Yeni Üyelik
5.
Bölüm

ATEŞ (5) Birikmiş Sitemler ve Ufak Bir Lastik Meselesi

@_ece_asena_

İnsan hangi durakta ineceğine karar veremiyor bazen. Ha indim ha inecektim derken ya erken iniyorsunuz ya da çoktan ineceğiniz durağı kaçırmış oluyorsunuz. Hayat da bir otobüsten inip inememe arasındaki o ikileme benzer bir şekilde şekil almıyor muydu zaten? Kimi zaman acele işe şeytan karışıyordu kimi zaman ise sonradan gelen pişmanlık kâr etmiyordu. Çünkü durulması gereken o noktayı seçemiyordu insanoğlu. Bir türlü o durağın önünde duramıyorduk.

Şöyle bir kaçırdığım duraklara baktığım zaman iç çekmek geliyordu içimden. Ama asla herhangi bir pişmanlık da hissedemiyordum. Beni Lara Ferzan yapan da buydu esasen. Verdiği kararların arkasında duran güçlü bir kişilik olmak. Bunu seviyordum. Hep sevmiştim. Sadece beni ben yapmak için feda edilenler arada bir vicdanımı sızlatıyordu ve biliyordum ki derin bir sızı ile beni yoklayan acılar en büyük kuvvetimdi. Ben acılardan mutlu olmayı ve küllerden doğmayı öğreneli epey zaman oluyordu. Bu benim asla kurşunu bitmeyecek en garanti silahımdı.

Burnumdan içeriye kısık bir soluk çektim. Gözlerimi kapatıp açtım. Biraz ilerimdeki trafik ışığının kırmızıya döndüğünü gördüğümde yavaşça hızımı azalttım ve duraksadım. Arabamın içinin havasızlığı bunalttığında camı çok olmasa da biraz aralık olacak şekilde açtım ve tekrar derin bir nefes aldım. Akşamın soğuğu arabanın içine sızmaya başladığında bu keyif verici bir şekilde bedenime nüfuz etti ve beni sersemletmekten çok rahatlattı. Gözlerim dışarıyı süzerken dudaklarımı büktüm düşünceli bir halde. İki gün önceki gecenin aksiyonlu dakikalarından sonra bugün oldukça sakin geçmişti benim açımdan. O gece yatmadan önce babam çalışma odasında bana yine sıkıcı bir sorgulama ve sitem konuşması yapmıştı. Sabah olunca, gergin bir kahvaltı gerçekleştirmiştik. Babamın sessiz kaldığı, Sanem’in delici bakışlar attığı ve sevgili kız kardeşim Lena’nın beşinci dakikada homurdanarak terk ettiği müthiş bir kahvaltı! Açıkçası karnımı tam olarak doyurmuştum çekinmeden. Asla bir başkasını düşündüğüm için kendi refahımdan ödün vermezdim. Bu delilikti.

Babamla kahvaltıdan sonra, büyük aile mirası olan Ferzan Holding’e geçmiş ve avukatların desteğiyle küçük bir hisse devir sözleşmesi imzalamıştık. Aslında pek de küçük olduğu söylenemezdi. Tibet’in, Derya’nın ve Lena’nın, son olarak da kendi hakkıma düşen hisselerin paylarını bir bütün olarak üzerime almak fazla da küçük bir miktarı ifade etmezdi. Babamın holdingin genel bünyesinde %30, Mehmet amcamın %25, Araz amcamın %10, Bade halamınsa %6 oranında bir hisse bölüşmesi oldu netice itibariyle. Araz amca ve Bade halanın hisselerini yönetme yetkisi vekalet ile babamın üzerinde olduğu için hisselerde birkaç oynama yapmak fazla zor olmamıştı. Derya ve Lena’nın hisseleri konusunda fazla sorun çıkmasa da konu Tibet’e geldiğinde Mehmet amcam buna biraz bozulmuştu. Ama nihayetinde Tibet holding ile fazla ilgilenmediği için şimdilik hissesinin benim üzerime geçecek olmasına çok da takılmamıştı.

Kısacası artık yok sayıldığım ailenin en önemli varlığı olan Ferzan Holding’de %29’luk bir hissem vardı ve bu da babamdan sonra en çok imza yetkisi olan kişinin ben olduğu anlamına gelirdi. Bu kâğıt üzerinde de olsa benim için büyük bir zaferdi. Çünkü müzayede sırasında akrabalarımın olduğu masada uğradığım o büyük dışlanma neticesinde verdiğim bu karşılık gerçekten de büyük bir adımdı. Lara Ferzan olmak da büyük karşılıklar vermeyi gerektirirdi. Yine ben olmanın hakkını vermiştim gayet hoş bir şekilde.

