Yeni Üyelik
2.
Bölüm

ATEŞ (2) Silik Varis ve Zümrüt Yeşili

@_ece_asena_

İnsan, belli bir yaşa gelince büyümez bazı şeyleri yaşayınca büyümek zorunda kalır. Yaşımız yaşadıklarımızdır. Acılar, sevinçler, yalnızlık, paramparça oluşlar… O dibe vuruşu tam anlamıyla hissediş… İşte o zaman büyürsün. Büyürsün ve çocukça şeyleri bırakırsın. Yaşım bugün 19. Peki yaşadıklarım? Yaşadıklarımın yaşı on dokuz etmezdi. Daha doğrusu yetmezdi. Tıpkı mutlu anlarımın bir elimin beş parmağını geçmeyeceği gibi. Zihnen, gerçekten yaşlı bir insandım. Tabi bir de yorgun. Ama buna karşın insanlara güçlü bir imaj çizmek benim işimdi sanırım. En iyi bildiğim şey, farklı maskeleri ustaca takabilmekti.

“Nasıl geçti şu röportaj işi biraz daha detay versen?” Derya yanımdaki koltuğa oturup ağzına bir tane tuzlu badem attığında gözlerimi devirdim. “İyi geçti dedim ya Derya, daha ne duymayı bekliyorsun?” Gözlerini kıstı. “Neden bu kadar agresifsin sen? Bir de doğum günü kızı olacaksın o kadar!” Bıkkınca kafamı iki yana salladım ve oturduğum yerden kalkıp elbisemi düzelttim. Müzayedenin yapılacağı otelde kendime bir oda tutmuştum. Saat 23.15’te İtalya uçağım vardı. Aktarmalı uçuşla Sicilya’ya geçecektim. Doğum günlerini sevmiyordum ve ‘doğum günü kızı’ olmak gibi bir derdim de yoktu. Aşağı kattaki büyük salonda bir süre gözüktükten sonra sessiz sedasız gidecektim. Odanın pencereli kısmına yürüyüp dışarıya kısaca bakınırken mırıldandım. “Agresif falan değilim. Sadece ilgimi çekmeyen konular hakkında konuşmayı sevmiyorum.”

Derin bir nefes alıp arkamı döndüğümde sırtımı cama yasladım ve kollarımı göğsümde birleştirdim. Bu sırada Derya da oturduğu yerde biraz yön değiştirip karşı karşıya gelmemizi sağlamıştı. Elini havada rastgele salladı beni göstererek. “Çok ruhsuz davranıyorsun.” Başımı hafifçe yana eğdim. “Arada bir geliyorlar, fazla takılma.” Kaşlarını çattı. Kayıtsız tavırlarım onu kesinlikle memnun etmiyordu. Yapabileceğim bir şey yoktu. Canım istemediği müddetçe üzerimde hâkim olan tavrı değiştirmezdim. “Bence biraz sosyal olmayı denemelisin Lara. Yalnızlık sana iyi gelmiyor.”

“Etrafımda samimiyetsiz kişiler görmekten nefret ederim Derya ve bunu fark ettiğim anda pençelerimi çıkartırım. Neden bunu bile bile üzerime gelmeye devam ediyorsun? Oysaki beni iyi tanırsın.” İç çekti. Benim anlayışlı ve güvenilir birisi olmadığımın farkındaydı. Belli bir zamana kadar onunla ve diğer kuzenlerimle iç içe bir hayat sürmüştüm. Beni iyi tanıyordu. Nasıl biri olduğumu, ne kadar tehlikeli olabileceğimi ve psikolojimin ne kadar enkaz altında kaldığını… Ayağa kalktı ve kapıyı gösterdi. “Ben aşağı iniyorum. Etraf kalabalıklaşmıştır.” Aklıma gelen detayla birlikte sırıttım. “Neden buraya geldin ki Derya? Sen böyle ortamları sevmezsin.” Duraksadı ve yutkundu. Diliyle rujlu dudaklarını ıslattı. “Farklılık olsun dedim. Uzun zamandır ev ile okul arasında mekik dokumak bunaltmıştı.” Kaşlarımı kaldırıp indirdim ve omuz silktim. “Peki, öyle olsun. Sen in, ben de birazdan gelirim.” Odada yalnız kaldığımda burnumdan kısık bir nefes verdim ve tekrar pencereye döndüm. Hava bozuktu. Yağmur yağacaktı. Yağmurlu günleri sevmezdim. Bana babamın verdiği cezaları hatırlatırdı.

“Sana uslu bir kız olmayı öğreteceğim!”

Babamın bağırışları kulağımda yankılandığında zihnimin ücra köşelerine saklanmış toz kokan hatıralar gözümün önüne geldi. On bir yaşında annesini kaybeden bir kız olmaktan daha kötüsü varsa, o da eşini öldüren alkolik bir adamın bozuk psikolojisinin kurbanı olmaktı.

“Annen gibi başı buyruk olmayacaksın! Anladın mı? Saygılı olacaksın, yerini bileceksin!”

