Yeni Üyelik
3.
Bölüm

ATEŞ (3) Kurtarış

@_ece_asena_

Burnumun ucuna kadar yaklaşmış olan adam canımı sıkarken dediği şeyle birlikte kaşlarımı çattım. Neden bana kendini sabah Kerem Kıraç olarak tanıtmıştı ve neden şu an bu denli başım belada gibi hissediyordum? Saçıma uzanan elini kibarca ittirdim ve bir adım gerilemesini sağladım. Mizahi tavrı bir hayli üstündeydi. Dudaklarını araladı. “Neden bunu beklemiyormuş gibi bakıyorsun?” Tek kaşımı kaldırdım. “Neden bana sabah kendini abin olarak tanıttın?”

Güldü ağzının kenarından. “Birincisi, sana Kerem Kıraç’ım demedim, sen kendin röportaja başladın ve bende bozmadım. İkincisi, sen zaten bunu biliyorsun. Anlamaz ayağına yattığını fark etmeyeceğimi sanıyorsan yanılıyorsun.” Kafamı iki yana salladım. “Senin kim olduğuna dair en ufak bir fikrim yok.” Alt dudağını dişledi.

“Babanın sana olan sevgisini fazla gözümde büyüttüm sanırım. Yoksa seni şirkete istihbarat cımbızlaman için göndermezdi.” Ah, sanırım gerçekten sabahki saçma röportajın bir plan olduğuna kendini inandırmıştı ve babamın beni sevdiğini zannediyordu. Kimdi bu Alpaslan Kıraç?

“Dediklerin bir uydurmadan ibaret. Ben bugün o görüşmeye başka birisinin yerine geldim. Sırf röportaj gerçekleşsin diye. Yoksa sizden istihbarat toplamaya pek de meraklı değilim canım.” İstihbarat kelimesini ellerimi havaya kaldırarak tırnak işaretiyle vurgularken oldukça kendimden emin durduğumu biliyordum. Ancak bir asansörün içerisinde kim olduğunu bilmediğim birisiyle kalmak fazla da mantıklı değildi. Onun bir şeyler deyip dememesini umursamadan bulunduğumuz katın bir üst katına tuşladım. Asansör onuncu katta durduğunda kapıya doğru yanaştım. Bu sırada arkamdan onun sesi geldi. “Korkuttum sanırım? Belki de ailenin aldığı güvenlik tedbirlerini kendin için de almalısın. Yoksa başına bela alabilirsin.” Sahte nasihatine gözlerimi devirdim ve asansörden dışarı çıktım. Tam bu sırada sağımdan sıkılan bir kurşun tam olarak yüzümü sıyırarak önümden geçti ve duvara saplandı. İrkilip sağıma döndüğümde takım elbiseli silahlı bir adam gördüm.

Kaşlarımı çatıp adama bakarken, Alpaslan asansörün kapısı kapanmadan çıktı ve tıpkı benim gibi şüpheli bir şekilde adama baktı. Ancak saniyeler sonra bakışlarında hakimiyet kuran ciddi izler vurgusunu yitirdi. Yabancı adam elindeki silahı bana doğrulttu ve “Kız benimle geliyor. Fevzi abi onu görmek istiyor.” Diye konuştu. Fevzi? Tek bildiğim Fevzi, babamın ben İstanbul’dan gitmeden önce iş yapmaya başladığı bir adamdı. Beni görmek isteme sebebi neydi? Tabi ki de uzun zamandır ortalıklarda olmayan ben, haliyle herkesin odağı haline gelmiştim. Başka bir nedeni olamazdı.

Pusuda bekleyenler, benim gelişimin ardından babama zarar verebilecek bir şey bulduklarını sanıyorlardı. Ne yazık, hiçbir zaman babamın gözünde o kadar değerli olmadım ki.

