@_ece_asena_
|
Soğukkanlı bir şekilde adımlarımı hızlı ve sessizce atarken duyduğum adım sesleri hemen durmama neden oldu. Bir elimi yanımdaki raflarda bulunan kolilerin olduğu kısma koyarken yapabildiğim kadar kolilere yapışıp gizlenmeye çalıştım. Başımı hafif bir açıyla ileri uzattığımda bana arkası dönük bir adam görüş açıma girdi. Telefonla konuşuyordu kısık sesle. Fazla olduğu yerde durmadan uzaklaşmaya başladığında iyice gözden kaybolduğundan emin olana kadar olduğum yerde kıpırdamadım. Saniyeler sonra kısık bir şekilde soludum ve gizlendiğim yerden çıkıp tekrar hızlı adımlarla koşarcasına ilerlemeye başladım. Bulunduğum yer antrepo tarzında bir depo idi. Etrafta tavana kadar uzanan devasa demir raflar ve o raflarda da büyüklü küçüklü koliler vardı. Açıkçası avantajlı sayılırdım. Çünkü birkaç metre aralıklarla dizilen büyük raflar kolayca gizli kalmamı sağlıyordu. Etrafta onlarca korumanın varlığını hissederken tek yapmam gereken Bahadır’ı bulmak ve şu lanet olası yerden çıkabilmekti. 20 Saat Önce Yalnızlık, alışılagelmiş bir olgudan ibaret olduğu sürece zararsızdır. İçine işlemiştir ve su içmekten farksız bir rutine dönüşmüştür. Tuhaf bir huzur verir ve kaostan uzaktır. Ta ki bir şeyler karmaşıklaşıp yalnızlığının ortasına çökene dek… Tam olarak özetim buydu. Yalnızlığımla gurur duyuyordum. Ama bu kısa bir süre önce feci derecede zedelenmişti. Alıştığım yalnızlığım körelmiş ve tuhaf dertler zihnime çöreklenmişti. Denemeye başladığım şeyler vardı en basiti. Abla olmak, arkadaş olmak, babasının kızı olmak gibi şeyler… Hepsi sıradan statülerdi. Fakat benim için standart olmadığı kesindi. Ben sadece bendim. Sadece Lara Ferzan olmaktan ibarettim. Tek bir noktam vardı. Şimdi ise bulunduğum noktadan diğer noktalara çizgiler çekmeye çalışıyordum. O kadar derin sulara alışmıştım ki, bana eşlik eden şey sadece içimi sıkıştıran basınç değil aynı zamanda karanlıktı. Karanlıktaydım ve bu karanlık hayatı ben seçmemiştim. Keşke kader, ‘bu ışıltılı hayatı ben seçmedim’ dedirtecek kadar şımartsaydı biraz. Ama hayır. Kimsenin sevmediği gibi alın yazımda beni sevmiyordu. Aile konusunda kaybetmiştim. Arkadaşlık konusunda da kaybetmiştim. Aşk noktasında ise… Hiçbir fikrim yoktu. Aşk nedir bilmiyordum. Gerçi fazla gerekli mi o konuda da net bir görüşüm olduğu söylenemez. Sadece bulanık bir mevzuydu benim için. Ya da belki her konuda iddialı olduğum gibi bu konuda da kendimi diğer insanlardan ayrı tutuyor ve farklı bir şeyler bekliyordum. Ruhsuz kalbimi çılgınlar gibi attıracak cinsten bir şeyler… Yüzümde kırık bir tebessümle derin bir nefes aldım ve arabanın kontağını kapatmadan kendimi dışarı atıp korumalardan birinin yanımdan geçip arabaya binmesine izin verdim. Arabam çiftliğin uygun bir kısmına park edilmek üzere uzaklaşırken ellerimi kot ceketimin ceplerine yerleştirip yürümeye başladım. Evin dış kapısına ulaştığımda tesadüfen evden çıkan bir çalışan sayesinde eve girdim ve ardımdan kapıyı örttüm. Etraf karanlıktı. Bahçe lambalarından çıkan ışıklar, salonun geniş camlarla kaplı kısımlardan içeriye süzülüyordu sadece. Bir elimle başımı kaşıdım ve mutfağa doğru adımlar attım. Başım ağrıyordu. Bitki çayı içmek istiyordum. Mutfağın girişine yanaştığımda ışığın açık olduğunu gördüm. Bunu umursamadan mutfağa girdiğimde tezgahta oturan Lena görüş açıma girdi. Elinde tuttuğu viski şişesinden yudumluyordu. Bakışları mutfağın bahçeye bakan cam kısmındaydı. Düşünceli gibiydi. Adım seslerimden ötürü kafası bana döndüğünde kaşlarını çattı. “Ne halt yemeye geldin bu saatte buraya?” Gülümsedim ve çantamı mutfağın ortasındaki ada tezgaha bıraktım. Sanırım bu kızla gerçekten işim zordu. Papatya tarlasını toptan çay yapıp içse bile pek bir fayda etmeyecek gibiydi. Dudaklarımı büktüm ve ceketimi çıkarıp çantamın yanına bıraktım düzgünce. “Yorucu bir gündü. Biraz kafamı dinlemek için bitki çayına ihtiyacım var.” Gözlerini devirdi. “Kendine daha yorucu olmayan bir yer seçebilirsin. Geldiğin yere geri gitmek gibi bir alternatifin var.” Alt dudağımı dişledim. “Alternatiflerimizi her zaman kullanamayabiliriz. Şu an tam olarak öyle bir noktadayım.” Kaşlarını çattı. “Seni burada kalman için zincire vuran yok.” Bitki çayı için dolaplara bakınırken omuzlarını bıkkınca düşürdü ve hemen başının üzerindeki dolaba elini uzatıp içinden rastgele bir kutu çıkarıp tezgaha sertçe bıraktı. Papatya çayıydı. Güzel seçim. Elindeki viski yerine bunları içse daha huzurlu olabilir. Tezgahın üzerindeki ısıtıcıya biraz su ekleyip fişini taktıktan sonra kutudan bir paket çay çıkardım. Bu sırada Lena konuştu. “Kupalar sağ üst dolapta.” Tebessüm ettim ve rastgele bir kupa alıp sallama çayı ipi dışarı sarkacak şekilde yerleştirdim. Su kaynadıktan sonra kupaya yeteri kadar su koydum ve ısıtıcının fişini çekip elimdeki kupayla Lena’nın hemen karşısına geçtim. Ada tezgaha kupayı bıraktıktan sonra tıpkı onun gibi tezgaha oturdum ve elime kupayı alıp yüzüne baktım. Şişeyi yarılamıştı. Ancak yavaş içiyor