@_kubraakyol
|
Deniz "Nasıl yani?" dedi ayağa kalkarak. Kaşlarını çatmış bana bakıyordu. "Abi bu çocuk tüm resmi kayıtlarda ölü olarak görünüyor. Mezarı bile var. Nasıl oluyor bu? Ne demek mezar boş?" Ne hissedeceğimi bilmiyordum. Sevinsem mi üzülsem mi bilmiyordum. Aklım allak bullak olmuştu. Midem bulanıyordu. Savaş ölmemişti ama birileri öldüğünü düşünmemizi istiyordu. Babam böyle bir şey istemiş olabilir miydi? Başımı iki yana salladım ve bu düşünceleri savurdum. Neden böyle bir şey istemiş olabilirdi ki? Bunun için hiçbir sebep yoktu. "Deniz inan bana ben de anlam veremedim. Anlaşılan birileri Ada'nın kardeşini öldü diye göstermek istiyor. Ama neden?" Dudaklarımı oynattım ama sesim çıkmamıştı. "Bilmiyorum." "Aklınıza bunu düşünmenizi isteyecek biri geliyor mu?" "Hayır." dedim titreyen bir sesle. "Şimdi ne yapacağız?" "O dönemin nüfus müdürüne, belediye sorumlularına ulaşmamız gerekiyor. O dönem mezarlıkta çalışan kişiyi bile bulmamız lazım. Yasal değil. Kim yaşayan birini öldü olarak gösterdi, kim göz yumdu, Savaş Dündar ölmediyse nerede? Bunları öğrenmemiz gerekiyor." "Ne kadar sürer peki Serhat abi? Ne kadar beklememiz gerekiyor?" "Deniz biliyorsun seni çok severim ama size net bir zaman veremem. Ama emin olun öne çekeceğim soruşturmayı." Deniz yanaklarını şişerek nefes verdi. "Anladım abi. Peki şimdi bizim yapmamız gereken bir şey var mı?" "Yok oğlum. Yapmanız gereken tek şey maalesef beklemek." "Anladım. Bizi haberdar edersin o zaman Serhat abi." dedi Deniz ve telefonunu kapattı. Yaşadığım şoku hala atlamamıştım. "O yaşıyor mu yani?" dedim fısıltıyla. "Bilmiyorum Ada." "Kim neden yapsın ki böyle bir şeyi? Neden ona ait bir mezar var Deniz? Neler oluyor?" dedim ve ayağa kalktım. "Ben anlamıyorum, gerçekten. Yani gerçekten neden? Çok saçma... Babam kardeşimi aldı götürdü. Sonra ne oldu? Nereye gittiler? Kardeşimin neden boş mezarı var?" "İnan bana tahmin yürütemiyorum. Kardeşin yaşıyorsa sahte kimlik mi kullanıyor mesela? Resmi işlerini nasıl yapıyor? Gerçek kimliğini kullansa illaki bir yerde takılırdı." "Aklımı yitireceğim Deniz. Tüm bunlar neden benim başıma geliyor?" Ben olayın duygusal yanıyla boğuşurken Deniz mantıksal yönünü anlamaya çalışıyordu. Henüz resmi boyutunu düşünmek istemiyordum. Kalbimi parçalara ayıran bu olayın önce ruhsal tamirini yapmak istiyordum. "Ssh tamam sakin ol." dedi Deniz. "Hepsinin cevabını bulacağız. Sadece zamana ihtiyacımız var. Sen iyi misin?'' Dışarıdan nasıl göründüğümü gerçekten bilmiyordum ama içimde bir katliamı andıran sesler vardı. Gürültü, karmaşa, kaos, feryatlar ve çığlıklar. İçimde annesinin kucağından koparılan bir bebek ağlıyordu, aslanın pençelerinde son nefesini veren bir ceylan çığlık atıyordu. Şehrin göbeğine atılan bir bombanın sesi içimde yankılanıyordu. Talan olmuştum. Tüm benliğim ruhumun oluklarından sızıyordu. İçimdeki sızıyı ve çığlığı bastırmam gerekiyordu ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. "Ben neden bu cehennemde yaşamak zorundayım?" dedim sessizce. Bu soruyu