@_ece_asena_
|
“Aşk görmekten çok özlemeyi sever, dokunmaktan çok düşlemeyi ve aşk öyle haindir ki nerede imkânsız varsa gider onu sever.” -Özdemir Asaf-
Yalnızlık ve sessizlik oldum olası hep benimledir. Yüzümden eksik etmediğim gülümseyişim ve kendime kalkan tuttuğum bencilliğim ise onların yancısıdır. Her zamanki dik duruşum ihanetlere karşı bir güç timsalidir. Göz yaşlarıyla ıslanmayan gözlerim ruhumun yaralarını dışa vurmayan bir perde, kalbim ise kapkaranlık bir kuyudur. Beni sadece tıpkı benim gibi zemherinin ortasında kalanlar anlar. Çocukluk kimsenin yara almadığı bir cennettir derler. Oysaki benim için çocukluk, hiçbir zaman cennet olmadı. Doğduğumdan bu yana ateşlerin arasında cehennemden farksız bir ortamda soluyan ben, cennetin meyvesini tatmaya fırsat bulamamıştım tüm küçüklük yıllarım boyunca. Fazla fevkaladenin peşinde koşmak değildi niyetim, ufak zaferlerle de yetinebilirdim. Ancak kader ağlarını etrafıma değil boynuma sarmıştı. Kısacası nefes almak da oldum olası benim için hep güçtür. Bana kalırsa hep evsiz ve kimsesizdim. Benim için sıcak bir aile olmaması sokakta kalmaktan farksızdı. On dokuz yıllık hayatım boyunca anladığım sayılı şeylerden birisi ise bazı şeylerin parayla elde edilemeyeceği oluşuydu. Para, sadece bir araçtı. Belki de bir haz. Tıpkı sevişen iki insanın hissettiği ve arzuladığı gibi bir istek. Benim içinse bir çıkar olmaktan fazlaca uzaktı. Para için çıkar gütmeye ihtiyacım olamayacak kadar bolluk içinde büyümüştüm. Belki de her şeyin parayla halledilemeyeceğini anlamam bu kadar zenginlik içerisinde olmam yüzündendi. Ben Lara Ferzan. İki zengin ve büyük ailenin çocuklarının evlenmesi sonucu dünyaya gelmiştim. Derin Karahan ve Uras Ferzan’ın ilk kızıydım. İkinci ve son olansa benden iki yaş küçük olan kız kardeşim Lena’dır. Aile yaşantımız oldukça katı ve donuktu. Yaşadığımız büyük evin içerisi buz gibiydi. Normal aileler gibi akşamları salonda televizyon karşısında oturmazdık; televizyon yoktu. Güzel sohbetler içerisinde kahvaltılar etmezdik; birbirine sevgiyle bağlı olan bir aile profili olmaktan oldukça uzaktık. Birbirimizin yaralarını sarmazdık; herkesin kendince bir yarası vardı ve kimsenin gücü bir diğerine yetmezdi. Kardeşimle güzel bir ilişkimiz yoktu. Sürekli kavga ederdik. Annem bizimle ilgilenmezdi. Babamsa kendi dünyasındaydı. Onlara en çok şahit olduğumuz an, bağıra çağıra kavga ettikleri anlar olurdu. İyi bir karı-koca imajı çizmelerine karşın o kadar sorunlu bir çifttiler ki bazen onlara yetişmekte güçlük çekerdim. Annem, bencil ve umursamaz bir kadındı. Tıpkı benim gibi. İnsanların onun hakkında ne hüküm verdiğini önemsemez ve hayatını onlara göre şekillendirmezdi. Oldukça rahattı. Babam ise ailesinden ona kalan işleri yürüten bir gençti. Yeni devraldığı konum, onun için zordu ve annem onun sınırlarını bir hayli zorluyordu. Bu çok geçmeden onu bir alkoliğe çevirmişti. Kendini neredeyse kaybedecek kadar sarhoş kılan bir alkoliğe… Sonları iyi bitmedi. Derin bir nefes çektim içime. Geçmişi düşünmek ve sürekli bir şeylerin muhakemesini yapmak şüphesiz sadece benim için çekilmez bir hal almıyordur kuvvet ihtimalle. Kim olursa olsun, bazen insan sadece öylece durmak istiyor. Hiçbir şey düşünmeden ve dertlenmeden. Ne yazık ki bu mümkün değil. Zihninde olur olmadık sürekli bir şeyler çevirmek insanoğlunun doğasında var ve olduğumuz şeyden kaçamayız. Bazı prangalar hayatımız boyunca bize bağlı kalır. Tıpkı benim dönüp dolaşıp şu an sözde çocukluğumun geçtiği evin kapısına gelmem gibi. Sanırım doğduğumuz yer, kaderimizin bir parçası haline geliyor. Kilometrelerce öteye de gitsek, bir gün dönüp dolaşıp ilk durağımıza varmamız kaçınılmaz. Arabamın kontağını kapatıp arabadan inmemin üzerinden yaklaşık üç dakika geçmişti. Kaputa kalçamı yaslamış evi seyrediyordum. Burası büyük bir koruluğun içinde kalan büyük bir villaydı. Evin büyük bir bahçesi ve bahçeyi sarmalayan beyaz bahçe duvarları vardı. Ha tabi bir de artık yılların eskitmeye başladığı şu paslanmış bahçe kapısını es geçmeyelim. Bahçe duvarlarının üzerindeki yanan spot lambalar ve evin salon kısmından gelen ışık, evde birisinin olduğunun habercisiydi. Tek bir kişi bu saatte gelirdi. O da babamdan başkası olamazdı. Kar soğuğu bedenimi sarmalarken, vakur bir tavırla siyah deri ceketimin yakasını düzelttim ve kalçamı yasladığım araba kaputundan ayırdım. Daha fazla beklemek bir şey kazandırmayacaktı. Usulca adımlarıma komut verdim ve evin kapısına doğru yürümeye başladım. Ayağımdaki ince topuklu ayakkabılar zeminde belli bir ritimde ses çıkartırken cebimden anahtarı çıkardım ve kapının anahtar yuvasına soktum. Yuvaya zor giren anahtar, kapının da en az bahçe kapısı kadar bakım istediğini bas bas bağırırken iç çektim ve kısa bir sürede kapıyı açıp içeri girdim. Kapıyı ardımdan örtüp anahtarı tekrar cebime koyduktan sonra karanlık hole bakındım. Etraf dikkatli koklandığında toz kokuyordu. En ufak bir yere bile üflesem bir sürü toz zerreciği havada süzülecekti şüphesiz. Zamanında bu evde yaşamamış olsam, kimseye ait olmayan perili bir ev olduğu konusunda iddiaya girerdim. Hoş, bu ev uzun zamandır