olmalıydı ki henüz bilincini kaybetmemişti. Belki de alışıktı. Bilemiyorum. Karşı karşıya oturuyorduk. Buna homurdanarak karşılık verdi. “Defolup gitsene, ne oturuyorsun?” Anlayışlı bir şekilde baktım. “Biraz konuşuruz diyordum?” Kaşlarını çattı. “Seninle konuşacak neyim olabilir Lara?” Gözlerimi kırpıştırdım. “Bu saatte mutfakta yalnız başına içecek kadar ne yaşadın onu anlatabilirsin mesela.” Ağzından ‘hah’ diye alaylı bir nida çıkardı. “Seni ilgilendirmeyen şeylere dahil olmaya çalışma, komik oluyorsun.” Kafamı iki yana salladım. “Böyle bir niyetim yok.” Sırıttı ve çenesiyle beni gösterdi. “Kabul et.” Elindeki şişeyle etrafımızı gösterdi. “Şu hayata dahil olmak istiyorsun. Hem de köpek gibi. Kabul et bunu Lara. Bir şey kaybetmezsin.” Dudaklarımı birbirine bastırdım ve gözlerimi kıstım. “Cidden yanılıyorsun.” Beni duymazdan geldi. “Bana abla ayakları çekmenden, kızlara yanaşmandan, Bahadır’ın kıytırık ilgisini kullanmandan o kadar belli ki bu. Bir de babama ‘babacığım’ diye hitap etmen yok mu, bir gün bu yapmacıklığından ötürü kusmaktan korkuyorum.” Dilimle dudaklarımı ıslattım. Fazla ön yargılıydı ve bunu kırmak oldukça zor olacaktı. Haksız yanları olduğu gibi haklı olduğu kısımlarda vardı elbet. Yıllardır yoktum ve ilgimi üzerinden çekmiştim. En basiti güzel bir anne baba ile büyümemiştik. Sadece bu bile kafayı sıyırmamız için yeterli bir sebepti. Bu yüzden Lena’yı asabiyeti için suçlayamıyordum. Belki de bu kızgınlığı etrafa karşı korunmak için yaptığı bir kalkandı. Sadece biraz daha olgun olabilse işler ikimiz açısından daha sağlıklı ilerleyebilirdi diye varsayıyordum. “Bu öfkeni anlayabiliyorum…” Yüzünü buruşturdu. “Sen kimsin ki beni anlayacaksın?” Viskiden birkaç yudum aldı ve devam etti. “Yıllardır yoksun, varken de bir halta yaramadın zaten. Tıpkı o kadın gibisin. Anne demeye bin şahit isteyen o kadın gibisin Lara. Onun da varlığı bir halta yaramamıştı, yokluğu da bir halta yaramıyor. Onun gibi bencilsin, onun gibi kötüsün. Çıkarcısın, yapmacıksın, yalancısın, sinsisin… Herkesi bir anda siktir etmeye o kadar meyillisin ki sen cidden o kadın gibisin. O nasıl zamanında bizi bırakıp gittiyse, sen de zamanında aynı haltı yedin. Defolup gittin. Şimdi de gelmiş bana olgun ve sakin olmaktan bahsediyorsun. Kusura bakma. Ben içimdekileri dışarı vurmadan duramıyorum. Karakterim senin gibi değil.” Kısa bir süre sustum. Beni annem ile bir tutuyordu. Onun için annemden farksızdım. Sevgisiz, terk etmeye meyilli ve güven vermeyen bir profildim. Kim olsa aynı şeyi düşünürdü değil mi? Bu konuda bir savunma yapmaktan uzak kaldım. Zira henüz ona annemizin aslında öldüğünü anlatamayacak kadar erken bir vakitti. Babama göre. “Seni düşüncelerin yüzünden yargılayamam kardeşim. Ama işlerin benim açımdan da çok zor olduğunu bilmen gerek.” Umarsızca gözlerini kıstı ve elindeki şişenin dibinde kalan son yudumları da içti. Şişeyi tezgaha bıraktıktan sonra bana baktı dik bir şekilde. “Neymiş senin için zor olan? Dört yıldır İtalya’da canının istediği gibi yaşamak mı?” Gözlerimi kırpıştırdım ve kafamı iki yana salladım. “Nasıl olurda küçükken yaşadıklarımızı bilip de böyle konuşursun Lena? Ne kadar saçma bir şekilde büyüdüğümüzü biliyorsun.” Burnundan soludu. Gözlerinde kin vardı. Somut bir kin. “Küçükken yaşadıklarımız? Annesi tarafından hor görülen bendim Lara. Sen değildin.” Yutkundum. “Babam da seni severdi. Beni sevmezdi.” Kafasını iki yana salladı. “Bakıcıların elinde büyüdüm ben. O kadın bir kez olsun bana sevgiyle bakmadı, yine sana sarılırdı bazen öperdi. Bana sevgiyle bile bakmadı. Babam alkolikti. Doğru, beni severdi. Ama yine de sana baktığı gibi bakmadı bana hiç. Ben bir kenarda kaldım hep. Neredeyse on sekiz yıllık hayatımın kuralı hep bu oldu. Kenarda kalmak. Bu şimdi bile böyle. Bak, burada ne haldeyim? Ama babam nerede? Madem dediğin gibi babam beni seviyor, şu an neden kötüyken yanımda değil? Kabul et, sen sadece şımarıklıklarının cezasını çektin. Ben hiçbir suçum yokken hep bir kenara atıldım, boş verildim.” Uzun konuşmasından ötürü nefesleri sıklaşırken yutkundum. Kalabalığın içerisinde yalnız kalmış birisi gibi konuşuyordu. Bunun temel nedeninin anne baba ilişkilerimiz yüzünden olduğunun farkındaydım. Haklıydı. İki şey hariç. Ben şımarık olarak büyümemiştim ve babam onu gerçekten seviyordu. Yoksa annemin ölümünün yükünü bana sırtlattırırken, bu gerçeği ondan sakınmazdı. Babam Lena’ya o kadar naif yanaşıyordu ki, onun sinirlenmesini bile kafaya takıyordu. Huzurunu, sağlığını fazlaca gözetiyordu. Beni ise mahvetmişti. Lena’ya boş bir şekilde baktım. İçini döktüğü için biraz rahatlamış gibi gözüküyordu. Mırıldandım. “Haklısın. Ama ben de haklıyım.” Tam yine hırslanıp bir şey söyleyecekti ki buna izin vermedim. “Babandan kaç kere dayak yedin?” Yüzündeki hırs donakaldı. Gözlerini kırpıştırdı ve yutkundu. Tek kaşımı kaldırıp devam ettim. “Ya da kaç kere sana hakaret etti? Değersiz hissettirdi? Cevap vereyim: Hiç.” Yanağımın içini dişledim. “Ben babamdan çok dayak yedim, çoğu kez bizzat onun tarafından kapının önüne koyuldum, hakaretlere maruz kaldım, çokça değersiz hissettim. Onun yüzünden. Bana hiç güvenmedi, inanmadı. Neden biliyor musun? Çünkü o da tıpkı senin gibi beni o kadının yerine koydu. Onun gözünde tıpkı annemiz gibi sadakatsiz birisiyim. Bu halen böyle. Bakma sen onun aile olma masalına. Hayatınıza girdim diye de endişelenme. Ben hep dış kapının dış mandalı olacağım. Her ne kadar etrafınızda olsam da bu gerçek değişmeyecek.” Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. Konuştuğumuz için mutluydum. Düşüncelerimizi birbirimize anlatmamız en doğrusuydu. Bu problemleri çözmek için ideal bir yoldu. Ve de tanışmak için. Açıkçası Lena’nın bu kadar dertli ve içinde sorunlarla boğuşan birisi olduğunu sanmıyordum. Dışarıya daha umursamaz ve ergen bir profil çiziyordu. Bu onun kalkanıydı. Benim kalkanımsa kötü olmaktı. O da bir şekilde bunu anlamış olmalıydı. Güzel bir ilerlemeydi ikimiz adına. “Seni yine de samimi bulmuyorum.” Kurduğu cümle ile birlikte tekrar başa sardığımızı hissettiğimde bıkkınca soludum. Lena Ferzan, tam bir deliydi. Tezgahtan kalktı ve üzerindeki pijamaları düzeltip bana umarsızca baktı. “İkimizin psikolojisinin ne halde olduğuyla ilgilenmiyorum. Sonuç olarak sen tadımı kaçırıyorsun ve ben hoşlanmadığım kişilere sevgi yumağı olamam. Kısacası benden uzak dur. Bu saatten sonra kardeşçe takılabileceğimizi sanmıyorum. İşine bak.” Beni mutfakta yalnız bırakıp gitmesinin ardından bakışlarımı elimdeki soğumuş bitki çayına yönelttim. Omuzlarımı düşürdüm ve çayı lavaboya döküp bardağı da lavabonun içinde bıraktım. Ceketimi ve çantamı elime alıp çıkmak için arkamı döndüğümde mutfağın girişinde duran babamla göz göze geldim. Kapının pervazına yaslanmıştı ve kollarını da göğsünde birleştirmişti. Yüzünden anladığım kadarıyla bizi dinlemişti. Derin bir nefes aldım. “Hepsini mi dinledin?” Başını yavaşça aşağı yukarı salladı ve dudaklarını araladı. “Zamanla sana ısınacaktır.” Yutkundum. “Kim bilir, belki o bana ısınamadan ben sonsuza dek buz keserim. Hayatın bize neler getireceğini bilemeyiz. Öyle değil mi?” Kaşlarını büyük bir huzursuzlukla çattı. Kafasını iki yana salladı ve yaslandığı yerden ayrılıp bana doğru yürümeye başladı. “Böyle sözler etme.” Omuz silktim. “Sadece doğrular.” İç çekti. “Sen doğruları sevmezsin.” Güldüm. “Ben en çok doğruları severim, yanlışlarla ise sadece oynarım. Sen ise işine geldiği gibi anladığın için bunu fark etmezsin.” Bana düşünceli bir halde baktı. Hazır cevap olmam onu çoğu kez yoruyor gibiydi. Yine de şu an derdinin bu olmadığını biliyordum. Derdi biraz önce Lena’ya dediklerim idi. Ona olan kırgınlığımı sığ bir şekilde yansıtmıştım ve ben bunu genelde yapmazdım. ‘Babacığım’ diye hitaplar savuşturur, şımarıklaşır ve her bir şeyi içime atardım. Çünkü sanırım yüzleşmekten korkuyordum. Yüzleşmekten kastım gerçek bir tartışmaydı. Gizli kapaklı imalar değildi. “İkiniz de birbirinizi suçluyorsunuz. Ama asıl suçlu ben ve anneniz.” Kafamı iki yana salladım. “Onu suçladığım falan yok. Sadece çözümü geçiştirmekte bulmuş ve evet. Asıl suçlu sen ve annemiz. Dünyaya iki çocuk getirip kenara çekildiniz.” Derin bir nefes aldı. “Neyse.” Ekledi. “Araf’ta ne yaptın?” Omuz silktim. “Oturup sohbet ettik biraz. Öyle.” Başını olumluca salladı ve “İyi.” diye mırıldandı. Aynı şekilde karşılık verdim. “İyi.” *** Aldığım bir bardak kahve ile birlikte arkamı döndüğümde kantinde oturacak boş bir yer aradım. Uzun teneffüs olduğu için çoğu kişi buradaydı ve masalarda bir hayli kalabalıktı. Biricik arkadaşlarımın olduğu masayı gördüğümde sırıttım ve yanlarına doğru ilerledim. Merve beni gördüğünde gülümsedi ve yanındaki boş sandalyeyi işaret etti. Diğer tarafında da Kuzey oturuyordu. Ancak elindeki telefonla ilgilendiği için Merve ile fazla iletişime geçiyor gibi durmuyordu. Yanlarına vardığımda usulca sandalyeye oturdum ve kahvemden bir yudum aldıktan sonra bardağı masaya bıraktım. Kız kardeşim Lena parmaklarını masanın üzerinde ritim tutturarak beni izlerken gözlerinde her zamanki gibi sinir bozucu bir agresiflik ve kin vardı. Dün gece bu bakışların altında yatan düşünceleri öğrendiğim için artık bu durum fazla gizemli gelmiyordu. Hafifçe gülümsedim. Kafasını yavaşça iki yana sarstı ve ayağa kalkıp kantinin çıkışına doğru yürümeye başladı. Masada oturan bir diğer kişi olan Melih ise yine beni şaşırtmadı ve tam da ondan beklendiği gibi onun ardından gitti. Tabi bana memnuniyetsiz birkaç bakış atarak. Lena’yı önemsiyordu. Bu arkadaşça değildi ve aslında umrumda da değildi. Sadece bu kadar yapışık olmaları saçma geliyordu. İlişkinin de bir estetik duruşu olmalıydı değil mi? Bu konuda biraz Merve ve Kuzey’den ders almaları lazımdı. İkisi asla cıvık bir çift değildi ve bu aslında oldukça enteresandı. Merve oldukça neşeli bir kızdı. Kuzey’de esprili ve güler yüzlü birisiydi nihayetinde. Ama ikisi yan yana geldiklerinde ilginç bir şekilde etrafa soğukluk yayıyorlardı. Belki