Yeni Üyelik
30.
Bölüm

KÜL (30) Aşk, Gurur ve Vedalar

@_ece_asena_

Nefret sevgiye en yakın duygudur. Çünkü kalbinde yer veremediğini aklında saklar. Kabul edemediklerini sineye çeker. Gurursuzluktur. Çünkü hissettiğin nefret bile olsa o yoğun duygunun ağırlığı altında başkasına eğmek istemediğin gururun kendi ayaklarının önünde diz çöker. Bu otoritesini koruyan bir hükümdarın acınası yalnızlığına denktir.

Benim de acınası bir yalnızlığım vardı. Her ne kadar bundan memnun olduğumu düşünsem de sadece kendimi kandırıyordum. İçinde bulunduğum yalnızlık sadece ve sadece acınasıydı. Bunu görmezden gelmekse kendi kişisel problemimdi.

Hayatımda sürekli büyük dönüm noktaları ve gitgeller olmuştu. Keskin kararlar, geri dönüşü olmayan olaylar ve dahası… Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır diyen Tolstoy halimden anlıyordu. Ona benzer bir şekilde ben de her mutlu insanın birbirine benzediğini, her kalbi kırık insanın ise kendine özgü bir acısı olduğuna inanıyordum. Kendimden görmüştüm çünkü.

Yaşamamın lüks olmayacağı şeyleri yaşayamamıştım, bazılarına göre ölmemek yaşamak için yeterliydi. Oysa iyi bir anne babaya sahip olmak lüks değildi. Sağlıklı bir aile ortamında büyümek lüks değildi. Birilerine koşulsuz güvenebilmek lüks değildi. Hiçbir ima olmadan sadece saf bir şekilde gülmek lüks olmak zorunda değildi.

Ancak benim hayatımda tüm bunlar oldukça ekstraydı. Başkalarının hayatında asgari olarak yer alan şeyler benim hayatımda tam olarak lüks kategorisinde yer alıyordu.

Bazen devam edebilmek için tüm şanslarımı kaybetmiş gibi hissediyordum. Henüz on dokuz yaşındaydım. Ancak ruhum elli dokuzunu doldurmak üzereydi.

İçimde annemin yası bitmemişken bir de babamın acısı üzerime çığ gibi yıkılmıştı. Onunla tartışmıştım ve saniyeler sonra bir tetikçi tarafından vurulmuştu. Sırtından.

Ve onu ilk bulan bendim. Kanaması dursun diye çabalayan bendim. Enteresan, ellerim yıllar sonra tekrardan titredi.

“Lara!”

Adımın yüksek sesle bağırıldığını duyduğumda başımı beyaz zeminden kaldırdım ve koridorun sağ tarafına baktım. Mehmet amcam aceleci adımlarla yanımıza doğru geliyordu. Yani Lena ve benim… Arkasında ise Füsun yengem ve Tibet vardı. En az amcam kadar endişeli gözüküyorlardı.

“Uras nasıl?” Amcam hızla önümde eğilip gözlerime baktığında yutkundum ve hemen biraz ilerimizdeki ameliyat kapısını gösterdim. “Ameliyatta.” Gözleri kapı ile benim aramda gittikten sonra tekrardan bende duraksadı. Bakışları pijamalarımın siyah olmasına karşın belli olan yoğun kan lekelerinde gezinirken kanla kaplı ellerime de kaçamak bakışlar atmayı es geçmedi. Elleri omuzlarımı bulurken bana üzüntüyle baktı. “Nasıl oldu bu? Feyyaz telefonda sadece vurulduğunu ve hastaneye gidiyor olduğunuzu söyledi.”

“Adama sen mi bir şey yaptın yoksa?” Füsun yengemin iğneleyici sesini duyduğumda bana fırsat kalmadan amcam onu sabırsızca tersledi. “Kapat çeneni Füsun!”