sahipsizdi. İçinde birileri yaşamayalı yıllar oluyordu. Dış kapıdan uzaklaşıp geniş holün ortasına doğru yürümeye başladığımda kırmızı ruj sürdüğüm dudağımı dişledim ve bakışlarımı yere doğru indirdim. Ellerimi cebime sokup yere bakarken tam olarak solumdan babamın sesini duydum. “Hoş geldin.” Babam, Uras Ferzan. Ferzan ailesinin üç erkek bir kız olmak üzere dört çocuğundan ikincisi. Otoriter, ne konuştuğunu bilen, alkolikliğini ve o kaba tavırlarını geçmişinde bırakan babam. O hem güvenli limanım hem de kaçtığım fırtınam. O benim kahramanım değil, çoğunlukla içimdeki nefret parçacıklarından çoğuna sahip olan adam. Ona karşı duyduğum sevgi her seferinde bir şekilde sönük kalıyor ve ön plana ondan uzaklaşma hissim çıkıyor. Biliyorum, onunla hiçbir zaman güzel bir baba-kız ilişkim olmadı. “Asıl sana hoş geldin.” Dudağımı dişlerimin arasından kurtardım ve aheste bir tavırla salona doğru çevirdim bedenimi. Bir tane üçlü koltuğa rahatça oturmuş hafif bir açıyla başını bana doğru çevirmiş bakıyordu. İfadesiz bir maske takınarak salona girdim ve tam karşısındaki üçlü koltuğa tıpkı onun gibi oturup bir bacağımı diğerinin üzerine attım. Sol cebimden çilekli sakız çıkardım ve paketinden çıkartıp bir tane ağzıma attım. Onun karşısında bu şekilde oturmak ve sakız çiğnemek sanırım ‘sana saygı duymuyorum’ demenin bir başka yoluydu. Bundan rahatsız olduğum söylenemez. İnsanlara saygı duymanın bir getirisi olduğunu düşünmüyorum. Daha doğrusu buna ihtiyacım yok. Saygı da tıpkı para gibi bir araçtan ibaretti. Birine saygı duyuyorsan bir çıkar peşindesindir. Bana kalırsa bir yaşlıya saygı duymak da çıkardan ibaretti. İnsanın kendini iyi olduğuna ikna etmeye yaran bir çıkar aleti. “Gelmene sevindim.” Dudaklarımı büktüm. “Ben sevinmedim doğrusu.” Başını hafifçe yana eğdi ve bana düşünceli bir şekilde baktı. “Uzun zamandır Sicilya’dasın. Neler yaptın?” Omuz silktim. İlgili bir baba olarak rolüne girmesi iç bayıcıydı. “Hiçbir şey, takıldım öylesine. Sen neler yaptın? Lena nasıl?” Derin bir nefes verdi. Birbirimize bakarken her an kalkıp gitmenin hayaliyle yanıp tutuşuyordum. Açıkçası babama fazla tahammülüm yoktu. “Lena iyi ve ben de… Nişanlandım.” Duyduğum şeyle birlikte kaşlarımı çattım hafifçe sırıtarak. “Nişanlanmak mı? Ciddi ilişki konusunda bir hataya daha düşmezsin sanıyordum. Günü birlik ilişkilerde daha iyisin, hangi yelloz seni yolundan şaşırttı?” Ona alayla bakarken dediklerimden memnun olmamış gibi kaşlarını çattı. “Biraz söylemlerine dikkat et Lara.” Dudaklarımın arasından sessiz bir kıkırtı firar etti. “Ağzımın ayarının olmadığını iyi biliyorsun babacığım. Üstelik sadece doğruyu söylüyorum. Sen ciddi bir ilişkiyi kaldıracak karaktere sahip değilsin. Bir kadın daha canından olmasın değil mi?” Son cümle dilime dikenler batırırken, ikimizde yutkunduk. Her konuda bir sözü olan ikimizin bu konuda fazla dilinin uzadığı söylenemezdi. Salonda oluşan derin sessizlik iç bayıcı bir hale gelene kadar ne ondan ne de benden bir ses çıkmazken boğazını temizledi ve burnunu çekti kısıkça. Bana durgun bakışlarla karşılık verdi. “Bu konuyu konuşmanın bir yararı olmadığını biliyorsun.” Laubali gözüktüğünü tahmin ettiğim bir halde gülümseyerek kafamı hafifçe iki yana sarstım. Gözlerimi kıstım ve “Yarın 28 Aralık, doğum günüm ve sen yarının sadece bundan ibaret olmadığını biliyorsun. Konuşmanın bir yararı yok. Ama gerçeklerden de kaçamayız öyle değil mi baba? Neredeyse sekiz yıl oldu.” Derin bir nefes aldı. Göğsü aldığı nefesle birlikte kalkıp inerken bir eliyle alnını ovuşturdu. “Gerçeklerden kaçamayız. Ama sürekli geçmişle de yaşayamayız kızım, bunu anlaman gerek.” Bedenime yüzlerce dikenin battığını hissederken ağzımdaki sakızı birkaç tur çiğnedim. “On bir yaşında gözlerinin önünde babanın anneni öldürdüğünü görseydin belki işlerin dediğin kadar kolay geride bırakılmayacağını anlardın.” Aramızdaki gerilimin kat be kadar arttığını sezerken, gözleri kısıldı hırçınca. “Karşında sana ihanet eden bir eşin olsaydı ve kafan bir santim önünü seçemeyecek kadar güzel olsaydı belki sende durumun benim açımdan ne kadar karmaşık ve zor olduğunu anlardın kızım.” Asabi çıkan sesine karşın iç çektim ve oturduğum koltuktan kalktım. Bu sırada o da oturduğu yerde doğruldu ve bana yutkunarak baktı. “O zamanlar, her şey fazla zordu. Herkesin açısından. Ama artık bir şekilde toparladık ve önümüze bakıyoruz. Dediğin gibi, neredeyse sekiz yıl oldu. Herkes hatalar yapar Lara, mevzu bu hatalardan ne kadar ders çıkardığımızdır.” Burnumdan soludum. “Senin hatalarından ders çıkarmanla ilgilenmiyorum baba. Bir bardağı kırdıktan sonra parçaları eskisi gibi tekrar bir araya getiremezsin.” Kafasını iki yana salladı. “Getiremem. Ama en azından ortaya saçılanları toparlayabilirim, öyle değil mi? Bak, annenden sonra ne hale geldiğimi biliyorsun Lara. Üstelik en çok yanımda olan da sendin…” “Daha sonrasında beni bir kenara iten de sendin.” Hayal kırıklığıyla ona bakarken omuzları düştü. Nadiren güçsüz gözükürdü babam. Bu an, o anlardan biriydi. Dudaklarını büktü. “Şımarık bir kız çocuğuydun ve ortalığı karıştırmaya bayılıyordun. Sana alkış tutmak değildi