@_ece_asena_
|
“Demek Bahadır ile birlikteydin?” Babamın ilgisini çeken duruma karşın omuz silktim ve çantamı yatağıma bırakıp yatağın ucuna oturdum. O da karşıma geçmiş ellerini pantolonunun ceplerine yerleştirmişti. Bana tek kaşını kaldırarak baktığında derin bir nefes aldım. “Aynen. Okul boğucu geldi bir an ve gündüzleri sık sık gittikleri bir kafeye götürdü beni. Bir şeyler yedik, havadan sudan sohbet ettik…” “Ya da sadece seninle flört etmeye çalışıyordu?” Kaşlarımı çattım. Babam gereğinden fazla zekiydi ve bu hiç hoş değildi. Dudaklarımı büktüm. “Sana bunu düşündürten nedir?” Cevabını beklemeden ayaklandım ve çalışma masama doğru yürürken okul gömleğimin düğmelerini açmaya başladım. İçimde askılı siyah bir atlet olduğu için babamın odadaki varlığını sorun etmiyordum. Gömleğimi çıkartıp sandalyeye gelişigüzel astıktan sonra sesini duydum. “Gözümün önünde büyüdünüz. Sen gittikten sonra pek keyifli olduğu söylenemez. Şimdi buradasın ve nedense Bahadır’ın gözlerinin ışıltısı bile değişti. Açıkça burada olmandan mutlu ve ben öyle birisiyle bir şey yaşamanı istemiyorum.” Yavaş bir şekilde arkama döndüm ve ona gözlerimi kısarak baktım. “İyi baba rolünün dozunu kaçırıyorsun Uras Ferzan. Hatırlatayım, dediğin gibi Bahadır’ı küçüklüğünden beri tanıyorsun ve onun iyi birisi olduğunu da biliyorsun.” Bilmiş bakışlarımı gözlerinden ayırmazken bıkkınca omuzlarını düşürdü ve odamın kapısını kapatıp ellerini arkasına birleştirdi. “Evet, onu tanıyorum. Yalan yok bir yanlışını da görmedim. Ama bu onu iyi birisi yapmaz Lara. Hiçbirimizin iyi olmadığını biliyorsun, anlık eğlencelerle kafanı karıştırma.” Derin bir nefes aldım. “Neyse. Bunları konuşmamızın bir anlamı yok. Çünkü onunla aramda bir şey yok. Sadece arkadaşız. Çocukluktan kalma bir samimiyet, hepsi bu.” Ekledim. “Ha varsayalım ki var, orası da seni hiç mi hiç ilgilendirmez babacığım.” Kaşlarını çattı. “Bir kez olsun sözümü dinlemeyeceksin değil mi? Anlamıyor musun, sadece senin iyiliğini düşünüyorum. Etrafımızdaki insanlar iyi değil. Bunu nereden mi biliyorum? Çünkü ben de kötüyüm ve sen de çok akıllı bir kızsın. O sergilediğin şımarık kız numaraları bana işlemiyor. İçini biliyorum ve ben kızımı herhangi bir serseriyle görmek istemiyorum. Görmeyeceğim de. İstediğin kadar seni ilgilendirmez de. İlgilendirir. Ben senin babanım.” Ellerim belime yerleştirdim ve iç çektim. Yüzündeki kararlı ifadeyi gördüğümde bir anlığına gülesim geldiyse de kendimi tuttum ve oldukça ciddi bir ifadeyle konuştum. “Peki babacığım, sen nasıl istersen.” Kaşları daha da çatıldı. “Bir de alenen benimle kafa buluyorsun. Ne desem tersine git zaten.” Omuz silktim ve kapıyı gösterdim. “Bence bana yeteri kadar ilgi gösterdin. Şimdi akşam yemeğine insen iyi olur. Kızını ve müstakbel eşini bekletme.” İğneleyici bir ses tonuyla yüzüne konuştuğumda kafasını iki yana salladı ve ofladı. “Ömrümü yedin ömrümü.” Sırıttım. “Sadece on dokuz yıl, abartma istersen.” Gömleğinin üstten iki düğmesini açtı ve rahatlamak için burnundan