“Fevzi’nin bu kadar erken davranacağını sanmazdım doğrusu?” Alpaslan’ın eğlenir gibi çıkan sesi ona bakmama neden olurken bana baktı ve omuz silkti. “Başına bela alabileceğini söylemiştim. Sana bol şans.” Ne kadar da soğukkanlı bir vurdumduymazlıktı bu böyle? Fevzi’nin adamıyla selamlaşır gibi bakıştıktan sonra yanımdan geçmek üzere hareketlendi. Bu sırada adam da bana doğrulttuğu silahı indirmişti inceleyici bakışlar atarken. Hata yapmıştı. Çünkü adama korkan bakışlarla karşılık verirken Alpaslan’ın belindeki silahı alıp adamın soluk borusuna nişan alıp tetiği çekmem sadece iki saniyemi aldı. Aniden yaptığım hareket sonucunda Alpaslan şaşkınlıkla arkasını dönüp adamın yerde yatan cansız bedenine doğru bakarken derin bir nefes aldım ve birkaç adım ileriye doğru adım attım yanımda duran kişiden uzaklaşmak için. Gözlerimi kırpıştırıp elimdeki silaha ve az ilerimizdeki cesede bakarken Alpaslan’ın sesini duydum.

“Manyak mısın lan sen?” Bana olan donuk ve tuhaf bakışına karşın sinirli tavrına omuz silkerek karşılık verdim. “Başıma bela aldığımı anladığımda çözümü bela olmada bulurum zümrüt yeşili. Kusura bakma, korkuttum sanırım seni?” Alayla konuştuğumda ona baktım. Yeşil gözleri bana bir şeyleri anlamlandırmaya çalışırcasına bakıyordu. Kısa bir anın ardından gözlerini kıstı. Elimdeki silah aklıma geldiğinde yutkundum ve konuştum. “Bu arada emanetin bir süreliğine bende kalacak. Parmak izlerimin arındığından emin olduğum bir vakit tekrar sana teslim ederim.” Tabi ki de parmak izimin olduğu bir tabancayı öylece bu adama vermeyecektim. Anlaşılan o ki babam ile yıldızları uyuşmuyordu ve bu silahı aleyhime bir şekilde kullanması olasıydı. Hiç uğraşamazdım.

“Saçmalama ver şunu, biraz önce ne yaptığının bile farkında değilsin.” Elini bana uzattığında silahı ardıma gizledim ve kaşlarımı kaldırdım. “Farkında olup olmadığımı üzerinde canlı olarak gösterebilirim istersen?” Gözlerim yanağındaki çürüğe kaydığında bir anda yaşadığım aydınlanmayla birlikte sırıttım. Aniden aklıma gelen teoriyle birlikte konuştum. “O yumruğu babamdan yedin öyle değil mi? Hatta biraz daha tahmin edeyim, sen şu ortalıkta lafı geçen düşmansın?” Kibirle dudağının bir kenarı yukarı kıvrıldı. “Namım her yerde dolaşıyor demek? Bu hoşuma gitti. Ama şimdi uzatma ve ver silahımı. Çocukça şeylerle daha fazla zaman kaybetmeyeceğim.”

Kabul etmişti. Dün gece yolumuzu kesen oydu.

“Daha çok basit bir serseri olmakla meşgul gibisin?” Ona küçümseyici bir şekilde bakarken bunu takmadan başını biraz yana eğdi. “Hani hakkımda hiçbir fikrin yoktu? Birden bir aydınlanma yaşamış gibisin?” Gözleri devirdim. Halen biricik abisinin imparatorluğuna casus gibi girdiğimi sanıyordu. Bıkkınca kafamı iki yana salladım. “Daha fazla seninle uğraşmayacağım.” Burnuna derin bir soluk çekti. Bu sırada birden yine bir silah sesiyle ikimiz de sakin halimizden sıyrıldık ve kaşlarımız aynı anda çatıldı. Arkamdan gelen sese doğru döndüğümde koridorun uç kısmından gelen Bahadır ile dudaklarım aralandı. “Bahadır?” Mırıldanış gibi çıkan sesimi ben bile zor duyarken gözlerim elindeki silaha kaydı. Silah sesi ondan gelmişti ve arkasından bir sürü adam geliyordu. Kaşlarımı çatıp önüme döndüğümde Alpaslan’ın omzundan vurulduğunu gördüm. Sağ omzu kanıyordu ve bu ceketin üzerinden belli ediyordu kendini. Buna rağmen dimdik ayaktaydı. Tek fark, artık çok daha korkunç bakmasıydı.