aslında kendime sormuştum ama Deniz beni yanıtlamıştı. "Neler olduğunu öğreneceğim Ada." dedi ve yanıma gelip tam önümde durdu. "Ben neden bunları yaşıyorum? Bunları hak edecek ne yaptım? Niye bu bilmecelerle uğraşıyorum? Kimin ahını aldım? Benim ne günahım vardı? Ne suçum vardı?" Gözyaşlarım yanaklarımı istila ederken nefessiz kalacak kadar ağladığımı fark ettim. Hıçkırıklarım boğuk sesime karışırken Deniz beni kollarıyla sardı. ''Annemi çok özledim.'' dedim nefes almaya çalışarak. ''Savaş'ı çok özledim. Ve biliyor musun ben, ben babamı bile özledim Deniz. O benim elimden her şeyimi aldı ama ben onu bile çok özledim. Beni, benim güzel kızım diye sevmesini, bir bacağına beni, bir bacağına Savaş'ı oturtup bizi doyasıya öpmesini, saçlarımı okşamasını, bana masallar anlatmasını, her korktuğumda bana sarılmasını, ağlarken beni kucağına alıp sakinleştirmesini.'' Bir an başımın döndüğünü hissettim. Çünkü ne zaman ağlasam babam beni kocaman kollarıyla sarardı, ona teslim olurdum ve sakinleşip susardım. Şimdi aynı şeyi Deniz yapıyordu. Yıllardır beynimin bir köşesinde gizli saklı duran bu duygu şimdi Deniz'le beraber açığa çıkmıştı. Deniz'in kollarında da sakinleşiyordum, ona teslim oluyordum, korkularım geçiyordu. Babamdan sonra bana bunu yaşatan ilk kişiydi. Babamın ve Deniz'in bu ortak yönünün farkındalığını yaşarken, başka bir acımasız gerçek, silahtan çıkan bir kurşun gibi ansızın kalbimin ortasına yerleşti. Bir ortak yönleri daha vardı. Babam gitmişti ve bir gün Deniz de gidecekti. Bu gerçekle yüzleşmek istemiyordum. Bacaklarımın aşağı doğru çekildiğini hissettiğimde Deniz düşmeme izin vermedi ve bana daha sıkı sarıldı, ona daha sıkı sarıldım. Hiçbir şey söylemiyordu. ''Annem gitti, Savaş gitti, babam gitti. Bir gün sen de-'' dedim ama cümlemin devamını getiremedim. Bu gerçeği yok saymak istiyordum, ağzımdan o harflerin çıkmasını, kulağımda o cümlenin yankısını duymak istemiyordum. Çünkü artık gitmesini istemiyordum. Islak kazağını parmaklarımın arasında sıktığımda Deniz'in elleri belimde geziyordu ve parmakları tenime gömüldü zannettim. ''Ada.'' dedi başımı öptükten sonra. ''Sus.'' Başımı göğsünden ayırmadan yukarı kaldırdım. Gözleri kapalıydı. ''Ağlamandan nefret ediyorum.'' Parmaklarını belime o kadar sıkı bastırıyordu ki bir an iç organlarıma dokunacağını sandım. Bir süre öyle durduktan sonra Deniz canımın yandığını hissetmiş olacak ki kollarını üzerimden çekti ve yüzümü ellerinin arasına aldı. ''Ada, nefes al.'' Nefes alamıyor muydum? Bunu fark edemeyecek kadar bilincimi yitirmiş miydim? ''Nefes al Ada.'' Kulağımda hıçkırıklarım yankılanıyordu, içimde balon varmış gibi hissediyordum. Sanki aldığım soluk ciğerlerimi değil o balonu şişiriyordu. Gerçekten de nefessiz kalmıştım. Deniz beni yürüttü ve az önce içinde bulunduğumuz havuzun yanı başına oturttu. Avuç içlerimi yere yapıştırdım ve yerden destek aldım. Ne yapacağını merak ederken bir avcuna doldurduğu suyla yüzümü yıkadı. İyi gelmişti. Su. Bana iyi geliyordu çünkü ben adaydım, topraktan oluşuyordum