seslice soludu. Bana düşünceli gözlerle bakarken bir şey deyip dememek arasında kaldı. Başımı hafifçe yana eğdim gülümseyerek. “Ne oldu?” Dudaklarını büktü. “Hiç.” Duraksadı ve ardından devam etti. “Sadece bazen şu hayattaki tek doğrummuşsun gibi hissediyorum.” Gözlerimi devirdim. “Aynen, kesin öyledir.” Omuz silkti. “Ciddiye al beni, öylesine demedim.” İç çektim. “Ne yazık ki yanlışların tek doğrunu da götürüyor baba. İstersen şu ortamı daha da bayma ve cidden çık odadan. Üstümü değiştirmem gerek.” Umursamaz sesime karşın bir tepki vermedi daha fazla ve odadan çıktı. Yalnız kaldığımda omuzlarım kendiliğinden çöktü. Babamın bazen kurduğu cümleler içimde birçok şeyi yıkabiliyordu. Ona karşı bir yanım hep güçsüz kalacaktı. Çünkü insan bir şekilde sevmekten vazgeçemiyordu işte. Babam belki de çocukluğumun celladıydı ve ben o cellada âşık olmuştum. İstesem de yaralı yanıma inat ona bir şekilde bağlıydım. Bu belki annesizliktendi, belki de sadece bir hastalıktı. Bilmiyorum. Telefonumun bildirim sesi odada yankılandığında yatağa ilerledim ve çantamın içindeki telefonu çıkarıp ekrana baktım. Kuzenim Araf mesaj atmıştı. Gelip gelmeyeceğimi soruyordu. Geleceğimi yazdım. Bahadır ile kafedeyken onunla telefonda konuşmuştum ve akşam onun mekânında buluşmak üzere sözleşmiştik. Telefonu yatağa bıraktıktan sonra üzerimdeki kıyafetlerden tamamen kurtuldum. Üzerime yavruağzı renginde kısa ve askılı bir elbise, onun üzerine de belimin çok az üzerinde biten bir kot ceket giydim. Beyaz spor ayakkabılarımı da giyindikten sonra çalışma ve makyaj masası olarak kullandığım masanın başına oturdum. Makyaj malzemelerim zaten masadaydı. Kaç gündür kullandığım için çantadan çıkarmış masaya dizmiştim. Yarım saat süren bir göz makyajının ardından kırmızı rujumu sürdüm ve çantamı değiştirip odadan çıktım. Merdivenlerden aşağı inerken kulağıma çalınan gülüşmeli sohbet sesleri bıkkınca solumama sebebiyet verdiğinde derin bir nefes verdim ve adımlarımı hızlandırdım. Açıkçası babama abla olmayı denemek hususunda sözler etmiştim. Ancak ablası olduğum kardeş tam bir umutsuz vakaydı. “Nereye?” Arkamdan babamın sesini duyduğumda gözlerimi devirdim ve dış kapıyı açarken sorusunu yanıtladım. “Dışarı.” Evden çıktığımda arkamdan geldiğini biliyordum. Muhtemelen Lena ve Sanem yemek masasında yalnız kalmaktan pek hoşnut kalmamışlardır. Hele bir de konu ben olunca sanırım gerçekten düşman kesiliyorlardı ilginç bir çekememezlikle. “Hayırdır, ne dışarısı akşam akşam?” Bahçede ileriye doğru birkaç adım atmıştım ki tekrardan sorgulayıcı tavrıyla burun buruna kaldığımda duraksamak zorunda kaldım. Cidden derdi neydi bilmiyordum ama bu ilgili hallerin üzerinde fazla eğreti durduğu su geçirmez bir gerçekti. Yavaşça arkama döndüm. Yüzündeki ciddi bir tavır vardı. Elleri pantolonunun cebindeydi. Dimdik duruşuyla yanıma doğru yürüyordu sert adımlarla. Etraftaki birkaç korumada gözlerini gezdirdikten sonra yanıma geldi ve kafasını sorarcasına sarstı. “Tekrardan sorayım