Kafamı cama yasladım ve gözlerimi kapattım. Babam her ne kadar bir aile olmaktan bahsetse de asla geçmeyecek olan travmalarımda baş rolü kapmıştı. O asla tam anlamıyla babam olamayacaktı.

“Her yanlışında böyle dışarıda kalacaksın! Yağmurun altında, soğukta, tek başına bekleyeceksin! Kimse de sana yardım etmeyecek!”

Evin bahçesinde sağanak yağmurun altında saatlerce bekleyişlerim küflü bir hatıra silsilesinden ibaret olmasına karşın halen taze bir yara gibiydi. Babam bana iyi davranmaya çalıştıkça yarama tuz basıyordu, farkında değildi. Bunu çok önce yapması gerekirdi. Benden tüm yaşanmışlıklarının acısını çıkarmıştı ve şimdi kendince düzgün bir hayatın temellerini attığını sanıyordu. Belki gerçekten de mutluluğa erecekti. Ama ben asla. Ben asla mutlu olamayacaktım. Çünkü kaderimde buna yer yoktu. Ruhum, bencil bir annenin on bir yaşında kaybıyla ilk darbeyi almış; acımasız bir babanın merhametsizliğiyle ölümcül hastalığına yakalanmıştı. Bu hastalığın dermanı yoktu. Benim için umut yoktu. Sadece nefes alıyordum. Cama çarpan yağmur damlaları beni düştüğüm çukurdan çıkarırken yavaşça geri çekildim ve buz gibi olan ellerimi ovuşturdum. Buz gibi olmasına karşın üşümeyen ellerimi… Defalarca kez soğukta, karda, yağmurda öylece dışarıda bekletilmenin nihayetinde elime geçen tek işe yarar şey bağışıklık kazanmamdı. Üşümüyordum ve kolay kolay hastalanmıyordum. Çünkü bedenim soğuğa karşı dayanıklı hale gelmişti. Bedenim soğuktan kaskatı hale gelse bile bununla zihnen mücadele edebiliyordum. Belli bir noktaya kadar.

Yanıma hiçbir şey almadan odadan çıktıktan sonra asansöre doğru ilerledim ve geldiğinde içine girdim. On ikinci kattaydım. Lobi katını tuşladıktan sonra asansörün bir köşesine sindim ve kollarımı göğsümde birleştirdim. Üzerimde kırmızı askılı dizlerimin biraz altında biten bir elbise vardı. Hafifçe arkama dönüp asansörün aynasından dudağımdaki ruju kontrol ettikten sonra tekrar önümde döndüm. Bu sırada asansör birden durdu. Daha on birinci kattaydım. Asansörün kapıları iki yana açıldığında karşılaştığım kişiyle birlikte kaşlarım istemsizce havalandı. Bu röportaj yaptığım iş adamıydı. Gerçi röportaj sırasında fazla iş insanı izlenimi vermiyordu üzerindeki eşofmanla. Ama şimdi koyu lacivert takım elbisesiyle dudak ısırtacak bir şıklığı vardı sabahki kombinine kıyasla. Yeşil gözleri tam asansöre girdiğinde beni buldu. O da beni görmeyi beklemezken asansörün kapıları kapandı ve tekrar aşağı doğru hareket etmeye başladı. “Seni burada görmeyi beklemiyordum cici kız?” Alaylı ses tonu yüzüme çarptığında aramızdaki yakınlıktan ötürü boğazımı temizledim uyarırcasına. Bu uyarımı dikkate alıp sırıtarak kendini asansörün diğer köşesinde bıraktığında tıpkı benim gibi arkasına yaslandı ve ellerini kumaş pantolonunun ceplerine yerleştirdi vakur bir tavırla.

Artık onunla işim bittiği için saygı duymayı bir zorunluluk olarak görmezken başımı tekrar önüme çevirdim ve sessiz kaldım. Nefes alışverişlerimizin dışında bir ses yoktu ortamda. Ta ki ondan sitemkâr bir serzeniş gelene kadar. “Bugün şirkete geldiğinde de kaba bir tavrının olduğunu sezmiştim. Ama sana hitap eden birisine kayıtsız kalman fazla saygısızca olmuyor mu?” Gözlerimi bir iki saniyeliğine kapatıp açtım. Ardından doğrudan gözlerinin içine bakarak konuştum. “Saygısız birisiyimdir.” Bu dediğim komiğine gitmiş gibi gülümsedi ve ekledi. “Ben de çok öfkeli birisiyimdir. Ama sakin kalmam gereken zamanı iyi bilirim.” Gözlerindeki tehlike parıltıları asi bir tarzda gözlerime çarparken yutkundum ve dudaklarımı büktüm. “Bunu umursayacağımı söyleyemem.” Onu tiye almış olmam kaşlarının çatılmasına sebep oldu. Ama bu sinirli bir kaş çatmadan ziyade karşısındaki insanı çözmeye çalışırken yapılan bir mimik gibiydi. Dudağının bir kenarı yukarı kıvrıldı. Neden bu adamdan iyi bir enerji alamıyordum? Aurası hoşuma gitmemişti ve ben belanın kokusunu iyi alırdım. Gözleriyle üzerimi işaret etti ve “Kırmızıyı seviyor gibisin.” Diye mırıldandı konuyu değiştirerek. Üzerime kaçamak bir bakış attım ve omuz silktim. “Yani, belki.” Ağzından ‘hah’ diye bir nida döküldü cevabım hoşuna gitmiş gibi. Dilini alt dudağında gezdirdi aheste bir şekilde. “Gizemli ve kaçamak.” Gözlerimi kıstım. “Anlamadım?” Gözlerini yüzümde gezdirirken konuştu. “Rengin diyorum, gizemli ve kaçamak.” Yaptığı edebiyata gözlerimi devirdim. “Öyle bir renk olduğunu bilmiyordum.”