de uzun zamandır yürüttükleri ilişki biraz zedelenmişti. Neyse. Bu beni ilgilendirmiyor. Değil mi? “Bahadır nerede aşkım?” Merve’nin Kuzey’e hitaben sorduğu soru dikkatimi çekerken bakışlarımı Kuzey’in yüzüne çevirdim. Kafasını telefonundan kaldırdı ve dudaklarını büktü ‘bilmiyorum’ dercesine. “Bilmiyorum. En son sabah konuşmuştuk. Son anda gelmekten vazgeçti herhalde.” Bahadır bugün okula gelmemişti ve açıkçası dün Araf ile ne konuştuğunu merak ediyordum. Orada ne işi vardı ve yoğun ilgisi neden özellikle benim üzerimdeydi bunu merak ediyordum. Öğrenmek isterdim. Ama o ortalıkta yoktu. Teneffüsün sonuna kadar kahvemi içip Merve ile sohbet ettikten sonra onlardan ders öncesi bir tuvalete uğramak için ayrıldım ve sınıfın bulunduğu kattaki tuvaletlerin olduğu koridora girdim. Kızlar ve erkekler tuvaleti yan yanaydı. Tam kızlar tuvaletinin kapısından girecektim ki duyduğum konuşmayla birlikte adımlarım kesildi. Kaşlarımı hafifçe çatarken bir adım geriledim ve erkekler tuvaletinin yarı açık duran kapısına yanaştım usulca. Sesler Alpaslan ve Kaan’a aitti. Yanağımın içini dişledim ve merakla dinlemeye başladım. Evet, kapı dinlemeyi seviyorum. Bunun ne kadar etik dışı olduğuyla ise daha sonra ilgilenebilirim. “Birkaç ay önce iş yaptığımız bir adam vardı ya hani, şu kargo şirketi olan?” Kaan’ın sesini duymamın ardından Alpaslan’ın durgun sesini duydum. “Hatırladım.” Kaan devam etti. “İşte o adamın bir tane deposu var. Bir telefon açtım bugünlük bize bıraktı orayı. Bahadır’ı da oraya çektirdik zaten. İstediğimiz gibi şimdilik kimsenin haberi yok, rahat rahat işimizi görürüz.” “Güzel. Akşama geçeriz.” Yutkundum ve hemen kendimi kızlar tuvaletine atıp kapıyı örttüm. Resmen Bahadır’ı kaçırmışlardı ve kuvvet ihtimalle ona iyi şeyler yapmayacaklardı. En kötü olansa henüz kimsenin haberi yoktu. Haberleri olsa bile ellerinden bir şey gelmezdi. Çünkü en ufak aksilikte Alpaslan, Bahadır’ı öldürebilirdi. Aralarında küçük sayılamayacak kadar büyük bir husumet olduğu barizdi. Kısa bir süre sonra tuvaletten çıktım ve sınıfa gittim. En arkada olan sırama oturduktan sonra göz ucuyla Alpaslan’a baktım ve önüme dönüp kollarımı göğsümde birleştirdim. Henüz kafamda bir plan yoktu. Ancak boş duracağımı da sanmıyordum. Her ne kadar Bahadır ile aramda net bir şey olmasa da ona değer veriyordum ve göz göre göre başına kötü bir şey gelmesine sessiz kalamazdım. Başka birisinden yardım almak ise sadece işleri daha da zorlaştırırdı. Alpaslan daha da keyiflenirdi ve muhtelemen Bahadır’a daha da kötü şeyler yapardı. Bu yüzden tek başıma halletmeliydim. Bahadır çocukluğumdu. O, enkaz altında kalan çocukluğumun iyi yanıydı. İyi veya kötü onunla bir zamanlar bir şeyler yaşamıştım ve bir anda hiçbir şey olmamış gibi davranamazdım. Onunla aramda ileride ne olurdu bilmiyordum. Ancak şimdi düşünmem gereken şey onun güvenliğiydi. Bıkkınlık içerisinde derin bir iç çektim. Biliyorum, genelde bencil bir insanım. Ama bazen merhametim bencilliğime ağır basıyor ve her şey alt üst oluyor. “Ödevlendirmeyi bu sefer listeden rastgele seçim ile yapacağım gençler. İkişerli gruplar halinde yarına kadar ödevinizi tamamlayacaksınız. Zaten fazla zor değil, halledersiniz.” Dersin sonuna doğru coğrafya hocası konuştuğunda gözlerimi kırpıştırdım ve elimdeki siyah kurşun kalemi defterimin üzerine bıraktım. Açıkçası sıra arkadaşım olan Merve ile ödevi yapsam daha rahat olurdu. Şimdi tanımadığım birisine denk gelirsem bir de kaynaşmakla uğraşacaktım. “Alpaslan. Sen Lara ile yapıyorsun.” İki dakika sonra duyduğum cümle ile birlikte tek kaşım hafif bir kavis kazanırken içten içe sırıttım. Bu avantaja çevrilebilecek bir durumdu. Zil çaldığında Merve bana dertli bir şekilde baktı ve homurdandı. “Onunla eşleştiğin için üzgünüm. Buzlar prensi oldukça ürkütücü.” Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Yapacak bir şey yok. Katlanacağız artık.” Merve yanımdan kalkıp giderken telefonumun saatine baktım. Nihayet son ders de bitmişti. Başımı kaldırıp Alpaslan’a baktığımda onun da bana baktığını fark ettim. Kendi kendine alayla sırıttı ve çantasını toparlamaya başladı. Gözlerimi kıstım. Ukala şey. Çantamı toparlayıp ayaklandıktan sonra aramızda iki adım kalacak şekilde yaklaştık birbirimize. Omuz silktim. “Ben ödevi komple yaparım. Hiç görüşmemize gerek yok bence.” Tam arkamı dönmüştüm ki konuştu. “O niyeymiş? Sonuç olarak ödev ikimizin. Yani ikimizin yapması gerekiyor değil mi? Şımarıklığı bir kenara bırakabilir ve benimle kısa bir süreliğine ders çalışabilirsin bence.” Sinsice gülümsedim. Ters psikoloji nedense her zaman işe yarıyordu. Şu an ona samimi davransam kesinlikle şüphelenecekti. Ama olması gerektiği gibi sergilediğim soğuk tavrım onda bir şüphe uyandırmamış ve aksine daha çok ilgisini çekmişti. Bu işler böyle olurdu zaten. Bıkkınca arkama döndüm ve tek kaşımı kaldırdım. “Şımarıklığım ve ben sana tahammül edemiyoruz.” Başını hafifçe yana eğdi. “Ama etmelisiniz.” Kafamı iki yana salladım. “Öyle bir