Tibet de yanımdaki boşluğa oturduğunda bana baktı. “Lara kim yaptı bunu?” Omuz silktim. “Bilmiyorum Tibet. Evin dışarısından gelen bir kurşun büyük ihtimalle. Çalışma odasında bir şey konuşuyorduk. Odadan ayrılmamdan saniyeler sonra babamın sesini duydum. Odaya tekrar döndüğümde sırtı kanlar içerisindeydi ve yarı baygındı. Pencere açıktı. Birisi… Birisi onu uzaktan nişan alıp vurdu.”

Mehmet amcam dertli bir şekilde önümde eğildiği yerden doğrulup yüzünü sıvazlarken yanımıza eli kantinden aldığı şeylerle dolu olan Feyyaz abi geldi. Elindeki suları etrafa dağıttıktan sonra amcama baktı ciddi bir şekilde. “Evin etrafında her kim varsa hızlı davranıp kaçtı.”

Amcam sinirle homurdandı. “Feyyaz kaç tane koruma nasıl yakalayamadınız!” Karşısındaki adam elinden bir şey gelmeyeceğini gösterircesine başını iki yana salladı. “İyi bir keskin nişancı olmalı Mehmet, evin bulunduğu arazinin dışında olduğu kesin zaten. Eğer eve yanaşsaydı bahçedeki köpekler önceden haber verirlerdi. Her kim yaptıysa hazırlıklıydı.”

Evet, bahçede dört tane Alman kurdu besleniyordu. Şahsen fazla yanaşmasam da geceleri evin etrafındaki en ufak hareketliliğe bile havladıklarını odamdan duymamak işten değildi. Eğer babamı vuran kişi evin yakınlarında olsaydı, bu kesinlikle köpeklerin önceden haber vereceği bir durum olurdu.

“Biraz hava almalıyım, dışarı çıkacağım.” Oturduğum yerden kalktığımda amcam da ayaklandı ve kaşlarını çattı. “Hastaneden ayrılma. Etrafta korumalar var ama şu an hiçbir şeyin garantisi yok. Babana saldıran sana da saldırır.”

Derin bir iç çektim. “Dikkatli olurum.” Yanından ayrıldığımda koridorun çıkışına doğru ilerlemeye başladım. Bu sırada Tibet yanımdaki yerini aldı. Peşimi bırakacak gibi gözükmüyordu.

“Neden benimle geliyorsun Tibet? Fazladan çene çekecek halim yok.”

Gözlerini kıstı. “Yalnız kalmanı istemedim sadece Lara. İyi gözükmüyorsun.” Dudaklarımı birbirine bastırdım ve üzerimdeki siyah pijama takımına baktım. Kan kokuyordu. Ellerimi de henüz yıkayamamıştım. Bahçede biraz hava aldıktan sonra kendime çekidüzen vermeliydim.

Hastane binasından çıktığımızda bahçede yürümeye başladım. Bu sırada Tibet tekrardan konuştu. “Amcamı o şekilde görmek zor olmalı.”

Ağzımın kenarından alayla sırıttım. “İlk yardımını yapmasaydım tahtalı köyü boyluyordu. Emin ol sadece görmekle kalmadım.”

Yüzümde kocaman bir alay hakimken içten içe çalışma odasında babamı kanlar içinde bulmak içimde sağlam kalan bir yeri de darmaduman etmişti. Önce annem ve şimdi de o…

“Henüz durumu kritik, kefeni yırtmış sayılmaz.” Sertçe yutkundum ve yürümeyi bırakıp saçmalayan kuzenime baktım. “Böyle şeyler söyleme.” Omuz silkti. “Neden ki? Nasıl olsa çok da umursamıyorsun.”

Gıcık şey…

“Yine de kapat o çeneni Tibet.” Kaşlarını çattı. “Ne zaman bana abi demeye başlayacaksın acaba? Ben senin abin sayılırım.” Araf ile yaşıt olan Tibet’e tek kaşımı kaldırdım. “Aramızda sadece üç yaş var Tibet ve şu an gerçekten de bunu tartışmayacağım.”

Önüme döndüğümde tekrardan yürüyecektim ki hastanenin bahçesine giren kişiyle birlikte duraksadım.

Alpaslan buradaydı.

