@_beyzanurcgrmn_
|
İyi okumalar dilerim. Vakti zamanında kızıl saçlı bir prensesin, anne ve babası vefat etmiş. Kalbi paramparça olmuş. Kaybolmuş. Düştüğü yerden bir daha kalkamamış. Ta ki gamzeli prens ile karşılaşana kadar. Gamzeli prens onu bulmuş. Kızıl saçlı prenses, gamzeli prensin uzattığı eli tutup kalkmış. Prens avucunu, kızıl saçlı prensesin kalbine dokundurup, 'iyileştireceğim' demiş. Bir gülüş, kalbi iyileştirebilir miydi? İyileştirdi. Bir bakış, kalbe yara bandı olabilir miydi? Oldu. Belki de erkendi. Ama bazen insan tutunacak dal arar. Ben sıkı sıkı tutunmuştum. Ne benim onu bırakmaya niyetim, ne de onun beni bırakmaya niyeti yoktu. Bundan sonrası ne olacaktı? Bir fikrim yok. Ama ben şu an nedensizce çok huzurluyum. Uzun zamandır ilk defa mutlu hissediyordum. Bunun nedeni kalbimin hızlı atmasına sebep olan, karşımdaki kömür karası gözler miydi? Galiba öyleydi. Bakışlarımı Yiğit'ten alıp Okan ve Ömer'e baktım. İkisi de bir bana birde Yiğit'e bakıyordu, gülümseyerek. Utanmıştım. "Biz çıkalım siz devam edin, diyeceğim ama dışarıdayız." dedi Ömer. "Sen akıllanmadın mı, Ömer?" dedi Yiğit. "Hiç olur mu öyle bir şey? Allah korusun." dedi Ömer. Güldüm sessiz bir şekilde. "Böyle burada dikilecek miyiz? Gidelim artık." dedi Okan. "Nereye gidiyoruz?" diye sordum. "Nereye gitmek istersin?" dedi Yiğit, soruma soru ile karşılık vererek. Dudağımı bilmem der gibi büzdüm. "İlk defa geliyorum bu şehire. Öncesinde bir araştırma yapmadım." dedim. "Gideceğiniz şehirlere, gitmeden önce araştırma mı yapıyorsunuz?" dedi Okan. "Sekiz yıl önce öyleydi. Ama sonrasında tek bir amacım olduğundan başka bir şey araştırmadım." dedim. Sessizleştiler. Asık suratlarına bakıp gülümsedim. "Yapmayın böyle ama. Benim yaşadıklarıma üzülmeyin. Çünkü bu bana acı veriyor. Yükümü hafifleştirmiyor, aksine ağırlaştırıyor." Gülümseyerek kurduğum cümle, hepsini şaşırtmıştı. Maskemi iyi takarım. "Komutanım-" Okan'ın kuracağı cümleyi bitirmesine izin vermeyerek konuşmaya devam ettim. "Dedemden ve Fatih Albay'dan başka kimsem yok. Benim küçükken bile oynayacağım bir arkadaşım olmadı. Onlar mı seni istemedi diye soracak olursanız, hayır. Ben istemedim. Birilerinin hayatına giripte mutsuz etmemek için. İlk defa sizinle bir yerlere gideceğim. Lütfen bugünü kendinize zehir etmeyin." Daha çok gülümsedim. "Ben iyiyim." Yiğit bize arkasını dönüp bir süre öyle bekledi. Okan ve Ömer de ne diyeceklerini bilmiyor gibiydi. Gözleri üzerimdeydi. Küfür etmedim. Alt tarafı bir şey anlattım. Niye bu kadar uzun sürdü, sessizlik? "Cizre Park alışveriş merkezine gidelim." dedi Yiğit, tekrar aramıza dönerek. "Tamam." dedi Ömer. Üçü de yürümeye başladı. Kaşlarım havalandı. "Beyler? Oraya yürüyerek gideceğinize emin misiniz?" dedim. Aynı anda bana doğru döndüler. "Sizi sınadık. Coğrafya bilginizi ölçmek için." dedi Ömer. Gülümsedim. "Kesin öyledir." dedim. "Ben araba anahtarını almayı unutmuşum." dedi Okan. "Bu da oyunun bir parçası kesin." dedim, gülerek. "Evet. Ben alıp geleyim." dedi Ömer. "Gerek yok. Benim arabayla gideriz." dedim. "Sizin arabanız?" dedi Ömer, sorar gibi. Az ilerideki arabama yaklaşıp sarıldım. "Benim bebeğim." dedim. "Komutanım, birilerinin içi gitti." dedi Ömer. Onlara döndüm. "Anlamadım?" dedim. "Geç olmadan gidelim." dedi Yiğit. Sorumu geçiştirmişti. "Atlayın hadi." dedim. Çantamdan araba anahtarını çıkarıp kilidi açtım. Okan ve Ömer arka koltuklara otururken, Yiğit karşıma geçip sağ kulağıma doğru eğildi. "Güçlü görünmekten vazgeç. Düşmene izin vermeyecek biri var yanında. Artık yalnız değilsin." Nefesi tenime çarpınca ürperiyordum. "Ve sana bunu her gün söyleyip hatırlatacağım." Geri çekilip kömür karası gözlerini, duygudan duyguya tonunu değiştiren, yeşil gözlerime çevirdi. "Yalnız değilsin." Yalnız değilim. Gülümsedim. Gülümsedi. Yalnız olmayacağımı hissettireceğin için teşekkür ederim, gamzeli prens. 