@_kubraakyol
|
24 Ağustos, Cumartesi. 2019 Gözlerimi açtığımda hissettiğim tek şey ağzımdaki metalik tattı. Ve sanırım bunun sebebi birkaç gündür yemek yememiş olmamdı. Su bile içmemiştim. Düşüncelerim yoğundu ve ben yeni doğmaya başlayan günle bu düşüncelerimden kurtulmaya çalışıyordum. Pencereden yatağıma sızan cılız ışığa ifadesizce bakarken telefonumun çalmasıyla irkildim. Arayan Selay'dı. Selay 17 yıldır en iyi arkadaşımdı. Aslında arkadaşım demek yetmiyordu. 17 yıl önce Bursa'dan Aydın'a taşınmak zorunda kaldığımızda, sokakta görüp tanıştığım ilk kişi Selay olmuştu. O günden beri de en az kardeşim kadar sevdiğim dostumdu. İlkokulu ve liseyi aynı sınıflarda okumuştuk. Üniversiteyi de aynı şehirde kazanmıştık fakat okumak istediğimiz bölümler farklı olduğu için birimiz İstanbul'un bir yakasında, birimiz diğer yakasında yaşıyorduk. Dört yıllık eğitim hayatından sonra Selay iki ay önce mezun olmuş, kendine bir klinik açmıştı bile. Ben ise ne yazık ki sadece tek bir ders yüzünden mezun olamamıştım. Selay telefonu ilk açtığımda bir şey söylemiş olmalıydı. Kendi içime dalmaktan onu duymamış olmam yüksek bir ihtimaldi ki bunu söylediği cümleden ve biraz telaşlı çıkan sesinden anladım. ''Alo diyorum, uyanamadın mı hala?'' Sesinde gerçekten telaşlı bir hal vardı. Ruh halini her zaman yansıtıyordu ve benim asla yapmadığım bir şeydi. Küçüklüğümden beri duygularımı hep bastırmış, asla yüzüme ve sesime yansıtmamıştım. Korku, heyecan, endişe, telaş, sevinç ne olursa olsun yüzüm ve sesim hep ifadesizdi. Ve bunu insanlara karşı kalkan olarak kullanıyordum. Yeni uyandığım için kısık çıkacağını bildiğim sesimi öksürerek biraz düzelttim ve Selay'ı yanıtladım. ''Az önce uyandım. Ne oldu bu saatte?'' ''Can'la kahvaltıya gideceğiz. Sen de gel diye aradım. Hem saat 11:00 oldu.'' Telefonu kulağımdan çekip saate baktım, gerçekten 11:00'di. Çok az uyuduğumu hissettiğim için saati en fazla 9:30 zannediyordum. ''Bu saate kadar uyudun mu?'' ''Siz gidin, benim canım istemiyor. Kütüphaneye gidip ders çalışacağım. Bu yıl vermem gereken bir ders var, malum. Biz sizin gibi mezun olamadık Selay Hanım.'' dedim biraz da olsa gülerek. ''Kahvaltıdan sonra gidersin, kütüphane kaçmıyor ya canım. Hem Ozan da gelir, beraber yeriz işte.'' ''Canım istemiyor Selay, başka zaman uyarım size. Söz.'' ''İyi peki, sen bilirsin... Görüşürüz o zaman kendine iyi bak.'' ''Görüşürüz.'' dedim ve telefonu yatağa fırlattım. Telefonumun tekrar çaldığını fark ettiğimde dolabımdan kıyafet arıyordum. Tekrardan yatağa döndüm ve telefonu elime aldım. ''Alo.'' dedim istemsizce. ''Günaydın. Nasılsın?'' ''Günaydın Ozan. İyiyim, sen?'' Ozan'la üniversiteye başladığım ilk günden beri hep yan yanaydık. Son bir yıldır da sevgiliydik. Ama ona baştan beri aşık değildim. Ona duyduğum sevgi de çok farklıydı. Ona hiç sevgilim gibi davranmamıştım. Ben onun bana verdiği huzuru ve güveni seviyordum. Ona beslediğim sevgi asla onun beklediği türden değildi. Onu, onun beni sevdiği gibi sevemiyordum. Yaptığım büyük bir haksızlıktı. Büyük bir vicdan azabı çekiyor ve Ozan'ın hayatından çalıyordum. Bunu o da biliyordu. Bana beni sevdiğini söylediğinde ona Evet seni seviyorum ama arkadaş olarak. Hayatımdan çıkmanı istemiyorum çünkü seni kaybetmek istemiyorum. Sevgiliden önce, sen benim çok sevdiğim bir arkadaşımsın. Eğer kabul edeceksen böyle kabul et. deyişim hala aklımdaydı. Onun sevgisinin ağırlığı beni boğuyordu. Bu ağırlıktan artık kurtulmak istiyordum. 