“Her şeyin bir rengi vardır. Sen de kırmızının gizemli ve kaçamak tonusun.” İç çektim. Bu sırada asansör durmuştu. Kapılar açılmadan hemen önce alayla gülümsedim ve ona baktım. “Sen de herhalde zümrüt yeşili oluyorsun bu durumda.” Beyaz tenli yüzü güldüğü için hafifçe buruşurken konuştu. “Zümrüt yeşili mi?” Asansörden çıkarken cevap verdim ona dönmeden. “Gözlerinin rengi.”

“Etkilenmiş gibisin?” Arkamdan geldiğini hissederken dediği şeyle birlikte kibirli bir halde gülümsedim kendi kendime. Fazla egoluydu. Başarılı bir iş insanı olduğu için bu duyguya kapılması fazla anormal gelmedi. Ancak egosunu benim üzerimden okşama isteği maalesef gerçekleşemeyecek bir durumdu. Yine arkamı dönmeden konuştum. “Renkli gözlü ve açık tenli erkekler fazla dikkatimi çekmez.” Ses çıkmazken, birden önüme geçmesiyle birlikte durmak zorunda kaldım. Bana kaşlarını çatarak bakıyordu. “Fazla özgüvenlisin?” Dudaklarımı büktüm. “Sadece belli kriterlerim var diyelim, kişisel algılama.” Yüzüne dikkatlice baktığımda sabah çürüdüğünü gördüğüm yerin hafif yeşile çaldığını gördüm. Gerçekten de birinden sert bir yumruk yemiş gibiydi. “Kimsin sen?”

Bana merak dolu bir şekilde baktığını gördüğümde yutkundum. “Ne bu tanışma isteği?” Ona başımı hafifçe yukarı kaldırarak bakarken uzun boyundan ötürü başını biraz bana doğru eğmesi gerekmişti. Omuz silkti. “Sadece merak.” Tek kaşımı kaldırdım. “Fazla merak iyi değil derler.” Tam bir şey diyecekti ki derin bir nefes aldım ve gideceğim salonu işaret ettim. “Artık gitmem gerek.” Yanından geçip biraz ilerideki geniş kapıdan içeri girdiğimde kalabalık bir salonla karşılaştım. Altın kaplama tasarımlarla dolu geniş salonda yuvarlak bir sürü yemek masası ve o masalarda oturan şık giyinmiş insanlar vardı. Salonun ilerideki uç noktasına da makul boyutta bir sahne kurulmuştu müzayede için. Tanıdık birilerini görmek için bakışlarımı etrafta gezdirirken yavaş adımlarla masaların aralarından geçerek yürümeye başladım. Ayakta durup ayaküstü sohbet edenlere de inceden inceye bakarken kolumdan tutulmasıyla birlikte duraksadım ve arkama döndüm. Sarışın ve renkli giyinmiş ela gözlü bir kız bana genişçe gülümseyerek bakıyordu. Gözlerimi kısıp ona baktığımda, hatırlamam uzun sürmedi. Bu Merve’ydi. Çocukluk arkadaşlarımdan. İlkokul ve ortaokulu birlikte bitirmiştik. “Lara? Görüşmeyeli çok uzun zaman oldu!”

Kaşlarımı kaldırıp indirdim ve iç çekerek “Evet.” Diye mırıldandım. Kollarını açarak bana sarıldı ve kulağıma doğru konuştu ince sesiyle. “Çok güzelsin! Salona girdiğin saniyeden itibaren herkesin dikkatini üzerine topladın.” Sırıttım ve sarılışına karşılık verdim. “Tahmin edebiliyorum.” Geri çekildiğinde elimden tuttu ve çekiştirdi. “Gel seni bizim masaya götüreyim. Diğerleri de seni görünce bir tanıyamadı sonradan hatırladılar.” Yanağımın içini dişleyip bıraktım. “Aslında öncelikle bir babamı bulsam iyi olacak Merve.” Bana ‘boş ver’ dercesine baktı ve eliyle salonun ilerisindeki sahneye yakın bir masayı gösterdi. “Uras Amca şimdi orada iş konuşuyordur, rahatsız etme.” Gösterdiği masaya baktığımda altı yedi adamın ciddi bir şekilde bir şeyler konuştuklarını gördüm. Aralarında babam da vardı ve bir de… Bir de anne tarafından kuzenim, dayımın oğlu… Araf Karahan. Onu son görmemin ardından fiziki olarak baya değişmişti. Değişmeyen tek şey surat ifadesiydi sanırım. Halen sert ve soğuk bir mizaç ile karşısındakine bakıyordu. Açıkçası birbirimize fazla bayılmazdık. Ama akrabalarım arasında katlanılabilecekler listesinde ilklere girebilirdi. “Hadi gidelim.” Merve’nin sesini duyduğumda başımı olumluca salladım ve peşine takıldım. Gülüşen kişilerin olduğu bir masaya vardığımızda masadakilerin beni görmesiyle sohbetleri kesildi. Teker teker yüzleri inceledim. Hepsini hatırlıyordum. Esila, Melih, Kuzey ve...

