşlik edecek. Onlarla sınırda bir araya geleceğiz. Kartal birinci ekip senin, Akrep ikinci ekip senin emrinde olacak. Ve Umay sen..." Bence Yiğit kendini boşuna yoruyor. Rojhat'ı gördüğüm gibi öldüreceğimden ne bir karakolda konaklamaya ne de başka ekiplere ihtiyaç var. Ama yine de benim sözde ne yapacağımı merak etmiyor değilim. "Evet ben?" dedim. "Sen benim yanımdan ayrılmayacaksın." dedi. Başımı aşağı yukarı salladım. En azından arkamdan değilde yanımdan dedi. Bu da bir şey. "Emredersiniz komutanım." Ve üzgünüm komutanım. "Neden Akrep?" dedim Ömer'e. "Kurşunlarım zehir gibidir." dedi, havalı havalı. Güldüm. "Göreceğiz." dedim. Kaş göz hareketi yapıp Yiğit'i işaret ettim. "Onun tim adı ne?" Gülümsedi. "Merak mı ettiniz?" dedi, imâlı bir ifadeyle. Göz devirdim. "Sen ve Okan'ın adını öğrendim. Başka kimse var mı? Kendi adımı mı sorsaydım?" dedim. Fısıldayarak konuşuyorduk. Yüzü asılmıştı. Dudaklarını aralayacağı sırada Albay tekrardan aramıza katıldı. Albay ile plan üzerinden çokça geçmiştik. Diğerlerini bilmem ama ben dağın taşın konumuna kadar ezberledim. Albay gözlerini gözlerime dikerek, "Umay?" dedi. "Emredin komutanım." dedim. "Rojhat'ı ne yapıyormuşuz?" diye sordu. Gülmemek için yanak içimi ısırdım. Ağzına sıçtıktan sonra bugüne kadar aldığı her nefesi boğazına diziyor, inim inim inleterek öteki dünyaya gönderiyormuşum. "Canlı olarak Paşa'ya teslim edeceğiz, komutanım." Tövbe tövbe. Yalan. "Size güveniyorum." dedi Albay. Senin sorunun o Albay'ım. Ben bana güven dediğimi hatırlamıyorum. Ben şimdiden söyleyeyim de. Benim bir suçum yok. 🐺 Soyunma odasında siyah kamuflajımı giyip mühimmat odasına girdim. Diğerleri çoktan hazırlanmıştı. Aynanın karşısına geçtim. Siyah rengine aşığım. Üniformama aşığım. İkisi bir araya gelince ve şu an üzerimde görünce çok hoşuma gitmişti. Aynadaki yansımadan beni izleyen Yiğit'e gözüm takıldı. Siyah en çok onun gözlerinde güzeldi. Ama yakışmış... Kendine gel Umay. Yapman gereken şeyi yaptıktan sonra Yiğit'i dikizlersin. Şu an sırası değil. Aynada göz göze gelince gözlerimi kaçırdım. Saçlarımı sıkıca ördüm. Çelik yeleğimin ceplerini doldurdum. Aslında tek bir kurşun da yeterdi. Formalite işte. Yüzümün her zerresini kapattıktan sonra kulaklığımı taktım. Beylik tabancamı bacağımdaki kılıfına yerleştirdim. Piyade silahını omuzuma aldım. Dolaptan siyah deri eldivenleri de elime geçirip tekrar aynanın karşısına geçtim. Çok güzel. "Çıkalım." dedi Yiğit. "Üçümüz ile beraber aynı anda mı çıkacaksın? Terbiyesiz. Ben seni reddediyorum." dedi Ömer. Ciddi mi diye yüzünü incelemek isterdim ama görünmediği için sadece güldüm. "Mal. Yürü hadi." dedi Okan. Yukarıya doğru çıkacağımız sırada telefonum çaldı. Cebimden çıkardım. Aramayı görünce gülümsedim. Fatih'im arıyordu. Doğduğumdan beri yanımdaydı. Baba gibi olmuştu bana. Eğitim sırasında acımasızdı. Ama bitince bebekmişim gibi davranırdı bana. Kendi elleriyle yemek yedirdiği bile olmuştu. Bir çocukları olmamıştı. Elimden geldiğince onlara o duyguyu tattırmaya çalışmıştım. Görüntülü arardı her zaman, şu an olduğu gibi. Moralim bozuk olunca sesimde gizleyebilirmişim ama gözlerim yalan söylemezmiş. Aramayı kabul ettim. "Kızım sensin değil mi?" "İnanmıyorum tanımadın mı beni? İnsan kızını tanımaz mı?" "Simsiyah çıktın karşıma. Üzerinde Umay mı yazıyor?" "Göz devirdim. Görünmediği için bil." "Operasyona değil mi?" "Evet." dedim. Timdekilere döndüm. "Siz aşağı inin ben hemen geleceğim." Bir şey demeden hızlıca yanımdan ayrıldılar. "Sonunda istediğim olacak." "Paşa ile konuştun mu?" "Hayır. Arasam bile açmaz. Birde ne diye emir vermiş haberin var mı? Canlı olarak alacakmışız." Kahkaha attım. Mutluluk belirten bir kahkaha değildi. "Ne yapmayı düşünüyorsun?" "Öldürmeyi ama acı çektirerek." "Ben bir asker yetiştirdiğimi düşünmüştüm. Ama sen acımasız bir kurt olmuşsun." "Şu an içinden kafasını parçala dediğine eminim. Ama dedem beni bir tek senin ikna edeceğini bildiğinden senden rica etti değil mi?" "Benim zeki kızım. Avukat hazır. Ben her daim yanındayım." Gülümsedim. Güldüm. "İyiki