'İyiyim. Bugün müsait misin? Akşam yemek yiyelim mi diyecektim. Bayadır dışarı çıkmıyoruz.'' ''Aslında kütüphaneye gidecektim. Ders çalışmam gerekiyor.'' ''Bütün gün ders mi çalışacaksın yani?'' Boşluk yaratabilirdim ama o kadar gitmek istemiyordum ki ufak bir yalan söylemek zorunda kaldım. ''Evet, belki sabahlarım. Biliyorsun bu dersi bu yıl vermem gerekiyor. Önümüzdeki yıl mezun olmalıyım.'' ''Seni özledim.'' Sıkıntılı bir nefes verdim. Pes ettim, belli ki kaçamayacaktım. ''Peki, bir boşluk yaratmaya çalışacağım. Gün içinde seni ararım.'' ''Tamam, o zaman haber bekliyorum. Görüşürüz.'' ''Görüşürüz.'' dedim ve birkaç saniye sonra telefonu kapattım. Geçemediğim dersin kitaplarını ve not tutmak için kullandığım defteri çantama atıp evden çıktım. Güneş tam tepedeydi ve havanın sıcaklığı başımı döndürmüştü. Acilen klimalı bir ortama ihtiyacım vardı, bu yüzden hızlı adımlarla otoparka gittim ve hiç beklemeden arabama atladım. Klimayı ve her zaman nostaljik şarkılar çalan, sürekli dinlediğim radyo kanalını da açtıktan sonra kütüphanenin yolunu tuttum. Hafta sonu olmasına rağmen trafik yoktu. Hava çok sıcak olduğu için insanlar evlerinde oturmayı tercih etmişlerdi belli ki. Normalde yarım saatte anca gidebildiğim kütüphaneye şimdi on sekiz dakikada gelmiştim. Hemen boş bir yere park edip, son zamanlarda huzurlu olduğum tek yere yani Aladağ Kütüphanesi'ne girdim. Burayı bir ay önce keşfetmiştim. Özel bir kütüphaneydi ama kamu kütüphaneleri gibi ücretsizdi. Aslında kütüphaneden çok bir kafeye benziyordu. Bir sürü masaya ek olarak üç tane koltuk vardı. Canınız kahve çektiğinde hemen ulaşabileceğiniz bir kahve makinesi bile mevcuttu. Burayı gerçekten seviyordum. Bugün kütüphanede diğer günlerin aksine çok kısık sesli bile olsa müzik sesi vardı. Zaten yüksek sesli olamazdı. Sonuçta kütüphaneler sessiz olmalıydı. Aslında müzik bile açılmazdı ama bugün bir istisna yapılmıştı. Sanırım Eren'in müzik açmakta bir sakınca görmemesinin sebebi içerideki kişi sayısının çok az olmasıydı. Müziğe kulak verdim. Doksanlar şarkılarından birinin çaldığını fark ettiğimde kütüphane kurallarını boş verip gülümsedim. Benim favori radyo kanalım açıktı. Çalışmak için bana en yakın olan masaya doğru ilerlerken ek bir kitaba ihtiyaç duyduğumu hatırladım ve çalıştığım dersin kitaplarının olduğu raftan epey kalın bir kitabı alıp Eren'in yanına gittim. Bilgisayarının başında yeni gelen kitapların kaydını yapıyordu. Eren kütüphane görevlisiydi. Burada olmaktan çok keyif aldığı her halinden belli olan sevimli, samimi, en fazla 18 yaşında olduğunu tahmin bir çocuktu. Buraya ilk geldiğim gün arkadaş olmuştuk. ''Kolay gelsin Eren.'' dedim. Bakışlarını bana çevirdi. ''N'aber?'' ''Aaa Ada hoş geldin. Nerelerdesin kaç gündür?'' dedi şaşkın bir ifadeyle. Bir hafta gelmemiş olmamı fark etmişti demek. Gülümsedim. ''Ohoo bunca işin varken insanların gelip gelmediğini mi takip ediyorsun sen bakalım?'' ''Aynı anda her şeyi takip edebilirim. Mesela burada hem seninle konuşuyorum hem yeni gelen kitapları kaydediyorum hem de akşam kız arkadaşımla hangi restorana gitsem diye düşünüyorum.'' Kocaman sırıttı. Ona eşlik edip ben de güldüm ve elimdeki kitabı gösterdim. ''Düşün bakalım. Düşün ama aynı anda bunu da kaydet. Hani aynı anda birden fazla şeyi takip ediyormuşsun ya. Yaz bakalım.'' Bilgisayarın ekranını gösterdi. Ada Dinçer. İmar Hukuku Dersi, 24 Ağustos 2019/Cumartesi. Elimdeki kitabı çoktan excele yazmış, bana gösteriyordu. Şaşkın bir ifadeyle baktım. ''Sana aynı anda birden fazla şeyi takip edebildiğimi söylemiştim.'' ''Tamam tamam sen kazandın.'' dedim ve gülümseyerek yanından ayrıldım. Uzun süre kitaba bakmaktan artık gözlerim ve boynum ağrımaya başladığında kafamı kaldırıp telefonumdan saate baktım. 