duymadıysan. Nereye?” Başımı az bir açıyla yana eğdim. Uras Ferzan, gözümde baba profili olmaktan çok uzaktı. O sanki bir baba değil de sürekli insanın başının etini yiyen asalak bir arkadaştı. Asalak olmayacak kadar zeki, şefkatli olamayacak kadar duyarsızdı. Saçımı okşamaktan bile acizdi. Saçımın teline zarar gelse dünyaları yakacak bir babam yoktu ne yazık ki. Ne acı. Şimdi geçmiş karşıma nereye diye soruyor. Sanki çok umurunda. Uzatmak istemedim. Kestirip atmak en mantıklısıydı. “Araf’ın yanına gidiyorum.” Kaşları çatıldı. “Orası fazla tekin bir yer değil.” Omuz silktim. “Benim de fazla tekin olduğum söylenemez.” Derin bir nefes verdi sabır istercesine. “Lara senin derdin ne?” Tek kaşımı kaldırdım. “Asıl senin derdin ne Uras Ferzan? Böyle tavırlara gelemediğimi biliyorsun, kalkmış hesap sorup duruyorsun. Asıl sana hayırdır?” Dudaklarını araladı. Bir anlık dolmuşlukla birlikte konuşmak için önce davrandım. “Benim bir derdimin olduğu yok. Beni kışkırtıp durma, beni kendi halime bırak. Ne hali varsa görsün de.” Gözlerini kıstı. “Lara…” Yutkundum sertçe. “Beni buna sen alıştırdın çünkü. Sevgisiz bir babaya alıştırdın. Anlamıyor musun, bu düşünceli davranışların bana işlemiyor. Ben Lena değilim, ben kenara kolayca atabildiğin kızınım. Evlatlarını karıştırma.” Omuzlarımı düşürdüm. “Daha kaç kez aynı şeyleri konuşacağız bilmiyorum. Ama istediğin oldu işte, buradayım. Bir şekilde buradayım ve bu sana neden yetmiyor baba? Neden benden daha fazlasını bekliyorsun?” Yüzü biraz kasıldı. Bu içindeki rahatsızlığın yüzüne vurmuş bir emaresiydi. Gözlerime baktı. Dudaklarını büktü. “Sadece baba olmaya çalışıyorum ve tehlikeli bir durumun içine düşmeni istemiyorum.” Yapabileceği maksimum açıklamayı dışarı vurduğunda derin bir nefes çektim ciğerlerime. “Beni takma kafana.” Gözlerine kendimden emin bir şekilde baktım. “Ben her zaman bir yolunu bulurum.” *** “Uras amcaya biraz haksızlık ediyor gibisin. Sadece seni uyarıyor ve korumaya çalışıyor.” Canım kuzenim Araf elindeki viski bardağına bakarak konuştuğunda ona alayla baktım. Mekânın özel olarak ayrılmış bir locasındaydık asma katında bulunan. Geleli yarım saat olmuştu. Aşağı katta gürültü ve yoğunluk fazlaydı. Ama burada oraya kıyasla biraz daha sakinlik hakimdi. Vişne suyumdan yudumladım. “Kimsenin beni uyarmasına veya korumasına ihtiyacım yok. Ben kendime yeterim.” Bana suratını buruşturarak baktı ve saniyeler önce yaktığı Parliament sigarasından derin bir nefes çekti içine. Dumanı dışarı doğru üflediğinde burnuma dolan koku biraz rahatsız ederken çaktırmadım. Genelde çaktırmazdım zaten. Bazı zaaflarımın gizli kalmasını isterdim. Sigaradan rahatsız oluşum gibi. Babamın bir zamanlar alkolikliğinin getirdiği travmalar yüzünden içkiden nefret edişim gibi… İnsanlara güvenmiyordum. Kim olursa olsun… Eksilerimi bilirlerse artılarımı yok etmek için harekete geçmeyeceklerinin garantisi yoktu. Dört dörtlük olmak ya da en azından öyle gözükmek benim hayat felsefemdi belki de. Nihayetinde acıyla dost olabilmek