yapmam gereken.” Bundan beş altı yıl öncesi zihnimde dönmeye başladığında şimdiden buraya döndüğüm için pişmandım. Babam ve Ferzan ailesinin geneli bir saçmalıktan ibaretti. Açıkçası gece uçağına yetişip yetişmemek adına planlar düşünmeye başlamıştım bile. İtalya’da gayet iyi sayılırdım. En azından burada olmamdan daha katlanılabilirdi. Babamın hayati bir sebep diye çağırmasının böyle saçma sapan bir konuşmadan ibaret olacağını bilseydim doğrusu kılımı bile kıpırdatmazdım. Burnumdan bıkkın bir soluk verdim seslice ve salonun çıkışına doğru yöneldim. Bu sırada babam konuştu. “İstanbul’da kalmanı istiyorum.” Aniden dediği şeyle birlikte boşluğuma geldi ve gülüp ona döndüm gitmekten vazgeçip. “Ne dedin sen?” Kararlıca baktı. “İstanbul’da kalmanı istiyorum. Burada. Bu sene Lena liseden mezun olacak ve nişanlı olduğum kadınla da evleneceğim. Mezuniyetten sonra Lena’ya olanlardan bahsetmek istiyorum. Daha fazla geciktirmek sadece işleri daha da kötü yapar. Bunu yaparken senin de yanımızda olmanı istiyorum ve tabi o gün gelene kadar buralarda olmanı. Onun bir ablaya ihtiyacı var Lara ve onun yanında olursan bazı şeyleri daha kolay atlatacaktır.” Kısa bir an tepkisiz kaldım. Ardından da gözlerimi devirdim. “Sevgili kız kardeşim ile en son ki konuşmamızın üzerinden neredeyse dört yıl geçti baba. Onun için bir abla ya da kardeş değilim, bunu az çok tahmin edebiliyorsundur. Üstelik kaldı ki benim Sicilya’da bir düzenim var.” Omuz silkti ve ilk başta dediklerim es geçerek son dediğime odaklandı. “Burada da düzenini kurabilirsin, her türlü imkana sahipsin.” Gözlerimi kıstım. “Şu an yurt dışında iyi bir lisede eğitim görüyorum ve hatırlatmak isterim ki bu sene benim de mezuniyet senem baba. Ayrıca orayı bırakıp buraya gelirsem yüksek ihtimalle üniversite için bir yıl daha beklemek zorunda kalırım buradaki sisteme göre çalışarak. Bunu istemiyorum, Sicilya’da işler benim açımdan güzel gidiyor, okulu dereceyle bitirip Palermo’daki üniversiteye girmek varken burada zaman harcamayacağım, üzgünüm. Kızına gerçekleri zamanı gelince tek başına anlatmaya hazır olsan iyi edersin.” Bıkkınlıkla baktı bana. İkna olma konusunda bir taştan farksız olduğumu gayet iyi biliyordu. Boş duygu sömürülerine karnım toktu. Ama o beni nereden vuracağını iyi biliyordu. “Bu bir aile olabilmemiz için kaçınılmaz bir fırsat Lara. Sen akıllı bir kızsın, en iyi seçeneğin ne olduğunu her zaman bilirsin.” Gözlerimi kırpıştırdım. Beni manipüle etmesine müsaade etmek istemiyordum. “Şu an en iyi seçeneğin çekip gitmek olduğunu biliyorum.” Kafasını iki yana salladı ve biraz yanaştı. “Hayır, öyle olmasını tercih ediyorsun. Oysaki burada kalırsan işlerin senin için biraz daha güzel ve farklı geçeceğinin farkındasın kızım. Neden biraz olsun ılımlı yaklaşmayı denemiyorsun? Bak, burada kalırsan hem Lena ile arandaki bağ güçlenir hem de yıllardır açtığımız arayı kapatırız ha? Belli etmiyor olabilirim ama seni özledim. Acıyan yerlerimizi birlikte iyileştirebiliriz.” Babamın duygusal sözleri canımı sıkarken dilimle dudaklarımı ıslattım. “Bu muydu beni buraya getirtecek kadar hayati olan mesele?” Alt dudağını dişledi. “Aile olmak istiyorum…” “Aile kavramından haberin olduğunu bile zannetmiyorum. Sen bencil bir adamsın baba. Beni olmayacak hayallerin peşinde koşturma.” Gözlerimi kıstım yavaşça ve babamın karşımdaki omuzları düşük halini süzdüm. Onu tanıyordum. Anlık hazları ve isteklerine göre yaşayan kötü bir adamdı o. Yılların onu köreltmesi ve durgunlaştırması onun bir melek olduğu anlamına gelmezdi. Toz pembe umutlar düşlemek istemiyordum. İçimdeki çocuk, on bir yaşında annesini kaybettiğinde ölmüştü. “Bir gün ölünce bana ait olan her şey sana ve Lena’ya kalacak. Bir başkasına değil ve ben arkamda hiç olmuş şeyler bırakmak istemiyorum Lara. Geride bıraktıklarımı sen yöneteceksin, sen şekil vereceksin. Kardeşin belki bu kadar güçlü olamayabilir. Ama sen zekisin, güçlüsün kızım. Tam da bu yüzden yanımda olmanı istiyorum. Doğru düzgün büyüyüşünü göremedim ama olgunlaşmana, işlerin üstesinden gelebileceğine ve burada bir evin olduğunu hissetmene tanıklık etmek istiyorum. Bu hakkı elimden alma. Yalnızlık sadece içi boş bir odadır, çık o odadan ve neleri kaçırdığına bir bak.” Yutkundum. Henüz vasiyet konuşmaları yapmak için fazla erken değil miydi? Sahte bir şekilde hafifçe sırıttım. “Ölümcül bir hastalığa yakalandın da haberimiz mi yok baba? Üç aydan az ömrü kalan insanlar gibi konuşuyorsun.” Tavrıma karşın o da gülümsedi ve kafasını iki yana salladı. “Hayır, sadece duygusal bir konuşma yapmaya çalışıyorum burada. Temin ederim ki, öyle bir şey olursa böyle bir veda yapmam.” Gözlerimi devirdim ve geriye doğru bir adım attım. “Neyse, yine de burada kalmak istemiyorum…” “Yarın akşam bir müzayede olacak. Tanıdık camianın birçoğu orada olacak, güzel bir ortam. Orada bize katıl, biraz kalabalığa karış tanıdık yüzler görmek fikrini değiştirecektir.” Bıkkınca omuzlarımı düşürdüm. Anlamak istemiyordu. İstemeyecekti de. “Baba, burada bana göre bir şeyler yok.” Tek kaşını kaldırdı. “Buna biraz burada vakit geçirdikten sonra karar ver, emin ol bir şey kaybetmezsin.” İç