17:50 Beş saat elli dakikadır aralıksız ders çalışmama rağmen yine hiçbir şey anlamamıştım. Sanırım bu dersi sonsuza dek geçemeyecek, asla mimar olamayacaktım. Acıktığımı hissettiğimde tam olarak söz vermiş olmasam da Ozan'a beraber yemek yiyebileceğimizi söylediğimi hatırladım. İstemeye istemeye telefonumu aldım ve onu aradım. ''Alo Ozan, neredesin?'' ''Evdeyim. İşin bitti mi yani hala kütüphanede misin?'' ''Birazdan çıkacağım. Yemek yiyecektik... Nereye gidelim?'' ''Orada güzel bir yer duydum, kütüphaneye yakın. Cold Summer diye bir yer. Oraya gidebiliriz istersen.'' ''Olur, orayı biliyorum. Ben seni orada bekleyeyim o zaman.'' ''Tamam, görüşürüz.'' ''Görüşürüz.'' dedim ve telefonumu çantama atıp kütüphaneden çıktım. Hava hala çok sıcaktı ve başım dönüyordu. Uzun süre aç kalmamam gerektiğini aklımın bir köşesine yazdım ve arabamı çalıştırıp favori radyo kanalımı açtım. Seksenlerden bir şarkı çalıyordu. Ozan'ın bahsettiği restorana giderken telefonumu telefon tutucuya koydum ve Selay'ı görüntülü aradım. Belki Can'la beraber o da yemeğe gelirdi ve beni Ozan'la baş başa yemekten kurtarırdı. Selay telefonu açtı. Dışarıda spor kıyafetleriyleydi. Saçını toplamıştı ve terliydi. Onu koşudayken yakalamıştım anlaşılan. ''Ooo Ada Hanım sen beni arar mıydın?'' ''Sanki hiç aramıyorum sen de yani.'' diye sitem ettim. Bir yandan telefonun ekranına bakıyor bir yandan da araba kullanmaya çalışıyordum. ''Tamam tamam uzatmayacağım... Bitti mi ders çalışman eve mi dönüyorsun?'' ''Evet, az önce çıktım kütüphaneden. Eve gitmiyorum Ozan'la yemek yiyeceğiz. Kütüphaneye yakın güzel bir restoran var. Sen de gelsene Can'ı da alıp.'' ''Arnavutköy'den? Ataşehir'e?'' Ona ne var bunda der gibi baktım. ''Biz gelene kadar siz çoktan doymuş, kalkmış, evlerinize gitmiş olursunuz. Daha önce haber verseydin belki olurdu.'' Yavru kedi bakışlarımla baktım ama gelemeyeceğini biliyordum. Buraya gelmeleri en az iki saati bulurdu. ''Beşiktaş'ta olduğunuzu düşünmüştüm... Neyse şansıma küsüyorum. Şimdi kapatmam lazım. Sonra konuşuruz.'' Ekrana bir sürü öpücük gönderdim ve elimi kapatma düğmesine doğru uzattım. Selay da görüşürüz dedi ve benim gibi ekrana bir sürü öpücük gönderip aramayı sonlandırdı. Ozan'ın bahsettiği restoranın önüne gelmiştim. Arabamı uygun bir yere park ettim ve restorana girdim. Şık ve lüks bir yerdi. Cam kenarında bir yere oturdum ve Ozan gelene kadar çalışabilmek için kütüphaneden aldığım kitabı masaya koyup ezber yapmaya çalıştım. Kafam çok doluydu, hiçbir şey anlamıyordum ama beklerken yapacak başka bir şeyim olmadığı için okumaya devam ettim. Yarım saat sonra Ozan nihayet gelmişti. Kitabı kapattım ve masasının kenarına ittim. ''Burada da mı çalışıyorsun?'' dedi Ozan gülümseyerek. Ayağa kalktım ve onu kucaklayıp yanaklarından öptüm. ''Hoş geldin.'' ''Hoş buldum, çok beklettim mi?'' ''Çok değil.'' dedim yerime oturmaya çalışırken. ''Ne yiyeceksin?'' ''Uzun zamandır pizza yemek