varsın. Seni çok seviyorum Fatih'im." "Bende seni çok seviyorum kızım." El sallayıp telefonu kapattım. Sessize aldım ve cebime attım. Çıkışa doğru ilerledim. Albay gelmişti. "Özür dilerim komutanım." dedim. "Haberim var." dedi. Benim yanımda olduğundan da haberiniz var mı acaba? Allah'tan dedeme uzak bir yerde Fatih'im. Albay bininci kez uyarılarını yaptı. Bakışları benim üzerimdeydi. "Umay, Paşa'yı aklından çıkarma." Bin birinci oldu. "Emredersiniz komutanım." dedim. "Sağ salim gidin, gelin." dedi Albay. Helikoptere yöneldik. Önce Yiğit girdi. Bana doğru dönüp elini uzattı. Tututundum. Desteğini aldım hem fiziksel hem ruhsal açıdan. Nedenini bilmiyorum ama ihtiyacım vardı. Yiğit ile yan yana oturduk. Okan ile Ömer de karşımıza oturmuştu. Helikopter havalanınca heyecanlanmıştım. Heyecanlanınca acıktım. "Neden her yerimiz kapalı? Böyle bir şey yiyemeyiz." dedim. "Nazar olmayalım diye elimize kadar kapattırıyorlar." dedi Ömer. Gülmeye başladım. "Aslında haklı olabilirsin. Ama ben acıktım. Fazladan yemeği olan var mı?" dedim. Yiğit başını bana çevirmişti. "Sustum." Görünmeyen dudaklarıma hayali bir fermuar çektim. "Kebap olsaymış iyi olurmuş." dedi Ömer. Ağzım sulanmıştı. "Sus sus. Daha çok acıkıyorum." dedim. "Komutanım bir şey soracağım ama çekiniyorum." dedi Ömer. "Rahat ol bana karşı." dedim. "Ayran ve çikolata denediniz mi?" diye sordu. "İyice saçmaladın. Yok artık." dedi Okan. Ömer'e doğru biraz eğildim. "Sende mi denedin?" dedim. "Sende mi derken?" dedi Yiğit. Gülümsedim ama görmedi. "Lütfen yapmadığını söyle." diye devam etti. Kıkırdadım. "İyi kafa yapıyor. Denedim... birçok kez, çikolata ve ayranı." dedim. Yiğit elini alnına koyup başını eğmişti. Okan ve Ömer de gülüyordu. "Ne oldu? Anlamam gereken ne var?" dedim. "Yok komutanım. Yiğit Üsteğmen sevmiyor da ayran ve çikolatayı." dedi Okan. "Ağzınızın tadı yok sizin komutanım." dedim. "Bence siz midesizsiniz." dedi Yiğit. Omuz silktim. Ayağımı Ömer'e uzattım. Kendi ayağını uzatıp tokuşturdu. "Helikopter aşağı mı inecek? Biz mi atlayacağız? Biz atlayalım mı?" dedim. "Helikopter inecek." dedi Yiğit. "Atlamak daha güzel." dedim. "Maalesef." dedi Yiğit. "Eğitimdeyken paraşütsüz atlamıştım. Komutanım bana bir ay ceza vermişti." dedim, gülerek. "Manyak mısın?" dedi Yiğit. "Belki." "Yere nasıl indiniz?" diye sordu Okan. "Kadir vardı. Arkadaşım. Havada beni yakaladı. Onun paraşütüyle indik." dedim. "Başımıza belâ mı aldık?" dedi Yiğit. "Olabilir." dedim. "Komutanım operasyondan sonra yemeğe gidelim." dedi Ömer. "Sen iddiayı kaybettiğin için zaten yemeğe götüreceksin." dedim. "Beni de." dedi Okan. "Fakirim ben az yiyin olur mu?" dedi Ömer. "Yiğit Üsteğmen de gelsin. Seni sömürelim." dedim. "Fakirim. Cüzdanım bomboş. Sinekler uçuyor." dedi Ömer. Güldüm. 🐺 "Yeter ama ya!" Gösterdiğim ani çıkıştan dolayı Yiğit bana dönmüştü. Hava çoktan kararmıştı. Yeni helikopterden inmiştik. Ve bu saate kadar Yiğit, dakika başı yanımdan ayrılma diyerek başımın etini yemişti. "Tamam. Anladım. Yanından ayrılmayacağım. Halat yok mu? Beni kendine bağla. Ben de kurtulayım sen de kurtul." "Bende halat var." dedi Ömer. Göz devirmekle yetindim. "Bizi bekliyorlar. Gidelim." dedi Yiğit. İlerleyince yanında durdum. Kolumu koluna yapıştırdım. "Bu kadar yakınlık iyi mi? Yoksa içine gireyim mi?" dedim. "Umay!" dedi. Kıkırdadım. Ayak ucumda yükselip omuzumla omuzuna vurdum hafifçe. Önüne geçtim. Diğer ekiplere başımla selam verip Yiğit'in bir adım gerisinde durdum. Yiğit bir süre açıklamalar yaptı. Dinlemeyi tercih etmedim. Gökyüzünü izledim. Güneş yerini Hilâl'e devretmişti. Lütfen bu operasyonda çabucak bitsin. Artık tahammül edemiyorum. 