Babamın evindeki ilk sabahımın ve aldığım hisselerin ardından geçen kısa süreden sonra ise şimdi de kuzenim Araf’ın göz bebeği olan mekanına gitmek için yoldaydım. Bugün 31 Aralık’tı. Yeni bir yıla merhaba demek adına kuzenim ve şu sosyetik çevre büyük bir parti düzenlemişti. Bir yılı daha geride bırakıyorduk ve nedense içimde hiç mi hiç heyecan yoktu. Hele yeni yıla nasıl girilirse tüm yıl öyle geçer saçmalamalarına hiç inanmıyordum. Boş eğlencelerdi. Ben fazla özel gün kutlamazdım. Tarzım değildi bir kere. Benim her günüm özeldi. Teker teker kutlamaya ise hiç vaktim yoktu. Bu partiye de bir yerden başlamak adına gelmiştim. Açıkçası kuzenim Araf Karahan’ı da çok özlemiştim. Kendisiyle aram diğer kuzenim olan Tibet’ten çok daha iyiydi. Birbirimize bazen sert bir şekilde çıkışsak da Araf’ı seviyordum. En son müzayedede onu terslemem dışında hiç iki lafın belini kıramamıştık. Doğrusu onunla vakit geçirmeye ihtiyacım vardı.

Dakikalar sonra İstanbul’un ara sokaklarının birinde bulunan hedefime ulaştığımda arabayı mekânın biraz ilerisi olmasına karşın başka bir yer olmadığı için kaldırımın yanına park ettim ve arabadan indim. Yirmi metre ilerimde olan mekâna doğru yürümeye başladığımda üzerimdeki siyah kısa elbiseyi düzelttim. Esen rüzgârdan ötürü elbisemin etekleri hafifçe uçuşuyordu ve açık bıraktığım saçlarımda bundan nasibini alıyordu. Kapının önünde oluşan uzun kimlik kontrolünü es geçtim ve direkt kapının önüne gidip korumalara adımı söyledim. Beni fazla bekletmeden içeri aldıklarında koyu kırmızı ruj sürdüğüm dudaklarımı dilimle ıslattım ve rujumun rengiyle aynı olan kırmızı halı kaplı zeminde ilerlemeye başladım. Fazla uzun sayılmayan bir koridoru aştıktan sonra mekânın ana kısmına geçtiğimde kulaklarıma dolan yüksek sesli müzikle birlikte yüzümü buruşturdum. Koyu mavi, beyaz ve siyah temalı ortamın içerisi çok kalabalıktı. Bir kısımda sahne bir kısımda ise upuzun bir tezgâhı olan bar bölümü bulunuyordu. Duvarları çevreleyen oturma grupları vardı. Onun dışında ayaklı kokteyl masaları falan. Bakışlarım yukarıya doğru kaydığında yukarıda asma bir kat olduğunu fark ettim. Orası daha sakin gözüküyordu. Muhtemelen özel misafirler için ayrılmış daha pahalı bir kısımdı.

Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdıktan sonra belli aralıklarla yüzüme vuran neon ışıklara aldırış etmeden asma kata çıkan sarmal demir merdivenlere doğru yürümeye başladım. Henüz tanıdık biriyle karşılaşmazken merdivenlerin yanına vardığımda bir tane adamı durdurdum ve Araf’ı sordum. Burada çalıştığını tahmin ettiğim adam yüksek sesten ötürü konuşmakla uğraşmadı ve eliyle merdivenlerin aşağıya inen kısmını işaret etti. Dikkatli baktığımda sarmal merdivenin aşağıya doğru inen bir kısmı da olduğunu gördüm. Muhtemelen odası oralardaydı. Adama karşılık vermeden yanından geçip topuklu ayakkabılarıma dikkat ederek merdivenlerden yavaş yavaş indim ve direkt karşıma çıkan kapıyı çalmadan açarak içeri girdim.

Masasının ardında oturup masadaki birkaç küçük beyaz torbayı inceleyen kuzenim ile göz göze geldiğimizde şirince gülümsedim. Tabi bu gülümseyişim masanın önündeki tekli koltuklardan birinde oturup bana tek kaşını kaldırarak bakan Alpaslan’ı fark etmem ile daha da bir canlılık kazandı. Ah, burada ne işi vardı diye sorgulamayacaktım bile. Umursamıyordum. Çünkü bu çocuğun benim için tek anlamı doğum günüme ufak bir hediye olmasıydı. Bakışlarımız birbirimizde takılı kalırken kuzenim Araf’ın sesini duyunca kendime geldim ve başımı ona çevirdim gülümsememi bozmadan. “Ne kadar zarif bir giriş bu böyle.” Araf’ın ilgisiz ve iğneleyici sesi keyfimi artırırken omuz silktim. Kapı çalıp içeri girmeyi beklemek bana göre değildi. Kapının önünde beklemek için tek bir sebebim olabilirdi o da kapı dinlemekti.

“Ben de seni çok özledim aşkım.” Ona doğru ilerleyip kollarımı fit bedenine sarmaladığımda sabır çekerek ofladığını duyumsadım. “Ben senin aşkın değilim Lara, Alpaslan seninle de anlaştık herhalde? Bu mallar fena değil, en az bir sezon bunlarla yürütürüz.” Konuşmasının sonuna doğru sesinin kısılıp hitap değiştirdiğini anladığımda usulca geriye çekildim ve bir elim halen Araf’ın belinde sarılı iken yönümü Alpaslan Kıraç’a çevirdim. Araf’a boş veren bir ifade ile bakındı ve kül tablasında yanan sigaradan son kez içine çekip söndürdü. Ardından ayağa kalktı ve masada duran paketleri işaret etti çenesiyle. “İşine nasıl geliyorsa artık Karahan. Benlik sıkıntı yok. Bunlar sende kalsın, sonra bir daha konuşuruz.”