“Hoş geldin.” Bahadır Ata. Çocukluk aşkım. Yutkundum. Kahve rengi gözleri üzerimdeyken cevap verdim. “Hoş buldum.” Merve’yle boştaki sandalyelere oturduğumuzda oturduğum yer onun tam karşısıydı. Bakışları bendeyken bir diğer çocukluk arkadaşım olan Esila’nın sesi geldi. “Nasılsın? Uzun zaman oldu.”

“Birkaç yıldır İtalya’dasın diyorlar.” Esila’nın hemen ardından Kuzey’in sesini duyduğumda ona baktım. Herkes haddinden fazla meraklı gibiydi. Omuz silktim. “Takıldım öylesine işte.”

“Neden geldin?” Bu sefer de Melih konuştuğunda iç çektim. Fazla sorudan hoşlanmıyordum. Bu nedenle kısaca geçiştirdim. “İş için.” Merve elini omzuma koydu dostane bir şekilde. “Ne işi? Temelli mi döndün?” Kafamı iki yana salladım. “Hayır, buradan çıktıktan sonra geri döneceğim.” Bu masadaki herkesle on beş yaşına kadar geçen yıllarda çok şey paylaşmıştım. Fazla sosyal birisi sayılmazdım. Fazla da sevilmezdim. Ama tanıdıklardı işte. Öyle ya da böyle. Bahadır ise, çok daha başkaydı. O farklıydı. Gözlerimi ona çevirdim. O ise zaten bana bakıyordu. Bu bakış biraz rahatsız etti. Ruhsuzca baktım ve sonrasında bakışlarımı etrafta gezdirmeye başladım. Açıkçası kız kardeşim neredeydi merak ediyordum. Bakışlarım halen etraftayken mırıldandım. “Lena nerede?”

“Bir kız kardeşin olduğunu biliyor muydun sen ya?” Melih’in alaylı sesini işittiğimde bakışlarımı aniden ona çevirdim. Bana laubali bir halde bakıyordu. Bahadır kaşlarını çattı. “Melih.” Uyaran ses tonu Melih’te etki yaratmazken dudaklarımı araladım. “Sorumun cevabı bu değil.”

“Haftanın belli günleri akşamları spor salonuna gidiyor. Bugün de o yüzden gelemedi.” Merve masadaki gerginliği azaltmak adına şirince konuşurken bir yandan da yanında oturan Kuzey’in elini okşuyordu. İkisi birlikteydi sanırım. Umursamadım. Onların çok küçük yaşlardan beri aileleri nedeniyle yakın olduklarını biliyordum. Aldığım cevap beni tatmin ederken omuzlarıma konan elle birlikte başımı arkaya çevirdim. Gelen kişi bir diğer kuzenimdi. Amcamın oğlu. Tibet Ferzan. “Hoş geldin Lara, geldiğini daha bugün öğrendim.” Ellerini omzumdan çekip yanıma doğru yaklaştığında omuz silktim. “Zaten bende daha dün gece geldim.” Kaşlarını çattı. “Keşke haber verseydin, buluşurduk.” Gözlerimi kıstım. “Gerek duymadım.” İç çekti düşünceli bir şekilde. “Şu sıralar uğraştığımız birileri var. Tedbir amaçlı demiştim.” Derin bir nefes aldım. “Dediğim gibi gerek duymadım.” Bana karşı sessiz kalırken yanına otuzlu yaşlarının sonlarında bakımlı bir kadın ilişti. Bana iğneleyici bakışlar atarken konuştu. “Tibet’cim arkadaşınız kim tanıyamadım? Merak edince bir geleyim dedim.” Yersiz ve basit tavırlı bir kadın olarak izlenim veren bu kadın bana ukala bir şekilde bakarken Tibet tam konuşacaktı ki dudaklarımı araladım. “Lara Ferzan ben. Sen kimsin tatlım?” Sakin ve sevecen duruşum karşısında kadın birden bozuldu ve dudaklarındaki aşağılık tebessüm çözüldü. Ama bunun uzun sürmesine izin vermeden kendini toparlayıp konuştu. “Sanem. Uras Ferzan’ın müstakbel eşi.”