çektim. “Pekâlâ.” Duruşu dikleşti ve bana doğru yürümeye başladı. Yüzünde konuyu daha fazla uzatmadığım için memnun olan bir ifade vardı. Açıkçası gerçekten de daha fazla uzatmak istemiyordum. En fazla bir iki gün geç dönerdim Sicilya’ya. Ardından sanki hiç yokmuşum gibi yaşamaya devam ederdim. “Güzel, öyleyse konuyu tatlıya bağladığımıza göre gidebiliriz.” Yanımdan geçip salondan çıktığında kaşlarımı çattım ve bende ardından hole doğru yürüdüm. “Gidiyoruz derken?” Duraksadı ve omzunun üzerinden bana baktı. “Burada kalmayacaksın herhalde?” Omuz silktim. “Açıkçası fark etmez. Ev fena durmuyor.” Tam bu sırada elimi duvara yaslamıştım ki duvardan küçük parçacıklar döküldü yere doğru. Yüzümü buruşturdum ve elime bulaşan tozu silkeledim. Babam da derin bir nefes verdi. “Buraya biraz bakım lazım. Üstelik fazla güvenilir de değil. İlla yalnız kalmak istiyorsan da makul bir otele yerleştiririm seni. Onun dışında ilerleyen günler için de bir şeyler bakarız.” Alayla baktım. “İlerleyen günler için plan yapmak fazla erken bir atılım doğrusu.” Diliyle dudaklarını ıslattı. “Olmasını umduğum şey doğrultusunda ilerleyeceğim kızım.” İkimiz sanırım laf yetiştirme konusunda biraz fazla çıtası yüksek iki insandık. Altta kalmak doğamızda yoktu. Bunun ne derece güzel olduğu ise tartışılırdı. Evde daha fazla durmayıp dışarı çıktığımızda babam kendi arabasıyla önden çıktı. Bende onun ardından arabamla takip etmeye başladım. Karanlığın ortasında ağaçların çevrelediği tek şeritli yolda arkalı önlü giderken etrafı aydınlatan tek şey arabalarımızın farlarıydı. Kafamı biraz geriye yasladım ve devir göstergesi ikiyi biraz geçince vitesi üçe aldım. Fazla hızlı sayılmayacak bir süratle ilerliyorduk. Bir elimi direksiyondan çektiğim sırada çalan telefonumla birlikte elime yan koltukta duran telefonumu aldım ve babamın aradığını gördüm. Arabasının hızı da git gide azalıyordu. Kaşlarımı çattım ve aramayı yanıtladım. “Ne oluyor baba?” “İleride birkaç araba yolu kesmiş, birazdan duracağım. Sen de dur ve mümkünse arabadan inme. Husumetli olduğum birileri olması muhtemel.” Gözlerimi devirdim. “Neden yanına şu korumalarından almazsın ki?” Homurdanışıma karşın iç çekti. “Uzun zamandır burada değilsin, çoğu kişi seni bilmiyor Lara. Etrafımda kalabalıkla yanına gelmek istemedim kötü niyetli birilerinin kulağına gidip tadımız kaçmasın diye. Ama anlaşılan o ki birilerinin kulağına her şey çalınıyor.” Önümdeki araba duraksadığında yutkundum ve bende arabayı durdurup el frenini çektim. Arabanın içi karanlığa büründüğünde mırıldandım. Bu sırada bakışlarım babamın arabasının önünden gelen araba ışıklarında takılıydı. “Kim bunlar?” “Daha sonra anlatırım. Şimdilik sadece arabadan onlar gidene kadar ne olursa olsun inme tamam mı? Kahramanlık yapmanın sırası değil.” Gözlerimi devirdim. “Kahraman havamda değilim zaten, merak etme. Cici cici oturacağım.” “Güzel.” Telefon kapandığında telefonu tekrar eski yerine bıraktım ve sol dirseğimi kapıya yaslayıp dışarıyı dinlemeye çalıştım. Babam arabadan inmiş ve öne doğru ilerlemişti. Sırtı görüş açımdaydı, ancak onun kimlerle konuştuğunu göremiyordum. Sadece etraftaki on beşe yakın adam yüzleri hafifçe tanınabilecek şekilde kendini belli ediyordu. Kısa bir süre sonra nedenini anlayamadığım bir şekilde babam birden sol elini havaya kaldırdı ve karşısındaki kişiye yumruk attı. O saniyeden sonra karşısındaki kişi de babama yumruk attı ve yere düşmesini sağlayıp birkaç tane de tekme attı. Yüzüne ışık vurmuyordu. Arabadan inmek ve inmemek arasında kalırken elim kapıya gitti istemsizce. Silah sesini duyduğumda sınırlarda gezindiğimin farkındaydım. Her ne kadar babama gıcık olan bir kız olsam da göz göre göre olayı seyretmek kulağa hoş gelmiyordu. Adamların arabalarına binip uzaklaştıklarını fark ettiğimde birkaç saniye bekledim ve ardından hızlıca arabadan inip babama doğru koştum. “Baba!” Yerde uzanan bedenini gördüğümde tüylerim ürperdi. İşte bundan nefret ediyordum. Ondan nefret ederken bir yandan da onun başına bir şey gelmiş olma ihtimaline üzülüşüm benim açımdan nefret edilesiydi ve ben buna engel olamıyordum. Yanına çöktüğümde kolunun olduğu yerin kan birikintisi olduğunu fark ettim. Yutkundum. “İyi misin? Ne oldu öyle?” Gözlerini hafifçe araladı ve yutkundu. “Sanırım eski formumda değilim artık. Bir yirmi yıl öncesi olsaydı, o çocuğa gününü gösterirdim.” Sinirle soludum. Kolundan vurulmuştu ve kaşı patlamıştı ama düşündüğü şey bambaşkaydı. Ah, tam bir sinir etme makinesiydi bu adam! “Şu an tek düşündüğün bu mu? Kolun ve kaşın kanıyor, biraz daha böyle devam ederse doğru düzgün vasiyetini yazamadan öleceksin.” Ağzının kenarından güldü ve uzandığı yerde doğrulup desteğimi alarak ayaklandı. “Bir şeyim yok iyiyim, sanırım kurşun kolumu sıyırdı.” Dudaklarımı tereddütle araladım. Belki de sadece meraktan ötürü konuştum. “Yolumuzu gecenin bir saatinde kesen kim?” Yorgunlukla ‘boş ver’ dercesine baktı ve “Bunu daha aklı selim bir vakitte konuşuruz, sadece iyi anlaştığımız birisi olmadığını bilsen kâfi.” Ağzımdan ‘hah’ diye bir homurdanış döküldü. İyi anlaştığımız birisi değilmiş, bak sen şu