zorunluluğum yok.” Bana ‘sen bilirsin’ dercesine baktı ve yanımdan geçip yürümeye başladı. Bu sırada sınıf büyük oranda boşalmıştı. Bana bakmadan konuştu. “Yarın ödevi tek başıma yapmak zorunda kaldığımı hocaya anlatırken çok keyif alacağım. Muhtemelen gözünden düşeceksin ve kadın sana bir daha hiç aynı samimiyetle yanaşmayacak. Ne hoş!” Gözlerimi devirdim. Sanırım yeterince naz yapmıştım. Arkasından koşturdum ve koridorda yanına yetişip ofladım. “Tamam be, hemen ucuzlaşma. Oturur bir yerde yaparız.” Merdivenleri inmeye başladığımızda ona uymam hoşuna gitmiş gibi sırıttı. Ardından da kafasını iki yana salladı. “Eve geçeceğim. Bir yerde oturup kafamı ütülemeyecek kadar yorgunum. Üstelik gittiğim yere koruma yağdırmakla da uğraşamam.” Bu fikir daha da hoşuma gitti. Evinde daha rahat olabilir ve daha kolay bilgi edinebilirdim. Memnuniyetsizce homurdandım. “Aman peki! Buna da tamam!” Okuldan çıktıktan sonra ikimiz de kendi arabalarımıza bindik. O önden giderken ben ise onu takip ediyordum. Açıkçası riskli bir durumun içerisine atıyordum kendimi. Gittiğimiz yer bizzat onun eviydi ve gerçekten tehlikeliydi. En ufak yanlışımda, çıkışı olmayan bir yere girmiş olacaktım. Daha önce beni öldürmeye teşebbüs ettiğini varsayarsak dikkatli olmam bir zorunluluktu. Bir saatten fazla geçen bir yolculuğun ardından sık ağaçlı bir bölgeye girdiğimizde etrafta göz gezdirmeye başladım. Tek şeritli bir yola girmiştik ve yol yan yana iki aracın zor ilerleyebileceği türden bir genişlikteydi. Kısa süre sonra yaklaşık olarak üç metre uzunluğunda gri duvarların çevrelediği bir evin kapısına vardığımızda saniyeler içerisinde büyük bahçe kapısı iki yana doğru açıldı ve Alpaslan arabasıyla içeri girdi. Onun ardından bende içeri girdim ve biraz ilerledikten sonra arabayı durdurup çantamla aşağı indim. Geniş bir bahçeye sahip olan ev, en az bahçesi kadar görkemli gözüküyordu. Sade ama çarpıcı… Severiz. Alpaslan bana kaçamak bir bakış attıktan sonra önden ilerlemeye başladı. Hemen ardından onu takip ederken kapının önüne geldiğimizde durdu ve pantolonunun cebinden anahtar çıkardı. Bu sırada omzumun üzerinden geriye baktım. Etrafta fazlasıyla koruma vardı ve çoğu boş adamlara benzemiyordu. Alt dudağımı dişledim ve önüme döndüm. Bu sırada Alpaslan da kapıyı açmıştı. İçeri girdiğimizde ardımdan kapıyı kapattım ve alıcı gözle etrafa bakındım. Hemen karşımda geniş bir salon kalıyordu ve boydan boya camla kaplı, bahçedeki büyük havuza bakan bir cephesi vardı. Eşyalar modernist bir hava yayıyordu ve genellikle gri ya da kahve tonlarındaydı. Geniş oturma grubunu tamamlayan büyük bir televizyon vardı. Ne güzel. Evde televizyon görmeye alışık değildim. Ben televizyon bile izlemezdim. Büyüme alışkanlıkları işte. Ne saçma. “Evime hoş geldin Ferzan.” Ağzımın kenarından homurdandım. “Hoş buldum canım.” Yanından geçip koltuklara doğru yürüdüm ve kendimi birine bıraktım. Çantamdan kitabımı ve not defterimi çıkartırken ona hitaben konuştum. “Hemen başlayalım. Fazla geçe kalmak istemiyorum.” Alaylı bir şekilde sırıttı. “Neden? Eve geç kalırsan baban kızar mı yoksa? Hoş, burada olmandan da pek memnun kalacağı söylenemez.” Kafamı iki yana sallayıp ona onun gibi baktım. Beni dışarıdan gözlemlediği kadarıyla alt etmeye çalışıyordu. Ancak bu imkansızdı. Ben iki yüzlü bir insandım. İçimle dışım bir değildi. “Babam bana hiçbir konuda kızamaz.” Tek kaşını kaldırdı. “Öyleyse ne bu acelen?” Omuz silktim. “Bazı prensiplerim var. Genellikle uymaya özen gösteririm.” Güldü ve çantasıyla birlikte yanıma geldi. Hemen yanıma oturmasının ardından konuştu. “En azından pizza söylememe bir şey demezsin diye umuyorum? Açken düzgün çalışamıyorum. Önce bir şeyler yiyebiliriz.” Olumsuzca salladım başımı. “Sen istersen kendine söyle. Ben yemeyeceğim.” Kaşlarını çattı. “Neden?” Dudaklarımı büktüm. “Aç değilim.” Ağzından ‘hah’ diye bir homurtu çıkardı. “Aç değil misin? En son, öğlen sınıfta bir tane ıvır zıvırı yiyordun. Acıkmış olman gerek.” Bu sefer ben kaşlarımı çattım. “Beni mi takip ediyorsun tüm gün?” Omuz silkti. “Sadece fazla dikkatli birisiyim.” Gülümsedim. “Belki de dikkatini başka bir şeye yöneltmelisin.” Gözlerini kıstı. “Belki de sen sorduğum soruya cevap vermelisin.” Omuzlarımı düşürdüm. “Ben en çok kahvaltıda yerim. Onun dışında gün içinde iştahım fazla olmuyor. Hele akşamları hiçbir şey yiyemem. Ayrıca o ıvır zıvır dediğin şey de detokstu.” Bana düşünceli bir şekilde baktığını gördüğümde elimi havada rastgele salladım ve önüme döndüm. “Neyse, bunlardan sana ne ki. Dediğim gibi aç değilim. Kendine söyle. Zaten en fazla iki saate giderim ben.” Derin bir nefes aldı ve telefonundan birkaç bir şey yapıp orta sehpaya bıraktı. Kendi kitabını da çıkardıktan sonra birkaç dakikalığına konu paylaşımını ayarladık. Ardından kitaplarımıza bakınmaya başladığımız sırada durduk yere bir konu açtı. “Dün gece Bahadır’ı fazla sinirlendirdin. Güzel bir andı doğrusu.” Burnumdan kısıkça soludum. Şu an Bahadır’ı kaçırmış olmasına