Tam odadaki varlığımı yok saydığını düşünmeye başlayacaktım ki bakışlarını bana çevirdi. O an ilk defa onun başka bir yönüyle tanıştım bakışlarında. Yüzünün solukluğu, bakışlarındaki ruhsuzluk, göz altlarındaki hafifçe belli olan morarmalar… Gözlerim kaçamak bir şekilde masaya gidip tekrar onu bulduğunda kısıkça soludum. Uyuşturucu kullanıyordu. Gözlerimi kırpıştırdım ve ona sessizce baktım. Tüm bunlar iki saniyede olurken bariton bir sesle yüzüme doğru homurdandı. “Sana en yakın zamanda silahımı vermeni söylemiştim öyle değil mi?” Gözlerini kıstı ve ekledi. “Bana üçüncü defa bunu hatırlattırma. Senin açından iyi olmaz.”

Yanımda duran Araf sesini çıkarmazken bende sustum. Bunun daha etkili olduğunu ona cevap vermediğim için çatılan kaşlarından sezdim. Daha fazla odada durmasının absürt kaçtığını anlamış olmalı ki Araf’a başıyla ufak bir selam verdi ve bana bir kez bile olsun bakmadan odadan ayrıldı. Odada kuzenim ile yalnız kaldığımda ofladım ve elimi Araf’ın belinden çekerek masanın önündeki koltuklardan birine bıraktım kendimi. Bu sırada Araf da masanın üzerindeki birkaç şeyi kaldırdı ve koltuğuna oturdu. Bana ‘hayırdır’ dercesine göz kırptı. “Kıraç ile ne iş? Gelir gelmez yine bir haltlar yemişsin orası kulağıma çalındı da şu silah mevzusu ne?”

Saçımın bir kısmını kulak arkası ettim ve bir bacağımı diğerinin üzerine attım. “Oteldeyken kendimi korumam gerekti, ben de onun silahını kullandım. Çok da büyütülecek bir şey yok esasen.” Kafasını bıkkınca iki yana salladı. “Sana göre yok. Ama nasıl bir tehlikenin içine düştüğünden bir habersin kızım, o gece ölebilirdin.” Omuz silktim. “Beni tanımıyormuş gibi konuşup durma Araf. Oturup ‘ay ölebilirim’ diye sızlanamam ben.”

Derin bir nefes aldı. Üzerinde siyah bir gömlek vardı. Koyu renkli gözleri bana bıkkınca bakıyordu. Zaten Araf’ın olayı buydu, o öyle fazla samimi birisi değildi. Soğuktu, sertti. Onunla oturup havadan sudan iki saat sohbet edemezdiniz. İçine kapanık saçma birisiydi. Onu da bu yüzden seviyordum zaten. Sempatik geliyordu. Tabi en son geçen seneki görüşmemizden sonra yüzü biraz daha çökmüş gibiydi. Henüz yirmi üç yaşında bir genç adam olmasına karşın omuzlarına binen yükler onu yormuş gibiydi ya da belki de hayattan keyif almak denen olayı henüz keşfedememişti. Neyse, bununla üzülecek değilim. Bu onun problemi.

“Geleli iki gün oldu ama maşallah ortalığın amına koymuşsun! Alpaslan’a yapılacak olan suikastı rezil etmişsin, üstüne ne hikmetse Fevzi seni yanına getirtmiş ondan sonra ölmüş, Lena ortalıkla ateşlenmeye hazır barut gibi dolaşıyor ve Ferzan Holding’in ikinci söz sahibi olan kişisi olmuşsun. Gerçekten bravo.”

Gözlerimi devirdim. “Ben hiçbir şey yapmadım. Sadece dünya benim etrafımda dönüyor hepsi bu.” Bana yüzünü buruşturarak baktı. “Yersiz egonu sikeyim senin.” Ona onun gibi yüzümü buruşturarak karşılık verdim. Şu hayatta hazzetmediğim şeylerden birisi de küfretmekti. Kaliteli bir insan olmamın yanı sıra kelimelerimi de kaliteli seçmeye özen gösterirdim. Çevremde de buna dikkat eden mahluklar görmek hoşuma giderdi. Ne yazık ki etrafımdaki herkes sözleşmiş gibi oldukça kaba bir üsluba sahipti. “Birincisi kendime özgüvenim hiçbir zaman yersiz değildir. İkincisi küfretme, çirkin oluyorsun.” Omuzlarını düşürdü ve ayaklandı. Bana daha fazla katlanamayacak gibi bir hali vardı. Bu sırada dikkatimi çeken şeyle birlikte tek kaşımı kaldırdım. “Alpaslan ile aynı safta gibisin? Buna karşın ona düzenlenen suikastı mahvetmem hoşuna gitmedi gibi?”