Tek başına değildi. Birkaç koruması da yanındaydı. Ama daha gerisindeydi. Göz göze geldiğimizde adımlarını hızlandırdı ve tam karşımda durduğunda gözleri tüm bedenimi taradı. Kanlı ellerim dikkatini çekmiş olmalı ki kaşlarını çattı. Bir şey diyeceği sırada Tibet araya girdi.

“Ne işin var burada Kıraç?”

Ortamı oldukça gerici ses tonu ikimizi de bozarken Alpaslan benden gözlerini çekip Tibet’e baktı. “Hasta ziyareti.”

Tibet alayla gülmeye zorladı kendini. Alpaslan’ın samimiyetine asla inanmazdı. Bunu anlaması zor değildi. Kaldı ki sanırsam Tibet de Alpaslan’ı oldu olası hiç sevmemişti. Bu husumet, benim İstanbul’a gelmemden öncesine dayanıyordu.

“Sikik ziyaretini kendine sakla ve defol git. Yoksa şuracıkta seni boğazlamaktan geri durmam. O iki kilometre çevrene gizlediğin korumaların da umrumda olmaz.”

Tibet’in asabi tavrı aramızda soğuk rüzgarlar estirirken Alpaslan kafasını iki yana salladı. “Niyetim kötü değil Tibet. Sadece Lara için geldim. Dürüst olmak gerekirse içeride canıyla cebelleşen Uras Ferzan ve siz umrumda bile değilsiniz. Şayet umrumda olsaydınız Ferzan’ın hastaneye yetiştirilecek bir canı kalmazdı şimdiye kadar.”

Bir anda kendimi olayların başrolü olarak bulurken gözlerimi kırpıştırdım ve Tibet’e baktım. O da bana bakıyordu sinirlice. Alpaslan ile aramda olup bitenlerden bir hayli geride kalmıştı. Alpaslan’ın bana karşı tutumu onun için beklenmedik sayılabilirdi.

“Lara bu herifle ne haltlar karıştırıyorsun?” Bıkkınca soludum. “Hesap sormak yerine içeri girmek bu kadar zor mu?” Ağzından hah diye bir nida fırladı. “Bu herif babanın içeride can çekişmesine sebep olan adam olabilir bunu biliyorsun öyle değil mi? Bunu hesaba katmayacak kadar aptal olamazsın.”

Sakince yutkundum ve net bir şekilde Tibet’e hastane binasının girişini gösterdim. “Gerçekten de laf kalabalığı yapmak yerine artık içeri geçmelisin. Ben her şeyi hesap eder ve gerekirse icabına bakarım. Bu kadar dertlenme.”

Alpaslan’a döneceğim sırada Tibet bir kez daha konuştu. “Eğer biraz olsun amcama saygın varsa şu herifi bir an önce buradan kovarsın. Yoksa benim değilse de başka birinin elinden bir kaza çıkabilir.”

Tibet bir hışımla yanımızdan ayrıldığında yutkundum ve Alpaslan’a kaşlarım çatılı bir şekilde dönüp bahçenin çıkışını gösterdim. “Çabuk yürü!”

Yanından geçip hızlıca hastaneden çıktığımda o da arkamdan geldi. Bu sırada kapıda aileme ait korumlarla karşılaşmıştım. Gitgide sayıları artıyor ve hastanedeki varlıklarını belli ediyorlardı. Bu belki de içeriye ailemizle husumeti olan hiç kimseyi artık almayacağız demenin bir başka yoluydu ve buna Alpaslan Kıraç da dahildi.

“Ne bu öfke şimdi?” Birden arkama döndüm ve ona baktım. Yeterince uzaklaşmıştık. Ofladım. “Öylece buraya gelip benimle alakalı konuşamazsın!”

Hayatımın merkezine öylece konamazdı. O Alpaslan Kıraç’tı. Ben ise Lara Ferzan. İkimiz öylece olamazdık. Olmazdı. İçten içe babama, yaptığı salakça şeyler yüzünden öfkeli olsam da içeri de canıyla uğraşıyordu. Ölüp ölmeyeceği meçhuldü ve ben burada en azından onun düşmanıyla cilveleşmeyecek kadar ona saygı duyuyordum.