🐺 Yiğit'in elindeki dürbünü aldım. Etrafa göz gezdirip tekrar verdim. "Bir terslik var." dedim. Teröristlerin inine gelmiştik. Ama etraf oldukça sessizdi. "Bana da öyle geldi." dedi Yiğit. Telsizi eline aldı. "Rojhat'ı gören var mı?" diye sordu. Kimseden olumlu bir cevap gelmemişti. Yumruklarımı sıktım. "Neyi bekliyoruz komutanım?" dedim. "Sen önce sakin ol." dedi. "Sakinim ben. Hangi deliğe girmişse gidip çıkaralım." dedim. "Akrep, siz girin. Kartal, giriş çıkışlar sende." dedi Yiğit. Ayağa kalktı. "Biz de inelim." Başımı aşağı yukarı sallayıp ayaklandım. Çatışma başlamıştı. Arkaya doğru biri kaçıyordu. Karanlıkta yüzünü seçebildiğim kadarıyla Rojhat'ın itiydi. Yiğit'e baktım. O zaten bana bakıyordu. "Git. Ne olduğunu bilmiyorum ama senin için çok önemli olduğunu hissediyorum. Dikkat et. Diğerlerine bakıp arkadan geleceğim." dedi. "Teşekkür ederim." Diğer tarafa koştum. Kayanın arkasına gizlenmiştim. Bana gelmesini bekliyordum. Adım sesleri yaklaşınca gizlendiğim yerden çıktım. Karşımda üç kişi vardı. Beni farkettikleri gibi silahlarını bana doğru çevirdiler. "Canının bağışlanmasını istiyorsan çekil önümüzden." dedi Rojhat'ın iti, Agit. Beylik silahımı çıkarıp arkasındaki köpekleri etkisiz hale getirdim. "Sana tek bir şey soracağım." dedim. Geri geri yürüyordu. Ayağının dibine sıkınca durmuştu. "Rojhat nerede?" "Bil...bilmiyorum." Zaman geçtikçe geriliyordum. Tam karşısına geçtim. "Bana bak Allah'ıma kitabıma seni doğduğuna, nefes aldığına pişman ederim. Bana yerini söyle." dedim. "Telefon geldi. Yerinin öğrenildiğini söyledi biri. Kaçtı. Ben bilmiyorum." dedi. Silahın kabzasını vurdum sertçe yüzüne. Dengesini koruyamayıp yere düştü. Kulaklığıma basılı tutup konuştum. "Rojhat kaçmış. Köpeği, Agit elimde." dedim. Yakasından tutup kaldırdım. "Bana ne yapacaksın?" dedi, bağırarak. "Ölmeden cehennemi yaşatacağım; sanada, şerefsiz sahibinede." 🐺 Agit pisliğini Kobra'ya atıp time katılmıştım. Sağ kimse kalmamıştı. Askerler etrafı kontrol ederken ben Yiğit'in yanına doğru yürüdüm. "Komutanım?" dedim. "Söyle Umay." dedi. "Telsizi alabilir miyim?" dedim. Cebindeki telsizi çıkarıp sorgulamadan bana verdi. Frekansları girip konuşma düğmesine bastım. "Fatih Albay. Beni duyuyor musun?" Gecikmeden cevap geldi. "İyi misiniz Umay?" dedi. "Değilim! Şerefsiz kaçmış. Bu operasyonu bilen kişi sayısı azdı. Kim uçurmuş? Bana onu bulun. Sadece bulun." "Sen sakin ol. Sabah burada olun konuşacağız." "Sakin falan olamam ben. Şerefsizin iti elimde. Onu konuşturacağım. Rojhat'ı bulmadan da gelmeyeceğim. Bir gün, bir hafta, isterse bir yıl olsun ama ben onu bulmadan gelmeyeceğim." "Umay telsizi komutanına ver." Telsizi arkamda bekleyen Yiğit'e verdim. Onu orada bırakıp yukarıya doğru tırmanmaya başladım. Sabrımın da bir sonu var. Kobra'nın kapısını açtım. Elindeki bezle yüzündeki kanları siliyordu. Silahımı bornumdan geçirdim. Kapıyı tutup arkaya bindim. Karşısına geçtim. Başını yukarı kaldırmıştı. "Rojhat nerede?" dedim, sakin bir şekilde. Bu durumda nasıl sakin olunursa tabi? "Bilmediğimi söyledim. Ben onun için sıradan biriyim. Bana neden söylesin?" dedi. Kıyafetinden tutup kaldırdım. "Sıradan?" dedim, alayla. "Evet." dedi. Yere doğru attım. "Agit kod adlı Serkan. Evlisin iki çocuğun var. Ama çocuğun ikisi de Rojhat'tan. Çünkü sen, karını sahibine satacak kadar şerefsiz bir insansın. Ama ondan önce sen zaten şerefsizsin. Abinin eşiyle evlenmişsin, abin ölünce. Yirmi yıldır tek güvendiği adamı sensin. Neden? Çünkü onun hayatını kurtardın. O da seni iti yaparak ödüllendirdi. Yıllardır beraber şerefsizlik yapıyorsunuz. Beş sene önce ölüm tehlikesi geçirmişsin. Rojhat seni kurtarmış. Ve birçok kez de tekrarlamış. Sahibine sadık bir köpeksin. Yerini biliyorsun. Bana da söyleyeceksin." Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. "Unutmadan söyleyeyim. Babanı ve anneni Rojhat öldürdü. Seni yaralayan da. Ona muhtaç olmanı istediği için seni başkaları vurdu gösterip kahramanlık yapıyor. Beş sene önce... Bahsettim ya. Seni vuran kişiyi, sen iyileştikten sonra kendi ellerinle vurdun değil mi?" dedim. Başını aşağı yukarı salladı. "Başında çuval vardı. Kim olduğunu görmedin. Hiç merak ettin mi?" diye devam ettim. Şoka girdiğinden bir cevap vermemişti. "Abindi. Nasıl öldüğünü sorgulamadın mı?" Oturdum. Gözlerini bir an olsun üzerimden çekmiyordu. "Yıllar önceden bahsedeceğim. Köyün en güzel kızını seviyormuşsun. Onun da sende gönlü varmış. Ama senin bir mesleğin