Dudaklarını büktü umarsızca. Bu sırada masanın etrafından dolandı ve karşıma geçti. Bende ayaklanmıştım. Ona cevap ister bir şekilde bakarken omuz silkti. “Onunla aynı safta değilim, bizimkisi sadece ticaret. Onun dışında kimin ölüp kimin yaşayacağı beni bağlamıyor. Dürüst olmak gerekirse fazla tekin birisi olmadığını söyleyebilirim. Hile hurda ne ararsan var. Ferzan’ların olduğu bir masada bile huzur daha kolay sağlanabiliyorken bu Kıraç biraz fazla başına buyruk. Can sıkıyor, sana da önerim fazla bulaşmaman. Mümkünse dikkatini çok üzerine çekme.”

‘Anladım’ dercesine başımı salladım ve küçük zincir çantamı koluma astım. Araf’ın konuşmasına iliştirdiği küçük ayrıntı dikkatimi çekerken hafifçe sırıttım. Babamın ailesi olan Ferzan ve annemin ailesi olan Karahan ailesi fazla iyi anlaşmazlardı. Bu yıllardan beri böyleydi. Enteresan bir şekilde elektrikler uyuşmuyordu ve anlaşmazlıklar ortaya çıkıyordu.

Tam da bu yüzden annenin ölümünü herkesten saklamadınız mı?

İçimden bir ses gerçeği tokat gibi yüzüme çarparken yutkundum. Araf kaşlarını çattı. “İyi misin? Bir suratın düştü.” Kafamı aşağı yukarı salladım. “İyiyim, sorun yok. Hadi gidelim.” Odadan başka bir şey konuşmadan ayrıldığımızda içime derin bir nefes çektim ve tekrar gürültüler kulağıma gelmeye başladığında bu gecenin fazla baş ağrıtıcı olmaması için umut ettim.

Araf’ın yönlendirmesiyle asma kattaki özel alana geçtiğimizde burada da bir sürü oturma alanı olduğunu gördüm. En azından aşağı kata oranla daha az karmaşa vardı ve localardaki insanlar daha üst düzey kişilerdi. Biraz ileriden bize doğru gelen Merve’yi gördüğümde gülümsemeye çalıştım. Küçükken en yakın arkadaşım oydu. Bu yüzden kız kardeşim de dahil olmak üzere birçok kişiden daha yakın görüyordum onu.

“Güzellik de burada olduğuna göre parti asıl şimdi başladı ha?” Gelip kollarını tıpkı müzayede gecesi olduğu gibi sımsıkı bana doladığında sırıttım ve bir elimle karşılık verdim sırtını sıvazlayarak. Geri çekilip onu süzdüğümde her zamanki gibi şık ve tatlı olduğunu gördüm. Güzel bir kızdı. Araf başka birileriyle görüşmek için yanımızdan ayrıldığında Merve ile onun yönlendirdiği locaya ilerledik. Sevgili kız kardeşim Lena’nın, Melih’in, Kuzey’in ve Bahadır’ın bulunduğu bir masaya vardığımızda her şeyden önce ilk çarpıştığım şey Lena’nın aşağılayıcı bakışlarıydı. Gözlerini kısışı, burnundan soluyuşu elimde kırmızı bir örtü olup olmadığını sorgulamamı sağladı. Hayret bir şey, sanki İspanya’da boğa güreşindeydik ve karşımda en kızgınından bir boğa vardı. Selam vermek yerine gülümsedim ve boş olan bir kısma oturup Lena’ya baktım. “Canım auranı yükseltmek için bir şeyler yapıyor musun? Açıkçası buna fazlasıyla ihtiyacın var gibi.”

Bana daha da öfkeli bir şekilde bakmaya başladığında homurdandı. “Auranı sikeyim senin. Nefret ediyorum senden.” Eline içki bardağını alıp ayaklandığında bakışlarımla onu takip ettim. Umursamaz halim onu daha kızdırmış olmalı ki siyaha yakın saçlarını savurarak bir hışımla locamızdan ayrıldı. Melih de bana memnuniyetsiz bir şekilde bakıp masadan ayrılırken ağzımdan ‘hah’ diye bir nida savruldu. Kuzey, Bahadır ve Merve’ye bakarak, “Lena’nın aurası hep böyle düşük müdür? Ve Melih her zaman böyle onun kuyruğu mu olur?” diye sırıtarak mırıldandım.

Gerçekten negatif bir ikili oldukları kesindi.

Bahadır bana düşünceli bir şekilde baktı. “Lena sadece birden gelişini hazmetmeye çalışıyor. Melih ise ona çok değer verdiği için üzülmesini istemiyor.” Başını hafifçe yana eğdi. “Sen en son geri gitmekten bahsediyordun?” Ses tonundaki asabiyet bana müzayede gecesi onunla olanları hatırlatırken umursamazca gülümsedim. “Vazgeçtim. Birtakım işler çıktı, bir süre daha buralardayım.” Kaşlarını çattı. “Öyle olur olmadık her şeye maydanoz olacaksan geldiğin yere geri dönmeni tavsiye ederim.” Ofladım. Beş yaşında çocuk gibi küsecekti biraz daha konu uzarsa. “Göbek adımı maydanoz koymuşlar benim bilmiyor muydun hayatım?” Ona sevimlice bakarken elinde duran bira bardağını kafasına dikti ve arkasına yaslandı. “Sen belanı mı arıyorsun?” Bana ciddi bir şekilde bakarken onu tiye aldım.