“Senin için gelmem mi sıkıntı yoksa bunu özellikle Tibet’e söylediğim için mi bozuldun Ferzan? Ondan korkuyor musun?”

İlk başta alaylı çıkan sesi sonunda ciddileşti. Gerçekten de korkup korkmadığımı öğrenmeye çalışıyordu. Bazen Alpaslan’ın bile aptallaştığı anlar vardı cidden. Yoksa benim bir erkekten korkacağımı düşünmezdi.

“Ben kimseden korkmam Alpaslan. Hele Tibet’ten hiç. Beni rahatsız eden bugün gayet ciddi bir konuşma yapmışken tekrardan yanımda bitmen. Bu hiç hoş değil. Sana birbirimizden uzak kalalım derken ciddiydim.”

Omuz silkti. “Konuşmanın sonu ucu açık bitmişti.” İç çektim. “Neyse ne. Umrumda değil. Buradan git.”

Kafasını iki yana salladı. “İyi gözükmüyorsun.” Boğazımı temizledim. “Burada babamı sırtından vurması olası bir şüpheliyle durup sohbet etmeyeceğim.”

Kaşlarını çattı. Bana doğru bir adım attı ve aramızdaki mesafeyi azalttı. “Babanı öldürmek isteseydim onu sırtından vurmazdım.”

Gözlerimi kıstım. “Bu seni aklamaz.” Sinirle soludu ve bana biraz öncekine kıyasla yabancısı olduğum bir kinle baktı. “Bana bak Lara, seninle ilk karşılaştığım gün baban beni az kalsın öldürüyordu. Yapmaması gerektiğini bildiği halde üzerime oynadı. Eğer keyfimin kahyası isteseydi onu o gün öldürürdüm. Ya da başka bir gün. Ama o gün bugün değil. Üstelik ben gizli oynamam. Canım isteseydi onu evinizde gözlerinizin önünde alnının çatısından vururdum, sırtından değil. Bunu da daha fazla kanıtlamak için açıklama yapmayacağım. Beni biraz tanıdıysan bunu yapmayacağımı bilmen gerek.”

Duygusuzca baktım yeşillerine. Tanıştığımız ilk gün dedikleri zihnimde yankılandı. İkiyüzlülüğüm bipolar bir hastayla yarışır demişti. Karaktersizliğini bu denli yüzüme vurmuşken şimdi ona körü körüne inanamazdım. Bu saçma olurdu. Bunu da yüzüne söylemekten geri durmadım.

“Bana kendini sürekli yalancı ve oyunbaz biri olarak tanıttın. Seni biraz da olsa böyle tanıdım. Sen üçkağıtçı birisinden başka bir şey değilsin. Bana da sadece babamın asabını bozmak için yanaştın. Şu an bile yaptığın şey bir oyundan farksız. Sen ve oyunların… Seni bu şekilde tanıdığım için bunu yapabileceğini biliyorum Alpaslan. Sana güvenmiyorum.”

Hava buz gibiydi. Kalbim de öyle ve nasıl ısıtacağım hakkında bir fikrim yoktu.

Bana öylece baktı ve derin bir nefes alıp geriledi. Çenesi kasılmıştı söylediklerimden sonra. Ama yine de tahmin ettiğim gibi arkasını dönüp gitmedi. Bunun yerine bana dik dik bakmayı sürdürdü.

“Sürekli tartışmalarımızın sonu birimizin gitmesiyle bitiyor. Artık çok sıkıldım. Çocukça kabullenmeyişlerden, yalanlardan, oyunlardan ve dahasından… Buradayım ve sırf suratıma öfke kustun diye gurumu düşünüp arkamı dönmeyeceğim. Bu sefer yapmayacağım. Birimizin alttan alıp güvenmesi gerekiyorsa bunu ben yaparım. Çünkü seninle birlikteyken artık düşündüğüm şey sadece sensin. Ne Uras Ferzan ne de bir başkası değil. Gurursuzluksa tamam en gurursuz benim. Seni kaybedip kafamı duvarlara vurmaktansa öfkeni yutarım.”