istiyorum, ne dersin, nasıl fikir?'' ''Ben o kadar açım ki her şeyi yiyebilirim şu an.'' dediğimde dudaklarında küçük bir tebessüm oluştu. Garsona pizza ve beyaz şarap siparişlerimizi verdikten sonra aynı anda arkamıza yaslanıp, aynı anda konuştuk. İkimizin de sorusu aynıydı. ''Nasılsın?'' Gülümsedikten sonra konuşma sırasını verdiğini belli eden bir şekilde elini bana uzattı. ''Sen anlat.'' ''İyiyim.'' dedim kısık bir sesle. Aslında iyi değildim. ''Ama solgun görünüyorsun. Bir şey mi oldu?'' ''Yok, sadece çok açım. İyiyim yani. Sen?'' Ozan yorgun ve mutsuz görünüyordu. Yüzünde de bir şey söylemek istiyor da söyleyemiyor gibi bir ifade vardı. ''İyiyim... Aa sana bir haberim var. Birkaç hafta sonra ofisi açacağım. Bütün resmi işleri hallettim. Boş zamanlarında gel istersen. Hem iş hakkında pratik yapmış olursun hem de beraber vakit geçirmiş oluruz.'' Ozan'la aynı sınıftaydık. Çok başarılı bir öğrenciydi. Tüm derslerden hep AA alıyordu. Bölüm birincisiydi. İki ay önce mezun olmuş, diplomasını almıştı. Birkaç hafta sonra da ofisini açacağını söylüyordu. Onun adına çok mutluydum. Keşke onun duygularına karşılık verebilseydim. Keşke onun gerçek sevgilisi olabilseydim. Ama olmuyordu işte. İlk gün nasıl arkadaş olarak gördüysem hep öyle devam ediyordu. Değişeceğini de düşünmüyordum. Keşke o da beni arkadaşı olarak görseydi. Ama ben nasıl ona aşık olamıyorsam o da beni arkadaş olarak göremiyordu belli ki. ''Öyle miii, çok sevindim... Neden olmasın gelirim tabii sık sık.'' ''Teşekkürler, çok mutlu olurum.'' Verebileceğim herhangi bir cevap yoktu. Konuşmak için aklımın derinlerinde kelimeler ve cümleler arıyordum. Okuldayken böyle değildim, konuşma zorluğu çekmezdim ama nedense iki aydır kilitlenip kalıyordum. Sanırım okul kapandıktan sonra aramıza ufak da olsa bir mesafe girmişti. Ben kara kara düşünürken garson beyaz şarabı getirdi ve beni konuşma zahmetinden kurtarıp kadehlerimize şaraplarımızı koydu. ''Günün nasıldı, çalışabildin mi güzelce?'' diyerek yeni bir sohbet konusu açtı ve kadehini kadehime uzattı. Ben de onu taklit edip kadehimi uzattım ve yavaşça kadehlerimizi birbirine değdirdikten sonra büyük bir yudumu mideme gönderdim. Karnım aç olduğu için biraz midem bulanmıştı. ''Yaklaşık altı saat kitabın başından kalkmadım. İlla hafızama bir şeyler yerleşmiştir diye düşünüyorum.'' Hafifçe gülümsedim. ''Yemekten sonra tekrar giderim belki.'' ''Altı saat çalışmışsın. Bugünlük yeter. Evine gidip dinlen. Gerçekten çok solgun görünüyorsun.'' ''Biraz daha ezber yapsam fena olmaz.'' ''Ada... Vizelere, finallere ya da bütünlemeye hazırlanmıyorsun. Yetişmen gereken bir zaman dili yok. Okul bile daha başlamadı.'' ''Sadece ders çalışırken kafamdaki sesleri susturabiliyorum. Yetişmem gereken bir zaman yok evet ve ben zaten kafamı dağıtmak için ders çalışıyorum. Zamana yetişmek için değil.'' ''İyiyim demiştin.'' ''Ne?'' ''İyiyim demiştin az önce, şimdi ise kafandaki seslerden bahsediyorsun. Kafanı dağıtmaktan bahsediyorsun. Kafanın içinde olan, susması gereken, dağılması gereken şeyler ne Ada?'' Garson yine tam zamanında geldi ve beni cevap vermekten kurtarıp, pizzalarımızı servis edip ''Afiyet olsun.'' diyerek hızlıca masadan uzaklaştı. Gözlerimi Ozan'ın masmavi gözlerine dikmiştim. Cevap bekler gibi bakıyordu. ''Evet seni dinliyorum.'' Tam tahmin ettiğim gibi benden bir yanıt bekliyordu. ''Sadece yemek yemek istiyorum