işe. “Orasını anladık zaten.” Sağlam kolundan tuttum ve onu kendi arabamın ön koltuğuna bindirdim. Kendi arabasını daha sonra aldırtabilirdi, şu an tek arabayla gitmekten başka çaremiz yoktu. Kendim de sürücü koltuğuna binip arabayı dikkatlice öndeki arabanın yanından geçirdikten sonra hızı arttırdım ve on dakikalık uzağımızda kalan şehir merkezine doğru sürmeye başladım. Bu sırada babam telefonu kulağına yasladı. Birini arıyordu. “Alo Derya, nasılsın kızım?” Derya… Amcamın kızı. Kuzenim olur kendisi. Ailenin zekâ küpüdür ve tıp öğrencisidir. Yanılmıyorsam bu sene üniversitedeki dördüncü senesiydi. Onunla ara sıra arayı soğutmadan telefonda görüştüğüm için az çok bilgiye sahiptim. “Evdeysen, bir uğramam gerek. Ufak bir kaza oldu… Ah, hayır büyük bir şey yok. Sadece hastaneyle uğraşmak istemiyorum, senin halledebileceğinden eminim. Üstelik yanımda sürpriz de getiriyorum.” Dudaklarımda ufak bir tebessüm oluştuğunda göz ucuyla babama baktım. Telefonu kapatmıştı. Bana baktı. “Derya’ya gidiyoruz, evdeymiş koluma bakacak. Hem belki sen de onda kalırsın bugün.” Omuz silktim. Fark etmezdi. Sabit bir yuva anlayışım olmadığı için nerede kaldığımı umursamıyordum. Yaklaşık bir saat sonrasında babamın telefonundan gösterdiği konumu takip ederek vardığımız apartman dairesinin önünde arabayı durdurduğumda etrafa bakındım. Sokakta birileri yoktu. Bu iyiydi. Babamın kanlı üstünü birilerinin görmesi fazla hoş durmazdı gece gece. Arabadan inip apartmana girdiğimizde asansörle ikinci kata çıktık. Babam asansörden önce çıkıp sağa yürüdüğünde Derya’nın sesini duydum. “Amca, iyi misin!” Ardından bende çıktığımda, görüş açıma giren Derya ile göz göze geldik. Evinin kapısını açmış babamı karşılıyordu. Beni görünce hayretle baktı. “Lara?” Gülümsemeye çalıştım ve bir elimle kafamı kaşıdım. “Selam!” Babamın eve girmesinin ardından bende içeri girdim ve ayakkabılarımı çıkarıp kapıyı kapatan Derya’ya döndüm. Babam salon olduğunu tahmin ettiğim geniş bir odaya ilerlemişti. “İnanamıyorum, buradasın. En son seni kanlı canlı görmemin üzerinden epey vakit geçmişti doğrusu.” Omuz silktim. Bu sırada geldi ve bana kibarca sarıldı. Karşılık verdim. Aramız fena sayılmazdı. “Nereden esti İstanbul’a gelmek? Kaç yıldır yurt dışındaydın?” Derin bir nefes aldım. “Her şey bir anda gelişti, sonra konuşuruz.” Başını olumluca salladı ve salona doğru kaçamak bir bakış attı. “Tamam, şimdi amcam ile ilgilensem iyi olur. Sonrasında bol bol konuşuruz.” Yanımdan ayrılıp gittiğinde, yorgunca soludum ve biraz sağımda kalan mutfak kapısından girip tezgâha doğru yanaştım. Rastgele bir dolaptan aldığım bardağa su dolu bir sürahiden su doldurdum ve tek seferde içtim. Bardağı hafif sert olacak şekilde tezgâha bıraktıktan sonra mutfağın balkona açılan kapısından balkona çıktım ve Derya’nın tatlı sayılabilecek armut puflarından birisine kendimi bıraktım. Hava soğuk ve kuruydu. Tam hasta edecek cinstendi. Neyse ki direnci yüksek bir birisiydim. Kolay kolay hasta olmazdım. Ellerimi saçlarımın arasından geçirdikten sonra yüzümü sıvazladım ve bakışlarımı etrafta gezdirdim. Daha İstanbul’a ayak basmamın üzerinden yaklaşık üç saat geçmişti ve daha ilk anlarda bir olayla karşı karşıya kalmıştım. Babamın sorunlu olduğu insanlar yolumuzu kesmişti ve tabiri caizse babama zarar vermişlerdi. Belki bana da vereceklerdi. Ucuz yırtmıştım. Daha ilk dakikalarda böyle şeyler yaşıyorsam, ilerleyen zamanlarda ne yaşardım tahmin bile edemiyordum. Gülünçtü. Bu sırada babamın güzel bir aile olma temennisi ve burada daha iyi olacağımı düşünmesi ise daha da gülünçtü. En kötü ihtimalle yarın akşam müzayededen sonra İstanbul’dan gitmeyi düşünüyordum. Saçmalıklara vakit ayıramayacak kadar güzel bir hayatım vardı Sicilya’da. Arkama yaslanıp gözlerimi kapattım. Psikolojik problemleri olan yalnız bir insandım. Şımarıktım, bencildim, kendini herkesten üstün gören kibirli bir varlıktım. Burada bana ait ne olabilirdi ki? Yarın tam olarak on dokuz oluyordum ve nedense kendimi çoktan kırkına merdiven dayamış bir kadın olarak görüyordum. Akrabalarımla fazla samimi değildim, kız kardeşimle belki de aramızda uçurumlar var denebilecek kadar yabancılık vardı, küçüklük arkadaşlarımı fazla umursamıyordum -onlar da beni takmıyorlardır-, kısacası İstanbul benim için bir sebepsizlik silsilesiydi. Burada ne işim vardı Allah aşkına? “Pştt!” Derya’nın sesini duyduğumda balkon kapısına baktım. Mutfaktan bana bakıyordu. Eliyle içeriyi gösterdi. “Amcamın koluna ve kaşına baktım, kötü bir şeyi yok. Biraz önce gitti ve burada kalman konusunda bana ricada bulundu. Sanırım geceyi güvenli bir yerde geçirdiğinden emin olmak istiyor. Hadi gir içeri, soğukta ne diye oturuyorsan zaten!” *** Güne kırk dakikalık orta tempoda bir koşuyla başlamamın ardından kendimi Derya’nın mutfağına attığımda biraz soluk soluğaydım. Derya ise uykulu bir şekilde kahve makinesiyle uğraşıyordu. Benim enerjik halime baygın bir bakış attı ve önüne dönüp homurdandı. “Nasıl bu kadar enerjik olabiliyorsun anlamıyorum. Ben kendimi tam anlamıyla bir çuval gibi hissediyorum.” Omuz silktim ve mutfaktaki masanın üzerinde duran tabaktan bir adet