“Sana bir şey yaptı mı?” Bahadır’ın temkinli sesini duyduğumda çoktan yanıma ulaştığını gördüm. Bir yandan da adamları arkadaki cesedi inceliyordu. Kafamı iki yana salladım. Bu sırada asansörün kapısı açıldı ve içinden altı yedi tane adam çıkıp etrafımızı çevrelediler. Bahadır’ın adamlarıydı. Belki de babamın. Babamın Bahadır’a bahsettiği kişi bu olmalıydı. Bu gece işinin bitmesi gereken kişi Alpaslan Kıraç’tı. Gerçekten de arada büyük bir husumet vardı. “Gerçekten mi Bahadır? Yalnızken mi üstüme çullanacaksın? Dahiyane planın bu mu?” Alpaslan’ın içerisinde bulunduğu dezavantajlı duruma karşın halen üst perdeden konuşması ne kadar egolu birisi olduğunu bir kez daha gün yüzüne çıkarırken bu durum enteresan bir şekilde hoşuma gitti. Fazla özgüvenliydi ve bu benim nezdimde korkup bir köşeye sinmekten daha değerliydi.

“Söz oyunları yapma Kıraç. Birazdan senin gibi bir orospu çocuğu bu dünyadan silinecek, kaçışın yok.” Bahadır’ın küfürlü konuşması yüzümü buruşturmama neden olurken Alpaslan’ın herhangi bir tepki vermediğini gördüm. Aksine oldukça rahattı. Omuz silkti. Bu sırada yarası kanamaya devam ediyordu. Şeytani bir şekilde gülümsedi. Kafasını iki yana sallayarak konuştu. “Ben kötüyüm Bahadır ve kötüler her zaman kazanır. Kötülerin her zaman bir kaçışı vardır. Çünkü arkalarında bırakacakları hiçbir şeyleri yoktur. Anlayacağın karşında kimin durduğunu bir kez daha kendine hatırlat. Aksi takdirde bu senin için hazmetmesi zor bir mağlubiyete dönüşebilir.”

Bahadır’ın bedeni iyiden iyiye gerilmeye başladığında silahı bir kez daha ona doğrulttu ve vurduğu yere bir kez daha ateş etti. Alpaslan dişlerini sıkarak bir adım gerilediğinde arkasındaki adamlar ona biraz yanaştı daha fazla kaçış alanı sunmamak için. Bu sırada böyle bir ortamda bulunmaktan kesinlikle hoşnut değildim. Ama zümrüt yeşilinin de tahminimce saniyeler sonra öldürülecek olması ilginç bir karmaşaya sürüklüyordu beni. Üstelik içimde yaşadığım birtakım gelgitler de arkamı dönüp gitmemi engelliyordu. Ayrıca babamın bu adama karşı olan nefreti bugün için bulunmaz bir nimetti. Esasen bugün doğum günümün ayrı bir anlamı vardı babam ve benim için.

“Bir hediye bekliyorsan yanılıyorsun, uslu bir kız olmadığın sürece sahip olacağın tek şey burada tek başına kalmak.”

Doğum günlerim fazla neşe ile kutlanmazdı. Ne annem ne de babam tarafından fazla önemsenmezdi. Ancak bu annemin ölümünden sonra farklı bir hal almıştı. Babam ile aramız iyi değildi ve ben sürekli ceza alan bir çocuk olmuştum. Dediğim gibi, yağmurların altında bekleye bekleye üşümemeyi öğrenecek kadar işlemişti içime bu cezalar. Doğum günlerimde de bir ayrıcalığım olmazdı. Sürekli iş kesip başıma buyruk olmam babamı kızdırırdı ve bir hediye almak şöyle dursun, bana ekstra bir sevgi bile göstermezdi. Asi yanımı kışkırtmak en büyük zevkiydi belki de bilemiyorum. Ama bana asla hediye almazdı. Benimse verdiği karşılık, onu kışkırtmak olurdu.