“Gençler, biraz gevşeyin. Yılın son günü de bir şeyleri tartışmayalım değil mi? Lara ister misin?” Kuzey’in bana uzattığı viski bardağına olumsuzca baktım ve kafamı iki yana salladım. “Alkol kullanmıyorum, teşekkürler.” Kaşlarını çattı. “Bugün yılbaşı be kızım! Bir kereden ne olacak sanki?” Bana isyan edercesine alayla konuşmasına ruhsuzca baktım. Bazı kurallarım vardı ve ‘tek seferden bir şey olmaz’ gibi mottoları sevmiyordum. Kafamı iki yana salladım. “Dediğim gibi alkol kullanmıyorum canım, size afiyet bal şeker olsun.” Bana ‘sen bilirsin’ diye mırıldandı ve içkiyi kendi içti birkaç seferde. Ardından masadan ayrıldı ve gözden uzaklaştı. Yanımda oturan Merve’nin suratının düştüğünü fark ettiğimde kaşlarımı çattım ve yanaşıp konuştum. “Ne oldu?” Gözleri beni bulduğunda omuz silkti ve “Yok bir şey.” Diye karşılık vererek yanımdan kalkıp gitti. Arkasından kısa bir süre baktıktan sonra önümde döndüğümde masada bir tek Bahadır ve benim kaldığımı fark ettim. İçkiden dolayı baygın bakmaya başlayan gözleri üzerimdeydi.

Derin bir nefes aldım ve ayağa kalktım. Bu sırada dudaklarını araladı ve sorgularcasına konuştu. “Nereye gidiyorsun?” Dudaklarımı büktüm. “Aşağıya, bar tarafına doğru gideceğim biraz. Burası sıktı.” Locadan ayrılıp merdivenlere doğru yürümeye başladığımda kısa bir süre sonra yanımda Bahadır’ın varlığını hissettim. Kulağıma eğildi ve “Ben de seninle geleceğim.” Diye konuştu. Omuz silktim. Bir zararı yoktu. Küçük çocuklar gibi tavır takınıp laf sokmasından daha sağlıklı bir hareket olduğu su geçirmez bir gerçekti.

İkimiz sarmal merdivenlerden aşağıya indikten sonra kalabalığın arasından geçerek zor da olsa bar bölümüne ulaştık. Zar zor boş olan iki yan yana ayaklı sandalye bulduğumuzda çantamı tezgâha bıraktım ve elbiseme dikkat ederek sandalyeye oturdum. Bahadır da yanıma oturduğunda dizlerimizin birbirine temas etmesiyle dudaklarımı birbirine bastırdım. Ona olan hislerimin eski olduğunu biliyordum ve bundan da emindim. Ama yine de yan yana veya göz göze geldiğimizde bana yaydığı enerji kanımı kaynatıyordu ilginç bir şekilde.

O barmenden istediği yeni içkisini yudumlamaya başladığında kısa bir süre sonra bana baktı ve burnunu çekti. Gözlerinde halen on beş yaşındaki aynı emareleri görürken bunu tasdik edecek o sözleri sarf etti. “Dört yıldır neler yaptın? Birileri oldu mu?” Bahadır ile ikimizde çok küçük yaşlardan beri yan yana büyüyen iki kişiydik. Birbirimize karşı hissettiklerimizi elbette ki zamanında belli etmiştik. Bu tek taraflı bir şey olmamıştı. Ancak o zamanlar ergenliğin başlarındaydık ve bir ilişki ne denli samimi, sağlıklı olabilirdi ki? Çocuktuk işte. Her zaman birlikte gibiydik. Ama aynı zamanda da değildik. Bilemiyordum. Şimdi kalkıp ilişkilerimi sorgulaması biraz yersiz gelmişti. Dediği gibi koca ‘dört yıl’. Çok zaman geçmişti. Aklı halen bende olamazdı. Bu çok komikti. Demek isterdim. Ama sanırım tıpkı benim gibi içinde canlı olan birkaç his vardı.

“Hayır. Kimse olmadı.” Dürüst olup gerçeği söylediğimde tebessüm etti. “Güzel.” Alt dudağımı dişledim. “Ya sen? Neler yaptın?” Dudaklarının arasında duran bardağı yavaşça indirdi ve tezgâha bıraktı. Bakışları bardaktan ayrılmazken gülümsedi ve usulca bana çevirdi başını. Kahverengi gözleri yüzümde dolaşırken mırıldandı. “Ciddi bir şey yaşamadım. Olmadı.” Kısa bir es verip ekledi. “Senden sonra.” Düşünceli haline karşın bir elimle alnımı kaşıdım ve omuz silkip sessiz kaldım. Ciddi bir şey yaşamadım diyordu. Demek ki bir şeyler yaşamıştı. E bundan daha normal de bir şey olamazdı değil mi? Sonuçta hayatına devam eden iki ayrı kişiydik. Oturup beni bekleyecek, turşu dizecek değildi. Kendimi istisna sayacak olursam, bu yaşlar fazla hareketli yaşlardı bir genç için. Bahadır’a bir şey diyecek değildim. Ama yine de benden sonrayı vurgulayarak ciddi bir şey yaşamadığını söylemesi hoşuma gitmişti.