Ozan, lütfen. Konuşmayalım şimdi bunları.'' Alaycı bir ifade ile gülümsedi. ''Hep kaç.'' dedi ağzının ucuyla. ''Ozan.'' ''Tamam, pardon. Hadi soğutmadan yiyelim.'' Başını tabağına eğdi ve bir pizza dilimini koparıp ağzına attı. Ozan Hep kaç. derken, sorunlarımı dile getirmiyor oluşumdan değil, ondan kaçıyor oluşumdan bahsetmişti. Bunu iliklerime kadar hissetmiştim. Yanılmıyordum. Hislerimde asla yanılmazdım. Bugüne dek hiç böyle bir serzenişi olmamıştı. Elini bile tutmuyor oluşumdan bir kere bile şikayet etmemişti. Bu gece neden böyle davranıyordu? Gerilmiştim. Kadehimi aldım ve yine çok büyük bir yudum şarabı mideme indirdim. Açlık duygum bir anda gitmişti. Oysa buraya geldiğimde kurt gibi açtım. Ozan yüzüme hiç bakmadan pizzasını yemiş, yarısına bile gelmişti. Ben ise boş gözlerle onu seyrediyordum. Sonunda başını tabağından kaldırdı ve hiçbir şey yemediğimi görünce kaşlarını çattı. ''Yemek yemeye geldik diye biliyordum. Niye yemiyorsun?'' dedi ağzını silerken. Gözleri gözlerimin tam içindeydi. ''Bilmem, hoşuma gitmedi.'' ''Bir tane bile yemedin, nasıl hoşuna gitmedi?'' ''Görüntüsünü sevmedim. Evde yerim bir şeyler.'' ''Kütüphaneye gitmiyor muydun?'' ''Vaz geçtim, haklısın eve gidip dinlensem iyi olacak.'' ''Peki, kalkalım o zaman.'' dedi ve elindeki peçeteyi buruşturup tabağına attı. ''Bitirmedin ama?'' ''Doydum hadi kalkalım.'' Doymadığına emindim. Ama neden kalkmak istediğini anlayamamıştım. Yavaşça sandalyeden kalktım ve çantamı omzuma, kütüphaneden aldığım kitabı da kolumla tutup kapıya doğru yöneldim. Ozan hesabı ödemeye gitmişti ama çok bekletmeden beni yakaladı. Kapıya doğru yürüyorduk. Başım biraz dönüyordu. Yürümekte de zorlanıyordum. Kitap kolumdan biraz kaydığında Ozan kitabı tuttu. ''Bana ver, yürüyemiyorsun.'' ''Gerek yok Ozan, iyiyim.'' Ozan beni dinlemedi ve kitabı zorla elimden aldı. ''Arabaya kadar ben taşırım.'' Direnmedim ve kitabı Ozan'a verdim. ''Bu kadar inatçı olma.'' Arabamın yanına geldiğimizde arka kapıyı açıp çantamı arka koltuğa attım ve kapıyı kapatıp Ozan'a doğru döndüm. Bir şey söylemeye hazırlanıyordu. Derin bir nefes aldıktan hemen sonra sessizce nefesini verdi ve dudakları aralandı. ''Bir yıl önce sana bir şey söylemiştim Ada.'' Cümlenin devamını beklercesine baktım ve yutkundum. Ne diyeceğini tahmin ediyordum. Dizlerim titremeye başlamıştı. Lütfen söylemesin, lütfen söylemesin diye içimden yalvarıyordum. ''Bir gün sana bir kez daha seni seviyorum diyeceğim. Eğer o gün bana aynı şekilde cevap vermezsen, eğer o gün sevinçle boynuma atlamazsan, ben de seni seviyorum demezsen hayatından çıkıp gideceğim demiştim hatırlıyor musun?'' Gözlerimi sımsıkı kapadım. Lanet olsun ki bahsettiği konuşmayı hatırlıyordum. Ozan bana sadece bir kez seni seviyorum demişti. Sanırım birazdan ikincisini duyacaktım. Ama duymak istemiyordum, istemiyordum. Onu hala sevgilim gibi sevmiyordum. Ben de seni seviyorum diyemezdim. Yalan da söyleyemezdim, onu kandıramazdım. Bunu ona yapamazdım. Ama eğer söylemezsem de hayatımdan çıkıp gidecekti. Onu kaybedecektim. Onu kaybetmek istemiyordum. Ne diyeceğimi bilmiyordum. ''Hatırlıyorum.'' dedim zar zor. ''Gözlerini aç Ada.'' Açmak istemiyordum. Bu an hiç yaşanmamış gibi arabama atlayıp eve gitmek istiyordum. ''Ada gözlerini aç.'' Kirpiklerim birbirine yapışmış gibiydi. Göz kapaklarımı birbirinden ayıramıyordum. ''Ozan, ben-'' dedim gözlerimi