🐺 Kırk beş dakikalık yolun sonuna gelmiştik. Neden bu kadar uzak bir yere gideceğimizi arabadan inince anlamıştım. Çok güzel bir alışveriş merkezine gelmiştik. "Ne yapıyoruz?" dedim, heyecanla. "Gezelim önce." dedi Yiğit. "Sonra bowling oynayalım." dedi Ömer. "Sonra da Ömer bize yemek ısmarlasın." dedi Okan. Ömer'e bakıp, kıkırdadım. "Komutanım siz zengin birine benziyorsunuz. Hesabı paylaşalım." dedi Ömer. "Kalabalığın içinde komutanım demesek mi?" dedim. "İkinci olarakta zengin olduğumu nerden çıkardın? O kadar mı belli oluyor?" diye devam ettim. Ömer yumruğunu uzatıp, "en sevdiğim kardeşimsin." dedi. Gülümseyerek yumruğumu yumruğuna dokundurdum. "Umay." dedi Ömer. "Efendim?" dedim. "Yok bir şey. Dudaklarım arasından telefuzunu merak ettim sadece." dedi. Ömer ile çok işimiz var. X-ray cihazından ilk ben geçtim ve yüksek bir şekilde ses çıkardı. Normal çünkü belimde silahım vardı. Ceketimin cebinden cüzdanımı çıkarıp askeri kimliğimi gösterdim, güvenlik görevlilerine. "Geçebilirsiniz." dedi görevli. "Beyler de benimle." deyip havalı havalı yürüdüm. Ömer kahkaha atıyordu. Arkamı dönüp onlara baktım. Yiğit ve Okan'ın da Ömer'den pek farkı yoktu. "İki saniye de bizi gömdün." dedi Yiğit. "Estağfurullah, komutanım." Bence çok havalı bir hareketti. "Komutanım?" Kaşları havalanmıştı. Yanlış bir şey mi söyledim? "Komutanım." Evet der gibi tekrar ettim. "Kalabalık içinde kullanılmaması gereken bir kelime değil miydi?" Etrafıma baktım. Kısmen doğru. "O benim için geçerliydi, komutanım." Yiğit konuşacağı sırada Ömer araya girdi. "Komutanım deme, lazım olur." Ömer, sağlam bir dayağı haketti. Yiğit, iki adımda Ömer'e yaklaşıp kulağına bir şeyler fısıldadı. Okan yanıma gelip beni diğer tarafa çevirdi. "Her zamanki hâlleri. Biz ilerleyelim." dedi. "Çok patavatsız. Dövmeyecek miyiz?" dedim. Güldü. "Biraz psikopatlık var gibi." dedi, gülmeye devam ederken. Parmak ucumu gösterip, "Biraz." dedim. Etrafımı inceleyerek ilerliyordum. İki dakika sonra Yiğit ve Ömer de bize katılmıştı. Ömer'e baktım. Yok bu adam akıllanmaz. Başını yere eğmiş yürüyordu fakat utandığından ya da pişman olduğundan değil, sırıtmasının belli olmaması içindi. Hafifçe omuzundan itekledim. "Delisin." Başını dik konuma getirip sanki ben çok güzel iltifat etmişim gibi havalı bakışlar attı. "Eyvallah." dedi. "Kahve alıp öyle gezelim." dedi Okan. "Yanına tatlı da alsana." dedi Ömer. "Sende benimle geliyorsun. Hepsini taşıyamam." dedi Okan. "Bir yerlerin incinir zaten. Birgün beni lavaboya giderken de götürürsen hiç şaşırmam. Ama bak şimdiden söylüyorum gelmem. O kadar da değil." dedi Ömer. Gülmemek için alt dudağımı ısırdım. Okan, Ömer'e ters ters bakıp derin bir nefes aldı. Sabır diliyor olmalıydı. Birbirlerine söylene söylene yanımızdan ayrıldılar. "Deli bunlar ya." dedim, gülümseyerek. "Öyle. Bende çok sevinmiştim, time yeni gelen Üsteğmen akıllı olur da ortamda yabancılık çekmem ama daha beteri geldi." dedi Yiğit. Kaşlarımı kaldırdım. "Çoğunluğa ayak uydurmak gerek. Ve kendini akıllı zannediyorsan yanılıyorsun, Yiğit." dedim, adını bastırarak. "Yiğit?" dedi, sorar gibi. Göz devirip tamamen ona döndüm. "Senin bu hitap şekilleri ile ne alıp veremediğin var?" dedim, ortalamanın üstü bir ses tonuyla. Bir adım gerileyip ellerini kaldırdı havaya. "Bir daha vurmayacaksın değil mi?" dedi. Sağ elimi kaldırıp inceledim. Dudağımı ıslatıp, "Belli olmaz." dedim. Başını hafif sağa yatırıp gülümsedi. Gözlerimi kaçırıp başka tarafa baktım ama Yiğit'in gözleri hâlâ üzerimdeydi. İşaret parmağımı Yiğit'in alnına bastırıp geriye doğru ittim. Ama bir milimetre olsun kıpırdamamıştı. "Bakma bana öyle." dedim. "Nasıl?" dedi, gülümseyerek. "Şu an baktığın gibi." dedim. Bir adım attı bana doğru. Bende bir adım geriye attım. "Biz geldik." Ömer'den önce sesi gelmişti. Yiğit kaşlarını çatıp dişlerini sıktı. "Şansıma tüküreyim." deyip geri çekildi. Ömer'e baktım. İyi ki geldin. Yan yana sıralanmış, elimizdeki kahvelerle ilerliyorduk. "Ben bowling oynamayı bilmiyorum. Söylemek istedim." dedim. "Okul çıkışlarında arkadaşlarınızla hiç gitmediniz mi?" dedi Ömer. "Hayır. Bir yere gitmek isteyince korumalarla giderdim. Onlarla da bowling oynanmaz." dedim. "Yiğit çok iyi oynar. Siz ikiniz eş olun." dedi Okan. "Peki. Yiğit çok iyi oynuyorsa iddiaya girelim." dedim. "Neyine?" dedi Ömer. "Kahvaltısına olsun." dedi Yiğit. "Kazanırız değil mi?" dedim. "Kazanırız." dedi. Ömer kahve bardağını uzatıp, "iyi olan kazansın." dedi. Kendi bardağımı tokuşturup, "iyi olan kazansın." dedim. 