olmadığından kızı sana vermemişler. Abin de aynı kızı seviyormuş. Aslında üzücü bir olay biliyor musun? Abin çalışmış ve bir mesleği olmuş. Evlenmiş. Yıllar sonra da abini önüne ölü diye koymuşlar. Muhtemelen asker öldürdü demişlerdir. Ama sen öldürmüştün. Bunu bilmemekle beraber abinin ölmesine bile üzülmedin çünkü eşi ile evlenecektin. Evlendin. Ama sevdiğin kadını... Neyse. Kısaca şerefsizsin. Rojhat'ı da melek bilme. Donuna kadar her şeyini biliyorum. Bana onun yerini söyleyeceksin." Bir süre boş boş baktı ve ardından güldü. "Benim sana inanacağımı mı düşünüyorsun?" dedi. "Düşünmüyorum. Çünkü inandın." dedim. Gülen yüzü solmuştu. "Ben bir şey bilmiyorum." dedi. Elimi sertçe kapıya vurdum. Doğrulup Agit'in başına geçtim. "Yalan söyleme." dedim. Karnına tekme attım. "Konuşacaksın." Yüzüne vurunca postalla diğer tarafa savrulmuştu. Arkamdan biri elimden tutup çekti. "Umay! Ne yapıyorsun sen?" dedi Yiğit. Bir ekip gitmişti. Diğerleri de gitmek için hazırlanıyordu ama dikkatleri benim üzerimdeydi. "Bir şey yapmadım. Postalıma kafa attı. Salak galiba. Postala kafa mı atılır?" dedim. Yiğit hariç herkes gülüyordu. Yiğit'in yüzünü göremediğimden ne tepki verdiğini anlayamıyorum. "Karakola gideceğiz. Yarın gece Şırnak'a dönüyoruz." dedi Yiğit. "Rojhat'ı bulmadık. Biz onun için geldik. Almadan gidemeyiz." dedim. "Fatih Albay'ın emri." dedi. "Konuşturacağım içerdekini. O pisliği de bulacağız." dedim. "Umay karşında komutanın olduğunu unutma. Ben bir şey söylediysem ona uyacaksın." dedi. Sustum. "Bozkurt Timi! Araç bin!" 🐺 Geçen yıllar. Önüme sürekli çıkan engeller. Zaman aktıkça ben daralıyordum. Başımdaki kaskı ve yüzümü kaplayan her şeyi çıkardım. Sıkıntıya girmiştim. Sağ dizimi oynatıyordum sürekli. Ya da kendisi titriyordu. Şu an hiçbir şeyden emin değilim. Bizim tim bensiz Agit'in olduğu araça binmişlerdi. Ben de diğer ekibin olduğu araçtaydım. Sessizdiler. Aslında bir saat önce bana soru sorduklarından ve ben onları terledikten sonra sessizliğe gömülmüştüler. İyi misiniz diye soru sordular. Ne saçma soru. İyi misinizmiş. Çok iyiyim. O kadar iyiyim ki havalara uçacağım. Saç örgümü açtım. Çünkü başıma ağrılar girmişti. Araçtakilerin gözleri de benim üzerimdeydi. Yeşil gözlerimi, normalde yeşil ama şu an hangi renk bilemiyorum, hepsinin tek tek üzerinde gezdirdim. "Ne diyeceksiniz?" dedim. Önlerine döndüler. Mataramı çıkardım. Cebimden ağrı kesiciyi de alıp içtim. Kalan suyuda başımdan aşağı döktüm. İliklerime kadar soğuğu hissetmek istiyordum. Dağ başında olduğumuzdan hava soğuktu. Islandığım için daha çok hissedecektim. Ejder durunca askerler indi. Arkalarından da ben indim. Kobra'ya ilerledim. Agit'i indirdiler ama hâlâ baygındı. "Niye ayılmamış?" dedim. "Sen neden ıslanmışsın?" Soruma soru ile cevap vermişti Yiğit. "Önce ben sordum." dedim. "Nasıl kafa attıysa postalına bilinci yerine gelmedi." dedi. Saçlarımı geriye attım. Bana bakmaya devam ediyordu. "Ne?" dedim. "Yüzün görünmüyor. Ne demek istediğini anlamıyorum." diye devam ettim. "Saçların?" dedi sorar gibi. "Ne olmuş saçlarıma? Kıvırcık güzel değil mi?" dedim. Sesli bir nefes alıp verdi. "Ömrümü yedin bugün." dedi. "Afiyet olsun." dedim. 🐺 Karakolda bize ayrılan odalara girdik. Ben yalnız başıma bir odada, diğerleri bir arada karşımdaki odadada konaklayacaklardı. Üzerimdeki ağırlıklardan kurtuldum. Askeri yarım kol tişört ile bahçeye çıktım. Saçlarım kurumuş değildi ve hava buz gibiydi. Şu an aklıma ihtiyacım var. Soğuk hava duygularımı dondurabilir miydi? Başımı gökyüzüne çevirdim. Hilâl ve yıldız yan yanaydı. O kadar güzel bir bayrağa sahiptik ki. Her ayrıntısı çok özeldi. Başımı biraz eğip bayrağıma baktım. Ben en çok sana aşığım. "Hasta olacaksın." Omuzumun üzerinden Yiğit'e baktım. "Üşümüyorum." dedim. "Neden insan değil misin?" dedi. "Bordo bereliyiz biz. Her şeye dayanıklıyız." dedim. Biraz ileride bulunan taşın üzerine oturdu. Ben de yanına oturdum. "Evet bordo bereliyiz. Ve yine evet her şeye dayanıklıyız ama her şeyden önce biz insanız. Birçok eğitim aldık ama bu bizi insan olmaktan