“Seni çok uzun zaman bekledim. Bu beklediğimden daha uzun bir süreçti.” Ansızın konuştuğu sırada, sahnede çalan müzik de biraz daha düşük ritimli bir şarkıya bırakmıştı yerini. Bu nedenle yüksek gürültü de biraz olsun azalmıştı. Onun düşünceli gözükmeye devam eden tavrı dikkatimi çekerken, dedikleri de bir o kadar ona odaklanmamı sağladı. Dudaklarımı büktüm. “Beni mi bekledin?”

Ağzının kenarından sırıttı. “Bunun şu an için fazla ergence geldiğini biliyorum. Ama o zamanlar bir şekilde benim her şeyimdin. Her günüm seninle geçiyordu neredeyse. İyisiyle ya da kötüsüyle. Birlikte büyüdük ve gidişin benim açımdan fazla sarsıcı oldu.” Kaşlarını çattı ve derin bir iç çekti. “İlk bir ay kendimi avuttum. Nasıl olsa ararsın, konuşuruz, belki beni yanına çağırırsın ya da gelirsin sandım. Gidişinin ani bir karar olduğuna inandırmıştım kendimi.” Bardakta olan bakışlarını tekrar bana çevirdi. Gözlerinde gördüğüm hayal kırıklığı canımı sıktı. “Ama gelmedin. Aramadın, konuşmadın, çağırmadın, gelmedin. Yine de bekledim. Gidişinin üzerinden bir buçuk yıl geçene kadar bir şekilde kendimi kandırdım. Gelecek dedim, nasıl olsa bana bir şekilde değer veriyor. Bana vermese bile çocukluğumuza veriyordur dedim.”

Kafasını iki yana salladı. “Herkesi siktir ettiğini gitmenin üzerinden iki yıl geçtiğinde idrak edebildim. Bu belki aptalcaydı, üstelik benim gibi birisi içinde fazla komik duran depresif bir haldi. Ama işte insan farklı şeyler hissetmeye başladığında ister istemez romantikleşiyor. Romantik olmanın bir fayda sağlamadığını da koca dört yıl boyunca benimle görüşme çabasına bile girmemen sonucunda çok net anladım. Araf’la, Tibet’le, Derya ile görüştün. Ama senin için bir hiçtim. Söylesene, çocukluğumuzun hiç mi kadir kıymeti olmadı senin için?”

Sonlara doğru dilinin hafifçe sürçmesiyle, sarhoş olmaya başladığını anladım. Ben gelmeden önce içmeye başladığını tahmin edebiliyordum ve benden sonra da az içmemişti. Sarhoş olduğu için de uzun zamandır içinde birikenleri bana boşalttığını anlayabiliyordum. Sadece bazı şeyleri bu kadar içselleştirmesini beklemiyordum. Şahsen ben duygusuz birisiydim ve her şeye abartılı tepkiler veremezdim. Doğrusu bazen herkesi kendim sanmak gibi hatalarım olabiliyor.

Hazır ortam ve ambiyans müsaitken biraz içimi dökmek adına dudaklarımı araladım. Ardından da derin bir nefes alarak kafamı iki yana salladım. Yüzümü ona doğru biraz yanaştırırken gözlerimi kırpıştırdım. “Çocukluk dedikleri şey benim açımdan fazla dramatik Bahadır. İstesem de buna senin gibi romantik bakamam. Yine de dramatik olarak gördüğüm çocukluğumu çocukluk yapan sensin. Sana değer veriyorum. Sadece hayatımın bazı dönemleri yalnız kalmam ve herkesten uzaklaşmam gereken anlardı. En doğrusu buydu. Ben… Ben senin kadar olanlara hüzün dolu yaklaşamıyorum, tarzım değil. Açıkçası senin de bu kadar duygusal olduğunun farkında değildim şu saniyeye kadar.”

Önündeki bardağı biraz ileri ittirdi ve yönünü tamamen bana döndü. Omuz silkti. “Duygusallık değil aslında bu. Biraz aşk, biraz özlem, biraz yaşanmışlık. Müzayede gecesine kadar seni kafamda bitirdiğimi sanıyordum. Ama o gece hiçbir şeyin bitmediğini anladım. Bunu bir itiraf ya da kendince bir çıkma teklifi olarak algılamakta özgürsün.”