Kalbimin atışları kulaklarımda yankılanıyordu. Bu hisse alışık değildim ve tuhaf olansa üşüyen kalbimi ısıtıyordu. Isıtan Alpaslan’dı. O bazen yazımı kışa çevirse de fırtınayı dindirmenin bir yolunu hep bulacak gibiydi.

Sanırım işin en zor tarafı buydu. Güvenmediğin halde sevmek. Gidip en imkansızı sevmek. En olmayacak kişiye tutulmak.

Bu artık bir inat değildi, bir kaybedişti. Gururunu yok sayan sadece karşımdaki adam değildi. Ben de yok sayıyordum. İkimizin sınırları birbirine karışmıştı. Onunlayken her şeyden soyutlanıyordum. Burada hastanenin yakınında sokak lambalarının aydınlattığı bir kaldırımda tek düşündüğüm ikimizdik. Oysa dakikalar öncesinde babam, Lena ve ailemin diğer üyeleri tek derdimdi.

Bu iş nereye gidecekti? Alpaslan tanıdığım hiç kimsenin sevmediği o işaretlenmiş çocuktu. Bense bir anda ona kapılan kız. Güven duyamadığım birisiyle iki kelime bile konuşmak istemezdim. Ama şimdi Alpaslan Kıraç’ı hayatımın merkezine almıştım.

Sertçe yutkundum söylediklerinden sonra. Gözlerimi kırpıştırdım ve dilimle dudaklarımı ıslattım. “Bunu daha sonra konuşalım. Şimdi olmaz.”

Sırıttı. “Kaçamazsın.” Derin bir nefes aldım. “Kaçmıyorum. Ama bunun yeri değil. Babamın durumu belli değil ve ben burada daha fazla ilişki durumumuzu tartışamam.”

Bana yanaştı ve elleriyle yüzümü kavradı. Konuyu biraz daha ciddi bir kısma getirdi. “Babanın vurulmasında bir payım yok, gerçekten. İnanmamakta haklısın ama inan işte. Ben yapmadım. Canımı sıkansa bunu yapanın şu an halen bulunmaması. Babana bulaşan sana da bulaşmış demektir ve şu an her an sen de sırtından vurulabilirsin. Bu ihtimalle aklımı kaçırmamı istemiyorsan benden gitmemi isteyip durma.”

İç çektim ve yüzümü kavrayan ellerinin bilek kısımlarından tutup konuştum. “Hastaneye giremezsin Alpaslan. Hatta burada olman bile yanlış. Eğer Mehmet amcam seni görürse iyi olmaz. Herkes babamın durumu yüzünden çok gergin. Kaldı ki bir anda insanların içerisinde öylece yanıma da gelemezsin. Çevrem tarafından mimlisin.”

Hafifçe gülümsedi. “Bunun cevabını daha sonra vereceğim sanırım. Hastaneye girip girmeme konusuna da gelecek olursak girmem olur biter. Buralarda bekleyebilirim.”

Yüzümü buruşturdum. “Sokakta bekleyemezsin!” Omuz silkti. “Bekleyebilirim Lara. Buralarda olmam en iyisi.”

Bıkkınca soluduğumda yanımıza doğru yürüyen Merve’yi gördüm. Üzerinde gelişigüzel bir eşofman takımı vardı ve saçları gevşek bir topuzla bağlıydı. Evden alelacele çıkmış gibiydi. Muhtemelen İlhan amcayla gelmişti.

“Lara!” Yanıma gelip bana sımsıkı sarıldığında Alpaslan’dan bir iki adım uzaklaşmam gerekmişti. Merve ile ayrıldığımızda önce bana sonra da Alpaslan’a baktı. Tekrardan bana döndüğünde konuşmaya başladı.

“Olanları duyduğumuzda babamla hemen gelelim dedik. Babam içeri girdi. Ben de sizi görünce yanına geleyim dedim. İyi misin? Neden üstün başın kan içinde sen de mi yaralandın?”

Onun telaşlı haline karşın sakince konuştum. “Hayır ben iyiyim. Sadece babamın durumu belli değil şu an. Ameliyatta.”