açmaya çalışırken. Güneş Ozan'ın tam arkasındaydı ve Ozan'ın konumu yüzüme güneş ışıklarının gelmesini engelliyordu. Birazdan bir binanın arkasına saklanacak, yaklaşık beş dakika sonra da batacaktı. ''Bu akşam bunları konuşmak istem-'' Ozan sabırsızca sözümü kesip benim cümlelerimi uzayda bir yerlere savurdu ve şu an hiç duymak istemediğim o iki kelimelik cümleyi çok yorgun bir şekilde fısıldadı. ''Seni seviyorum.'' Bana bir asır gibi gelen süre boyunca hiçbir şey söyleyemeden sadece gözlerinin içine baktım. Doğruyu söylemek istemiyordum, yalan söylemek istemiyordum. Hiçbir şey söylemek istemiyordum. ''Bir şey söylemeyeceksin değil mi?... Yine.'' Gözümden bir yaş aktı. Başımı iki yana salladım. Ufak bir iç çekti. Ağlamıyordu. Belki de kendini buna çoktan hazırlamıştı. Kafasının içinde benimle bu konuşmayı kaç kez yapmıştı acaba? ''Tamam... Anladım.'' dedi sessizce. ''Bu şekilde devam edemem, edemeyiz.'' Ayrılıyor muydu benden? ''Ben çok yoruldum Ada... Evet, sana çok aşığım ama daha fazla beni sevmeni bekleyemem. Özür dilerim... Hoşça kal.'' Konuşmayı hiç bilmeyen biri gibi susup kalmıştım. Sanki bütün kelimeler ve cümleler ağzımdan çıkmamak için direniyordu. Dudaklarımı aralasam da bir şey söyleyememiştim. Ozan yavaşça arkasını döndü ve yavaş adımlarla arabasına doğru ilerledi. Asıl özür dilemesi gereken kişi bendim. Onu sevmediğim halde dört yılını çalmıştım. Dört yılını benim için harcamıştı. Çaresizce onu sevmemi beklemişti. Ben dünyanın en bencil insanıydım. *** ''Ada, sen gitmemiş miydin?'' dedi Eren bugün beni ikinci kez kütüphanede görmenin şaşkınlığıyla. Ozan'la ayrıldıktan sonra ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilememiş, kendimi tekrar buraya atmıştım. Aslında eve gidecektim. Ama kafamın içinde o kadar çok şey vardı ki onlardan ancak ders çalışarak kurtulabilirdim. Direksiyonum da sağ olsun beni buraya getirmişti. ''Yemek yemeye gitmiştim. Kapatıyor musun yoksa?'' Normalde en geç akşam altıda kütüphaneden ayrıldığım için buranın kaçta kapandığını bilmiyordum. Saat şu an 20:25'ti. Ozan'la ayrılalı otuz yedi dakika olmuştu. ''Aaa çok kırıldım. Kaçta kapattığımızı bilmiyor musun?'' Hayal kırıklığına uğramış gibi gözlerini devirdi. Küçük bir çocuk gibi dudağımı aşağı sarkıtıp başımı iki yana salladım. ''Hayır.'' ''Kırk dakika sonra kapatıyorum.'' Demek kapanış saati 21:00'dı. Eren burada kalmak istediğimi anlamış olacak ki konuşmaya devam etti. ''Ama bugünlük sana tolerans gösterebilirim. Belli ki eve gitmek istemiyorsun.'' Eve gitmek istemediğimi nasıl anladığını öğrenmek için ona sorgulayan bir bakış attım. Anladığını anladığımı bakışlarımdan anlamış, yeniden konuşmaya başlamıştı. ''Şimdi diyeceksin ki nasıl anladın. Şöyle anladım; ağustos ayındayız, hava 33 derece. Burnunun ucu soğuktan kızarmayacağına göre ağladığın için kızarmış. Buradan çıkarken bir şeyin yoktu. Çıktıktan sonra bir şey olmuş. Sen de eve gitmek istemedin. Tekrar buraya geldin? Yanlış mıyım?'' Kelimesi kelimesine doğruydu. ''Vay vay vay karşımda yerli Sherlock varmış da haberim yokmuş.'' dedim ve sırıttım. ''Dedektiflikle işim olmaz. Doktor olacağım ben.'' dedi kendinden emin bir sesle. ''Eh, sadece detayları seviyorum ve iyi bir karakter analizciyim o kadar.'' Neden ağladığımı sormayıp beni açıklama yapmak zorunda bırakmadığı için içimden ona minnet duygularımı gönderdim. Detaycıydı ama insanların özel