çıkarmaz." dedi. Omuz silktim. "Bazen insan olduğumu unutuyorum. Ama böyle olması gerekmez mi? Bordo bereliler üşümez. Ağlamaz. Gülmez. Sevmez. Her şeyi bilmek zorundadırlar. Evlenip yuva kurabiler mi?" "Yemek yedin mi sen?" dedi, benim söylediklerimi es geçerek. Ama öyleydi. Herkesin bordo berelilere yapıştırdığı etiketlerdi. "Aç değilim." dedim. Yiğit elini sırtıma koydu. Başımı yüzüne çevirdim. "İçine atma. Anlatmak istersen seni dinlerim." dedi. Geri çekildim. Ayağa kalktım. "Anlatacak bir şey yok. Ben uyuyacağım. İyi geceler, komutanım." dedim. Yiğit'i arkamda bırakıp karakola girdim. Odamın kapısını kapattıktan on dakika sonra karşı odanın kapısı açılıp kapanmıştı. Yatağımın içinde boş boş etrafı inceledim. Çok küçük olmasa da küçük bir odaydı. Bir yatak, bir dolap, masa ve sandalye vardı. Hareket edilecek yer kısıtlıydı. Kaç metre kare olduğunu ölçmek istemiştim ama başarılı olamamıştım. Dolabın boyu da benimle neredeyse aynıydı. Çalışma masasının genişliğini beğenmemiştim. Ve sandalye çok rahatsız ediciydi. Yatağın üzerindeki yorgan ve örtüler yaklaşık bir saat önce yenilenmiş. Temiz oldukları görülüyor. Kokusu da destekliyor. Biraz daha odada kalırsam yerdeki fayansların tarihçesini çıkaracağım. Kapı kolunu sessizce çevirip ve bir o kadar sessiz adımlarla bahçeye çıktım. Soğuk hava bedenime dokunduğu gibi yaşadığımı hissettim. Sırtımı direğe yaslayıp taşında oturdum. Gökyüzünü izlerken nöbetçi asker yanıma geldi. "Komutanım bir şey mi istediniz?" dedi. "İçerisi sıktı beni. Hava almaya çıktım." dedim. "Hava soğuk. Üzerinize bir şey getirmemi ister misiniz?" dedi. "Kendine geldi mi?" dedim, söylediklerini takmayarak. "Hayır, komutanım." dedi. "Çay içer misiniz?" diye devam etti. Kaşlarımı çatıp yüzüne baktım. "İyi geceler, komutanım." deyip gitti. 🐺 İki nöbetçi değişti. Gözetleme kulesindeki fener yüz kırk dört defa önümden geçti. Ben hâlâ aynı yerimdeydim. Gün yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. Gelen geçen bana bakıyordu. Ayaklandım. Arkamı silkeledim. Nöbetçi askere doğru ilerledim. "Sizin prangalar ne tarafta?" dedim. "Komutanım sizin oraya girmeniz yasak." dedi. "Gireceğim demedim. Sadece nerede olduğunu sordum." dedim. "Kusura bakmayın komutanım söyleyemem." dedi. Bir kaşımı kaldırıp yüzüne baktım. Bir adım attım ileriye. Bir adım geriledi. "Bin dönümlük arazideyeymişiz gibi havalara girme. İki tur atsam bulurum. Neyin havasına giriyorsun?" "Komutanım?!" Nöbetçi askere ters ters bakıp arkama döndüm. Ömer hızlı adımlarla bana doğru geliyordu. "Efendim." dedim. "Ne zaman uyandınız? Kahvaltı öncesi kahve içer misiniz?" dedi. Hiç uyumadım ki uyanayım. "Agit ile konuşacağım." dedim. Konuşacağı sırada elimi kaldırıp susturdum. Bacağımdaki silahı çıkardım. Ömer'in sağ elini tutup avucuna bıraktım. "Sende kalsın benim işim var. Üsteğmen'e haber verirsen bozuşuruz." Arkamı dönüp nöbetçi askere baktım. "Seninle işimiz bitmedi. Gözüm üstünde." Karakolun arkasına gittim. Düşündüğüm gibi buradaydı. Kapıda da üç asker vardı. "Günaydın." dedim, gülümseyerek. "Sağol!" dediler. "Ben içeriye gireceğim." dedim. "Girmeniz yasak, komutanım." dedi asker. "Yasak olduğundan bir tek benim mi haberim yok?" dedim sinirle. Sakin ol, Umay. Gireceksin. Sakin. Askerlerin arasından geçip kapının kolunu tuttum. Omuzumun üzerinden bakıp, "ben girmedim, siz görmediniz." dedim. Demir kapıyı iterek açtım. Beni gören asker ayağa kalkmıştı. Prangaların ardına baktım. En sondakinin karşısına geçtiğimde Agit ile göz göze geldik. Su içiyordu. Yüzümü buruşturdum. "Senin yüzüne ne oldu? İğrenç görünüyorsun." dedim. Görevli askere döndüm. "İkincisini söylemeyeceğim. Kapıyı aç." Masanın üzerinden anahtarları aldı ve kilidi açtı. Gülümsedim. "Sevdim seni. Aferin. Şimdi dışarı çık." Demir parmaklıklara, parmaklarımı sürterek içine girdim. Agit geriye kaydı. Yanına oturdum. "Dünden beri uyuyorsun. Yemek yemiş olmalısın. Dinlendin, hemde fazlasıyla." dedim. Başımı sola çevirdim. Çekinerek olsa da bana bakıyordu. "Bende uyumak istiyorum. Dinlenmek istiyorum. Yemek