karşın oldukça sakin ve masum ayağına yatabiliyor olması bende gerçekten tehlikeli olduğu izlenimini yaratmıştı. Kayıtsız kaldım. “Ben sinirlendirmedim. O sinirlenmeyi tercih etti.” Seslice sırıttı. “Hep böyle karşındakini mi suçlarsın sen?” Kafasını sehpada duran kitaptan kaldırdı ve bana çevirdi. Dirsekleri dizlerine yaslıydı. Bense arkama yaslanmıştım ve kitabımı kucağımda tutuyordum. Kafamı iki yana salladım. “Ben kimseyi suçlamam. Sadece insanlar hayatıma dahil olmadan önce iki kez düşünmeli.” Bir anlığına duraksadım ve ekledim. “İstersen sen on bir kez düşünebilirsin.” Dudağının kıvrımı biraz daha kavislendi. “Çoktan olan bir şey için düşünmek zaman kaybı Ferzan. On bir kez düşünmek ise fazla akıllıca. Ben o kadar aklı başında birisi değilim.” Kalemliğimden siyah kalemimi çıkardım ve işime yarayacak birkaç cümlenin altını çizdim. Bu sırada dikkatini kaleme verdi. “Kalemin üzerinde isminin baş harfleri mi yazıyor?” “Evet.” Tek kaşını kaldırdı ve bu esnada benim gibi arkasına yaslanıp ders kitabını kucağına aldı. Kalemime bakarken mırıldandı. “Sebebi ne?” Omuz silktim. “Bana özel şeylerin olması hoşuma gidiyor.” Kafasını koltuğun gerisine yasladı ve tavana bakarak konuştu. “Takıntılı mısın sen?” “Evet.” Ofladı. Bu sırada kapının zil sesi evde yankılandığında ayağa kalktı kapıya doğru gitti. Sanırım pizzası gelmişti ve gerçekten de aç olduğu için ders çalışmak içinden gelmiyordu. Ya da sadece benimle gevezelik yapmak istemiştir. “Aç olmadığına emin misin? Daha sonrasında ararsan bulamazsın. Çoktan bitirmiş olurum.” Elinde bir kutu ile yanıma döndüğünde emin bir şekilde reddettim onu. Her şey bir yana gerçekten toktum. “Eminim.” Bana daha fazla ısrar etmeden yerine oturdu ve kutuyu açıp sehpaya bıraktı. İçinden bir dilim alırken konuştu. “Baktın mı kendi kısmına?” “Hıh?” Pizzadan bir ısırık alırken kitabımı işaret etti. “Konularına diyorum bir göz attın mı?” Gözlerimi kırpıştırdım ve başımı olumluca sallayıp kitaba bakındım. Birden konuyu ödeve çevirmiş olması ani olmuştu. Belki de en iyisi buydu. Onunla havadan sudan sohbet etmek fazla da eğlenceli değildi. Her ne kadar alayla arada sırada sinsice sırıtsa da yine de etrafına yaydığı bir soğukluk ve yüzünde de bir donukluk vardı. Mutlu olmak için değil, mutsuz etmek için gülüyordu. Yüzümde ufacık bir tebessüm oluştu. Bu aynı ben değil miydi? “Neye gülüyorsun? Ege’de dağların denize dik uzanmasına mı?” Boğazımı temizledim ve onun inceleyici bakışlarının esareti altına girmeyi göze alarak başımı soluma çevirdim. Bakışları tıpkı tahmin ettiğim gibi hafif bir şüphenin getirisiyle kısılmış halde bana bakıyordu. Omuz silktim. “Hiç, boş ver.” Bir saate yakın süre boyunca daha fazla konuşmazken ödeve odaklandık. Ara sıra birkaç kelime ettiysek de sadece konularla alakalı mırıldandık. Beynim tam bitki çayı sinyalleri vermeye başladığı sırada salonda yankı yapan telefon çalma sesiyle birlikte dikkatim dağıldı. Alpaslan’ın sehpanın üzerinde duran telefonu titreyerek çalıyordu. Alpaslan kitabı kucağından indirmeden telefonu eline aldığında son anda ekranda gördüğüm ‘Kaan’ ismi ile birlikte tüm dikkatimi ona verdim. Ama belli etmeden. İşte bir şekilde bilgi edinebilmemin en önemli fırsatı tam olarak şu andı. Umarım başka bir yerde konuşmak için yanımdan kalkmaz diye düşünürken gerçekten de kalkmadı ve aramayı yanıtlayıp telefonu kulağına yasladı. “Ne var?” İşime bakıyormuş gibi davranırken kulağım ondaydı. Kaçamak bakışlar atmayı da ihmal etmiyordum. Elindeki kalemi elinde çeviriyor ve Kaan’ı dinliyordu. Kaan’ın sesi telefondan az biraz gelse de tam olarak ne dediğini anlamlandıramıyordum. “Nereden bahsediyorsun anlamıyorum ki anasını satayım! Sen şuranın tam adresini söylesene bir.” Acaba Bahadır’ın tutulduğu depodan mı bahsediyorlardı? Heyecanlı bir şekilde yutkunurken, Alpaslan’ın kitabın açık olan sayfasının yukarı kısmına adresi yazdığını gördüm. Yazılan adresi hemen tek seferde aklıma kazıdığımda güçlü hafızama bir kez daha teşekkür ettim. Bu arada bir dip not düşeyim: Hafızam gerçekten kuvvetlidir. Neyse. “Birileri fark etti mi?... Hah, öldürsek kırk yıl sonra duyulacak herhalde. Neyse, akşam gideriz. Şu an…” Bana baktı göz ucuyla. “Ders çalışıyorum.” Kaan ne dediyse kaşlarını çattı ve “ Kapat telefonu Kaan.” deyip görüşmeyi sonlandırdı. Alt dudağımı dişledim. “Kimi öldürseniz kırk yıl sonra duyulur?” Önemsiz bir şeyden bahsedermişçesine dudaklarını büktü ve telefonu sehpaya geri bıraktı. “Hiç, boş ver.” Bıkkınca soludum. Bana benim gibi cevap vermişti ve bu hiç hoşuma gitmiyordu. Üstelik Bahadır’dan bahsettiklerinden de artık gayet emindim. Okulda konuşurken de özellikle kimsenin haberi olup olmadığından bahsetmişlerdi. Demek ki ayaklarına bağ olacak bir şeyler istemiyorlardı. Hoş olsa da artık çoktan Bahadır ellerindeydi ve üstünlük de onlardan yanaydı. Hamle yapmak için önce Bahadır’ı onlardan kurtarmak gerekiyordu ve bunu yapacaktım. Hem Bahadır’a değer verdiğim için hem de şu egoist herifin