Ağzımdan sesli bir gülüş çıktı. İstemsizce olmuş gibi elimle ağzımı kısaca örttüm ve bakışlarımı masadakilere çevirdim. “Ay şu müstakbel kelimesi yok mu gerçekten çok motive edici! Sanki gerçekten evlenmiş gibi insana boş bir hava katıyor.” Kadına döndüğümde oturduğum yerden kalkmadığım için başımı yukarı kaldırmam gerekiyordu. Bu hoşuma gitmediğim için ayağa kalktım ve kadına elimi uzattım. “Yanlış anlama, fazla dediklerine dikkat eden birisi değilimdir. Tanıştığıma memnun oldum.” Kadın elime iğreti dolu bir bakış attıktan sonra burnundan soludu ve Tibet’in yanından bir hışımla ayrıldı. Ne agresif bir şeydi öyle. Çok komik. “Biraz daha kibar olmayı deneyebilirsin.” Tibet’in kınayan bakışlarıyla karşılaştığımda kafamı iki yana salladım. “Üzgünüm ya da boş ver değilim. Sadece kısa bir an onun seviyesine inmek istedim.” Oturduğum masa beni oldukça bunaltmıştı. Bu yüzden tekrar masaya oturmadan Tibet’e baktım. “Ailenin geri kalanı nerede? Masalarına bir uğramak isterim.” Tibet boğazını temizledi. “Emin ol sıkıcı bir masa.” Omuz silktim. “Önemsiz bir detay.” Bakışlarımı etrafta gezdirdim. Aileden tanıdık kişileri bir masada görünce Tibet’i boş vererek onlara doğru yürümeye başladım. Masada şu Sanem de vardı. Ah, Ferzan ailesinin masasında oturmak onun için ne büyük şerefti!

“İyi akşamlar!” Masaya ulaştığımda öncelikle Bade halanın kötü bakışlarıyla karşılaştım. Beni hiç sevmezdi. Ferzanların tek kızıydı. Dört kardeşin en küçüğüydü. “İyi akşamlar Lara, seni burada görmek ne güzel.” Mehmet amcamın sesini duyduğumda ona baktım. Babamdan bir yaş büyüktü. O ailenin sayılı samimi insanlarındandı. Belki de beni seven. Gülümsedim. “Ben de seni gördüğüme sevindim amca.” Oturduğu yerden kalkıp kollarını açtığında yanına ilerledim ve sarıldım ona. Böyle bir harekette bulunmasına masadakiler somurtarak bakarken kendimi geri çektim ve amcamın eşine baktım. Bana ağzının kenarından bir selam verdikten sonra önüne döndü. Bakışlarım masadaki son kişi olan Araz amca ile kesiştiğinde yüzümdeki gülümseme söndü. O Derya’nın babasıydı. Bade haladan sonra kardeşlerin en küçüğüydü. Bana elini uzattığında yutkundum ve kısaca selam verip masanın bir köşesine iliştim. O adamdan hiç hoşlanmıyordum. Zamanında eşini aldatmış narsist adamın tekiydi. Babam ve Mehmet amcamı hep kıskanan bir havası vardı. Eşinden ayrılmıştı ve tekti. Tabi boşta durduğuna hiç inanmıyordum.

“Nereden esti de geldin? Bir daha gelmezsin sanıyorduk.” Bade halanın tıpkı Sanem gibi iğneleyici sesini duyduğumda dudaklarımı birbirine bastırdım. Bu sırada Sanem, Bade halanın beni sevmeyişinden hoşlanmış gibiydi. Ne boş insanlar böyle. Ufak söz oyunlarıyla dağları deldiklerini sanıyorlardı. “Babam çok özlemiş. Gelmem için ısrar edince bir uğrayayım dedim.” Babamdan bahsedişim Sanem’i bozarken, kadının durduk yere bana sarması ilginç bir durum olarak aklımda yer etmişti. Sanırım babamın beni özlemiş olması hoşuna gitmemişti saçma bir sebep yüzünden. “Ha yani geçici? Geri dönüyorsun?” Mehmet amcamın eşi Füsun yengeden de iğneleyici bir söz geldiğinde derin bir nefes aldım. Bu sırada Mehmet amcam çoktan ona uyarıcı bakışlarını atmaya başlamıştı. Burnumu çektim. “Müzayede sonrası uçağım var.” Füsun yengenin yüzü ışıldadı sinsi bir parıltıyla. “Ne hoş.” Masada sessiz kalırken bir ara konu aile şirketindeki hisselerin devrine geldi. “Tibet şirket için fazla çalışıyor. Artık ona bir hisse vermenin zamanı bence.” Füsun yenge oğlunu öven birkaç söz daha ederken Bade hala araya girdi. “Tabi canım, çocuğun bileğinin hakkı. Ama benim fikrim hazır onun için avukatlarla görüşülecekse Lena ve Derya için de bir şeyler ayarlanması. Sonuçta çocuklar ailenin veliahtları. Malda mülkte yavaştan söz sahibi olmaya başlamalılar. Büyüdüler artık. İleride her şey onlara kalacak.”