için bu işten keyif almak gerekirdi. “Klişe atarlarla gelme bana kızım. İkimizde şartlara göre mantıklı gitmenin akıllıca olduğunun farkındayız. Kabul et, İstanbul’a geleli yeni oldu ve başına bela alabilirsin. Ailemiz, neşeli bir mahalleden çıkma değil. Etrafına karşı dikkatli olman gerektiğini biliyorsun.” Omuz silktim. “Umurumda değil hiçbir şey.” Kaşlarını çattı. “Ne demek umurunda değil? Sen hiç mi canının kıymetini bilmeyeceksin lan?” Kaba bir üslubu vardı. Dert etmedim. Dudaklarımı büktüm. “Boş ver Araf.” Kafasını iki yana salladı. “Boş ver falan yok. Sen resmen saçmalıyorsun şu an. Kendine gel.” Ofladım. “Buraya biraz kafam dağılsın diye geldim. Ama anlaşılan babamdan farkın yok canım.” Sigarasını söndürdü ve ayaklandı. “Sadece doğruları konuşuyorum. İşine gelirse. Oturup senin nabzına göre şerbet verecek değilim.” Bir elimle saçımı düzelttim ve ben de ayağa kalktım. “Sıkıldım.” Başıyla yukarı çıkan merdivenleri gösterdi. “İstersen burada kalabilirsin.” Kaşlarımı çattım. “Burada kalmak mı? Burada kalacak bir yer mi var?” Ona merakla bakarken serserice sırıttı. “Yukarı katta odalar var. Henüz resmi olarak açılmadı ama birkaç kişiye erişimini sağladık tabi.” Ağzımdan ‘hah’ diye bir nida çıktı. Merdivenlere doğru yürümeye başladığımızda alayla konuştum. “Şimdi de genelev işine mi başlıyorsun tatlım? Mekandaki uyuşturucu alışverişleri neyine yetmiyor?” Bana onaylamaz bir halde baktı sahteden. “Fazla fesatsın. Sadece müşterileri düşünüyorum. Konfor önemli.” Yüzümü buruşturdum ve adımlarımı hızlandırıp demir merdivenlerin başına vardım. Bu sırada Araf ise elindeki telefona bakıyordu. Ona baktığımı anladığımda yanıma ulaştı ve elime bir anahtar verdi. “Sen çık, benim bir yere telefon açmam lazım işle ilgili. Aksarsa amcam kafamı ütüler kırk saat.” Anahtarı aldım ve merdivenlerden çıkıp dar bir koridora vardım. Zemin koyu kırmızı halıyla kaplıydı. Aydınlatma olarak tavanın kenarlarında sarı led ışıklar vardı. Loş bir ambiyans katmıştı koridora. Ellerimi kot ceketimin ceplerine yerleştirdim ve rahat adımlarla yürümeye başladım. Bu sırada da belli mesafe aralıklarında olan kapılarda göz gezdiriyordum. Kapıların üzerindeki numaralar dikkatimi çektiğinde sol avcumun içindeki anahtarın numarasına baktım. Altıydı. Koridorun sonundan sağa döndüm ve altı numaralı kapıyı bulduğumda kapının önünde durup anahtarı cebimden çıkardım. Anahtarı yuvasına yerleştirmek için harekete geçtiğimde kaşlarımı çattım. Anahtar deliğe girmiyordu. Belki de biraz zor giriyordur diye düşünerek uğraşmaya devam ettiğimde kapının birden açılmasıyla birlikte anahtarı yuvasına sokmaya çalışan elim anahtarla birlikte havada kaldı. Çıplak bir erkek gövdesiyle karşı karşıya kaldığımda gözlerimi kırpıştırdım ve bakışlarımı olması gerektiği gibi biraz daha yukarı yönelttim. Karşılaştığım yüz tek kaşımı kaldırmama sebep olurken alt dudağımı dişledim. Alpaslan Kıraç, bir elini kapının pervazına dayamış bana çatık kaşlarıyla bakıyordu. “Ne işin var senin burada?” Derin