sinirlerini bozmak için. Hak ediyordu nihayetinde. Tam tekrar ödeve devam edecektik ki derin bir nefes aldım ve bakışlarımı evde gezdirirken mırıldandım. “Tek mi yaşıyorsun? Yoksa abinle mi?” Ağzının kenarından sırıttı. “Sıkıldın mı sen?” Omuz silktim. “Sadece ufak bir mola ve merak diyelim.” Elindeki kitabı bıraktı ve kollarını göğsünde birleştirdi. “Yani teknik olarak Kerem ile bu evde yaşıyoruz. Ama genellikle fazla denk gelmeyiz birbirimize.” Tek kaşımı kaldırdım. “Ona ismiyle mi hitap ediyorsun?” Sırıttı. “Bana abilik taslamaz. Ben de fazla kardeşçe takılmam. Bazen onunla aramda kan bağı olduğundan bile şüphe ediyorum.” Kaşlarımı çattım. “Neden?” “O düzeni sever. Dışarıdan legal ve disiplinli durmayı sever. Bunlar bana göre değil. Belki de tek ortak noktamız kazanma hırsıdır.” Bir elimle saçımı düzelttim ve net bir şekilde konuştum. “Onun daha mantıklı yerlere oynadığı kesin en azından.” Diliyle alt dudağını ıslattı. “Yanlış yerde yanlış kişiye laf atıyorsun Ferzan. Bence biraz şu deli cesaretinden arın.” Bana onun evinde olduğumu hatırlattığında içten içe bana uyarı sinyalleri verdiğini sezdim. Belki de şansımı zorlamadan usulca kaçsam iyi olacaktı. Hem Bahadır’ın yerini de hiçbir zorluğa girmeden öğrenmiştim. Alpaslan ile zaman geçirdiğimi var saymazsak tabi. “Hımm, öyleyse artık gitsem iyi olacak. Canıma susamadım değil mi?” Çantamı toparlamaya başladığımda oturduğu yerde doğruldu. “Henüz ödev bitmedi.” Omuz silktim. “Az kalmıştı zaten. Önemi yok.” Derin bir nefes çekti ciğerlerine. “Baban çok kızar mı?” Ses tonunun farklılığı nedeniyle kalemliğimi çantaya koyan elim duraksarken yutkundum ve kaşlarımı çatarak ona baktım. Bu sefer her zamanki gibi baştan sonra alay ve umursamazlık kokan bir tavırla sormamıştı. Gerçekten babamın vereceği tepkiyi düşünüyor gibiydi. Ona baktığımda ne yaptığını anlamış olmalı ki gözlerindeki sisli ifadeyi sildi ve ayağa kalkıp konuştu. “Yani altı üstü bir ödev… Uras Ferzan taş devrinden kalma değil ya.” Ayaklandım ve umursamazca yanından geçip ona cevap verdim. “Dediğim gibi babam bana kızamaz.” Ekstra bir vedalaşma içerisine girmeden kendimi evden attığımda yüzüme çarpan temiz havayla birlikte kendime geldim. Burnumdan içeriye serin havayı çekerken yutkundum ve arabama doğru yürümeye başladım. İlginç bir çocuktu. Ruh hastası olduğu kesindi. Ama son dakika attığı gol canımı sıkmıştı. Ciddi bir şekilde babamın onunla ödev yaptığım için vereceği tepkiyi kafaya takmış ve bunu dile getirme ihtiyacı hissetmişti. Ah, bense onun işini bozacaktım. Ne kadar da düşünceli bir hareket öyle. Neyse, sonuçta elbette ki samimi değildi. İşi gücü karşısındakiyle kafa bulmaktı ve kendini neredeyse abisinden bile üstün görüyor oluşu onu ciddiye almamam için ekstra bir sebepti. Büyük bahçeden çıktıktan sonra telefonumu açtım ve haritaya aklımda tuttuğum adresi girdim. Karşıma çıkan sonuca bakacak olursak, Bahadır’ın tutulduğu depo buraya fazla uzak sayılmazdı. Haritaya göre arabayla on beş dakikalık bir uzaklıktaydı. Ben biraz daha hızlı gidersem bu süreyi on dakikaya düşürebilirdim bence. Telefonumu, telefon tutucuya harita açık olacak şekilde taktıktan sonra yavaş giden hızımı arttırdım ve dudağımı dişleyerek yan aynadan arkaya bakındım. Arkam bomboştu. Kafamda Alpaslan’ın bir şeyler sezip sezmediğini tartarken alayla burnumdan soludum. Hiçbir şey anlamamıştı salak. Ruhu bile duymadan Bahadır’ı kurtaracak ve sonra da o bozulmuş yüz ifadesini zevkle seyredecektim. Beklediğimden daha kısa bir süre sonra arabayı hızlı sürdüğüm için hedef noktama varırken, arabayı olabildiğinde geride bırakmaya çalıştım. Depoya fazla yaklaşmak istemiyordum. El frenini çektim ve telefonumu elime alıp Araf’a bulunduğum yerin konumunu attım. Daha fazla sır saklamaya gerek yoktu. Ne olur ne olmaz diye birilerinin buraya gelmesi gerekiyordu. Bu kişi de Araf’tı. En kısa sürede organize olup buraya yetişebilecek olan kişi oydu. Konum attıktan sonra Alpaslan’ın kulağına gitmemesi amacıyla kimseye haberi yaymaması gerektiğini ve çabuk buraya gelmesi gerektiğini açıklayan bir mesaj da attım. Ardından arabadan indim ve yavaşça kapıyı örtüp ağaçların arasından yürümeye başladım. Ara sıra duraksayarak ve çoğunlukla etrafımı kolaçan ederek ilerlerken görüş açıma giren büyük depoyla birlikte durdum. Kapının önünde birkaç tane adam vardı. İki tane de siyah araba. Muhtemelen Alpaslan kimsenin haberi olmadığı için güvenliği gevşek bırakmıştı. Kısa sürede deponun yan tarafına dolandım ve açık duran bir pencereden içeri sızdım sessizce. Soğukkanlı bir şekilde adımlarımı hızlı ve sessizce atarken duyduğum adım sesleri hemen durmama neden oldu. Bir elimi yanımdaki raflarda bulunan kolilerin olduğu kısma koyarken yapabildiğim kadar kolilere yapışıp gizlenmeye çalıştım. Başımı hafif bir açıyla ileri uzattığımda bana arkası dönük bir adam görüş açıma girdi. Telefonla konuşuyordu kısık sesle. Fazla olduğu yerde durmadan uzaklaşmaya başladığında iyice gözden kaybolduğundan