“Öyleyse sende karşında uslu bir kız görmeyi bekliyorsan yanılıyorsun babacığım, çünkü kızın özellikle doğum günlerinde sana belalarla gelecek.”

Hiç şaşmadı. Her doğum günümde onun canını sıkmanın yolunu bir şekilde buldum. On dokuzuncu yaş günüm olan bugününse en büyük sürprizi Alpaslan Kıraç’tı. Babama verilebilecek en güzel hediye buydu. İşlerin istediği gibi gitmemesi. Dışarıdan belli etmesem de içimden bu fikre güldüm.

Bu gece bu çocuk ölmeyecekti.

“Lara, git buradan. Aşağı in.” Bahadır’ın buyurgan ses tonu kulağıma dolduğunda derin bir nefes aldım ve ona baktım. “Bana emir verebileceğini sana düşündürten ne?” Ona sakin bir şekilde bakarken elimdeki silah halen arkamdaydı. Gözlerini kıstı ve bana sinirle baktı. “Şu an üslup tartışmanın sırası değil.” Omuz silktim. “Neyin sırası olduğunu da sana sormamıştım esasen.” Burnundan soludu. Tam bir şey diyecekti ki arkamda sakladığım silahı çıkardım ve ona doğru doğrultup tam olarak kalbine yasladım. Bu göz ucuyla kaçamak bir bakış attığım Alpaslan dahil herkesi şaşkınlığa uğratırken Bahadır kaşlarını çattı. “Ne yaptığını sanıyorsun sen Lara? İndir şunu, saçmalama.”

Herkes silahını bana doğrulturken Bahadır öfkeyle bağırdı. “İndirin lan silahları!” Kafasını bana çevirdi. “Sen aklını mı kaçırdın!” Dudaklarımı büktüm. “Belki de.” Sakinleşmek adına derin bir nefes aldı ve elini silah tutan elime doğru yönlendirdi. Kafamı iki yana salladım. “Elimden silahı alabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun tatlım, tereddüt bile etmeden sıkarım.” Eli tekrar yanına düşerken kaşlarını çattı ve fısıldadı. “Derdin ne senin?” Omuz silktim ve başımla Alpaslan’ı gösterdim. “Buradan onunla çıkmama izin vereceksiniz. Hiçbir şey yapmadan.” Gözleri büyüdü. “Siktir.” Alpaslan ile ikisi aynı anda bunu dediğinde sırıttım. Gerçekten kimse böyle bir hamle beklemiyordu.

“Hayır, asla böyle bir şey olmayacak!”

İç çektim. “Blöf yapmayı sevmiyorum Bahadır. Beni deneme.” Delirmiş gibi hararetle konuştu. “Senin amacın ne lan! Onu korumak için bir nedenin yok! Olamaz!” Omuz silktim. “Yapacağım şeyleri bir nedene bağlamak zorunda değilim.” Ona sevimli bir şekilde bakarken, aynı zamanda da Bahadır’ın gözlerindeki öfke birazcık canımı sıkıyordu. Çocukluk aşkımdı. Peki şimdi? Yutkundum. Çok zaman geçmişti. Gözden uzak olan gönülden de uzak olurdu. Üstelik büyümüştük. Çocukluk aşkı diye bir şey mi kaldı canım? Ona en son alıcı gözüyle baktığımda on beş yaşındaydım. Bugünse on dokuzuncu yaş günümde babama vereceğim can sıkıcı hediyenin hazırlığını yapıyordum.