hayatına mesafeliydi. Merak duygusu genel üzerineydi anlaşılan. Özele karışmıyordu. ''Harika, peki bana ne kadar tolerans tanıyacaksın?'' ''Saat şimdi 20:30. Yaklaşık bir saat daha vaktin var. Eh ben de çok duramam, gitmem gereken bir evim var sonuçta.'' dedi omuz silkerken. ''Sen kız arkadaşınla buluşmayacak mıydın?'' dedim bir anda. Sabah geldiğimde, akşam kız arkadaşımla buluşacağım demişti. Unutmuştum. Yeni aklıma gelmişti. ''Erteledik Adacığım merak etme. Planım senin yüzünden bozulmadı yani.'' ''O zamannn ben çalışmaya geçiyorum.'' dedim ve kahve makinesinden bir kahve alıp masalara doğru ilerledim. Boş bir masaya oturduğumda gözüme ilk çarpan şey tam karşımda duran, bal rengine benzeyen açık kehribar gözler oldu. Badem şeklindeki gözlerinin sahip olduğu bakışları keskin ve deliciydi. Çok karakteristik bir çenesi ve şaşkınlık yaratacak mükemmellikte bir burnu vardı. Dudakları ne ince ne dolgundu ve yanaklarıyla harika bir uyum içindeydiler. Kahverengi saçları her kızın önünde eğileceği türden hafif uzun, dalgalı ve dağınıktı. Kirli sakalları buğday rengi olan tenini kapatmaya yetmişti. Oldukça yakışıklı olmasına rağmen bu durumdan bir haber yaşıyordu sanki. Bir aydır buraya geliyordum ama onu ilk kez görmüştüm. Burayı yeni keşfetmişti demek ki. Masasında dizüstü bilgisayar vardı ve dikkatlice ekranı izliyordu. Dağılan dikkatimi tekrar toplamaya çalıştım ve düşüncelerimi tekrar dersime verdim. Hiçbir şeyi düşünmemem gerekiyordu. Düşünürsem düşerdim. Düşersem kimse kaldırmazdı. Sadece ders çalışmalıydım. Durmadan, hiç durmadan ders çalışmalıydım. Önümdeki kitaba iyice yoğunlaştığımda Eren yine favori radyo kanalımı açtı. Kısık seste doksanlar çalıyordu. Sesini açsa da olurdu, sadece iki kişiydik. Ben halimden memnundum. Tam karşımda oturan bal gözlü çocuğun da rahatsız olacağını düşünmüyordum. *** ''Ada... Ada uyan... Adaaaa.'' Eren'in derinlerden gelen sesiyle başımı masadan kaldırdım ve uykulu gözlerle ona baktım. Uyuyakaldığıma inanamıyordum. En son ezber yaptığımı hatırlıyordum. Ne zaman başımı masaya koymuştum da uyumuştum. Eren şaşkın gözlerle bana bakarken dirseğimi masaya, yanağımı da elime yasladım ve esnedim. ''Kızım insanlar barlarda, gece kulüplerinde sızar sen kütüphanede sızıyorsun ya.'' Saate baktım. 23:00. Yuh. Apar topar kitaplarımı ve defterimi masadan toplayıp hızlıca kalktım. ''Eren çok çok özür dilerim gerçekten. Benim yüzümden çıkamamışsın.'' ''Sorun değil Ada özür dilemene gerek yok.'' ''Offf nasıl oldu anlamadım, gerçekten kusura bakma.'' ''Hadi Ada, hadi. Evine git de uyu.'' Günün sonunda nihayet yatağımdaydım. *** 9 Eylül, Pazartesi Kulağımın tam dibinde çalan telefonumun sesiyle uyandım. Selay beni aramak için yine sabahın körünü seçmişti anlaşılan. Oflaya oflaya telefonumu elime almaya çalışırken yatakta doğruldum. Ekrana baktım, kayıtlı olmayan bir numaraydı. Sesimi düzelttim ve telefonu yanıtladım. ''Alo.'' dedim temkinli bir sesle. ''Merhaba, Ada Dinçer ile mi görüşüyorum?'' O an hayatımda duyduğum en huzurlu ses kulaklarımı yokladı. Ninni gibiydi. ''Evet, buyurun benim.'' ''Aladağ Kütüphanesi'nden arıyorum. Rahatsız ettiğim için kusura bakmayın.'' Aladağ Kütüphanesi'nden beni sadece Eren tanıyordu. Ama ses Eren'e benzemiyordu. Hem Eren bana sadece Ada diyerek hitap ederdi. Resmi konuşmazdı ki. Belki de kütüphanenin sahibi aramıştı. ''Sorun değil, buyurun.'' dedim kuru bir sesle. ''24 ağustosta bir kitap ödünç almışsınız.'' 