Ortaya atılan ima açıkça yüzüme vururken Füsun yengem güldü. “Evet, aslında çok mantıklı. Çocuklar ailenin göz bebeği. Şimdiden bir şeyler ayarlansa hepsine çok güzel olur. Hele Lena, pırlanta gibi kız. Muhakkak babasının mirasına sahip çıkacaktır.” Beni resmen aileden görmeyişleri, saymayışları tuhaf bir şekilde kanıma dokunurken tepki vermedim. Veremedim. Mehmet amca bu donukluğumu fark ettiğinde araya girdi. “Sonra konuşulacak konu bunlar.” Yutkundum ve ayağa kalktım. Sandalye biraz ses çıkarttığında bakışlar bana döndü. Sanem yüz ifademde ne gördüyse, yüzü mutlu bir hal aldı. Sanki biraz önce çocukların olduğu masada onu küçümseyişimin bir intikamını almış gibi gözüküyordu. Gözlerimi kırpıştırdım. Araz amcam gülerek bana baktı. “Lara, sen iyi misin? Biraz kötü gözüküyorsun.” Dişlerimi sıkarak gülümsedim. “Yok bir şey, izninizle.” Masadan arkamı dönerek uzaklaştığımda doğrudan babamın olduğu yere kilitlendim. Tanıdık yüzler görmek iyi gelecekti ha? Hah! Sert adımlarla onun masasına ilerlerken, o ise masadaki adamlarla ciddi bir şey konuşuyordu. Bir anlığına gözlerim masada oturan birisiyle kesişti. Onunla. Zümrüt yeşili… Adımlarım yavaşlayacak gibi olduysa da durmadım ve masaya ulaştım. Herkesin bakışları bana dönerken gözlerimi ondan çekmeye çalışarak babama döndüm. Bana kaşları çatılmış bir şekilde bakıyordu. Muhtemelen iş sohbetini bölmem hoşuna gitmemişti. Tek kaşını kaldırdığında konuştum. “Konuşmamız gerek. Acil.” Kuzenim Araf’ın sesini duydum. “Şu an önemli bir şey konu...”

“Kes sesini.” Gülümseyerek ona hitaben konuştuğumda kullandığım emir kipine karşı suratı kasıldı. Bu hoşuna gitmemiş gibiydi. Umursamadım. Babam derin bir nefes aldı. “Sonra konuşalım.” Başımı hafifçe yana eğdim ve masadaki diğer adamları umursamadan babama dik bir şekilde baktım. “Sana bir ricada bulunmuyorum.” Başım dik bir şekilde ona kararlıca ve hüküm verircesine baktıktan sonra arkamı döndüm ve salonun çıkışına doğru yürümeye başladım. Gerçekten bir şeyleri toparlamak istiyorsa o önemli masasını bırakır ve arkamdan gelirdi. İnce topuklu ayakkabılarımın üzerinde kendimden emin bir şekilde yürürken ayağımın bir şeye takılmasıyla beraber hafif sendeler gibi oldum. Bu sırada biraz önümde ayakta olan birisi tarafından tutuldum. Kafamı kaldırdığımla Bahadır’ın yüzüyle yakından karşılaşmış olmam saniyeler önceki sinirimi biraz olsun havaya uçurdu. Bakışları yüzümde gezinirken kendimi geri çektim ve saçımı düzelterek “Teşekkürler.” Diye mırıldandım. Omuz silkti. “Bir şey değil.” Tam yanından geçecektim ki elini tekrar koluma koydu durdurmak adına. Tek kaşımı kaldırdım sorgularcasına. Dudaklarını büktü. “Nasılsın?” Nasıl olduğumu merak eden ilk kişiydi. Bu olumlu bir şeydi sanırım. Dudaklarımı yavaşça araladım. “Fena değil.” Kaşlarını çattı. “Ama mükemmel de değil.” Gözlerimi kırpıştırdım. “Beni boş ver de sen nasılsın?” Konuyu kendimden saptırarak ona çevirdiğimde bakışlarını benden ayırmadan cevapladı. “Kötü.” Gözlerimi kıstım. Bu fazla açık bir cevaptı. “Neden?” Derin bir nefes aldı ve elini kolumdan çekti. Gözlerini kısa bir an benden ayırıp etrafta gezdirdi. “Boş ver.” Üstüne gitmemeyi tercih ettim. “Pekâlâ.” Yanından geçeceğimde yine konuştu. “Nereye gidiyorsun?” Kafamı önemsiz bir şeymişçesine sarstım iki yana doğru. “Babamla konuşmam gereken birkaç şey var. Bu nedenle sessiz bir yere geçeceğiz muhtemelen.” Kaşlarını çattı ve yine kaçamak bir şekilde etrafı kolaçan etti. “Dikkatli ol. Şu sıralar etrafta fazla tekin kişiler yok. Ani gelişin dikkatleri fazlasıyla üzerine çekti.”