salatalık dilimi alıp ağzıma attım. “Enerjik olmak iyidir, öyle çuval gibi hissedersen avlanırsın.” Kendimi sandalyeye bıraktığımda önüme kahve kupasını bıraktı ve kendisi de elindeki kupayla birlikte karşıma oturdu. Üzerinde turuncu bir sabahlık vardı. Saten değildi. Benim üstümdeyse ondan ödünç aldığım sporcu atleti ve tayt vardı. Havanın soğukluğuna bakılacak olursa muhteşem bir tercih yapmıştım. Kahvemden bir yudum aldım ve ona baktım. Dün gece biraz konuşmuştuk. Ben ona Sicilya’daki okulumdan, o da üniversite hayatından bahsetmişti biraz. Derya ile ayda birkaç kez telefonda konuştuğumuz için bu bilgiler gerçi fazla bilinmedik sayılmazdı. Amacımız sadece sohbetti. Tabi bunun dışında babama ne olduğuna dair sorgulamalarına da biraz maruz kalmıştım ve sadece geçiştirmekle yetinmiştim. Babamla etraflıca olayı konuşmadan ulu orta sohbet etmek uygun olmazdı. “Eee planın ne?” Tabağındaki peyniri çatalıyla alırken bana yönelttiği soruya karşın dudaklarımı büktüm ve bir tabağa koyduğu sigara böreklerinden birisini elime alarak ısırdım. Dondurulmuş ürün olduğu için normal evde yapılanı kadar lezzet vermiyordu. Ancak idare ederdi. “Bu akşam bir müzayede varmış, babam söyledi. Oraya gideceğim, ardından da ilk uçakla Sicilya’ya döneceğim.” Umursamaz bir tavırla sarf ettiğim sözlere karşın omuzlarını düşürdü üzgünce. “Burada olman güzel olurdu aslında.” Burnumdan soludum. Derya beni anlamayacaksa kimse anlayamazdı. “Derya, dün gecede söyledim. Sicilya’daki lisede son senem. Orada güzel bir düzenim var ve ortalamam çok yüksek. Palermo’daki üniversiteye girmek için önümde hiçbir engel yokken şimdi durduk yere bir çuval inciri berbat etmek istemiyorum. Buranın eğitim sistemi güzel değil. İnsanlar yurt dışında okumak için can atarken, ben neden buraya döneyim ki?” Bana ‘haklısın’ dercesine baktı istemeyerek. “Haklısın. Ama yine de burada olman hoş olabilirdi, neyse. Nasıl iyiysen öyle devam et.” Konuyu uzatmayışı hoşuma giderken kahvemden yudumlamaya ve kahvaltıma devam ettim. Bir süre sonra telefonuyla ilgilenen Derya bana ikilemde kalmış bir şekilde bakmaya başladı. Tek kaşımı kaldırdım. “Bir şey mi diyeceksin?” Dudaklarını araladı yavaşça. “Senden bir şey isteyip istememek arasında kaldım aslına bakacak olursan.” Yutkundum ve başımı rastgele salladım. “Söyle.” Yutkundu ve elindeki telefonu masaya bırakarak telefonu işaret etti. “İletişim fakültesinden bir arkadaşım var. Çok önemli bir röportaj işi vardı ve babası rahatsızlandığı için birkaç günlüğüne memleketine gitmesi gerekti. Röportaj işini de ekemeyeceği için benim gitmemi istiyor. Ama benim de bugün staj günüm ve gitmemin imkânı yok. Bu iş için çok istekliydi ve ona hayır diyemedim. Bana röportajla ilgili detayları yolladı biraz önce. Ama dediğim gibi gidemem ve benim yerime gidecek birini bulmam gerek. Kıza bir kere olur dedim, şimdi geri de gidemem diyemem ki.” Gözlerimi kıstım. “Ve sende senin yerine benim gitmemi istiyorsun?” Başını olumluca salladı. “Evet, hem mantıklıca düşünürsek senin hitabetin benden çok daha iyi. Gittiğin zaman arkadaşımın yokluğunu aratmayacaksındır. Benim gitme imkânım olsaydı bile bu işi becerebilir miyim bilmiyorum açıkçası. Yani, tek çaremiz senin gitmen. Bir iyilik yapar mısın?” Düşünürcesine bir süre sessiz kaldım. Ardından sırıttım. “Karşılıksız bir şey yapmayı sevmem, bunu biliyorsun kuzen. Daha sonrasında bana bir minnet sözün olursa neden olmasın?” Aslına bakacak olursak tüm gün boştum ve biraz değişiklik fena olmazdı. Hem insanların minnet duygularını ele geçirmek hoşuma gidiyordu. Üstelik kısa bir süreliğine iletişim fakültesi öğrencisi gibi davranmayı tecrübe etmek kulağa eğlenceli geliyordu. Derya, derin bir nefes aldı ve “İstediğin bu olsun, tamam. Pekâlâ. Yeter ki şu işi yap Lara.” Diye konuştu. Gülümsedim. “Oldu bil.” Kabul etmem onu rahatlatmışa benziyordu. “Tamam, sana bana gönderilen dosyayı atıyorum. Röportajda sorulacak sorular dosyada var.” Kahve kupasının dibini bulduğumda son yudumu da yuttum ve Derya’ya baktım. O da son lokmalarını yiyordu. “Röportaj kiminle yapılacak, biliyor musun?” Tabağından başını kaldırdı ve arkasına yaslanıp cevap verdi. “Kıraç Group’un üst düzey yöneticisiyle. Aslında röportajın ayarlanmasında biraz parmağım var… Holding içinde tanıdığım vardı, yardımcı oldu.” ‘Anladım’ dercesine başımı salladım ve önüme döndüm. Çeşitli kuruluşlarla falan fazla alakam yoktu. İlgi de duymuyordum. Uzun zamandır Türkiye’de yaşamadığım için de doğal olarak piyasadaki gündemden haberim yoktu. “İki saate evden çıkarsan tam vaktinde yetişirsin Lara.” Kaşlarımı çattım. “Bunu bana şimdi mi söylüyorsun Derya?” Masumca baktı. “Üzgünüm, her şey spontane gelişiyor farkındayım.” Oflayarak ayaklandım ve elimde telefonumla ona baktım. “Duşa gireceğim, ardından da yine senin kıyafetlerinden alırım. Bavulumu arabadan indirmek istemiyorum. Gönderdiğin dosyaya da bir bakınırım.” Mutfakta ayrıldıktan sonra kendimi banyoya attım ve üzerimdekileri kirli sepetine fırlattıktan sonra duşa girdim. Yarım saat boyunca ağırkanlı bir şekilde duşumu aldıktan sonra Derya’nın odasına geçtim. O ben duştayken çıkmış