emin olana kadar olduğum yerde kıpırdamadım. Saniyeler sonra kısık bir şekilde soludum ve gizlendiğim yerden çıkıp tekrar hızlı adımlarla koşarcasına ilerlemeye başladım. Bulunduğum yer antrepo tarzında bir depo idi. Etrafta tavana kadar uzanan devasa demir raflar ve o raflarda da büyüklü küçüklü koliler vardı. Açıkçası avantajlı sayılırdım. Çünkü birkaç metre aralıklarla dizilen büyük raflar kolayca gizli kalmamı sağlıyordu. Etrafta onlarca korumanın varlığını hissederken tek yapmam gereken Bahadır’ı bulmak ve şu lanet olası yerden çıkabilmekti. Zaten Araf’a konum atmıştım. Burada olması an meselesiydi. Bu yüzden de ekstra bir rahatlık içindeydim. Biraz daha ilerledikten sonra deponun boş bir kısmında sandalyede bağlı olan Bahadır’ı gördüm. Yanında ayakta duran iki takım elbiseli adam vardı. Kendi aralarında konuşuyorlardı. Bahadır ise pek iyi görünmüyordu. Biraz dayak yemiş gibi bir hali vardı ve yarı baygın gibiydi. Yanlarına biraz daha yanaştıktan sonra tekrar gizlendim. Adamların sesleri rahatlıkla duyuluyordu. “Alpaslan bunu daha fazla yaşatmaz gibime geliyor, sence?” Adamlardan biri alayla konuşurken diğeri de en az onun kadar gevşekçe sırıttı ve konuştu. “Fazla bile yaşadı. Vadesi doldu artık bunun, zaten yeterince ayak bağı oluyordu Alpaslan’ın işlerine.” Diğeri tekrar söze girdi. “Başım ağrıyor, sigara içmeye çıkacağım. Sen de gel. Bu zaten bağlı, bir yere gidemez.” Şansıma iki adam Bahadır’ın yanından gittiklerinde yutkundum ve hızla onun yanına ulaşıp eğildim. “Bahadır!” Kuvvetlice fısıldadığımda gözleri açıldı ve beni gördüğü için şaşkınlıkla büyüdü. “Lara?” Gözlerimi kırpıştırdım ve oyalanmadan sandalyenin arkasına bağlanmış ellerini çözdüm. Ardından da ayaklarını. O ise kendine gelmeye çalışırken bir yandan da bana bakıyordu. “Senin burada ne işin var?” Arkama birileri geliyor mu diye bakarken homurdandım. “Üzümünü ye bağını sorma.” Ona döndüğümde oturduğu yerden sendeleyerek kalktı ve suratını buruşturdu. “Gerçekten saçmalamayı kes ve doğru düzgün konuş. Buraya nasıl girdin, burayı nasıl buldun?” Kafamı iki yana salladım ve koluna girdim. “Şu an bunu tartışmayalım. Her şey tesadüfen gelişti. Daha sonra anlatırım.” İkimizi pencereye doğru çekiştirdikten sonra sırayla pencereden bacaklarımızı sırayla sarkıtarak dışarı çıktık. Henüz bir aksilik yoktu. Ta ki içeriden birkaç adamın sesi gelene dek… Fark etmişlerdi! Bahadır ile birbirimize bakıp birden koşmaya başladık. Allah’tan koşabilecek kadar iyiydi. Bilinci yerinde olmasaydı buradan çıkmamıza imkan yoktu. Ben bir adım daha önden koşup yol gösterirken birkaç el silah sesi yankılandı ormanda. Bu bir uyarı atışı olmalıydı. Ya dur ya da biz seni bulursak hiç iyi şeyler olmaz… Nefes nefese bir şekilde arabamın yanına vardığımızda kendimi arabaya attım ve hemen kontağı çalıştırıp arabanın yönünü terse çevirdim. Bahadır emniyet kemerini takarken gaza yüklendim ve hiç arka tarafıma bakmadan hızlandım. Durduk yere girdiğim adrenalin sırıtmama neden olurken telefonumun çalmasıyla birlikte Bahadır beni beklemeden telefonu açtı ve sesini dışarıya verdi. “Alo, Lara!” Araf’tı. Yutkundum ve konuşmaya başladım. “Depodan çıktık biz. Şu an son sürat uzaklaşıyoruz. Buraya gelmenize gerek kalmadı. Ama yinede buraya doğru yolda olun.” “Tamam, iyi misiniz siz?” Tam cevap verecektim ki yedi sekiz metre ilerimizde yolun sol kenarında duran siyah araç duraksamama neden oldu. Bakışlarım plakaya kaydığında yutkundum. Bu Alpaslan’ın arabasıydı. Ayağım hafifçe gazdan çekildiğinde Bahadır uyaran sesiyle konuştu. “Lara yavaşlama.” Gözlerimi kırpıştırıp gaza biraz bastım. Tam onun yanından geçerken, onu arabasının kaputuna yaslanmış bir şekilde gördüm. Rahat bir şekilde sigarasını içiyordu. Oldukça süratli bir şekilde yanından geçmeme karşın o an zaman yavaşlamış gibi hissederken bir anlığına göz göze geldik. Onu arkada bıraktığımda gözlerim yan aynaya kaydı. İçine çektiği dumanı dışarı üfledi ve başını hafifçe yana eğip sinsice sırıttı. Ellerim kavradığı direksiyonu daha da sıktı. Bu bakış hiç hayra alamet değildi ve bu benim ona olan ilk ihanetimdi. Aramızda ilk başta ne geçmiş olursa olsun bir şekilde normale dönmüştük ve o sadece babamla işinin olduğunu vurgulamıştı. Nihayetinde bugün normal bir şekilde ödev yapmıştık ve o babamın ödev yaptığımız için bana vereceği tepkiyi bile ufak bir an bile olsa düşünmüştü. Bense işini bozmuştum. Sonuçta çocukluk arkadaşımı kurtarmıştım ve onun gibi birisinin işine çomak sokmuştum. Bundan pişman olmamam gerekirdi değil mi? Peki neden şu an bedenimi ilginç bir ürperti kaplamıştı? Telefonuma gelen mesaj bildirimiyle birlikte Bahadır’a müsaade etmeden telefonu hemen elime aldım. Sanki mesajın kimden geldiğini hissetmişçesine. ‘Demek oyun oynamak istiyorsun, pekala. Benlik hava hoş, ne de olsa bu senin tercihin değil mi kırmızı?’ Bir mesaj daha geldi telefon elimdeyken. ‘Gülümsediğin saniyelerin tadını çıkar. Çünkü senin aksine benim güleceğim çok anımız olacak.’
|
0% |