Bende onun gibi kaşlarımı çattım ve dudaklarımı büktüm. “Tibet’te aynı şeyi söyledi. Neler oluyor Bahadır? Dün gece zaten babamın arabasının önünü kestiler ve onu yaraladılar. Kim bu adamlar?” Dediklerimden sonra daha da şüpheli bir yüz ifadesine büründü. “Dün geceden haberin var mı?” Başımı olumluca salladım. “Evet. Çünkü olay olurken babamın arabasının arkasında arabamlaydım. Arabanın içinde beklediğim için kimseyi net göremedim.” İç çekti. “Pisliğin biri bizimle uğraşıp duruyor.” Kollarımı göğsümde birleştirdim. “Tam olarak kim?” Tam konuşacaktı ki yanımıza babam geldi ve bana gergince baktı. Masada onu düşürdüğüm hal canını sıkmıştı. “Dışarı çıkalım.” Yürümeye başladığım sırada babamın Bahadır’a bir şeyler söylediğini duydum. “Onun işi bu gece bitecek.”

Kimden bahsettiklerini anlamazken babam Bahadır ile kısaca bakıştıktan sonra yanıma geldi ve elini belime koyarak beni çıkışa yönlendirmeye başladı. Lobi kısmını geçip dışarı çıktığımızda yağmurun durmuş olduğunu gördüm. Bu konuşmamız için bir alan yaratırken otelin yan sokağına doğru tenha bir yere yürüdük. Nihayetinde durduğumuzda babam karşıma geçti ve ellerini iki yana açtı. “Ne var?” Bana sorgulayıcı bir şekilde bakarken başımı hafifçe yana eğdim. “Önce beni acilen İstanbul’a çağırıyorsun. Ardından İstanbul’da kalmam için saçma sapan bahaneler uyduruyorsun. Buna bir de burada mutlu olabileceğim alternatifini ekliyorsun. Peki sonuç: koca bir hiç.” Kaşlarını çattı. “Ne demeye çalışıyorsun, açık ol.” ‘Hay hay’ dercesine baktıktan sonra sırıttım. “Evleneceğin kadın beni alenen aşağılamak için toplum içerisinde tanımamazlıktan geldi.” Babamın kaşları daha da çatıldı. “Lara, Sanem öyle biri değil…”

“Ben kimin ne halt olduğunu iyi anlarım baba ve o kadından bir cacık olmaz. Ne kadar yüz verdiysen daha evlenmediğiniz halde bulutların üzerinde uçuyor küçük hayalperest.” Tam konuşacaktı ki buna izin vermedim. “Halamın ve amcamların olduğu masaya oturdum. Sırf gerçekten de bir uğramak için. Hani dilinden düşürmediğin o saygı var ya kıytırık bir saçmalık. İşte dedim hani ben üzerime düşeni yapayım da yapmadı olmasın. Gittim kibarca masalarına oturdum. Tek bir kötü söz etmedim. Ama ne işse, resmen aileden sayılmıyorum bile.”

Yavaşça arkamı döndüm ve derin bir nefes aldım. İçimde büyük bir sinir vardı. Buna karşın oldukça sakin davranıyordum. Babam önüme geçti ve elleriyle kollarımı kavradı. Ona bakmamı sağlarken kararlıca konuştu. “Kimsenin dediklerine aldırış etme. Herkes için gelişin biraz ani oldu. Zamanla alışacaklardır…”

“Kimin neye alışacağı umurumda bile değil. Ben Lara Ferzan’ım, kimse benim karşımda bana ayar veremez anladın mı baba? Dün ki çocuk değilim ben, öyle olsam bile kimin neyi ne amaçla dediğini idrak edebiliyorum. Lena’yı, Derya’yı, Tibet’i ailenin veliahdı sayarken beni ise bir hiç olarak nitelendirmekten geri durmadılar. Üstelik de ben masadayken! Kabul etmiyorum! Asla!” İç çekti. “Kızım…” Ellerini kollarımdan çekmesi için ittirdim ve başımı dik tutarak net bir şekilde konuşmaya başladım. “Ben bir Ferzan’ım! Unutulmuş, silik bir varis değilim! Bunu sen de söyledin. Madem senden sonra her şey Lena ve bana kalacak diye dün gece dramatik bir konuşma yaptın, şimdi bunu icraata dök. Aksi takdirde bir daha yüzümü göremezsin.” Omuzları düştü. Bana yumuşak bir şekilde baktı ve “Seni geri kazanmak için her şeyi yapacağımı biliyorsun kızım. Kırılanları toplayacağımı söylemiştim. Bundan şüphen olmasın. Yeter ki tekrar birlikte bir hayat yaşamaya başlayalım.” Diye mırıldandı. Burnumu çektim. “En geç yarın sabaha Derya’nın, Lena’nın, Tibet’in ve kendi payıma düşen tüm hisselerin sahibi olmak istiyorum. Ayrıca iki gün içerisinde de eskiden oturduğumuz evin her türlü bakımı yapılsın. Okul işini ilerleyen zamanda düşüneceğim.”