olmalıydı stajı için. Dolabından siyah bir dar paça kot pantolon, siyah askılı bir atlet ve kırmızı kareli bir gömlek aldıktan sonra giyindim. Ardından da saçlarımı kabarmamasına özen göstererek havluyla kurutup taradım. Yatağın üzerindeki saate baktığımda fazla vaktimin kalmadığını gördüm. Bir an önce çıksam iyi ederdim. Yüzüme hatırı sayılır bir makyaj yaptıktan sonra koşturarak evden çıktım ve topuklu ayakkabılarım ne kadar el verirse o kadar hızlı olarak arabama bindim. Durduk yere başıma iş almıştım ve şu dakikadan sonra başımdan savamazdım. Derya arkadaşına yapacağına dair söz vermişti ve işi de bana itelemişti. Benim iteleyebileceğim birisi ne yazık ki yoktu. Üstelik ilk başta isteyen de bendim. İstanbul’un lüks ve merkezinde olan bir semtin orta yerine geldiğimde arabayı uygun bir yere park ettim ve indim. Etrafta çok katlı iş yerleri ve rezidanslar vardı. Benim durak noktam ise bulunduğum yerin biraz ilerisinde kalıyordu. Gözlerimi kıstım ve lüks binayı inceledim. Girişinde büyük harflerle yazılmış kısım dikkatimi çekti. KIRAÇ GROUP Sanırım binanın tümü bu holdinge aitti. Yoğun trafik olan yoldan dikkatlice geçtikten sonra büyük iş yerine girdim ve asansörün olduğu kısma doğru yürümeye başladım. Bir yandan da telefonumda Derya’nın gönderdiği dosyayı son bir kez inceliyordum. Arabada da biraz bakmıştım. Dosya da holding ve röportajı yapacağım kişi ile alakalı bilgiler yer alıyordu. Tabi bir de sorular. Asansöre bindikten sonra aynalı olan kısma yaslandım ve okumaya başladım son bir kez. Kıraç Group, birden fazla sektörde çalışan bir holdingdi. Ama birincil ve en çok kazandıkları bölüm ekonomiydi. Türkiye’nin ileri gelen şirketlerinden biri olan bu kuruluşun üst düzey yöneticisi ise Kerem Kıraç’tı. Yirmi beş yaşında, eğitimini yurt dışında tamamlamış ve yazılana göre babasının temellerini attığı şirketi henüz üniversitede okumaya devam ederken geliştirmeye başlamış. Özel hayatıyla alakalı pek bir bilgi yoktu. Sadece babasının uzun zaman önce vefat ettiği ve bir de erkek kardeşi olduğu bilgisi vardı. Tabi başarılı işlerinin yazdığı üç paragraf yazıyı saymazsak az sayılırdı. Asansör durduğunda ve kapıları iki yana açıldığında yaslandığım yerden sırtımı ayırdım ve zemini parlak mermer olan koridora adımımı attım. Biraz ileride danışman olduğunu tahmin ettiğim bir kısım vardı. Oraya doğru ilerledim. Etrafta fazla gürültü yoktu. Doğrusu oldukça sessizdi. Sanırım bu kat sadece yönetici katıydı. Kocaman binadaki tüm çalışanların da burada olmasını beklemezdim zaten. “Buyurun?” Kibar sesli danışmanın bana olan hitabı karşısında nazikçe gülümsedim ve “Merhaba. Kerem Bey ile yapacağım 11.15 randevulu röportaj için gelmiştim.” Diye konuştum kendimden emin bir şekilde. Kadın memnuniyetle başını salladı onaylarcasına ardından bilgisayarına ufak bir bakış atıp eliyle ilerideki odayı gösterdi. “Siz odaya geçebilirsiniz. Kerem Bey biraz gecikecek, ancak kısa sürede burada olur.” Kadına teşekkür ettikten sonra odaya geçtim. Gerçekten de tam bir yönetici odasıydı. Büyük ve şık. Kocaman çalışma masasının önündeki koltuklardan birisine oturduktan sonra arkama yaslandım ve telefonumun ses kayıt uygulamasını hazırda tuttum. Röportajı ses kaydına almam gerektiğini Derya hatırlatmıştı ben yoldayken mesaj atarak. Bir süre öylece bekledikten sonra sıkıntıyla bir bacağımı diğerinin üzerine attım. Saat 11.25’ti. On dakikadır burada bekliyordum. Tam gidip gitmemeyi aklımdan geçirirken kapı açıldı ve içeri uzun boylu birisi girdi. Oturduğum yerde dikleştim. Sanırım Kerem Kıraç gelmişti. Gerçi hayallerimdeki gibi üzerinde bir takım elbise yoktu ve çok da yirmi beş gibi göstermiyordu. Bu detayları boş vererek nezaketen gülümsedim ve “Merhaba.” Diye mırıldandım. Göz göze geldiğim adam fazla mimik yapmadan kapıyı örttü ve cevap vermeden rahat adımlarla karşımdaki tekli koltuğa oturdu. “Merhaba.” Soğuk sesi yüzüme çarptığında gözlerimi kıstım. Fazla çekici durmayan yeşil gözleri vardı ve ifadesiz bakıyordu. Boğazımı temizledim. “İletişim Fakültesi öğrencisiyim. Sizinle başarılı kariyerinize dair küçük bir röportaj yapacağız.” Bu sırada gözlerim sağ elmacık kemiğindeki morarmış kısma kaydı. Yumruk yemiş gibiydi. “Yapacağız?” Sanki emir verir bir tınıda konuştuğum için bu dikkatini çekmiş gibiydi. Dudaklarımı büktüm. “Yani hazırsanız? Bu arada geçmiş olsun.” Bakışlarımın moraran elmacık kemiğinde olduğunu fark ettiğinde hafifçe sırıttı. Bu sırıtış soğuk ifadesini bozmuyordu tuhaf bir şekilde. “Kapı çarptı.” Dudağımın bir kenarı yavaşça yukarı kıvrıldı. “Daha çok solak birisinden sağlam bir yumruk yemişe benziyorsunuz.” Birden alayla ağzımdan çıkan sözcükler hafifçe gülmemle karışınca ortaya laubali bir tavır çıkmasına sebep oldu. Kaşlarını hafifçe çattı. “Hep böyle ukala mısındır cici kız?” Kafamı hafifçe yana eğdim. “Hep toplantılarınızda insanlara böyle hitaplar mı uydurursunuz Kerem Bey?” Alt dudağını dişledi ve gülmemek için kendini tutuyormuş gibi bir tavra girdi. Bu sefer ben kaşlarımı çattım. “Gülecek bir şey söylemediğimi sanıyorum?” Gülümseyişi büyüdü. “Biraz önce de senin güleceğin bir durum yoktu ortada