Ağzım ne diyeceğimi bilemez bir şekilde aralanırken ağzımdan ‘hah’ diye bir nida çıktı hafif alayla. İstemsizce onu tiye alırken ayaklandım ve bir elimi omzuna koyarak dudaklarımı dilimle ıslattım. Gülümseyerek, “Bak, aşk noktasında her tarakta bezi olan birisi değilim ve bu yüzden ani şeyler beni hep düşünmeye iter… Bunu sen ayık bir kafadayken bir kez daha konuşuruz.” Elimi çekeceğim sırada bir eliyle elimi yakaladı ve usulca tutup elimin üzerini okşamaya başladı. Gülümsedi. “Kafam yerinde. Sadece biraz çakırkeyifim. Eğer söylediklerimde samimi olmadığımı sanıyorsan…”

Elimi geriye çektim. Kafamı iki yana sarstım. “Hayır, ciddi olduğunu biliyorum. Sadece şu an bunu konuşmak için uygun bir zaman değil ve düşündüğüm başka şeyler var. Dediğim gibi daha sonra.” Çantamı alıp yanından geçeceğim sırada kolumdan tuttu durdurmak istercesine. Kaşlarını çattı. “Nereye gidiyorsun yine? Yeni yıla on dakikadan az kaldı.”

Yutkundum ve başımı çevirip sahnedeki ekranda gösterilen büyük saate baktım. Gerçekten çok az kalmıştı. Kaşlarımı kaldırdım. “Gelirim birazdan, buralarda olacağım.” Kolumu kurtarıp daha fazla oyalanmadan yanından ayrıldığımda kalabalığın getirdiği bunalımla birlikte hızlı adımlarımı geniş alanın çıkışına doğru atmaya başladım. Hafifçe terlemiştim ve ben sıcaktan nefret ederdim. İnsanlar nasıl saatlerce kapalı ve kalabalık bir ortamda az oksijenle keyif alabiliyordu anlamış değildim. Araf’ın burayı en lüks şekilde dizayn ettiğine ve tabi ki de en kaliteli havalandırma sistemlerini kurdurttuğuna emindim. Ama yine de bu sıcaklamaya engel değildi.

Mekândan ayrılıp sokağa çıktığımda bedenimi sarmalayan buz gibi his müthiş derecede gevşememi sağladı. Bu sırada mekâna girmek için sırada bekleyen insanlar kat kat giyinmiş bekliyorlardı. Bir onlara bir kendi halime bakınca sırıttım. İncecik elbiseyle bu havada dolanmak herkesin harcı değildi esasen.

Biraz arabamın olduğu tarafa dolanmaya karar vermemin ardından ince uzun topukluların üzerinde duran ayaklarımı sol tarafıma doğru yönlendirdim ve aheste bir rahatlıkla yürümeye başladım. Adımlarım çok geniş olmamakla beraber zarif bir şekilde ileriye giderken görüş açıma arabamın girmesiyle birlikte kaşlarımı çattım. Lena ve Melih arabamın yanında durup gülüşüyorlardı. Lena’nın bakışları beni bulduğunda gülüşü büyüdü ve Melih’i dürttü. Onun da bakışları beni bulurken umursamazca baktı ve kolunu Lena’nın omzuna atıp hareketlendi. İkisi mekânın bulunduğu yerin aksine bir şekilde yan yana yürüyüp uzaklaştıklarında gözlerimi kıstım ve saniyeler içerisinde arabamın yanına ulaştım. Bu iki itici şey ne kesinlikle bir halt yemişlerdi!

Bakışlarım biraz önce bulundukları taraftaki arka lastiği bulduğunda haklı çıkmamın verdiği bir bıkkınlıkla gözlerimi devirdim. Arka lastiği patlatmışlardı. Hayır, bunun bana ne zararı olacaksa artık! Ben olsam arabayı ateşe verirdim, bu daha büyük bir zarardı. Küçük oynamaktan daha iş göreceği kesin. Sanırım sevgili kız kardeşim Lena’ya en kısa sürede mantık ve strateji dersleri vermeye başlasam iyi olacak. Zira kendisi Derin Karahan ve Uras Ferzan gibi iki zeki insanın çocuğu olarak karizmalarına leke sürüyor. Doğrusu, ilk çocukları olan ben tam bir ustalık eseriyken, onun acemilikten bile beter oluşu acınası.

Patlak lastiğime bakarken elimdeki çantayı arabanın ön koltuğuna bıraktım ve kapıyı kapatıp tekrar patlak lastiğin önüne geçtim. Bu sırada yanımda birisinin varlığını hissettim. Ardından da sesini duydum. “Ne yapıyorsun burada tek başına cici kız?” Gözlerimi devirdim dakikalar önce yaptığım gibi. Alpaslan Kıraç yine tam da yalnız kalmak istediğim anda dibimde bitiyordu. Arkamdan geçip önüme geldiğinde kendini arabanın bagaj kısmına yasladı ve bana kısık gözlerle bakmaya başladı. Sarhoş gözükmüyordu. Ama kesinlikle kendinde olmadığı da kesindi. Üzerindeki yeşil gömlek gözlerinin rengiyle aynı tonu taşırken kaşlarımı çattım. İlginç bir şekilde yakışmıştı. Bunda spor yaptığını belli eden gövdesinin de etkili olduğu kesindi. Gözlerimi birkaç kez kırptım ve onunla ilgili detayları boş vererek dudaklarımı büktüm.