bir nefes aldım ve bir adım geriledim. Gözlerim terlemiş yüzünde gezinirken, bir yandan da cevabını az çok bildiğim halde neden yarı çıplak ve hafifçe soluğu hızlı bir şekilde olduğunu sorguluyordum istemsizce. Omuz silktim ve elimdeki anahtarı havaya kaldırdım. “Ben sadece odamı bulmaya çalışıyordum.” Ağzının kenarından sırıttı ve kapıyı hafifçe arkasından çekerek koridora çıktı. “Odanı mı? Ateşli bir hatun olduğun barizdi ama bu denli hızlı olduğunu bilmiyordum.” Sırıttım. Cidden mevzu başka yere kaymıştı. Ah, Araf ah. Neden bana burada kalmam için teklifte bulunuyorsun ki? Hem şimdilik burayı paylaştığı şu ufak kesimin içinde Alpaslan Kıraç’ın olması da ne büyük saçmalıktı. Ya da değildi. Nihayetinde iş yapıyorlardı değil mi? Böyle samimiyetler doğal. Elimden çekilen anahtarla birlikte kaşlarımı çattım. Alayla anahtardaki altı sayısını ters çevirdi. O an yaptığım ufak hatayı anladığımda gözlerimi kıstım. “Belki de biraz daha dikkatli olmalısın.” Omuzlarımı düşürdüm ve anahtarı onun elinden aldım. Sıcak eline temas eden soğuk elim bakışlarının rengini değiştirse de umursamadım ve “Gitsem iyi olur.” Diye konuştum. Arkamı dönüp koridorda ilerleyeceğim sırada tekrar sesini duydum. “Baban kızmıyor mu böyle yerlere gelmene? Kuzeninin yeri de olsa sonuçta yerin işlevi belli. Gerçi sende buraya geldiğine göre amacın ortada.” Buraya gelişimden ona neydi ki? Üstelik kibar olmayan yakıştırması hiç hoş değildi. Neyse ki umursamaz bir karakterim var. Sinekler vızıldamaya devam edebilir. “Cidden şu susma işini hiç mi hiç sevmedim biliyor musun?” Sırtım ona dönükken derin bir nefes aldım ve tekrar yüzümü ona döndüm. Karşısına geçtiğimde omuz silktim. Gözleri yüzümdeyken, “Daha önce de demiştim, kime cevap vereceğimi ben seçerim.” Diye yanıtladım. Kaşları hafif bir kavis kazandı. Ardından dudağının bir kenarı yukarı kıvrılırken konuştu. “Öyleyse şu an bana cevap verdiğin için kendimi şanslı mı hissetmem gerekir?” Sırıttım ve kafamı iki yana salladım. “Hayır. Benimle ilgili hiçbir konuda şanslı hissetmen gerekmez.” Ufak bir iç çekti. Gülümsemesi halen dudağında asılıydı. Ancak bakışlarında gördüğüm o tuhaf şey, gülüşüyle orantılı değildi. Enteresan bir çocuktu. Onu tanımıyordum. Ama kendine çeken tarifsiz bir çekiciliği vardı. Yeşil gözleri fazla parlak değildi. Zümrüt yeşili olmasına karşın bir sönüklük ve göz altlarında inceden inceye mor halkalar vardı. Ten rengi solgundu. Sadece yüzü değil, gövdesi de tıpkı yüzü gibi kanı çekilmiş gibiydi. Buna karşın sıcaktı. Anahtarı almak için elimi uzattığımda soğuk elimi sıcacık parmaklar karşılamıştı. “Uğursuz olup olmadığın bir yana dalgın olduğun kesin.” Gülümsedim. Onu incelediğimin farkındaydı. Ancak dalgın değildim. En fazla öyle gözükebilirdim. İç dışı bir olan birisi olmaktan oldukça uzaktım. Sığ değildim. Dışarıdan dalgın durabilirdim. Ancak içimde kaç hesaplaşmanın, kaç tilki döndüğünün haddi hesabı yoktu. “Öyle diyorsan öyledir.” Masum tavrım karşısında gözlerini kıstı. “Sıkıcısın.” Tek