🐺 Parmaklarımı topun deliklerine geçirip kaldırdım. Dambıl gibi birkaç kez kaldırıp bizimkilere döndüm. "İzleyin beni." dedim, havalı havalı. "İzliyoruz." dedi Ömer, gülümseyerek. Topu heyecanla fırlatıp bekledim ama sağ taraftaki boşluğa düşmüş, bir tane bile labut düşmemişti. Dudaklarımı büzüp arkama döndüm. Okan ve Ömer gülmemek için büyük bir uğraş verirken Yiğit ters ters bana bakıyordu. "Kaybedeceğiz farkında mısın?" dedi. "Ama benim suçum yok. Zemin kötü." dedim. Ikinci atışım için siyah topu aldım. Sırıtarak labutlara doğru ilerledim. Çok yakın mesafeden topu attım ve hepsi devrildi. "Yaptım." dedim, heyecanla karışık çıkan yüksek sesimle. Yiğit gülümseyerek bana bakıyordu. Koşarak boynuna atladım. "Bu taktiği önceden de mi deneseydin?" dedi. Geri çekildim. "Haksızlık olurdu," dedim. "Ama bir kereden bir şey olmaz." diye devam ettim. Oyuna bir süre daha devam ettik. Son atışım sadece bir labut devirmişti. Yiğit'e bakıp gülümsedim ve Okan'ın arkasına saklandım. Çünkü kaybetmiştik. "Güzel oynasaydın kazanırdık." dedim. Üzerimize doğru ilerlemeye başladı. "Öyle mi? Siz dört dörtlüksünüz zaten Umay hanım." dedi Yiğit. "Evet." dedim. Koltuklara yaklaşıp ceketimi aldım ve Yiğit'ten kaçtım. Ömer de yanıma gelmişti. "Girişteki mağazalardan birinde kazak görmüştüm. Gidip bakalım mı? Emin olamadım." dedi Ömer. "Olur." dedim. Yiğit ve Okan bowling ücretlerini öderken ben ve Ömer ilerlemiştik. Büyük bir mağazanın önüne durmuş mankenlerin üzerindeki kıyafetlere bakıyorduk. "Siyah olan mı? Asker yeşili olan mı?" diye sordu. "İkisi de çok güzel. Bence ikisini de al. Beraber takılırız." dedim. Göz ucuyla bana baktı. Sevimli bir şekilde bakıp gülümsedim. "Kumaşları aynı mı?" dedi. Burun kıvırıp Ömer'e baktım. "Kazıklamasınlar diye söylüyorum." Cansız mankene yaklaştım. Elimi koluna dokundurup sürttüm. Keşke yapmasaydım. Cansız mankenin kolu, yerinden çıkmıştı. Elimi çeksem yere düşecekti. Şaşkın gözlerle Ömer'e baktım. "Çıktı." dedim. Kahkaha atmaya başladı. Kaşlarımı çatıp "Ömer!" diye uyardım. Başımı mağazanın içine bakmak için biraz eğdim. Korktuğum başıma gelmişti. Sahibi olduğunu düşündüğüm adam mağazanın çıkışına doğru, yani bize doğru geliyordu. "Ömer! Gülmeyi bırak. Geliyor. Ne yapacağım? Elimde kaldı." Daha sesli gülmeye başladı. Hayır anlamıyorum. Komik olan ne? "Bırak. Düşmez." Göz devirdim. "Ya salak mısın? Çıktı. Nasıl düşmez? Gelip şunu taksana." Bir mağaza sahibine göz atarken birde Ömer ile uğraşıyordum. Yanıma geldi. Omuz kısmından tutup yerine otursun diye sert bir şekilde vurdu. Yok bugün Allah belamızı verecek. Ömer'in vuruşuyla birlikte siyah kazaklı manken, yeşil kazaklı mankene çarparak yere düştü. Ömer ile birbirimize baktık. Gülmemek için kendini fazlasıyla sıkıyordu. Dayanamayıp kahkaha attım. "Ne oluyor orada?" dedi mağazanın içinden biri. Ömer elimi tuttu. "Z planını devreye sokuyoruz." dedi. Elimden çekiştirdi ve koşmaya başladık. Resmen mağazayı birbirine kattık ve şu an kaçıyoruz. "Kaçmayın!" "Kusura bakmayın beyefendi." Kalabalığın arasından sıyrılırken Yiğit ve Okan karşımıza çıktı. Ömer Okan'ın arkasına saklanırken bende Yiğit'in arkasına saklandım. "Ne oluyor?" dedi Okan. "Siz niye koşuyorsunuz?" dedi Yiğit. "Ömer yüzünden." dedim. "Umay, adamın kolunu omuzundan çıkardı." dedi Ömer. "Yanlışlıkla oldu. Hem Ömer de kolu yerine koymaya çalışırken sert vurdu ve diğer adama çarpıp düştüler. İkisinin de kafası yerinden çıktı." dedim. "Ne saçmalıyorsunuz siz?" dedi Yiğit. Okan ve Yiğit'in korku dolu bakışlarını farkedince Ömer ile birbirimize bakıp kahkaha atmıştık. "Adam dediğimiz cansız manken." dedim. Şaşkın bir şekilde bize bakıyorlardı. "Bir mağazayı başımıza yıkmadığın kalmıştı, Ömer." dedi Okan. "Valla Umay başlattı." dedi Ömer. "Yalan söyleme. Senin yüzünden oldu." dedim. "Beş dakika geçmedi ya sizi yalnız bırakalı." dedi Yiğit. "Ömer kazak alacağım dedi ve benim görüşlerimi almak istedi." dedim. "Umay da tüm kazakları al birlikte takılırız dedi. Kız olduğunu unuttu galiba." dedi Ömer. Omuz silktim. "Hayatıma annemden başka kadın mı girdi? Okulda birkaç kız vardı ama fazla samimi değildik." dedim. "Ama olsun yine de çok güzelsin." dedi Ömer. Gülümsedim. "Ah! Biliyorum." dedim. "Ben acıktım." dedi Ömer. "Ben de acıktım. Ne yiyeceksin sen?" dedim. Sol tarafa doğru ilerlemeye başladık. "Şimdi ne oldu, ne bitti? Ben ne yaşadım?" dedi Okan, arkamızdan. "Allah'ım sen bana sabır ver." dedi Yiğit. Kıkırdadım. Amin. Çok lazım olacak. 