@_dusin
|
Tüm üzüntüler inanmakla başlıyor; bir şeye veya bir kişiye...
Oy vermeyi ve yorum atmayı unutmayın lütfenn... Mümkünse bölümü medyaya eklediğim şarkıyla okuyun:)) Keyifli okumalar ✨ (...) Saatlerdir sonu dahi görünmeyen bu karanlık yerde yürüyordum. O kadar çok yorulmuştum ki bacaklarım titremeye başlamıştı. Beynim ve bacaklarım savaş halinde gibiydi adeta. Bacaklarım durmam gerektiğini söylüyor, beynimse devam etmem gerektiğini hatırlatıyordu. Sonunda savaşı bacaklarım kazandı ve büyük bir rahatlıkla yere savruldum. Ne garipti ki bir şey hissetmiyordum. Kendimi toparlayıp ellerimden destek alarak dizlerimin üzerine durdum. "Kimse yok mu? Neredeyim ben?" Gözlerim görmese de bir şey görme umuduyla etrafıma bakındım. "Ezgi? Buldum sonunda seni!" Arkamdan gelen sesle ortam birden aydınlandı. Yemyeşil bir bahçenin ortasında dizlerimin üzerinde duruyordum. Neden bu çimleri daha önce fark etmemiştim? "Ezgi?" Ses daha da yaklaşırken güçlükle ayağa kalktım ve arkamı döndüm. "Güven?" Beyaz bir takım elbise içerisinde bana bakıyordu. Kaybettiğim güç bacaklarıma tekrar nüksederken hızla ayağa kalktım ve Güven'e doğru koştum. "Yaşıyorsun! Buradasın!" Boynuna atılacakken elini kaldırıp beni durdurdu ve gülümsedi. O kadar masum gülümsüyordu ki içimdeki vicdan azabı tekrar kendini gösterdi. Yüzüm acıyla gerildi. "Evet. Buradayım ama sen burada olamazsın!" Elini indirip başını hafifçe yana çevirip bir noktaya bakmaya başladı. Aynı noktaya döndüğümde yuvarlak bir masanın etrafında oturan beyaz takım elbiseli adamları gördüm. Bu masa az önce orada yoktu. "Ne oluyor Güven? Neden burada olamam? Neresi burası? Masada oturanlar kim?" Yüzündeki gülümsemeyi bozmadan bütün vücudunu masaya doğru çevirdi. Beni duymuyordu bile. "Hadi gel, seni onlarla tanıştırayım." Yavaşça masaya ilerleyip boş olan sandalyeye oturdu. Tam karşısında duran boş sandalyeye de ben oturdum. Masada oturan altı kişi aralarındaki sohbeti bırakıp bizi izlemeye başladılar. "Beyler, Ezgi." Deyip eliyle beni işaret etti. "Ezgi, bunlar da buradaki arkadaşlarım. " Hepsine baş selamı verip tekrar Güven'e döndüm. "Güven! Burası neresi?" Ellerimi masaya koyup yerimde dikleştim. "Burası hiçlik Ezgi. Burası senin zihninin hiçliği." Derin bir nefes alıp başımı iki yana salladım. Ne demek istiyordu? Ya da ima ettiği bir şey mi vardı? "Anlamıyorum?" "Hâlâ kendini suçluyorsun değil mi?" Bir kaç defa gözlerimi kırptım. Nasıl cevap vercektim ki? Kendimi suçlamayı hiç bırakmamıştım. "Suçluyum Güven. Sana güvenmem gerekirdi. Sormam gerekirdi. Dinlemem gerekirdi. Nasıl böyle bir aptallık yaptım bilmiyorum. Ne olur affet beni!" Göz yaşlarım seller gibi akarken ayağa kalkıp yanına doğru koştum. Sessizce yüzüme bakıyordu. "Konuş! Ne olur susma! Bir şey söyle. Suçla beni. Senin yüzünden de. Kız bana, ne olur, susma ama!" Ayağa kalkıp tam önümde durdu. "Kızmıyorum Ezgi." Bir şeyler söylemek için ağzımı açmıştım ki kulaklarımı sağır edecek derecede bir ses yükseldi. Bu sesi nerede olsam tanırdım. Zira o lanet günden sonra bu ses kulaklarımda yankılanmayı hiç bırakmamıştı. Korkuyla bir adım geriledim. Gözlerim Güven'i tararken sol yanındaki kırmızılık dikkatimi çekti. Beyaz takım elbisesimdeki kırmızı kan lekesi git gide büyüyüp aşağıya doğru akıyordu. "Güven! Hayır!" Ellerimi kaldırıp yarasını tutmak için uzandığımda sol elimdeki silahı gördüm. "Hayır! Güven! İstemedim. Yapmak istemedim! Ben yapmadım