kaşımı kaldırdım. “Biz ona kısa kesmek diyelim.” Bir adım geriledim ve ellerimi kot ceketimin ceplerine yerleştirdim. “Ve artık gerçekten kısa kessek iyi olacak?” Sinsi bir şekilde baktı. Bu gülümsememe neden oldu. “Şu anı mı, yoksa tüm yaşanmışlıklarımızı mı?” Suratımı buruşturdum. Hiç de kafasında hikâye yazacak bir çocuğa da benzemiyor. Acaba kendi kendine gelin güvey mi oldu ki? “Yaşanmışlık derken?” Güldü. “Hani röportaj falan yaptık, asansör yolculukları yaptık, birbirimizin hayatını kurtardık ya? Onlardan bahsediyordum.” Ağzımdan ‘hah’ diye bir homurdanma döküldü. “Aman ne yaşanmışlık! Yirmi yıllık olayları tek geceye sığdırdık desene sen şuna!” Bana hınzır bir şekilde bakarken birden kolumdan tuttu ve kapısı açık olan odadan içeriye ittirdi. Aniden içine düştüğüm durum gözlerimi belertmeme neden olurken anlık adrenalin hormonunun etkisiyle birlikte bağırdım. “Ne oluyor be!” Odanın içerisinde yatakta oturmuş ayakkabısını giyen bir kızla karşılaştığımda boğazımı temizledim ve duruşumu düzelttim. Bu sırada Alpaslan da kapıyı kapatıp yanımıza gelmişti. Yatakta ayakkabısıyla uğraşan kıza umarsızca konuştu. “Hesabına bakarsın.” Sesindeki soğukluk bir anlığına canımı sıktı. O kadar düşüncesiz bir ses tonuyla konuşmuştu ki bir anlığına kıza odaklandım tepkisi için. Kız sırıttı ve ayağa kalkıp onu dudağından öptü. Yüzünde ağır bir makyaj vardı ve üzerinde de cüretkâr bir elbise. Alpaslan’dan ayrıldıktan sonra bana göz ucuyla baktı ve ona hitaben konuştu. “Biraz daha takılırız diyordum?” Alpaslan gözlerini devirmekle yetindi ve başıyla kapıyı gösterdi. “Sıkıldım. Canım isterse daha sonra takılırız.” Kaşlarımı çattım. Kız çantasını alıp giderken onun gurursuz duran hallerine mi yoksa Alpaslan’ın tavrına mı yansam bilemedim. Neyse, bana ne. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Değil mi? “Ne öyle odaya sokmalar falan ne oluyoruz?” Dik bir şekilde ona bakarken bir omzunu duvara yasladı ve kollarını göğsünde birleştirdi. “Ne oldu korktun mu yoksa?” Ofladım. “Ne korkacağım ya? Sadece kız arkadaşınla daha eğlenceli şeyler yapabilirdin, kovmana gerek yoktu.” Bilmiş bir ukalalıkla baktı. “Merak etme, o senin aksine oldukça usludur. Git deyince gitmesini bilir, yanlış anlamaz.” Gözlerimi kıstım. “Bana da git dersen yanlış anlamam doğrusu.” Dilini alt dudağında gezdirdi. “Gitmeni istesem odaya sokmazdım öyle değil mi?” Derin bir nefes aldım. “Ben de gitmek istemesem burada kalırdım öyle değil mi? Ama şu işe bak ki gitmek istiyorum!” Saçımı savurdum ve gitmek için iki adım atmıştım ki kolumdan tutarak beni durdurdu. “Sadece bir konuyu netleştirmek istiyorum. Onun dışında seni bu odaya sokmam hiçbir amaca hizmet edemez.” Bıkkınlıkla soludum. “Neymiş o beni odaya sokmana hizmet edebilecek tek konu?” Gözleri yüzümde gezindi ve ağzından iki kelime çıktı. “Benimle muhatap olma.” Kendimi tutamadım ve güldüm. Kolumu onun elinden kurtarırken elimle onu göstererek konuştum. “Muhatap olmayayım mı? Benim zaten seninle işim yok.” Gözlerini