🐺 Siparişlerimizi vermiş bekliyorduk. Yiğit, Okan ve Ömer kendileri için birer tavuk dürüm isterken ben, üç adet hamburger istemiştim. "Sen bitirebileceğine emin misin?" dedi Yiğit. "Evet." dedim. "Ben bile o kadar yiyemem. Aslında yerim ama kahvaltı yaptığım için yiyemem." dedi Ömer. "Kahvaltı yapmadın mı sen?" dedi Yiğit. "Yaptım." dedim. "Rahat bırakır mısınız? Ne kadar yemek istiyorsa yer." dedi Okan. Gülümseyerek baktım. "Beni de yemezsin değil mi?" Yiğit'in alayla karışık kurduğu cümleye göz devirmiştim. "Öküz eti yemiyorum." Umarım az önce kurduğum cümleyi içimden söylemişimdir. Yiğit'in tepkisine bakabilmek için ona doğru döndüm. İfadesiz bir şekilde bakıyordu. Kendime engel olamadım ve yüzünün her noktasına baktım. Göz altları şişmişti. "Gece uyumadın mı?" dedim. Saniyesinde gülümsedi. "O konuları şimdi konuşmayalım." dedi. "Hangi konuları?" dedim. Bilmem der gibi dudaklarını büzüp önüne döndü. Karşıma baktığımda Ömer ve Okan bakışlarını kaçırdı. "Yanlış anlaşılma olmasın. Bilerek yapıyor." dedim. "Sizin özeliniz." dedi Okan. Kaşlarımı çattım. "Bana bakın! Bu konuyu bir daha açarsanız, işkencelerime maruz kalırsınız ona göre." dedim. Hepsi aynı anda dudaklarına hayali bir fermuar çekti. Önüme yerleşen hamburgerlerle yüzüme kocaman bir gülümseme yerleşmiş ve konu kapsama alanı dışına taşınmıştı. Hamburgeri ellerim arasına alıp büyük bir iştahla dudaklarımı yaladım. "Çok güzelsin." İtinayla yemeklere iltifat edilir. "Sen de." Bakışlarımı hamburgerden alıp Yiğit'e yönelttim. "Anlamadım?" Yüzündeki gülümseme kaybolurken kısa bir süre etrafına baktı. "Sen de... Parfümün ne renk?" Dudağımın sol tarafı yukarı doğru kıvrılırken aynı zamanda kahkaha atmamak için kendime engel olmaya çalışıyordum. Ama Ömer ve Okan'ın öyle bir zorunluluğu olmasa gerek kahkahayı basmışlardı. Yiğit bir süre onlara ters ters bakıp tekrar bana döndü. Yüzü, durumdan keyif almadığını açıkça belli ediyordu. "Uykusuzluktan." dedi. "Sorun değil. Parfümüm portakal çiçeği aromalı. Bana özel yapılıyor. Cam şişede. Rengi şeffaf." dedim. Bir karşılık vermeyip önüne koyulan içeceğini yudumladı. Kıkırdayıp hamburgerime geri döndüm. "Bizim kahvaltı işini ne zaman hallediyoruz?" dedi Ömer, elindeki dürümden kocaman bir parça ısırarak. İçeceğimi yudumlayıp ağzımdakilerin bitmesini bekledim. "Bir sonraki izin gününde halledelim." dedim. "Benim evde yapmaya ne dersiniz? Bir daha bu kadar uzun tatilin gelmesi zor gibi." diye devam ettim. "Menemen yaparsanız hayır demem." dedi Ömer. "Benim için de sorun yok. Yeterki kahvaltıyı ben hazırlamayayım." dedi Okan. Kıkırdadım. Yiğit'e baktım. Hâlâ kırdığı pot yüzünden morali bozuk gibiydi. "Yardım etmeye gelirsin değil mi? Biz olarak kaybettik." dedim. "Biz?" dedi, sorar gibi ve bana baktı. "Evet. Biz. Ben ve sen." dedim. "Gelirim." dedi. Kömür karası gözleri beni etkisi altına almadan başımı çevirdim. Gözleri hâlâ üzerimdeydi. Hamburgerin koca bir parçasını ağzıma tıkıştırdım. "Boğulacaksın. Arkandan kimse kovalamıyor. Yavaş ye." dedi Yiğit. Omuz silkip ağzımı tıkıştırmaya devam ettim. Şu hızlı yeme olayını bir türlü aşamıyorum. İkinci hamburgeri de bitirip arkama yaslandım. Çekinerek yiyorlardı. Kendime engel olamayıp güldüm. "Ben asker olmaya karar verdikten sonra kararımdan vazgeçirmek için beni çok zorladılar. Her konuda. Beş ilâ altı saat arası eğitim yaptıktan sonra yemeğe giderdim. Bir kaşık çorba içince süremin bittiğini söylerlerdi ve yine eğitim. Çok hızlı yemek yemeyi öğrendim. Asla yemek ayırmamayı öğrendim. Ailem şehit olmadan önce meselâ ben asla kabak, patlıcan ve birçok yemeği yemezdim. Ama şimdi her şeyi yiyorum. Çok aç kaldığım için de bugünlerde fazla yiyerek o günleri unutmayı tercih ediyorum. Bir haftalığına beni yalnız başıma