Bakışları Alpaslan’a kaydı ve bana baktı yine. Bu bir çeşit “o neden burada” demekti. Yutkundum. “Beni merak etmiş ve buralarda olacakmış. Hepsi bu.”

Alpaslan araya girdi. “Artık içeriye girin. Hava çok soğuk üşürsünüz. Bir gelişme olursa ararsınız.”

Ona baktım ve başımı olumluca salladım. Sonra tekrardan bir şansımı denedim. “Bak gerçekten gidebilirsin. Yapabileceğin bir şey yok. Etraf zaten koruma dolu.”

Gözlerini kıstı. “Korumaların sayısının benimkilerle iki katına çıkmasında bir sakınca yok. Üstelik ısrarın boş, ben buradayım. Boşa kürek çekme.”

İç çektim ve Merve’nin koluna girip ona arkamı döndüm. İkimiz sokaktan uzaklaşıp hastaneye girerken Merve’ye biraz olanları özet geçtim ve sakinleşmeyi umdum. Çok yorgun hissediyordum. Hayalimde Merve ile yeni kiraladığım ev hakkında konuşmak varken şimdi bahsettiklerim fazla karamsardı.

Babamın ameliyat olduğu koridora geldiğimizde daha çok kişinin geldiğini gördüm. Ben çıkarken sadece Lena ve Mehmet amcamlar vardı. Şimdi Bade halam da gelmişti. Araz amcam ve Derya da buradaydı.

Ve Sanem de…

Babamın onu kovuşunun ardından nasıl olur da buraya gelecek yüzü kendinde bulabilirdi? Kaldı ki son konuşmalarında babamı suçlamaktan öteye de geçmemişti. İçimden bir ses babamı suçlama konusunda Sanem’den daha kötü olduğumu bas bas bağırırken bu sesi savuşturdum. İçimde hissizlik ve sinirli olduğum babama karşı üzüldüğüm için oluşan bir asabilik vardı. Bu asabiliği de çıkartabileceğim en uygun kişi Sanem’di. Lena’ın öz ve öz annesi…

Bir kenarda oturan insan topluluğuna yanaştığımda kollarımı göğsümde birleştirdim. Merve kolumdan çıkıp bir iki adım babasına doğru yürümüştü. Bu sırada duvara yaslanmış Sanem ile göz göze geldim. Gözleri kızarmıştı. Ağlamış gibi duruyordu. Burun kıvırdım.

“Ne işi var bunun burada?”

Herkesin odağı bana kayarken Sanem yutkundu ve elleriyle yüzünü sildi. Bu esnada Mehmet amcamın yanında oturan eşi Füsun yengem söze atıldı.

“Burada kimin olup olmayacağını sorgulamak sana mı düşer? Bir de dışarıda ailemizin sevmediği bir adamla kırıştırırken?”

Bedenim gerilirken kollarımı çözdüm ve iki yanıma düşmesini sağladım. Bir elim sinirden yumruk olurken Mehmet amcam çoğu zaman olduğu gibi yengeme asabi bir şekilde bağırdı. Haklı olarak.

“Füsun kes saçmalamayı!”

Yengem durmadı ve ona sitemli bir şekilde baktı. “Yalan mı Mehmet! Uras belki de ölecek ama kızı kalkmış bir bağımlıyla fingirdiyor!”

“Yeter artık!” Bade halam ilk defa hakkımı savunurcasına araya girdiğinde Füsun yengeme dik dik baktı. Otoriter duruşu ödün vermeksizin yengeme yönelmişken devam etti. “Kimin kimle fingirdediği umrumda bile değil! Abime bir şey olursa hiçbir şeyin önemi yok! Oturmuşsun bir çocukla sidik yarıştırıyorsun!”

Bade halamın gözlerinden birkaç damla yaş geldiğinde burnunu çekti ve ayağa kalktı. “Lavaboya gidiyorum, bir şey olursa arayın hemen.”

O yanımızdan ayrıldığında kaldığım yerden devam ettim. “Sorumun cevabını alamadım halen?” Bu inatçı tavrıma karşın dakikalardır susan Lena bana kızgınlıkla baktı. “Şu an tek derdin bu mu gerçekten? Babam, babamız içeride ve sen annemin neden burada olduğunu mu sorguluyorsun?”