yemek istiyorum." Ağlamak istiyorum. Ben nefes almak istiyorum. Kısa bir es verip devam ettim. "Konuşsan da konuşmasan da Rojhat'ı bulacağım. Konuşmamak sana zarar verir. Eğer bugün Şırnak'a dönersek, sen konuşmadığın için. Senin anandan emdiğin sütü başka yerinden getiririm. Her türlü müebbet hapis cezası alacaksın. Konuşmadığın takdirde her gün yanına gelir kıyameti yaşatırım sana." "Konuşursam ne olacak?" dedi. Sesi kısık çıkmıştı. Gülümsedim. "Sana dokunmam. Kimsenin de dokunmasına izin vermem. Cezan hafifler." dedim. Müebbet'ten beş yüz yıla iner. "Tamam. Bildiğim her şeyi anlatacağım. Gerekli gereksiz her şeyi." 🐺 Agit konuşmaya başlamadan ses kayıt cihazı almıştım. Yiğit kendi gelmeyip Okan'ı göndermişti. Bir sorun olmadığını gören Okan, bizi yalnız bırakmıştı. Bir saatlik sorgudan sonra ses kaydını kapatıp ayağa kalktım. Yerini söylemişti. Tabi ne kadar doğru kendim öğrenecektim. Demir kapıyı açıp dışarı çıktım. Karşımda Yiğit'i görmeyi beklemiyordum. Ellerini arkasında bağlamış bana bakıyordu. Elimdeki kayıt cihazını salladım. "Konuştu." dedim. "Söz dinlemeyeceksin değil mi?" dedi. "Bu iş bitsin sözünü dinleyeceğim. Kıpırdama desen kıpırdamayacağım. Ama yeterki bu iş bitsin." dedim. Pek inandırıcı gelmedi ama neyse. "Okan!" dedi Yiğit, hâlâ gözleri bendeyken. "Emredin komutanım." dedi Okan. "Albay'ı bağlayın geliyorum. Bu işi bitirmeden dönmeyeceğiz." dedi Yiğit. Gülümsedim. Teşekkür eder gibi gülümsedim. Ömer yanıma geldi. "Komutanım emanetiniz." diyerek silahımı uzattı. "Sağol Akrep." dedim. Silahımın her yerine göz gezdirdikten sonra namlusunu üfledim. Tekrar kılıfına koydum. "Hayırdır? Birini mi vuracaksın?" dedi Yiğit. "Vurulan vuruldu." 🐺 En sevdiğim renk bugüne kadar... Bir önemi yok. Benim artık en sevdiğim renk karşımdaki gözlerin rengiydi. Gözlerimi zorlukla gözlerinden çekip elindeki meyve suyuna baktım. Gülümseyerek aldım. "Teşekkür ederim." dedim. "Bir şeyler yemelisin." dedi Yiğit. "Aç değilim. Gece bir şeyler atıştırdım." Yalan. Allah'ım bu aralar çok yalan söylüyorum. Affet. "Kaç gecedir burada sabahlıyormuşsun." dedi. "Kim söyledi?" dedim. "Askerlerin ödü kopuyor senden. Kimse söylemedi. Ben gördüm." dedi. Omuz silktim. Meyve suyunun pipetini takıp içtim tek nefeste. "Duvarlar üstüme üstüme geliyor. Burası güzel." dedim ve hapşırdım. "Sağlıklı yaşa." dedi. "Hep beraber." dedim. "Şimdi geç içeri ısın. Akşam olmadan çıkacağız." dedi. "Hava alıyorum." dedim ve yine hapşırdım. "Sağlıklı yaşa." dedi. "Üsteğmen Umay Yücesoy! Marş marş!" Agit'in ifadesini vermesinden otuz altı saat geçmişti. Araştırmak için burada ekipman fazla yoktu ama Ankara'nın yardımı ile Rojhat'ın yerini tespit etmiştik. Akşama doğru yeni bir operasyona çıkacaktık. Geçen otuz altı saatte toplasam dört veya beş saat uyumuşumdur. Hiçbir şey yiyememiştim. Arada sırada kahve ve Yiğit'in ikram ettiği portakal suyu ile ayaktaydım. Kısa ve ince tişört ile üç gece sabahladığımdan biraz soğuk almış olabilirim. Kantine girdim. Yiğit'te arkamdaydı. Isıtıcının yanına oturdum. Yiğit karşıma oturdu. "Çikolata ısmarlasanıza komutanım. Agit'i konuşturdum. Ödül yok mu?" dedim. O sırada Okan ve Ömer girdi, kantine. "Çay ile çikolata alıp öyle gelin." dedi Yiğit. "Komutanım istediğiniz çikolata var mı?" dedi Ömer. "Çocuklarım arasında ayrımcılık yapmam. Hepsinden bir tane al. Yiğit Üsteğmen'in hesabına yazın." dedim. Yiğit'e bakıp gülümsedim. "Çabuk çözüldü." dedi. "Psikolojik baskı yaptığım için olabilir. Az biraz da tehdit." dedim. "Rojhat'a ne yapacaksın?" diye sordu. Yüzüm asılmıştı. Masayı incelemeye koyuldum. "Albay anlatmadı mı?" dedim. Tekrardan gözlerine baktım. "Bizim Albay ile konuştum. Fatih Albay ve Paşa ile de konuştum. Söyledikleri tek şey 'Rojhat'ı Umay'dan uzak tut' oldu." dedi. Dudağımın sol tarafı yukarıya doğru kıvrıldı. Okan ve Ömer gelince Yiğit daha fazla üstüme gelmedi. Çayıma üç şeker atıp karıştırmaya başladım. Ellerimi bardağın ince beline sardım. Galiba üşüyorum. Çayımın yarısını içip masaya bıraktım. Ellerimi bacaklarımın altına koydum. Art arda