“Benim için kavga etmeyin gençler…” Alpaslan’ın yaralı ve köşeye sıkışmış olmasına karşın bize olan ukala tavrı derin bir nefes almama neden olurken Bahadır onu umursamadan sadece benim gözlerime bakıyordu. Kahveleri benimkileri bir şey bulmak için tararken dudaklarını araladı. “Aklında ne var?” Gülümsedim. “Küçük bir oyun ve artık cidden gitmem gerekiyor.” Başımla sağ tarafımızı işaret ettim halen Bahadır’a bakarken. “Onunla.” Yutkundu. “Sana zarar verir.” Kafamı iki yana salladım. Ama inatla etrafımızdakilerin duyamayacağı şekilde mırıldandı. “Sana acımaz. Bir saniye bile düşünmez Lara.” Bana ‘yapma’ der gibi bakarken yavaşça silahı ondan çekmeden Alpaslan’a doğru ilerlemeye başladım. Bu sırada çoktan asansörü bulunduğumuz kata çağırmak için düğmeye basmıştım. Alpaslan’ın yanında duran adamlar halen yerli yerlerinde dururken Bahadır asabı bozulmuş bir şekilde tüm adamlarına geri çekilmelerini ve bir şey yapmamalarını emretti. Alpaslan bana muzip bir şekilde bakarken gözümle kapısı iki yana açılmış asansörü işaret ettim. Her saniye kan kaybetmesine karşın sırıtarak Bahadır’a kışkırtıcı bir gülüş attı ve asansöre girdi. Ardından bende girdim ve eksi katta olan otopark katını tuşladım. Kapılar kapanırken son gördüğüm Bahadır’ın öfkeli bakışlarıydı. Asansör aşağıya doğru hareket etmeye başladığında dikkatimi dağıtmadan Alpaslan’a baktım. Ona herhalde güvenmiyordum. Sadece gecemi eğlenceli kılan bir piyondu. Zümrüt yeşili doğum günüme denk geldiği için oldukça şanslıydı.

“Sen ne ayaksın lan?” Kendini asansörün bir kenarına yaslamıştı ve yüzü de biraz terlemişti. Muhtemelen gerçekten de haddinden fazla kan kaybetmişti son dakikalarda. Ne kadar dik durmaya çalışsa da o ilk artistlikleri biraz sönmüştü ve şu bir gerçekti ki onu neden kurtardığımı merak ediyordu. Gülümseyerek dudağımı dişledim. “Zaman geçtikçe konuşma tarzın bozulmaya başlıyor…”

“Daha ne kadar bozulabileceğim konusunda aklının yetmeyeceği noktalar var Ferzan.” Ferzan? Kaşlarımı çattım. Ama bu konuya takılmanın yeri olmadığına karar verip merakını gidereceğim cümleler kurdum. En azından biraz. “Seni kurtarmamın seninle hiçbir alakası yok. Bunu bilsen yeter.” Tamam vazgeçtim, azıcık. Bana deliymişim gibi bakışlarına maruz kalmamak adına başımı önüme çevirdim ve bir elimle saçımı kulak arkası ettim. Bu sırada yine de tetikte kaldım. Her an bana zarar verecekmiş gibi. Çünkü Bahadır ister istemez Alpaslan’ın tehlikeli birisi olduğunu içime işlemişti. Hoş, bu adamdan ilk saniyeden beri iyi bir enerji alamadığım su geçirmez bir gerçekti. Artık daha net olan şey, bu adamın başarılı bir milyarder aynı zamanda da ekonomist olan Kerem Kıraç değil, onun belalı ve tehlikeli olan asi kardeşi Alpaslan Kıraç oluşuydu.