Alayla sırıttım. Ondan rahatça anne diye söz etmeye başlamıştı demek. Ne hoş. İçimdeki nefret büyürken Sanem araya girdi. “Tartışacak bir durum yok. Uras için buradayım ve bir yere de gitmiyorum.”

Güldüm. “Oysa aileden değilsin. Buraya sadece aileden olanlar gelebilir.” Kaşlarını çattı. “Buna sen karar veremezsin.” Dudaklarımı büktüm. “Babam yokken benim sözüm geçer. A pardon, aslında babam varken de benim sözüm geçer. Şimdi buradan defolup gidecek misin yoksa bunu zor yoldan mı halledelim?”

Lena ayağa kalktı ve üstüme yürümeye çalıştı. İlhan amca onu tutup geri çekerken bana bağırdı. “Tek yaptığın insanları üzmek! Biraz o çeneni kapatmak o kadar zor mu?”

Gözlerimi kıstım. Bu nasıl bir cesaretti böyle? Benden sakladıklarından sonra bu denli sesini yükseltmesi cehaletinden ileri geliyor olmalıydı.

“Asıl sen o çeneni kapalı tutacaksın. Yoksa benden sakladıkların tekrar aklıma gelir ve seni diri diri gömmek için planlar yaparım.”

Lena ürkütücü sözüme karşılık yutkundu ve homurdandı. “Senden nefret ediyorum!”

Gülümsedim. “Ben de seni seviyorum.” Tekrar Sanem’e döndüğümde yüzümü buruşturdum küçümsercesine. “Düşündüm de defolup gitmesen daha iyi. Babam uyanınca seni bir kez daha kovuşunu keyifle izlemek kulağa heyecanlı geliyor.”

Sözlerimi tamamladıktan sonra açılan ameliyat kapısıyla birlikte hepimiz çıkan doktora döndük. Doktor yüzündeki maskeyi indirdikten sonra Mehmet amcama hitaben konuştu.

“Ameliyatı şimdi bitirdik. Ancak önümüzdeki birkaç saat çok kritik. Kurşunu hastanın sırtından çıkardık. Ancak uyanıp uyanamayacağı konusunda net bir şey söyleyemiyorum maalesef. Anestezinin etkisi son bulduğunda her şey daha da netleşecek. Bunu demek istemiyorum ama yine de kendinizi her şeye hazırlamanızda fayda var Mehmet Bey.”

Duyduklarım kulaklarımın çınlamasına sebep olurken sol gözümden bir damla yaşın yanağıma doğru akıp gittiğini hissettim. Doktor uyanamama ihtimalinden mi bahsediyordu? Babamın uyanamama ihtimali mi vardı?

Etrafımdaki konuşma sesleri büyük bir uğultudan farksızken bulanıklaşan görüş açım işleri zorlaştırıyordu. Ağlıyordum sessizce. Ellerimle gözlerimi sildim. Bu sırada Bade halamın, Mehmet amcamın kollarında yüksek sesle ağladığını gördüm. Yıkılmış gibi duruyordu. Sanem ve Lena da farksızdı.

Mehmet amcamın tesellileri kulağıma çalındı. Halamı sakinleştirmeye çalışıyordu. “Bade sakin ol, Uras iyi olacak. O hep iyi oldu. Yine olacak. Biz yine bir arada olacağız, o bizi bırakıp gitmez. Ağlama.”

Halam ondan uzaklaştı ve kriz geçiriyormuş gibi sayıklamaya başladı. “Ölecek, o ölecek…” Amcam onu tutup bir hemşirenin yardımıyla uzaklaştırırken yanımdan geçmek üzere olan doktora hitaben konuştum. “Doktor bey bir kez olsun babamı görme fırsatım var mı?”

Doktor halime üzülmüş olmalı ki başını yavaşça salladı. “Çok kısa bir görüşme yapabiliriz yoğun bakımda. Ama çok kısa.”