iki defa hapşırdım. "Çok yaşayın, komutanım." dedi Ömer. "Hep beraber." dedim. Yine hapşırdım. "Çok yaşayın." dedi Okan. "Hep birlikte." dedim, burnumu çekerek. Tekrar hapşırdım. Yeter ama. "Çok yaşayın." dedi Ömer. "Allah razı olsun." dediğim gibi üç defa üst üste hapşırdım. "Komutanım ölümsüz olmaya mı çalışıyorsunuz?" dedi Ömer. Güldüm. Hem gülüp hem hapşırıyordum. Yiğit'in önüme koyduğu ilaca ve suya baktım. "Nerden çıktı?" dedim. "İç sonra da biraz dinlen. Bu şekilde operasyona çikamazsın." dedi. Hızlıca hapı yutup suyu içtim. "İyiyim ben." dedim. Kaşlarını çattı sadece. Elini uzatıp alnıma dokundu. "Ateşin yok. Ama yine de dikkat et. Git üzerini giyin. Dinlen." dedi. "Emredersiniz komutanım." 🐺 Operasyon için tüm hazırlıklarımızı yapmıştık. Ejder'in içinde diğerlerinin gelmesini bekliyordum. Ve titriyordum. Umarım heyecandan titriyorumdur. Başıma sadece siyah bandana takmıştım. Aksi takdirde nefes alamazdım. Önce Okan ve Ömer bindi. "Komutanım nasıl oldunuz?" dedi Okan. "İyi." dedim. Ama titriyordum. İki dakika sonra Yiğit'te binince harekete geçtik. Operasyon hakkında konuşuyorlardı. Mümkün oldukça konuşmuyordum. Sesim de titreyebilirdi. Ben nasıl hasta oldum? Aklımı kullanmak isterken beynimi kaybettim. "Umay?" dedi Yiğit. Yüzüne baktım. "İyi misin?" dedi. "Evet." dedim. Elini alnıma dokundurmak isterken kendimi geri çektim. "Mesafemizi koruyalım. Herkesin içinde olmaz. Ayıp." dedim, alâkasız bir şekilde. Ömer gülmüştü. "Ateşin olup olmadığını kontrol edecektim." dedi. "Tabi tabi. Sonra elinin doğru sonuç vermediğini düşünüp dudaklarını alnıma bastıracaktın değil mi? Belki de oradan-" Yiğit eliyle ağzımı kapatarak beni susturmuştu. Okan ve Ömer alttan alttan gülüyorlardı. "Ne saçmalıyorsun?" dedi Yiğit. Gözlerimle elini işaret edip göz kırptım. Hızlıca elini çekip biraz uzaklaştı. Dayanamayıp kahkaha attım. Ne dediğimi ben de bilmiyorum ama komik. Birkaç saatlik yolculuğun ardından durmuştuk. Sadece iki ev bulunan bir araziye gelmiştik. Etrafta çok sayıda terörist vardı. Yiğit askerleri görev yerlerine dağıtırken ben Rojhat'ın hangi evde olacağını düşünüyordum. Cebimden tek gözlü dürbünü çıkardım. Sağdaki evi inceledim. Karanlıktı. Hareketlenme yoktu. İçinde birileri varsa da uyuyor olmalılar. Sol taraftaki eve baktım. Bakmaya devam ederken dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı. Oradaydı. Buldum. "Umay iyi olduğuna emin misin?" dedi Yiğit. "Evet. Ben burada bekleyebilirim. " dedim. Kaşlarını çatıp yüzüme baktı. "Buradan ayrılma. Bir hareketlenme olursa haber verirsin." dedi. "Emredersiniz komutanım." dedim. İki askeri benimle beraber bırakıp gitti. On dakika geçince askerle döndüm. Kulaklığımı kapattım. "Yiğit Üsteğmen beni çağırıyor. Burası size emanet. Bir hareketlik olursa haber verin." dedim. "Emredersiniz komutanım." dediler. Nefesler alıp alıp verdim. Allah'ım ne olur artık geciktirme. Sen bana yardım et. Kulaklığı aktif hale getirip mikrofon kısmını kapattım ve aşağı inmeye başladım. Çatışma başlamıştı. Hem eve doğru ilerliyordum hem de teröristleri vuruyordum. Stres atmak için iyi oldu. Yiğit neredeydi bilmiyorum. Umarım beni görmez çünkü engel olur. Yapmak istemediğim şeyler yapmak istemem. "Dur!" Omuzumun üzerinden seslenen kişiye baktım. "Bana dön!" dedi. Vücudumun yarısını döndürdüm. "Merhaba. Ben birine bakıp çıkacaktım. Fazlalık sevmem." dedim. Tam alnın ortasından vurup yoluma devam ettim. Evin arkasına doğru ilerledim. Tek katlı müstakil bir evdi. Çıkmadığı sürece bir sorun olmayacaktı. Karanlık olan bir odanın önünde durdum. Penceresini ittiğim gibi açılmıştı. Köşelere tutunup pencereden eve girdim. Pencereyi tekrar kapattım. "Beni buradan çıkarın. Gerekirse kendinizi kurşunların önüne atın ama beni buradan götürün." Rojhat'ın sesi olmalıydı. Odadan çıktığımda iki teröristle karşılaştım. İkisini de etkisiz hale getirdim. Hızlıca diğer odaya girdim. Kapı pervazına yaslanıp odadikilerine baktım. Rojhat ile beraber üç kişi vardı. Gülümsedim. "Selam!" dedim ve hapşırdım. Cebimden çıkardığım peçeteyle burnumu