Otopark katına ulaştığımızda önden çıktım ve topuklu ayakkabılarıma rağmen hızlı bir şekilde arabama doğru ilerlemeye başladım. Bu sırada o da cebinden araba anahtarı çıkarmış arkamdan geliyordu. Aynı zamanda da telefonundan birine mesaj atıyor gibiydi. Arabalarımıza az kalmışken telefonla konuşmaya başladı. “Ne demek depoya baskın yapıldı Kaan? Herkes iyi mi, güzel. Hemen işin kimin başının altından çıktığını bulun, ben otelden çıkıyorum ara sokaklardaki konvoyları otelin otopark çıkışına yönlendir.” Oldukça otoriter bir şekilde telefonda konuştuğu kişiye direktifler vermesini umarsızca dinledikten sonra arabamın yanına vardığımda, o da hemen yan taraftaki araca yöneldi. İkimizin arabasının yan yana olması tesadüfü sebepsizce sırıttırdı. Araçlarımız siyahtı. Ama onun aracı daha yüksekti. Benimkisi spor tarzdaydı. Gözlerim arabasının plakasına takıldığında kaşlarımı çattım.

34 ALP 11

Bu adamın on bir sayısına takıntısı neydi bilmiyordum. Ama bu sayı ve sürekli iç içe olduğu için tuhafıma gitmişti. “Silahım en kısa sürede elime geçmezse senin açından iyi şeyler olmaz.” Gözleri kıstım. “Seni kurtardığım için teşekkür etmene gerek yok canım ya, rica ederim ne demek.” Gözlerini devirdi ve arabasının kapısını açtı. Tam binecekken bana baktı. “Hayatta kalmaya bak Ferzan, henüz seninle işimiz bitmedi.” Saniyeler içerisinde arabasıyla toz olduğunda koca otoparkta yalnız kaldım. Elimde başkasının adına ruhsatlı ve cinayet işlediğim bir silahla. Gözlerimi kırpıştırdım ve arabaya geçip kapıyı örttükten sonra aracın içindeki kilit düğmesine bastım. Derin bir nefes alıp aracı çalıştırdıktan sonra otoparkın çıkışına doğru sürmeye başladım. Kesinlikle her an babam veya bir başkası tarafından durdurulabilirdim. Zira yaptığım şey, babamın kulağına çoktan çalınmıştır ve bu asla hoşuna gitmeyecektir. Benim aksime.

Otelden çıktıktan sonra akşamın karanlığında ana yola çıktım ve gaza yüklendim. En iyi ihtimalle peşimde bildiğim kadarıyla babamın iş yaptığı bir adam vardı ve belki de şu zümrüt yeşili. En kötü ihtimalle ise gelişimin ardından tüm İstanbul’un yer altı kısmının dikkatini çekmişimdir. Yan koltukta duran telefonum her saniye tekrar tekrar babamın aramaları yüzünden çalarken, bir elimle direksiyonu tuttum ve diğer elimle de ortada kalan silahı torpidoya yerleştirdim. Onunla sonra ilgilenecektim. Tekrar yola odaklanmamın ardından bir döner kavşağı geride bırakıp ilerlemeye devam ettim. Bu sırada önümü ve arkamı iki araç kesti. Ani frenimden ötürü saçlarım önüme doğru savrulurken, arabadan inen adamlar bana doğru yanaşmaya başladı. Ellerinde tuttukları silahlarla. Sakin olmaya çalışan soluklarla kendimi dizginlemeye çalışırken bulunduğumun tarafın camı tıklatıldı. İnmekten başka yolum yoktu. Tüm hızımla karşımdaki arabayı geçip gitme ihtimalim olmadığı için arabadan indim derin bir nefes alarak. “Fevzi abi seni görmek istiyor.” Adamlardan biri konuşup kolumu tuttuğunda buna izin vermedim ve yürümeye başladım. “Kendim giderim.”

Bir saat içerisinde lüks bir rezidans daireye geldiğimizde, iki tarafımda her an kaçacakmışım gibi duran adamlara gözlerimi devirdim ve arkası bana dönük bir şekilde bardağına içkisini koyan Fevzi Bey’in bana dönmesini bekledim. Bu sırada aklımda en iyi ve en kötü ihtimalleri belirlemekle de meşguldüm. En iyi ihtimalle kafama sıkılacaktı. En kötü ihtimalle ise babama gönderilmek üzere çekilecek bir videoda işkence çektirilerek öldürülecektim. Belki de tecavüz ederlerdi. En kötü ihtimal kanımı dondururken, nadir anlarda istediğim gibi şimdi de en iyi ihtimalin olması için içten içe umut ettim. Aynı zamanda bir hırs uğruna İstanbul’da kalmanın ne derece sağlıksız olduğunu bir kez daha fark etmenin eşiğindeydim. Sicilya’da en azından daha tasasız olduğum kesindi.