ormana gönderdikleri zaman..." Hatırlayınca yüzüm buruşmuştu. Beni pür dikkat dinliyorlardı. "Beş gün boyunca açlığa dayandım. Hiçbir şey yemeyecektim. Çünkü mide bulandırıcıydı. Ama çok halsiz düştüm. Ve yemek zorunda kaldım. Sonraki iki günde midemi boşalttım. Ben nasıl ölmedim acaba? Neyse. O olaydan sonra vejetaryen oldum. Bu yıl yeni yeni yemeye başladım. Vejetaryen olmaktan istifa ediyorum. Yani diyeceğim o ki, ben ve yemek arasına girmeyin. Hassas noktam." "Çok konuşmak nereden geliyor?" diye sordu Yiğit. Gülümsedim. "Genetik o. Anneden kızına." dedim. Çok içten bir şekilde gülümsüyordu. Acımak değildi, bakışlarındaki. Hayranlık gibiydi. Son hamburgerimi ellerim arasına alıp ısırdım. "Tatlı da yiyelim mi?" dedim. Bana bakıp gülmeye başladılar. Umursamayıp midemi doldurmaya devam ettim. Yemek bölümünden ayrılmıştık ama sevgili arkadaşlarımın dünyanın yemeğini yemişim gibi olan bakışlarından kaçamamıştım. Alt tarafı üç hamburger, iki kola, iki dilim meyveli kek ve bir bardak çay. Gayet normal. "Başka bir şey yemek ister misiniz, Umay hanım?" dedi Yiğit, alay eder gibi. "Şimdilik kalsın." dedim. "Yani yiyeceksin?" dedi, şoka girmiş gibiydi. Kıkırdadım. "Evet. Midemde boş yer çok." dedim, elimle karnımı okşayarak. "Kızım, hamile misin?" Yanımızdan geçen teyze durmuş gözleri fıldır fıldır, ben ve Yiğit'in üzerinde geziyordu. Sorduğu soru karşısında şoka uğramıştım. Elimi karnımdan çektim, hızlıca. "Kaç aylık? Hiçte belli olmuyor. Yemek yemiyor musun?" Teyze susmuyor, taramalı tüfek gibi sorularını üzerimize yağdırıyordu. Yiğit'e baktım. Olayı anlamaya çalışıyor gibiydi. Okan ve Ömer de arkalarına bakmadıklarından olsa gerek durduğumuzu anlamamışlardı ve ilerlemeye devam ediyorlardı. "Maşallah maşallah. Annesi de babası da birbirinden güzel." Teyze iltifatlarını da söyleyip tükürüklerini sunmuştu. "Sağolun." dedi Yiğit. Sağolun mu? Yuh! Teyze iyi dileklerini dileyip yoluna devam etti. Yiğit'e döndüm. "Neden öyle bir şey olmadığını söylemedin?" dedim. "Sen niye söylemedin?" dedi. Haklı. Kaşlarımı çattım. "Hamilelere mi benziyorum?" dedim. Gülümsedi. "Elini karnına koyduğundan olmalı." dedi. Dudaklarımı büzüp ilerledim. Kilolu mu demek istedi, teyze? Ama kilolu değilim ki? Ya ne hamilesi? Okan ve Ömer'e yetişmiş hatta onları bile geçmiştim. "Ne oldu?" diye sordu Okan, arkamdan. Sert bir şekilde onlara döndüm. "Hamile miyim ben?" dedim. Sorduğum soru karşısında sessizlik oluştu. Yiğit gülümsemeye devam ediyordu. "Teyzenin biri bana hamile misin, dedi. Hamile miyim? Göbeğim mi çıkmış? Çok bir şey de yemedim aslında." dedim. "Babası kim?" dedi Ömer. "Yiğit." dedim. Ağzımdan çıkanı kulağım geç duyuyor olmalıydı. Umay, sen böyle değildin. Ne oldu? "Teyze öyle düşünmüş... Konuşmak istemiyorum." Kimseyi beklemeden alışveriş merkezinden çıktım. Kafamı kuma gömmek istiyorum. Arabaya yaslanıp gelmelerini bekledim. Ve çıkış kapısından çıktılar. Yiğit, Okan ve Ömer'in bir adım önünde beraber bana doğru geliyorlardı. Oldukça dikkat çekici ve havalı görünüyorlardı. Bozkurt Timi yerine Karizma Timi olmalıydı. "Allah'ım sana geliyorum! Kızım, çok tatlı değiller mi?" Sesin geldiği yöne baktım. Üç kız, Karizma Timi üyelerine bakıyorlardı. Gözleri parlıyor desem, az kalırdı. Kaşlarımı çatıp birkaç adımda yanlarına vardım. "Gamzesi mi var, onun? Kalbim yerinden çıkacak." "Sen konuşmaya devam edersen, kalbin ile beraber gözlerini de ben çıkaracağım." dedim. Tam karşılarına geçtim. Ürkek bakışlarla bir şey demeden yanımdan ayrıldılar. Aramıza iki yüz metre girdiğinde arkalarını dönüp tekrar baktılar. "Önünüze dönün!" Kısa bir sürede gözden kayboldular. Keyiflendim. "Kimdi onlar?" dedi Ömer. "Hiç." dedim. "Onlara kızıyor muydun? Bana mı öyle geldi?" dedi Okan. "Yok ya. Ne kızması? Adres sordular." dedim. "Boşverin onları. Şimdi nereye gidiyoruz?" diye devam ettim. "Biz eve dönelim. Siz devam edin." dedi Okan. "Biz? Siz? Kim onlar?" dedi Ömer. "Ben ve sen gidiyoruz. Yorgunum ben." dedi Okan. "Sen yorgunsun diye ben niye seninle geliyorum? İyice yapışık ikiz olduk." dedi Ömer. Okan ters ters Ömer'e baktı. Ömer de dik dik bakmaya devam etti. "Birlikte gezerdik güzel güzel