silip onlara bakmaya devam ettim. "Kusura bakmayın biraz hastayım da. Ama işte hastalıkta sağlıkta bu mesleğe gönül verince yapacak bir şey kalmıyor." Silahlarını bana doğulttular. Rojhat'ın gözlerine gözlerimi diktim. "Sen köşeye geç. Vurulmanı istemem." dedim. Söylediğimi yapmıştı. "Silahını yere bırak." dedi teröristlerden biri. Bir kaşımı kaldırıp baktım. Arkamı döndüm. Başka bir terörist vardı. Beylik silahımı çıkarıp kafasına sıktım. "Ölmek istemeyen silahını bırakıp teslim olsun." dedim. Hapşırınca sendelemiştim. Böyle de ciddi olunmuyor ki. Gözlerim sulanmıştı. "Uğraşamayacağım." deyip iki teröristi de vurdum. Rojhat silahını, yeni akıl etmiş gibi, bana doğrulttu. Burnumu çektim. Elimin tersiyle gözlerimde biriken yaşları sildim. "Kimsin?" dedi. "Kim olmamı istersin? Ecelin? Cehennemin?" dedim. Ellerinin titremesine rağmen tetiğe bastı. Kurşun kolumun yanından geçip kapıya saplandı. Göz devirdim. Rojhat'ın silah olan eline sıktım. "Bir dahaki sefere ellerin titremesin, mal." Diğer elinden bavul çanta düştü, ayaklarının önüne. "Ne var onun içinde?" dedim. "Belgeler. Al hepsi senin olsun. Beni bırak!" dedi. Bavul çantayı elime alıp kafasına vurdum. "Seninle özel olarak ilgileneceğim." dedim. 🐺 Rojhat acıyla kıvranırken ben karşısında oturuyordum. Yiğit birkaç defa bana seslendiğinde kulaklığı kapatmıştım. Yedek şarjördeki kurşunların içini boşaltıyordum. "Ne istiyorsun benden?" dedi. "Acı çekmeni." dedim. Dokuzuncu kurşunun içindeki barutu da kapıya kadar döktüm. Son kurşun için uğraşırken sert bir şekilde kapı açıldı. Yiğit, Okan ve Ömer girmişti. Elimi kaldırıp selam verdim. Yiğit hızlı adımlarla yanıma geldi. "Ne yapıyorsun sen, Umay?" dedi, yüksek sesle. "Ya sana bir şey olsaydı? Amacın ne?" diye devam etti. Ömer, Rojhat'a doğru ilerlerken, "sakın! Dokunma ona." dedim. "Alın. Gidiyoruz." dedi Yiğit. "Hayır!" dedim. "Benim işim bitmedi." diye devam ettim. Yiğit kolumdan tutup çekiştirmeye başladı. "Gidiyoruz Umay." dedi. "Hayır." dedim. "Onu öldürmeden bir yere gitmeyeceğim. Ben sekiz yıl boyunca bugünü bekledim. Bana karışamazsınız." dedim. Rojhat'ın gülüşü evi sarmıştı. Bakışlarımı ona çevirdim. Yüzünde sinsi bir gülüş vardı. "Bende seni kime benzetiyorum diye düşünüyordum. Sen o kızıl doktorun kızı olmalısın. Babana değil ama annene yazık oldu. Güzel kadındı." Kan beynime sıçramıştı. Yiğit her iki kolumu da sıkıca kavradı. "Umay sakin ol. Gidelim. Paşa ilgilenecek onunla." dedi. Gözlerimi gözlerine çevirdim. "Bırak beni." dedim, sakince. "Seni de annenin yanına göndermemi ister misin?" dedi, sırıtarak. "Kes lan sesini! Ben seni başka yere göndermiyeyim." dedi Ömer, yüzüne yumruk atarak. Kollarımı çekmeye çalıştım ama başarılı olamadım. "Bırak." dedim, bir kez daha. "Şu an kendinde değilsin. Sakin ol!" dedi. Kahkaha attım. "Bana sakin ol deyip durmayın." Kollarımı sertçe çekip yüzüne yumruk attım. Geriye sendeleyince bacağımdaki silahı çıkarıp Rojhat'ın bacak arasına sıktım. Ağzından çığlık koptu. "Kapıdaki çantayı alıp dışarı çıkın." dedim. "Komutanım-" Okan'ın devam etmesine müsaade etmedim. "Dışarı... çıkın!" Yiğit'e bakamıyordum. "Umay, sen dışarı çık!" dedi Yiğit. "Lütfen." dedim. "Annem ve babamı şehit etti o. Ben artık onun nefes almasına dayanamam. Dışarı çıkın. Hemen arkanızdan geleceğim." Ömer, Rojhat'ın bacak arasına tekme atıp evden çıktı. Sesi gittikçe yükseliyordu. Okan da çantayı eline alıp çıktı. Üzerimdeki silahları Yiğit'e verdim. "Sen de çık." "Umay?" dedi. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Dudağının kenarı kanıyordu. "Hemen arkandan geleceğim." dedim. Yiğit zorda olsa çıkmıştı. Elimdeki kurşunu da açtım kasaturam yardımıyla. Rojhat'ın ayak ucuna geçtim. "Öldür beni!" dedi, çığlıkları arasında. Kurşunun içindeki barutu üzerine döktüm. Dış kapıdan çıkıp yerde kıvranan Rojhat'a baktım. Eğilip postalımdan çakmağı çıkardım. Çakmağı ateşleyip üzerine attım ve alev aldı. "Gittiğin yere benden selam söyle. Yaşadığım sürece senin gibileri bu topraklarda barındırmayacağım." ____________ Hoşçakalın❣ |
0% |