“Böyle saçma hitaplar uydurmayı bırakmalısın. Çok klişe oluyorsun.” Seslice sırıttı. Yine de dişlerini göstermemişti. Fazla geniş gülen birisi değildi. Başını hafifçe yana eğdi. “Klişe birisi olsam sürekli siyah giyerdim ve sana cici kız yerine güzelim derdim. Muhtemelen sende güzelin miyim gerçekten diye karşılık verirdin. Böyle devam ederdi işte.” Ona alayla baktım. “Öyle demezdim, direkt sessiz kalırdım canım.” Tek kaşını kaldırdı. “Neden? Verecek cevabın mı olmazdı? Sahi neden sana biri hitap ettiğinde sessiz kalıyorsun? Araf’ın yanında da bana karşılık vermedin.”

İç çektim. “Herkes benimle konuşabilir. Ama kime karşılık vereceğimi ben seçerim tatlım.” Bana ‘öyle mi’ dercesine baktı ve konuştu. “Yani öyle herkesi sikime takmam diyorsun?” Yüzümü buruşturdum. “Senin açından durum buysa değiştirmek için çabalamayacağım.” Omuz silkti ve ona olan hitabımı komik bulmuşçasına cevap verdi. “Peki tatlım (!)”

Konuşacak başka bir şey kalmadığında derin bir nefes aldım. İkimiz tarafından da müzayede gecesi olanlarla alakalı bir söz çıkmazken patlak lastiğe kaçamak bir bakış attım ve çantamdan telefonu alıp internetten lastiğin nasıl değiştirildiğine dair bir video bulup açtım. Telefonu tam da Alpaslan’ın önüne doğru arabanın üzerine koyduğumda o da dikkatini kısa bir anlığına telefona verdi. Saniyeler sonra kaşlarını çattı. “Neden bunu izliyorsun?” Omuz silktim. Gözlerim videodaki adamdayken konuştum. “Arka lastik patladı. Nasıl lastik değiştirildiğini öğrenip, arabamın lastiğini değiştireceğim.” Güldü ve telefonumun ekranını kapatıp bana baktı. Bunu yaptığı için ona bıkkınlıkla bakarken bana küçümseyici bir şekilde karşılık verdi. “İki dakikada video izleyerek lastik değiştiremezsin Ferzan.” Bana ikinci kez Ferzan dediğinde gözlerimi kıstım. Bu yeni ama güzel gelen bir hitaptı.

“Bırak da ona ben karar vereyim.” Beni umursamadı ve bagajı açıp bakınmaya başladı. “Yedek lastiğin var, istersen sana canlı bir workshop verebilirim.” Gözlerimi devirdim ve yanına geçtim. Onu reddedeceğimi zannettiğinde birden şirince gülümsedim ve “Olur.” Diye konuştum. Açıkçası bana espri yaptığını ve ciddi olmadığını biliyordum. Yine de gece gece lastik değiştirmekle uğraşamayacak kadar prensestim ve arabamı da burada bırakıp taksiyle eve dönmek istemiyordum. Değiştirmesi işime gelirdi.

Bana ‘ciddi misin’ dercesine baktı ve sonra da omuz silkti. “Sadece alay ediyordum.” Bende omuz silktim ve elimi yedek lastiğe atıp kucaklamaya çalıştım. Aşırı derecede ağır gelen lastiği kaldırmaya çalışırken sesini duydum arkamdan. “Fazla ağırdır kaldıramazsın.” Realist tespitine gözlerimi devirdim ve sonrasında da zor da olsa lastiği kucağıma aldım. Lastik gövdemi kapatırken başımı ona doğru kaldırdım ve “Bak ne oldu incilerim mi döküldü sanki!” diye homurdandım. Bıkkınca kafasını iki yana salladı ve ellerini lastiğe doğru uzattı. Elleri ellerime değerken o da homurdandı. “Ver şunu.” Omuz silktim. “Geçti artık, hallederim ben.” Ofladı ve ısrar etti. “Başıma bela mısın kızım sen? Ver diyorsam ver! Sanki takabileceksin!”

Kafamı iki yana sallarken topukluların üzerinde duran ayaklarımın titremeye başladığını hissettim. Sanırım biraz ağır gelmişti lastik. Tam boş verip Alpaslan’a lastiği bırakacaktım ki sol ayağım birden burkuldu ve ayakkabımın topuğu kırıldı. Gözlerim saniyesinde büyürken Alpaslan’da benim gibi hayretle gözlerini büyüttü ve beni tutmaya çalıştı. Her şey bir anda olurken aramızdaki lastik bir yana biz bir yana yuvarlandık. Sert asfalta sırt üstü düşerken o da dengesini kaybetti ve üzerime düştü. Soluklarımız saliseliğine birbirimizin yüzüne vururken anında ellerini başımın yanlarından yere yaslayarak kendini uzaklaştırmaya çalıştı. Bu sırada şehrin farklı yerlerinden havai fişek sesleri ve çeşitli yerlerden insanların bağırma sesleri geldi.

Sanırım birkaç saniye önce yeni yıla girmiştik.

 

Loading...
0%