ama yorgunsanız bir şey diyemeyeceğim." dedim. "Yiğit eşlik eder. Bizim Ömer ile işimiz var. Değil mi, Ömer?" dedi Okan. "Evet! Çok önemli işlerimiz var." dedi Ömer. "Sen de yorgunsun. Biz de gidelim." dedim. "Yorgun değilim. Gezelim." dedi. Gülümseyen Okan'a ve dudaklarını büzen Ömer'e baktım. Ömer çok tatlıydı. Çantamdan araba anahtarını çıkarıp Ömer'e uzattım. "Arabayla gidin siz. Biz buralarda gezer sonra taksi ile döneriz." dedim. Sahte gözyaşlarını silip burnunu çekti. Elimdeki anahtarı aldı. "İyi eğlenceler. Bir şey yerseniz. Bana da paket yaptırmayı unutma." dedi. "Olur. Bebeğime iyi bakın." dedim. "Emredersiniz komutanım!" dedi Ömer. Asker selamı verdi. Gülümsedim. Okan ve Ömer veda edip arabaya bindiler. Arkalarından el salladım. Yiğit ile baş başa kalmıştık. "Nereye gidelim?" diye sordu. "Yürüyelim." dedim. "Yürüyelim bakalım." dedi. "Asker olmaya ailen şehit olduktan sonra mı karar verdin?" dedi Yiğit, kısa bir sessizliğin ardından. "Büyük bir sebebi o. Aslında öncesinde de istiyordum. Ben karargahta doğdum. Doğduğumda beni üniforma içine sarmışlar. Başıma da bordo bereyi takmışlar. Aslında kaderim o gün yazılmış ama kimsenin haberi yokmuş. Başta dedem olmak üzere kimse asker olmamı istemiyordu. Annem ve babamın Türk bayrağına sarılı tabutlarını izlerken tam olarak karar verdim. Ve şu an istediğim yerdeyim." dedim. "Zor olmuştur senin için." dedi. "Evet. Normal eğitimin iki katını görüyordum. On iki saatlik eğitimden sonra uyumaya gönderirlerdi ama Fatih'im beni uyandırır devam ettirirdi." dedim. Bir şey demesini beklerken o susmuştu. Yüzüne baktım. Kaşlarını çatmıştı. "Fatih kim?" dedi. "Albay. Dedem ile beraber gelmişti. Başıma bordo bereyi Fatih'im taktı. Hayatımda çok büyük bir yeri var. Amca demeyi tercih etmiyorum. Fatih'im ya da baba diyorum." dedim. "Anladım. Kızı gibi görüyor seni. Gördüğüm kadarıyla öyle." dedi. Kaşları eski halini almıştı. "Kızıyım zaten. İşkence yaptırınca aramız bozuluyordu ama sarılınca geçerdi." dedim. Aklıma gelen anılarla gülmeye başladım. "Ne oldu?" dedi. "Fatih'im ile dedemin arkasından çok iş çevirdik. Dedem bilse ikimizi de öldürür." dedim. Yiğit'te güldü. "Suç ortakları." dedi. "Aynen öyle. Beni anlayan tek kişi o. Psikolog bile anlamadı." dedim. "Yeni biri daha eklendi." dedi. Gözlerinin içine bakıp gülümsedim. "Yeni biri daha eklendi." dedim. "Psikolog ne alaka?" diye sordu. "İlk seansta kaçtı." dedim. Yiğit, gülmek ve gülmemek arasında geziniyordu. "Neden?" dedi. "Annem ve babamın yeni şehit olduğu zamanlardı. İyi değildim. Sürekli evden kaçar, korumaları bir şekilde atlatıyordum, sanki o it bulunduğum şehirdeymiş gibi arar dururdum. Bulamayınca önüme çıkan serserileri döverdim. Bu olaylar birkaç defa tekrarlanınca bir psikoloğa götürmeye karar verdiler. Erkekti, Psikolog. Bana nedenini sordu. O it ile karşılaşacağım durumda neler yapacağımı sordu. Ben de anlattım. Yanlış hatırlamıyorsam tam beş dakika yirmi iki saniye tepkisiz ve hareketsiz kalmıştı. Odayı terk etti, bir şey söylemeden. Masasının üzerinde çikolata vardı. Bu kutularda olanlardan. Koltuğuna oturdum. Ayaklarımı masanın üzerine yerlestirip bacak bacak üstüne attım. Çikolataları yedim. Dedem ve Fatih'im kısa süre odaya girdiler. Beni öyle görünce bir süre şoktan çıkamadılar. Psikoloğun psikolojisini bozan biri olarak tarihe geçtim." Bakışlarımı yerden kaldırıp sesi çıkmayan Yiğit'e çevirdim. Kıkırdadım. Kaşları havalanmıştı ve ne diyeceğini bilmiyormuş gibi bana bakıyordu. "Beynin yandı değil mi?" dedim. "Yanacak bir beyin kaldı mı? Önce onu sor." dedi Yiğit. Kahkaha attım. Ama hemen ardından üzgün bir şekilde Yiğit'e baktım. Hâlâ olayı anlamaya çalışıyor gibi bir haldeydi. Ya benden korkup kaçarsa. "Ben şimdi bunları anlattım ama benden kaçmazsın değil mi? Ürkmüş bir halin var." dedim, çekinerek. "Evet biraz manyaksın. Yok biraz değil, fazlasıyla manyaksın. Psikopatlıkta var anladığım ve gördüğüm kadarıyla. Ama olsun. Severiz." dedi, gülümseyerek. "Severiz?" dedim, sorar gibi. "Yani... Kaçmam. Ben seni buldum ve bir daha kaybetmeye niyetim yok." dedi. Ben düştüm, siz devam edin. "Umay?" "Hı?" "Ne oldu?" "Yerleri temizli- Yok bir şey. Hadi gidelim." 