Babam dediklerimden sonra biraz duraksadı. Ardından hafifçe sırıttı. Bense birden ağzımdan çıkanları sindirmeye çalışıyordum. Aniden o kadar hırslanmıştım ki kendimi hakkım olanları sahiplenmeye çalışmaktan alıkoyamamıştım. “Burada mı kalıyorsun yani?” Dudaklarımı büktüm. “Şartları kabul edersen.” Yutkundu ve dudaklarını ıslatıp derin bir nefes aldı. “Hisse konusu biraz sıkıntı yaratabilir…”

“Bu umurumda bile değil. Yarın sabah on birde hisseler üzerime geçmezse giderim.” İç çekti. “Ama diğerlerinin payını sana vermek pek hoş değil.” Omuz silktim. “Onu kafalarına göre aralarında hisse bölüştürmeden önce düşüneceklerdi baba. Kimse benim hakkımı kafasına göre elimden alamaz. Denerlerse ellerindeki her şeyi alırım. Dediğim gibi şartlarım senin için kabulse ancak öyle burada kalırım.” Bana sakin olmam için bakarken ellerini havaya kaldırdı ve “Tamam, dediğin gibi olsun.” Dedi.

Onunla bir noktada uzlaşıp tekrar otele döndüğümüzde müzayede de başlamıştı. Sevgili çocukluk arkadaşlarımın olduğu masada yerimi aldığımda önüme bırakılmış kartı inceledim. Müzayede için olsa gerekti. Elimde kartı incelerken sahneden gelen konuşmayı dinledim. Takım elbiseli güleç bir adam, müzayededen elde edilecek gelirin gideceği yardım kuruluşlarından bahsediyordu. Beş dakikalık açılış konuşmasından sonra yarım saat boyunca sahneye çıkarılan hiçbir ürün dikkatimi çekmedi. Tablolar, vazolar, küpeler ve daha birçok şey… Ta ki bir tane kolye sahneye koyulana dek…

Gözlerim zümrüt ve etrafı pırlantayla çevrili kolyede gezinirken hafifçe gülümsedim. Hoşuma gitmişti. Müzayede başkanı, kolyenin açılış fiyatını bir buçuk milyon Türk lirası ile başlatırken birkaç kişi elini havaya kaldırarak bu fiyatı üç buçuk milyona kadar tırmandırdı. Yutkundum ve elimdeki numara kartını havaya kaldırdım. “8 milyon.”

Sesim sessiz salonda yüksek çıktığında bazı fısıltılar gelmeye başladı. Sahnedeki adam heyecanla konuştu. “62 numaralı hanımefendiden sekiz milyon geldi!” Kimseden yukarı bir fiyat gelmezken, adam tam kolyeyi bana satacaktı ki birisi son anda elini havaya kaldırdı. Müzayede başkanı konuştu. “11 numaralı beyefendiden teklif var!” Kaşlarımı çatıp diyeceğimi rakamı bekledim. Saniyeler sonra onun sesini duydum.

“11 Milyon... Dolar.”

İşte bu kesinlikle beklemediğim bir rakamdı. Gözümü açıp kapayıncaya kadar kolye ona giderken asabım bozuldu. Salonda da büyük bir uğultu oluşmuştu. Neden bir kolyeye o kadar para vermişti ki? Bıkkınca oturduğum yerden kalktım. Bu sırada masada Bahadır’ın olmayışı tuhafıma gitmişti. Daha biraz önce masadaydı. Nereye kaybolmuştu ki?

Kimseye bakmadan salondan ayrıldığımda odama çıkmak için asansörü beklemeye başladım. Bu sırada yanıma o yanaştı. Bana gülmemeye çalışarak baktığını fark ettiğimde tek kaşımı kaldırdım ve “Ne var?” diye homurdandım. Bu sırada asansör gelmişti. İkimiz içine girdiğimizde on ikinci katı tuşladım ve arkama yaslandım. O da on bire basarken iç çekti.

“Herkes olabilirdin. Ama o olmanı beklemiyordum.” Yutkundum. Bu sırada kapılar kapanmış asansör hareket etmeye başlamıştı. Geri çekildiğinde tıpkı ilk asansörde karşılaştığımız pozisyonunu aldı ve ellerini cebine yerleştirip bana baktı bu sefer farklı bir şekilde. Daha koyu ve daha tehditkâr…

“Kim olmamı beklemiyordun?” Başını hafifçe eğdi. “Sen Ferzan’ın kızısın.” Kaşlarımı çattım. “Ne yani?” Kafasını iki yana salladı ve mırıldandı. “Bugün şirkete ne amaçla geldin? Odaya dinleme cihazı falan koy diye mi yolladılar seni ha?” Birden değindiği konu sırıtmamı sağladı. “Ne alakası var sayın Kerem Kıraç…”

“Ben Kerem Kıraç değilim.” İstemsizce kaşlarım havalanırken gözlerimi kırpıştırdım. “Kimsin o zaman?” Nasıl Kerem o değildi? Röportajı kiminle yapmıştım o zaman? Bir elini yüzüme doğru yanaşmış saçımın tutamına uzatırken mırıldandı. “Ben daha çok onun biricik kardeşi Alpaslan Kıraç’ım.”

 

Loading...
0%