sanki.” Mağrur bir ifadeyle baktım ona. “Benim bir şeye gülmem, karşımdakinin de güleceği anlamına gelmiyor.” Dudaklarını büktü ‘öyle mi’ dercesine. Sanki dikkatini bir şekilde üzerimde toplamış gibiydim. Odaya ilk girmesine kıyasla daha ilgisini üzerimde hissediyordum ve ilginç bir şekilde bu tüylerimi ürpertiyordu. Kapının kısaca tıklatılıp açılmasının ardından danışmandaki kadın adama doğru konuşacaktı ki Kerem Bey konuşmasına izin vermedi. “Çık dışarı.” “Ama A-…” Ofladı. “Sana çık dedim. Odaya da kimseyi gönderme.” Kadın sert bir üslup karşısında tepki veremeden kapıyı kapatıp gittiğinde dilimle dudaklarımı ıslattım. “Çalışanlarınıza karşı fazla kabasınız.” Sert bakışları beni bulduğunda “Her şeye eleştiri yapmak bir gün başına bela olabilir.” Diye cevap verdi. Omuz silktim. “Belayla aram sıkı fıkıdır, dert etmem.” Tam bir şey diyecekti ki telefonu çaldı. Bakışları bendeyken telefonu açtı ve kulağına yasladı. Karşı tarafı bir süre dinledikten sonra emrivaki bir tarzda konuştu. “O kızın fotoğrafını bulun bir şekilde ve bana atın. Belli ki kıymetli ve işe yarar. Gün içerisinde bulmuş olun.” Telefonu kapattıktan sonra tekrar dikkatini bana verdi. Bense içinde bulunduğum durumun sıkıcılığını ölçmekle meşguldüm. Yutkundum ve “Başlayalım mı?” diye sordum. Başını hafifçe aşağı yukarı sarstı ve “Başlayalım.” Dedi. Telefonun ses kaydı uygulamasını açıp kaydı başlattıktan sonra soruların olduğu dosyayı açtım ve boğazımı temizleyerek konuşmaya başladım. “Kuruluşunuzun üzerinden uzun yıllar geçmemesine karşın güncel istatistiklere bakılırsa büyük bir imparatorluk kurma yolunda ilerliyorsunuz iş dünyasında. Özellikle uzmanlık alanınız olan ekonomi sektöründe yurt dışında da adınızdan söz ettirmeye başladınız. Başarılı bir iktisatçı olmanızın ardında ne yatıyor?” Arkasında rahatça yaslandı ve derin bir nefes aldı. Bu sırada üzerindeki siyah eşofmanı incelemekle meşguldüm. Neden koskocaman bir holdingin CEO’su eşofmanla iş yerine gelirdi ki? Enteresandı. Bir eliyle alnını kaşıdı ve burnunu çekti. Bakışları bana döndüğünde dudaklarını araladı. “Öğrenmek ve öğrendiklerimi hayatıma geçirmek hayat felsefem olmuştur hep. Bu dünya, tüm bu kazandıklarım benim için bir tutkunun sonucu aslında.” Dudaklarımı büktüm ve başımı hafif açıyla eğerek konuştum. “Tutkulu bir kişiliğiniz var diyebilir miyiz öyleyse?” Dudağının bir kenarı yukarı doğru kıvrıldı. “Her türlü konuda bir tutkum vardır. Bence her insanın kendine ait bir tutkusu vardır.” Anlamışçasına baktım ona. Bu sırada çenesiyle beni işaret etti. “Senin tutkun ne?” gözlerimi kırpıştırdım. “Bir tutkum yok.” Yaslandığı yerden doğruldu ve dirseklerini dizlerine yaslayarak bana bakmaya başladı. “Tutku, yaşamanın parçasıdır.” Gözlerimi kıstım. “Hayatı dolu dolu yaşayan birisi değilimdir.” Kısa bir an birbirimize bakakaldığımızda tekrar boğazımı temizledim ve devam ettim. “Gelecek yıllardan beklentiniz nedir?” Derin bir nefes aldı. Konuyu kendimden saptırdığım için mutluydum açıkçası. “En zirvede olmak. En iyisi olmak.” Kafamı onaylarcasına salladım ve devam ettim. “İş dünyasındaki başarınız bazı zorluklarla da burun buruna gelmenizi sağlamış gibi. Adınız birkaç defa tarafınıza yapılan silahlı saldırılarda geçiyor.” Omuz silkti. “Fazla iyiyiz, bizim yerimizde olmak isteyen ve bunun için de illegal yöntemlere başvuranlar fazla. Ama üstesinden geliyoruz.” Yutkundum. “Biraz da özel hayatınıza gelelim. Babanızı uzun zaman önce kaybetmişsiniz ve sizden dört yaş küçük bir erkek kardeşiniz var. İlerleyen dönemde o da sizin yolunuzdan yürüyecek ve kuruluşunuzun bir aile holdingi olmasına katkı sağlayacak mı, yoksa başka planları mı var? Bunun dışında aile yaşantınıza dair birkaç ipucu verebilir misiniz?” Tebessüm etti. “Erkek kardeşim fazla başına buyruktur. O tehlikeli yollarda yürümeyi ve oralarda oynamayı sever. Kendisi iktisat alanında fazla tahsil yapacak bir karakter değil, ancak ilerleyen zaman için kendine bir yol çizecektir canı isterse. Bunun dışında tek yaşıyorum.” Bakışları yüzümü yakıp geçecek bir hal aldığında son on dakikadır yaptığım gibi tekrar boğazımı temizledim ve gülümsedim. Bu adamın bakışları neden diken gibi batıyordu? Üstelik fazla alaylıydı. Açıkçası bir iş adamıyla röportaj yapmaktan kastın bu olacağını sanmıyordum. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım ve sonrasında da ayaklandım. “Tamam, bu kadar yeterli sanırım. Zaman ayırdığınız için teşekkürler.” O da ayağa kalktı ve karşıma geçti. Boyumun standardın üzerinde olmasına karşın aramızdaki boy farkı yüzünden kafamı kaldırmam gerekirken gülümsedi. “Rica ederim… Adınız neydi bu arada?” Tüm umursamaz tavrına karşın adımı soruşundaki hafif nezaket içimi yumuşatırken kapı tekrar açıldı ve içeri yine danışmandaki kadın girdi. “Bölüyorum. Ancak, bir sonraki toplantı için haber vermem gerekiyordu.” Yutkundum ve “Artık gitsem iyi olur.” Deyip adamın yanından geçtim. Odadan çıkmamın ardından derin bir nefes alırken bir elimle saçımı düzelttim ve asansöre doğru yürümeye başladım. Az önce ne yaşamıştım öyle? İlginç bir deneyim olmuştu. Röportaj yapmak değil, o yeşil gözlere bakmak.
|
0% |