🐺 Yiğit ile beraber ellerimizde közlenmiş mısırlar ile yürümeye devam ediyordu. Diğer elimde sallanan poşet içinde de Okan ve Ömer için aldığım mısırlar vardı. Umarım kendi mısırım bitince onları yemek zorunda kalmam. "Ben kendi hikayemi anlattım. Biraz da sen anlatsana." dedim. "Benim seninki gibi maceralı değil. Altı ağustosta doğmuşum. Gündüz dört'e çeyrek kala. Babam hastanede müdür. Yanına gitmiştim. Acilin önünde dolaşırken asker araçları geldi. Üniformalı askerler koşuşturuyordu. Hoşuma gitti. O gün asker olmak istedim. Bugün askerim." dedi. Gülümsedim. "Ben de sekiz haziran, gece dört'e çeyrek kala. Senin altı-sekiz. Benim sekiz-altı. Ben gece. Sen gündüz." dedim, gülümsemeye devam ederken. "Birbirimizi tamamlıyor gibiyiz. Birbirine zıt olan durumlar ama birbirine uyumlu. Ayna ve yansıması gibi düşün. Aynanın karşısına biri geçmezse yansıması da olmaz. Yani biri yoksa diğeri hep yarım." dedi, yüzüme doğru eğilirken. Mısırı dudaklarım arasına yerleştirdim. Şu an aramızda sadece mısır vardı. Çok az yaklaşıp mısırımın öteki tarafından ısırdı. Geri çekildi. Elindekini kadırdı. "Benimki bitmiş." dedi. Ben de bittim. Sağol Yiğit. Yiğit gülürek karşı kaldırıma doğru ilerledi, elindeki sapı çöpe atabilmek için. Bende köşeye geçip mısırı kemirmeye devam ettim. Niye bitmiyor bu? "Abla iki yüz tl versene." Dibimde biten, elindeki torbayı burnuna burnuna çeken şahıs bana abla mı dedi? Takıldığın nokta abla demesi mi? Doğru. Akılın gitmiş. "Yuh! İki yüz tl mi? Kim kaybetmiş biz bulalım. Eskiden beş tl falan isterlerdi, en fazla. Uzak dur!" Normal şartlarda yardım etmeyi seven biriyim ama karşımdaki yirmi beş yaş üstü adama vereceğim para onu zehirleyecek gibi duruyordu. Bir adım attı. "Para lazım. Vermezsen seni öldürürüm." dedi. Gülümsedim. "Hadi ya. Çok korktum. Ellerim titriyor. Eğer burada kalmaya devam edersen senin için iyi şeyler olmayacak." dedim. Eli çantama doğru uzanınca geri çekildim. Elimde yüzde sekseni bitmiş mısıra bakıp, "kusura bakma." dedim ve serserinin kafasına vurdum. Yüzüne yumruğumu geçirince geriye doğru sendelemişti. Polisi aramak için telefonumu çıkartacağım sırada cebinden bıçak çıkardı. Bana doğru adım attığı gibi biri tarafından çekildim. Her şey saniyeler içinde gerçekleşmişti. Başımı kaldırıp kömür karası gözlere baktım. Kaşları çatıktı ve gözleri oldukça sinirli bakıyordu. Başımın arkasından tutup tekrar beni göğüsüne yasladı. Kalbi çok hızlı atıyordu. Gözlerim Yiğit'in sağ eline kaydı. Kanıyordu. Geri çekildim. Yiğit bıçağı çıplak elle tutmuştu. Yutkundum. Sol eliyle beni arkasına doğru itekledi. Bir şey yapamıyordum. Kendine gel, Umay! "Attığın adımlara dikkat et. Özellikle de kime doğru gideceğine." dedi Yiğit. Sert bir şekilde yüzüne yumruğu indirdi. Darbenin şiddetiyle yere düşmüştü, serseri. Yiğit elindeki bıçağı yere fırlatıp bana döndü. "İyi misin?" diye sordu. Minik topuzumun etrafında sarılı olan bandanamı hızlıca çözüp Yiğit'in sağ elini tuttum. Bandanayı eline sararken sol eliyle çenemi kavrayıp gözlerimle gözlerini aynı hizaya getirdi. "İyi misin?" diye sordu, bir kez daha. "Elin... Çok kanıyor." dedim. Gülümsedi. "İyiyim ben. Sakin ol." dedi. Çenemdeki elini itip bandanayı eline sıkıca bastırdım. "Hastaneye gidelim." dedim. "Derin kesilmedi. Ölmem merak etme." dedi. Kaşlarımı çatıp yüzüne baktım. "Kullanma o kelimeyi!" dedim, sertçe. "Özür dilerim ama sen de sakin ol." dedi. Göğüsünden hafifçe ittirdim. "Psikopat mısın? Niye çıplak elle bıçağı tutuyorsun?" dedim, sesimi yükselterek. Elini başımın arkasına yerleştirip kendine doğru çekti. "Geçti. Sakin ol. Bir şey yok. İyiyim." dedi. "Kandan nefret ediyorum." dedim, başım hâlâ göğüsünün üzerindeyken. "Ama öyle bir mesleğe sahipsin ki kan ile iç içesin." dedi, sakinleştirici sesiyle. "Ya tamam. Benim deli olduğum kanıtlandı. Sen de mi delisin? Ne bu hareketler?" dedim. Gözlerim dolmuştu. "Aynadaki yansımanım ben. Sen neysen, ben de oyum. İki deli takılırız, güzel güzel." dedi. "İki deli fazla. Birimizin akıllı olması gerekir." dedim. Başımı kaldırıp gözlerine baktım. "Galiba ben aklımı kaybettim." Gamzesini huzuruma sunup, "ben ilk günden kaybettim." dedi. Güldüm. Galiba ciddi anlamda delirmiştim. Yiğit'te güldü. O da benimle geçirdiği süre içinde delirmiş olmalı. İki akılsız beraber ne yapacağız biz? 