Doktorun arkasından yürüyecektim ki Sanem seslendi. “Ben de görmek istiyorum Uras’ı.” Amacı acaba vedalaşmak mıydı? Neden o çoktan ölmüş gibi davranıyorduk? Bu çok salakçaydı.

“Ben çok kısa görüp gideceğim zaten. O zaman istediğiniz gibi ilgilenirsiniz.” Sanem’e ruhsuzca konuşup doktorun arkasından yürümeye başladım. Üstüm halen kirliydi. Bitik haldeydim. Nefret ettiğim adam ölecek diye üzülüyordum.

Dakikalar sonrasında hijyenik hastane kıyafetlerini üzerime geçirip yoğun bakım ünitesine girdiğimde adımlarım belki de ilk defa bu kadar güçsüzdü. Babama doğru yürürken ya da babamdan giderken hep fazla diktim. Şimdiyse fazla savurgan bir kırıklık hakimdi bana.

“Baba…” Yavaşça mırıldanıp yattığı yatağın kenarına oturdum. Karşımdaki manzara bir ölüden farksızdı. Koskoca Uras Ferzan solgun ve bir ölünün buz gibi bedenine sahipti. Kalbi atıyordu ama ölmüş gibiydi. Yüzünde solunum maskesi var ve kolunda damar yolu açıktı. Halen anestezinin etkisinde olmalıydı.

Peki ya hiç uyanmazsa?

“Seninle bu kadar kötü ayrılmak istemezdim. En son konuşmamızın bir kavga olmasını istemezdim.”

İstemsizce gözlerimden yine yaşlar akmaya başladığında burnumu çekip devam ettim. “Senden nefret etmiyorum. Evet, senden nefret falan edemiyorum işte. Ben hep senin sevgini istemişim aslında…”

Yutkundum. “Yıllarca annem için seninle kavga edip durdum. Belki de etmemeliydim. Olan oldu ve şimdi sen de gitmekten bahsediyorsun. Doktor ölme ihtimalinden bahsediyor.”

Kafamı iki yana salladım ve yavaşça elini tuttum. “Kötülere bir şey olmaz lafının neresini anlamıyorsun? Teknik olarak sana bir şey olamaz. Olmamalı.”

Doktorun çok kısa verdiği görüşme süresi aklıma geldiğinde yavaşça ayağa kalktım. “Şimdi gidiyorum. Hastaneden de çıkacağım. Senin bir kapı ötede ölüm haberini almak istemiyorum. Umarım o gözünü açarsın ve bana ‘gitmedi başımın belası’ sözünü ettirirsin.”

Babama son bir kez bakıp odadan çıktığımda üzerimdekileri bir hışımla çıkardım ve koridora çıktım. Kimseyle göz göze gelmeden hızlı adımlarla hastaneden çıktığımda koşarcasına sokağa attım kendimi. Soğuk hava ciğerlerime işlerken yürümeye başladım. Az ötede kaldırımın kenarına park edilmiş siyah araç görüş açıma girdiğinde alt dudağımı dişledim. Bu Alpaslan’ın arabasıydı. Gerçekten de burada bekliyordu. Beni görmüş olmalı ki aracın kapısı açıldı ve içinden o çıktı.

Ağladığımı anlamış gibi bana dertli bir şekilde baktı ve yanıma yürümeye başladı. Karşıma geçtiğinde yutkundu. “Her şey yolunda mı?”

Gözlerimi kırpıştırdım ve kafamı iki yana salladım. “Pek de sayılmaz.” Yutkundum ve karşımda duran adama sımsıkı sarıldım. Bunu geç kalmış olmamak için en azından bir kez olsun yapmak istedim. Ölüm başucumuzdan iki santim uzaktayken bir kez olsun geç olmadan ona sarılmak istedim.

Ve belki de ilk defa bir duyguyu hissettim. Alpaslan’a geç kalmamış olmayı diledim. Ona geç kalmak istemiyordum.

Belimde ve sırtımda onun ellerinin varlığını hissettiğimde bana fısıldadı. “Bu ne için?” Gözlerimden yaşlar akarken boğuk bir ses tonuyla konuştum.

“İnsanlar sevdiği kişilere sarılırlar.”

 

Loading...
0%