bunu!" Gözyaşlarımın izin verdiği kadarı ile Güven'in yüzüne baktım. İfadesizce bana bakıyordu. "Biliyorum Ezgi." Aynı ifadesizlikle Sağ elini kaldırıp kalbimin üzerine koydu. "Ben hep buradayım. Burayı da dağıtma." Elini kalbimin üzerinden çekerken hafif bir sızı hissettim. Nefesim kesilir gibi oldu. Acıyla yüzümü buruştururken göğsüme baktım. Güven'in ki gibi kan lekesi büyüyüp ince bir çizgi halinde aşağıya doğru akıyordu. Masada oturanlar ve çimenler sis bulutu gibi dağılırken bulunduğumuz yer bir anda değişti. Esen rüzgar saçlarımı savururken gözlerimi çevrede gezdirdim. Uçurumun kıyısındaydık ve sırtım uçuruma dönük duruyordu. "Git Ezgi! Henüz buraya gelmen için çok erken." Omuzlarımdan tutup beni geriye doğru ittirdi. Ağzımdan küçük bir çığlık kaçtı. Boşlukta savrulurken elimi Güven'e doğru uzattım. Beni tutmasını istiyordum. İfadesiz suratı sevgi dolu gülümsemesiyle bozuldu. Uçurumun kıyısından uzaklaştıkça Güven'in yüzü de kayboluyordu. Kalbimdeki sızıya daha fazla dayanamıyordum. Acıyla yüzümü buruşturup gözlerimi yumdum ve kendimi boşlukta serbest bıraktım. ÜÇ HAFTA SONRA ( İLAHİ GÖRÜŞ) Özel yoğun bakım ünitesinin camından, içeride yatan meslektaşına, kız kardeşine bakıyordu Muzaffer. Gözlerini, kardeşi yerine koyduğu kızın yüzüne çıkarttığında kanlar içindeki hâli aklına gelmişti. Sağ elini camın kenarına koyup başını eğdi. Son bir ay içinde yaşadıkları Muzeffer'i on yaş kocatmıştı. Elleriyle yüzünü sıvazlayıp arkasındaki koltuğa oturdu. Kızın kanlar içindeki hali aklından çıkmıyordu işte. O günü tekrar hatırladı. Ezgi hızla binaya girdiğinde ne yapacağını bilemeden olduğu yerde beklemişti. Kenan haini ile yüzleşmesine karışmak istememişti. İçeriye girmek yerine de binanın içerisindeki koltuklara oturup beklemeyi tercih etmişti. Zaten ne olduysa Ezgi odadan çıktıktan sonra olmuştu. Kenan'ın, odadan çıkmaması üzerine albay postası elinde kahveyle içeriye girip ortalığı ayağa kaldırmıştı. Muzaffer, bu karışıklıkta içeriye girdiğinde Ezgi'nin nereye gittiği tamamen aklından çıkmıştı. Eğilip Kenan'ın nabzını kontrol ederken hem askerlere emir veriyor hem de içten içe Kenan'ın ölmemesi için dua ediyordu. Zira Kenan ölürse, Ezgi aklanamaz, vatan haini bir katil olarak tutuklanırdı. Muzaffer, Kenan'ın cesedi başında durmuş ne olacağını düşünürken bir el silah sesi duyduğunda hayal dünyasından uyanıp gerçekliğe adım atmış gibi hissetmişti o gün. Kenan'ın odasından nasıl çıktığını bile hatırlamıyordu. Ezgi'nin odasına geldiğinde göreceği manzaradan korkarak kapıyı açmıştı. Kardeşi koltuğunda, kucağındaki silahla oturuyordu. Sol göğsünün üzerinden akan kan, kalp ritmiyle eş değer süratte fışkırıp duruyordu. Kim bilebilirdi, bu görüntü hayatının dönüm noktası olacak diye. İlk şaşkınlığını atıp yarasına tampon yapmak için kapının yanındaki askılıktan basit bir ceket alıp kızın göğsüne bastırmıştı. Daha sonrasında peşinden gelen askerlere karargah doktorunu çağırtmıştı. Ambulans gelene kadar askeriye doktoru kanamayı durdurmayı başarmıştı. Ancak herkes biliyordu ki Ezgi'nin durumu ağırdı. Zaten Ankara'ya gelmeden önce bir operasyon geçirmiş ve kan kaybı yaşamıştı. Muzaffer ellerini başına dolayıp derin bir nefes veri. Artık bunları düşünmekten delirecekti. Üç haftadır o lanet gün dönüp dolaşıp kendini hatırlatıyordu. "Abi, yemek getirdik. Cenk'ler aşağıda, kantindeler. Sende in istersen. Ben buradayım." Muzaffer, sağından gelen Emre'nin sesiyle