🐺 Evimin kapısını kilitleyip merdivenlere yöneldim. Dün Yiğit ile beraber deli olduğumuzu kanıtladıktan sonra serseri pisliğini polise teslim etmiş hastaneye uğramıştık. Eline pansumanı ben yapmıştım. Bir nedeni yoktu. Özellikle hemşirenin Yiğit'in ağzına düşmesi hiçbir şekilde bir neden değildi. Sonrasında evlerimize dönmüştük. Engel olmasa ben yaralanabilirdim ama benim yüzümden birine bir şey olması nefes almamı engelliyordu. Yiğit'in elinden çok benim canım acımıştı. Yeni birgün. Güneş doğmaya devam ediyorsa, yaşamak için sebep vardır. Apartman kapısından çıktığımda karşımda Karizma Timini- bu da dilime takıldı. Okan, Ömer ve Yiğit köşede dikilmişlerdi. Gözlerim Yiğit'in sargılı eline takıldı. Benim geldiğimi farkedince sağ elini ceketinin cebine koydu. "Günaydın, komutanım." dedi Okan. "Günaydın." dedim. Ömer başıyla selam vermişti. Ben de karşılık verdim. Ömer, elindeki bana ait olan araba anahtarıyla kilidi açıp bana uzattı. Elinden aldım. Gülümseyip arka koltuğa yerleşti. Bunların arabası yok muydu? Okan da bir şey demeden Ömer'in yanına yerleşti. Yiğit birkaç adımda yanıma yaklaştı. "Yalnız değilsin." dedi. Kaşlarım havalandı. Yiğit gülümsemeye devam ediyordu. "Her gün hatırlatacağımı söylemiştim." diye devam etti. Ne tür tepki vereceğimi bilemedim. "Elin nasıl oldu?" diye sordum. "Doktorum sağolsun. İyi pansuman yapmış. Kurşun geçirmez diye düşünüyorum." dedi. Kıkırdadım. Fazladan sargı bezi kullandığım için benimle alay ediyordu. "Herkese nasip olmaz öyle bir doktor." dedim. "Olmasın zaten." Yiğit'te binince arabayı çalıştırdım. Karargaha gidinceye kadar pek konuşmamıştık. Uykusuzluktan olsa gerek. Arabayı park edince aynı anda indik. Karargah bahçesinde Albay vardı. Gülümseyerek üzerimizde gezen bakışları bana geçince değişmişti. Daha çok gülümsemişti. Umarım çok sevdiğindendir. "Nasılsın, Umay?" dedi Albay. Hazır ol'a geçip, "sağol!" dedim. "Yaptıklarının cezasız kalacağını düşünmedin değil mi?" dedi. Düşündürtmediniz. "Emredin komutanım!" dedim. "Birazdan öğrenciler gelecek. Senin ilgilenmeni istiyorum. Her şeyi ile." dedi. Yemeklerini de ben vereyim. Bu nasıl ceza? "Emredersiniz komutanım." dedim. İç sesim ve dış sesim... Neden bu kadar zıtsınız? "Çabuk hazırlan. Birazdan burada olurlar." dedi Albay. "Emredersiniz komutanım." Hızlıca bulunduğum yerden uzaklaşıp alay binasına girdim. Kendi odamın olduğu kata çıkıp odama giriş yaptım. Odam ile henüz ilgilenme fırsatım olmamıştı. Şu veletleri hallettikten sonra uğrayayım. Üniformamı giydikten sonra aynanın karşısına geçtim. Ayna... Sağol Yiğit. Artık ayna görünce aklıma sen geleceksin. Yani her zaman. Bordo beremi düzeltip odadan çıktım. Karargahın bahçesine indim. Karşılamayı da ben yapacaktım. Ne gerek var? Karşılama komitesi miyim ben? Niye her şeyi şikayet ediyorum? Ne bileyim ben? Hoşnutsuz bir şekilde etrafıma bakarken Yiğit ile göz göze geldim. "Siz beni takip mi ediyorsunuz, komutanım?" dedim. "Yardıma geldim." dedi. "Ne yardımı?" dedim. "Öğrencilerle birlikte ilgileneceğiz." dedi. "Gerek yok, komutanım. Ceza benim cezam. Siz dinlenin. Yeterince benim yanımda yorulup zarar görüyorsunuz." dedim. "Ben halimden memnunum. Çoğunluğu erkek olmalı. Yardımcı olurum sana." dedi. "Erkekse ne olacak?" dedim. "Anlayacakları dilden konuşmak gerek. Şimdi sen kibar konuşursun baş edemezsin." dedi. "Ne alaka?" dedim. "Umay, neyi anlamıyorsun? İstemiyorum, elliden fazla erkek ile baş başa kalmanı." dedi. Dudağımın kenarı yukarı doğru kıvrıldı. "Ne yapabilirim? Sizin sorununuz." dedim. Yiğit dudaklarını araladığı sırada giriş kapısından iki büyük servis aracı girdi. "Tüm ülkenin öğrencileri mi geldi? Bu ne?" dedim. "İyiki gelmişim değil mi?" dedi Yiğit. "Ya ya ne demezsin? İyiki." dedim, sırıtarak. Kaşlarını çattı. Sustum. Servislerden öğrenciler inmeye başladı. Ve hiç velet gibi değillerdi. Beni gören yanındaki dürtüyordu. Yiğit'e baktım. Hiç iyi görünmüyordu. Kaç yaralı dersiniz? ____________ Hoşçakalın.❣ |
0% |