24 Ağustos. On altı gün önce. Ozan'ın benden ayrıldığı gün. ''On beş gün geçmiş yani bugün on altıncı gündeyiz. Kurallar gereği bugün teslim etmeniz gerekiyor. Aksi halde cezalı duruma düşeceksiniz.'' Kitap kelimesinin yanında bir soru işaret belirdi. Hangi kitaptan bahsediyordu? ''Hatırlayamadım. Adı neydi acaba?'' ''İmar Hukuku Dersi.'' Elimle alnıma vurdum. Ben o kitabı aldığımı bile unutmuştum. Kim bilir neredeydi. Bugün bulup teslim etmem gerekiyordu. ''Çok affedersiniz beyefendi, tamamen unutmuşum. Bugün gelip teslim edeceğim.'' ''Teşekkürler, iyi günler.'' dedi ve telefonu kapattı. Evin altını üstüne getirmiştim ama kitap yoktu. Nereye koyduğumu asla hatırlamıyordum. Aldığımı hatırlıyordum, sonra ne olmuştu? Ne olmuştu? Olmadık bir yere bile koymuş olabilirdim, bu yüzden gardırobumun neredeyse hiç kullanmadığım çekmecesini açtım. İçindekileri karıştırırken görmeyi beklediğim şey asla Ozan'ın ceketi değildi. Afalladım. On beş gündür ona ait hiçbir şey görmemiştim. Onu da görmemiştim. Sesini duymamıştım. Ona dair hiçbir şey yoktu. Şimdi çekmecedeki ceketi onu hatırlatırcasına bana bakıyordu. Bakmamalıydı. Ceketi ona geri vermek üzere çekmeceden aldım ve ayağa kalmaya çalıştım. Başım dönmüştü. Yavaş hareketlerle yatağa oturdum. Ceket kucağımdaydı. Kim bilir ne zamandır benim çekmecemdeydi ama hala onun gibi kokuyordu. Zaman geçse de silinmemişti. Yağmur başlamıştı. Cama vuran yağmur damlalarının sesiyle birlikte bakışlarımı pencereye çevirdim. Odaya gri renkler sinmişti. Huzursuzlanmıştım. Siyahı ve tonlarını sevmeme rağmen yağmurun geldiğini haber veren gri bulutlardan hoşlanmıyordum. Mavi gökyüzünün grileşmesi büyük hüzündü benim için. Gökyüzü mavi kalmalıydı çünkü mavi umuttu. Gerçi bir yerlerde maviyi yaşasam da aslında hep siyahtım. İroniyle dolu bir kişiliğim vardı. Yağmur bulutlarını sevmezken yağmura aşıktım. Yağmur beni en iyi anlatandı, benim tanımımdı. Yağmurlu günleri seviyordum. Ozan da biliyordu. Çoğu zaman taşıyabileceğimin üzerinde yük biniyordu omuzlarıma. Engel olunamaz gerçekler, üstesinden gelinemeyecek acılar gelip çarpıyordu yüzüme. Ama buna rağmen derdime ortak olmasını, yükümü paylaşmasını, elimden tutup beni kör kuyulardan çıkarmasını istediğim birisini aramamıştım. Belki gerek duymamıştım ama bir gün güveneceğim o liman Ozan adıyla hayatıma girmişti. Ve fark etmeden hayatımı doldurmuştu. Şimdi ise yoktu. On beş gündür hiç düşünmediğim Ozan'ı düşünüyordum. Beni terk etmesi vicdanıma su serpmiş, kendi hayatına bakacak olması ve onu onun beklediği şekilde sevmeyen birini hayatından çıkarması derinlerde bir yerlerde beni mutlu etmişti. Ama tüm bunlar bir yana onu bir arkadaş olarak gerçekten çok seviyordum. Çünkü ciddi anlamda müthiş biriydi. Ve ben onu kaybetmiştim. Arkadaş olarak devam edemezdik çünkü beni seviyordu. Son günümüzü hatırladım. O gün hızlı karelerle gözlerimin önünden geçerken bir fotoğraf karesi tam önümde durdu. Kütüphaneden aldığım kitap Ozan'ın elinde duruyordu. O gün arabaya giderken başım dönmüştü ve kitabı Ozan'a vermiştim. Daha doğrusu iyi görünmediğimi söyleyip kitabı elimden zorla o almıştı. Ceketi geri vermek, kitabı da geri almak zorundaydım. Hiç istemiyor olsam da onunla iletişime geçmem gerekiyordu. Derin bir nefes alıp cesaretimi topladım ve telefonumu alıp Ozan'ı aradım. |
0% |