birkaç kere kırpıştırdı. “Olamaz da zaten.” Yutkundum ve sesimi güçlü çıkabilecek bir şekilde ayarladım. Gerçekten ilginçti. Ona bulaştığım falan yoktu. Bulaşsam bile umurumda değildi. “Altı üstü bir gece ardı ardına olaylar yaşadık. Hepsi bundan ibaret. Sen kafanda ne kuruyorsun bilmiyorum. Ama ta ilk tanıştığımızda söylediğim gibi. Kriterlerime uymuyorsun.” Kaşlarını çattı. Bu hareketiyle alnı kırışırken konuştu asabice. “Baban ve genel olarak çevrendeki kimse ile dost değilim. Bunu biliyorsun. Seni öldürmenin benim için saniyelik bir şeyden ibaret olduğunu da biliyorsundur. Ama ne hikmetse bugün sabah okuldayken o bakışların üzerimden eksik olmadı. Bir de konuşma cüretini gösterdin. Üstüne üstlük çocukça bir şekilde gözümün önünde Bahadır ile gittin. Bilmem anlatabiliyor muyum? Ancak altını çizmem gerekirse, güzelliğin dikkatimi çekmen için yeterli değil. Ben söz dinleyen kızlardan hoşlanırım, senin gibi başına buyruk ve şımarık kızlar da benim kriterlerime uymaz. Kaldı ki sen gıcık olduğum bir çevredensin Ferzan. Kısacası benden uzak dur yoksa üzülen sen olursun. Buralar, geldiğin yere benzemez.” Onu ciddi bir şekilde dinledikten sonra dudaklarımı büktüm. Öyle bir ego yapıyordu ki neredeyse peşinde pervane olduğuma inanmak üzereydim. Dışarıdan tabi ki de şımarık gözüktüğümü biliyordum. Az buçuk ona kur yapmış gibi de gözükmüş olabilirdim. Ama bu kadarı da fazlaydı yani. Kafamı iki yana salladım. “Bahadır ile takılmamın seninle hiçbir alakası yok. Onunla aramızdaki samimiyet çok eskiye dayanıyor ve netleştirmemiz gereken birtakım şeyler vardı. Yanlış durumu üzerine alınmışsın.” Tek kaşını havaya kaldırdı. “Baya yakınsınız yani?” Başımı olumluca salladım. “Öyle tabi. Hatta bana aşık.” Kaşları çatıldı aniden. Güldüm. “Belki ben de ona olurum. Artık canım isterse neden olmasın değil mi? Her şeyden önce kahverengi gözleri var, çok hoş.” Bana asabiyetinden ödün vermeden bakarken telefonumun çalmasıyla birlikte arayan kişiye baktım. Araf’tı. Aramayı yanıtladım ve telefonu kulağıma yasladım. Bu sırada bakışlarım halen karşımdaki kişideydi. “Efendim hayatım?” Araf’ın meraklı sesi kulağıma çalındı. “Neredesin kızım sen?” Gözlerimi kıstım. “Odaların olduğu kattayım. Bir arkadaşa denk geldim ve sohbet edeyim dedim. Ne bu sinir?” Alpaslan, ondan arkadaş diye bahsetmemle birlikte omuzlarını bıkkınlıkla düşürürken gülümsedim. Bu sırada Araf konuştu. “Çık neredeysen, koridordayım!” Telefonu kapattım ve çantama attım. “Araf kuşumu bekletmeyeyim.” Odanın kapısına yürüyüp kapıyı açtığımda birtakım konuşma sesleri kulağıma geldi. Bu sesler Araf ve Bahadır’a aitti. Kaşlarımı çattım ve tamamen bedenimi odadan ayırıp koridora çıktım. İkisi hemen birkaç metre uzağımda karşılıklı konuşuyorlardı kısık sesle. İkisinin de bakışları beni bulduğunda gözlerimi kıstım. Alpaslan ise halen odanın girişinde duruyordu. Bedenini kapının pervazına yaslamış kollarını da göğsünde birleştirmişti. Ne olursa olsun sadece seyirci olacak gibi bir hali vardı. “Neden onun