“Seni en son gördüğümde küçük bir kızdın. Yaramaz bir kız. Babanı çığırından çıkarırdın.” Nihayet adam elindeki viski bardağından yudumlayarak bana döndüğünde duruşumu dikleştirdim. Bakışlarını üzerimde gezdirdi. Bu beni rahatsız ederken mırıldandı. “Şimdiyse baya büyümüşsün. Açıkçası babanın seni neden İstanbul’da görmek istediğini anlamış değilim. Piyasa, senin gibi kızlar için fazla tehlikeli.”

Gözlerimi birkaç kez kırptım. Sessiz ve sakin oluşum dikkatini çekmiş gibiydi. Dudaklarını büktü. Aramızda altı yedi adım vardı. Odada ise on beşe yakın koruma. “En azından baban soğukkanlılık konusunda sana bir şeyler kazandırabilmiş. Bu güzel bir kazanım.” Üzülmüş gibi baktı.

“Tabi bunun kısa sürecek olması çok yazık.” Elindeki bardaktan bir yudum daha aldı. Ardından dilini alt dudağında gezdirdi. Ellilerinin başında olan bu adam gerçekten tavrı ve mizacıyla asabımı bozmaya başlamıştı. Kafasını iki yana sarstı. “Uras, sırf bir yanlışım yüzünden benimle ticareti kestiği yetmezmiş gibi bir de hali hazırda yaptığım işlere de çomak soktu. Oysaki iş dünyasında olur böyle şeyler. Kendisi de sütten çıkmış ak kaşık değil. Ama arada bir doğrucu davutluğu tutuyor pezevenk babanın. En iyisi uzun zamandır gözden uzak tuttuğu kızının icabına bakmak. Eminim bu hoşuna gitmeyecektir.”

Ah, gerçekten yolun sonuna mı gelmiştim? Berbat olan hayatımın bir film şeridi gibi gözümün önünden geçeceği o an tam da bu an mıydı? Fevzi denen adam adamlardan birine silahı ona vermesi için işaret etti ve ne olduysa her şey tam da o anda oldu. Dairenin salonunun tamamen camla kaplı olan kısmından içeriye adamların isabet alındığı yaklaşık on beş kurşun sıkıldı. Yanımdaki adamlar saniyeler içerisinde yere yığılırken dudaklarım yavaşça aralandı. Bu nasıl bir işti anlamadım, ama kesinlikle bir keskin nişancı tarafından gerçekleştirildiği kesindi. Fevzi’nin elindeki viski bardağı şaşkınlığından ötürü ellerinden kayıp yerle buluşurken bakışları ölen adamlarında gezindi. Gözleri beni bulduğunda omuz silktim. O anda kapı kırıldı ve içeri başka adamlar, o adamların arasından da Alpaslan girdi.

Alpaslan Kıraç mı? Gözleri anında beni bulurken bakışları üzerimde ve yüzümde gezindi. Ardından doğrudan Fevzi’nin başını hedef aldı ve bir an bile düşünmeden tetiğe bastı. Adamın başı anında kanlar fışkırarak patlarken kanları yüzüme kadar sıçradı. Halen yerimden kıpırdamazken Alpaslan iç çekerek Fevzi’ye baktı ve ardından da karşıma geçti. Bir parmağını yanağımdaki kana sürdü ve ardından mırıldandı. “Boşuna rengin kırmızı demiyorum Ferzan. Ha bu arada…” Başını hafifçe yana eğdi ve zümrüt yeşili gözlerini benimkilere dikti. “Seni kurtarmamın seninle hiçbir alakası yok, bunu bilsen yeter.”

 

Loading...
0%