düşüncelerine kısa da olsa ara verdi. Yerinden kalkıp Emre'nin yanına geldi ve omzuna iki defa vurup yavaşça merdivenlere doğru adımladı. Ezgi hastaneye kaldırıldığından beri Bora Timi'nde ki herkes nöbetleşe refakat ediyordu. Emre, Muzaffer'in kalktığı koltuğa oturup cama doğru baktı. Henüz Muzaffer hariç kimse net bir şey bilmiyordu. Tek bildikleri timlerinden bir şehit ve bir yaralı verdikleriydi. Bu yüzden de Emre ve diğerleri sadece gelip oturup nöbet tutuyorlarıdı. Güven ve Ezgi komutanının ortadan kayboluşu geldi Emre'nin aklına. Kaybolduktan iki gün sonra gelen "Güven hain" haberini kimse konduramamıştı ona. Hemen ardından gelen "hain o değildi, Ezgi yüzbaşıydı, Güven'i vurup kaçtı." haberi herkesi ciddi anlamda dumura uğratmıştı. Kimse hiçbir şeye inanamıyordu artık. Yalnız bildikleri tek şey vardı; Kenan soysuzu, göz göre göre Güven ve Ezgi komutanlarını harcamıştı. Emre koltuğa yaslanıp kafasını duvara yasladı. "Allah'ım sen büyüksün. Hikmetini üstümüzden esirgeme. Komutanıma sağlık, bize dayanma gücü ver." Gözlerini bir süre daha yumup duasına devam etti. Ancak dış dünyasından gelen bağırışlar Emre'yi dua mabedinden hızla çekip aldı. "Canan hocayı çağırın acil! Defibrilatörü hazırlayın! Sende sıvı adrenalin hazırla. Hemen!" Emre ne olduğunu anlamadan karşıdan koşturarak gelen hemşireye baktı. Hemşire yanındakilere emirlerini sıralayıp koşturarak Emre'nin önünden geçip aceleyle Ezgi'nin odasına girmişti. Hızlıca koltuktan kalkıp cama doğru koştu. Hemşire genç kadının başında aceleyle bir şeyler yapıyor, bir yandan da gözlerini ekranda gezdiriyordu. Emre'nin de gözleri ekrana çıktığında büyük bir korku dalgası vücudunu titretti. Ekranda gördüğü düz çizgiler uzayıp giderken, Emre sanki yaşamının sonuna gelmiş gibi hissetti. Ne yapacağını bilemeden telefonu çıkarttı ve Muzaffer'in ismin bulup tıkladı. Telefon ilk çalışta açılmıştı. "Abi yetişin." diyebileceği iki kelimeyi geçmemişti. Geçse de başka ne diyebilirdi ki zaten? Muzaffer Duyduğu iki kelimeye cevap bile veremedi. Telefonu kapatıp panikle ayağa kalktı. Onu bu halde gören timdekiler de ne olduğunu sorup anlamak yerine ayaklanıp Muzaffer'in peşinden Ezgi'nin odasına doğru koşturmaya başladı. Emre gözlerini ayırmadan komutanlarına bakarken Muzaffer'lerin çabuk gelmesini umdu. Sanki onlar gelince komutanları çabucak iyileşecek gibi hissediyordu. Yan tarafından gelen koşturma sesleri Emre'nin dikkatini Ezgi'den ayırdı. "Defibrilatör hazır mı?" Arkasından geçen doktor odaya girdiğinde peşinden birkaç hemşire daha geldi. Ezgi'nin başındaki herkes yavaşça geriye çekilirken doktor defibrilatör elektrotları eline alıp cihazın ekranına baktı. "Hazır!" Elektrotları Ezgi'nin göğsüne yerleştirirken bir yandan da cihazın başındaki hemşireye bakıyordu. "Şok!" Ezgi'nin bedeni hızla gerilirken tim de camın önüne dizilmişti. Herkes suspus içeriyi izlese de akıllarından geçen şey aynıydı; Allah'a dua etmek. Doktor birkaç defa daha denedikten sonra hayal kırıklığı ile omuzlarını aşağıya düşürdü. Ne yaparsa yapsın hastasını hayata döndüremiyordu. Canan doktor böyle zamanlarda kendinden nefret ediyordu. Neden bir hastayı kurtaramayacaksa doktor olmuştu ki? Kolundaki saate bakıp mırıldandı Canan. "Ölüm saati, 18.44" Arkasını dönüp kapıya doğru ilerlerken üzüntüyle düşürdüğü omuzlarının üzerinde Ezgi'ye baktı. Kapıdan çıktığında göreceği kalabalık aklına geldi. üç haftadır arkadaşlarının uyanmasını