odasından çıktın sen?” Bahadır’ın asabi sesi yüzüme balyoz gibi çarptığında kısa bir an duraksadım. Ardından kollarımı göğsümde birleştirerek omuz silktim. “Keyfimin kahyasına sor, belki yanıtlama tenezzülünde bulunabilir ya da vazgeçtim. Bulunmaz.” “Lara cidden ne oluyor?” Araf’ın sorgulayıcı yüzüyle karşılaştığımda tek kaşımı kaldırdım. “Bir şey olduğu yok.” Bahadır, biraz yanımda bizi seyreden Alpaslan’a burnundan soluyarak baktı ve ardından bana döndü. “Seni daha kaç kez uyarmam gerekecek…” “Sen kimsin ki beni uyarasın? Kendi kendine girdiğin triplerin sorumlusu olmak zorunda değilim. Biraz yerini bil lütfen.” Kabul ediyorum, çoğu zaman dengesiz birisi olmuşumdur. Daha bu sabah Alpaslan’ın yanından ayrılarak onunla bir kafeye gitmiş ve saatlerce vakit geçirmiş olabilirim. Şimdi ise yine Alpaslan’ın yanında onu tersleyip huysuz davranabilirim. Zaten bu yüzden pek sevilmem. “Sen şaka mısın kızım ya?” Bahadır bana hayretle bakarken dudaklarımı büktüm ve omuz silktim. Bu sırada Araf kaşlarını çatarak konuştu. “Neyse ne, daha fazla burada tartışmanın alemi yok odaya geçelim.” Kafamı iki yana salladım. “Ben gidiyorum.” “Nereye gidiyorsun?” Tekrardan Bahadır’ın sinirli sesini duyduğumda ofladım ve arkamı dönüp Alpaslan’a kısaca baktım. “Cehennemin dibine.” Hiçbirine aldırış etmeden saniyeler içinde alt kata indiğimde insanların arasından geçerek çıkışa ulaştım ve kendimi sokağa attım. Ocak ayının soğuğu kendini iyiden iyiye belli ederken bedenimi sarmalayan iç ürpertici hisse aldırış etmeden bir alt sokakta kalan arabama doğru yürümeye başladım. Bu sırada arkamdan gelen adım sesleri takip edildiğim hissini uyandırırken kendimi tutamadım ve omzumun üzerinden arkama baktım. Alpaslan’dı. Gevşek adımlarla biraz ötemden geliyordu ve üzerine beyaz bir gömlek geçirmişti. Üstten birkaç düğmesi açıktı. Tamamen durdum ve sorgularcasına konuştum. “Ne var?” Hafifçe sırıttı ve tamamen karşıma geçip yüzüme baktı. “Ata kafayı sana takmış gibi.” Kaşlarımı çattım. “Seninle muhatap olmamamı söylüyorsun. Şimdi de gelmiş benimle konuşuyorsun. Yürü git işine.” Tam gidecektim ki alayla karşılık verdi. “Sadece sana senin gibi karşılık veriyorum Ferzan. Dengesizce.” Ofladım. “Neden peki?” Omuz silkti. “Can sıkıntısı.” Gülümsedim ve dilimle dudaklarımı ıslattım. “Boş birisi olduğunu biliyordum.” Dudağının bir kenarı yukarı doğru kıvrıldı sinsice. “Bense boş birisinin ilgileneceği türden birisi olduğunu kabul edeceğini sanmıyordum.” Yutkundum. Fazla mı laf oyunu yapmayı seviyordu bana mı öyle geliyordu? Aptal. Ona karşısında kim olduğun elbet öğretirim bir ara. “Cidden seninle uğraşmayacağım. Gidiyorum.” Arkamı dönüp birkaç adım atmıştım ki sesini duydum. “Fark ettin mi? Hayatımızın ipleri bir noktada kesişmiş ve birbirine dolaşmış gibi. İçimden bir ses ipin ucu çekildikçe dolaşan hayatlarımızı kördüğüm yapacak diyor. Bir daha hiç çözülmemek üzere.” Gözlerimi devirdim ve ona cevap verme ya da dönme tenezzülünde bulunmadan uzaklaştım. Saçmalıyordu.
|
0% |