dört gözle bekleyen kalabalığa ne diyeceğini düşünmeye başlamıştı bile. "Özür dilerim, elimizden gelen her şeyi yaptık ancak..." Her vefat haberi verdiğinde oluşan o yumru yine boğazına oturmuştu Canan'ın. Göz yaşları akmak isterken hasta yakınları karşısında bu kadar güçsüz olmamayı diledi. "Kurtaramadık." Diye fısıldadı içinde kalan son güç kırıntılarıyla. "Tekrar deneyin doktor hanım! Bir daha! Neyse bedeli yapmaya hazırız. Ne olur?!" Cenk en arkadan öne gelip Canan'ın ellerine yapıştı. "Bize bu acıyı yaşatmayın ne olur!" Canan üzüntüyle başını kaldırıp Cenk'in yüzüne baktı. Ne diyebilirdi ki? Bakışmaları iki tarafa da yıllar gibi geldi. "Hocam acil gelmeniz gerekiyor?" Hemşirenin seslenmesi ile Cenk'e cevap vermeden tekrar az önce çıktığı kapıya baktı. Bir mucize olmuş olabilir mi diye düşündü kendi kendine. Hızla kapıdan içeriye girdiğinde gözleri ilk önce elektronik ekrana kaydı. Evet! O mucize olmuştu. Az önce gözleri önünde kalbi duran hastası tam Üç dakika sonra hayata dönmüştü. Omuzlarında ki yük hafiflerken Allah'a şükretti. Bİr kez daha vefat haberi vermediği için büyük bir mutlulukla Ezgi 'nin kontrollerini yaptı. Yüzündeki gülümsemeyle hastasının Son kontrollerini de yapıp dışarıya çıktığında gözlerini hasta yakınlarının üstünde gezdirdi. Ellerini önlüğünün cebine sokup rahat gülümsemesini takındı. "Hepimize geçmiş olsun!" Koskoca adamlar çocuklar gibi yerlerinde zıplayıp birbirine sarılırken içlerinden Allah'a şükrediyorlardı. Canan, elleri cebinde gönül rahatlığıyla asansöre doğru yürürken içi içine sığmıyordu. Kendine bol köpüklü bir ödül kahvesi yapıp nöbetine kaldığı yerdem devam etse iyi olurdu. Muzaffer, arkadaşlarının yanından ayrılıp Ezgi'yle aralarında duran camın önüne geldi. Hâlâ aynı şekilde yatıyordu kardeşi. İçindeki sevinç yerini yavaş yavaş kedere bıraktı. Acaba bir daha uyanabilecek mi diye düşündü kendi kendine. Uyanacaksa, ne zaman uyanacaktı? Ya az önceki durum tekrarlanırsa? Dİye düşünmeden de edemedi. O sırada ne Muzaffer'in ne de diğerlerinin beklemediği bir şey oldu; Ezgi hızla gözlerini açtı. Az önce gördüğü düşteki gibi uçurumdan düşme hissi bütün vücudunu kaplamıştı Ezgi'nin. Derin bir nefes alıp yüzünü buruşturdu ve gözlerini cama dikti. Muzaffer hızla ellerini cama dayayıp gördüğü şeyin hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu anlamaya çalıştı. Bu ani hareketiyle diğerlerinin de dikkatini çekmişti. Yanına gelen Emre ve Cenk'te aynı tepkiyi verince sırasıyla Kerem, Oğuz ve Toprak da cama yapışmıştı. "Ulan kaç gündür düzgün uyumadığım için halüsinasyon görmeye başladım he." Dedi Kerem gözlerini ovalayıp. Ardından arkasını dönüp danışma gibi duran hemşire masasına elini kaldırarak seslendi. "Pardon hemşire hanım, zahmet olmazsa bir tane sarı serum alabilir miyim? İyi değilim de." Hemşireler Kerem'e garip garip bakarken Oğuz, Kerem'in ensesine ufak bir şaplak attı. "Gerizekalı, komutanım gerçekten uyandı!" Tim, Ezgi'nin uyandığını sesli söyleyen Oğuz'la birlikte kendine gelmişti. Toprak kendini silkeleyip üzerindeki şaşkınlığı attı ve heyecanla bağırdı. "Uyandı lan! Gerçekten uyandı!" (...) Dayanamadım bu bölümü de paylaşayım dedim. Yavaş yavaş taslakların sonuna geldik. Sonraki bölümü de taslaklardan atıp güncel olarak yazmaya başlayacaım. Bundan sonrası için yorumlarınız benim için daha da önemli. O yüzden oy verip yorum yapmayı unutmayınnn!!!! Sonraki bölümde görüşürüzzz ༎ຶ‿༎ຶ |
0% |