ve su beni beslerdi. Çorak arazilerim suyla büyür, suyla yeşillenirdi. Deniz. Deniz de suydu. Hatta ihtiyacım olandan daha fazla büyüklükte bir suydu. Beni besliyordu, büyütüyordu. Ve bir gün olmayacaktı. Ben yeniden verimsiz bir vadiye dönüşecektim. ''İyi misin?'' dedi yüzümü ikinci ya da üçüncü kez yıkarken. Başımı çevirip boş gözlerle baktım. Ne hissettiğimi bilmiyordum. "Ben." dedim öksürerek. Utanmasam içimdeki bütün kötülüğü, acıyı, zehri, yalnızlık hissini ve terk edilmişliği şimdi burada kusacaktım. "Ben kocaman sevgilerin eksikliğiyle büyüdüm. En mutlu olduğum günlerde ve -bak burası daha kötü- en mutsuz olduğum günlerde kimseye sarılamadım. Annem, babam yoktu. Çok isterdim biliyor musun? Annemin ve babamın benimle gurur duyduğu bir anımın olmasını. Ama olmadı. İkisi de gitmeyi tercih etti." Yavaşça ayağa kalkarken Deniz bana destek oldu ve kalkmama yardım edip iki yanımdan ellerini aşağı indirerek ellerimi sıkıca kavradı. "Geçmişte yaşadıklarını değiştiremem ama en azından kardeşini bulmana yardım edebilirim. Sırf bu yüzden hayata tutunmak zorundasın Ada. Anlıyor musun beni?" "Onu bulamayacağım. Babamdan nefret ediyorum, onu bulamayacağım.'' dedim asıl konuya dönerek. ''Her zaman kendini kötü sona mı hazırlarsın? Bak ne düşündüğünü tahmin edebiliyorum. Endişelenme. Ne olduğunu çözeceğiz.'' ''Endişelenme mi? Ben endişelenmeyecek bir şey göremiyorum Deniz. İçim öldü, şu halime bak.'' dedim korkuyla. ''Kardeşim öldü sanıyorum, sonra bir öğreniyorum ki mezarı boş. Ne hissedeceğimi bile bilmiyorum artık.'' ''Ada inan bana her şey düzele-'' ''Ben artık her şeyin düzeleceğine dair olan inancımı yitirdim. Lütfen bana umuttan bahsetme. Oturdum, dibe vuruşumu izliyorum.'' ''Dibe vurduğun falan yok. Sen güçlüsün Ada. Sana söz veriyorum Savaş'ı bulacağız.'' ''Sorun tamamen Savaş değil Deniz anlatamıyor muyum? Komple kaybetmişim ben. Daha doğuştan. Beni annemin kucağına verdikleri ilk an kaybetmişim.'' dedim şezlonga doğru yürüyerek. ''Savaşmıyorsun, kaybettim diyorsun. Ada sağlıklı düşünemiyorsun.'' ''Savaşmayı denemedim mi sanıyorsun? Gücüm yok, anladın mı?'' dedim sessizce ve ardından yüksek sesle devam ettim. ''Gücüm yok.'' Deniz bana ulaşıp ani bir hareketle beni kendine çevirdi ve nazikçe kollarımdan tuttu. ''Savaşmaktan kastın ne Ada, anlatır mısın?'' ''Her gün uyanıyorum Deniz. Bu kendime karşı verdiğim en büyük savaş.'' ''Kendine karşı mı? Hmm peki, hayata karşı verdiğin savaş ne? Hiç nefretini yenmeyi denedin mi?'' dedi ellerini kollarımdan çekerek. ''Nefretimi yenersem kendimi affetmem. Çünkü o adam-'' ''İşte, sen tam olarak burada kaybediyorsun. Bu sana daha çok acı vermekten başka bir işe yaramaz.'' ''Deniz sana anlattım, beni anlamanı beklemiyorum ama lütfen onu affetmemi bekleme benden.'' ''Ada.'' dedi yorgun bir sesle. Sözünü kestim. ''Sen kendini affedebiliyor musun? Bana affet diyorsun ama ya sen? Sen neden hala içinde kocaman bir nefretle yaşıyorsun? Hem de kendine karşı bir nefretle!" dedim bağırarak. Sesim yankı yapıyordu. ''İkimizin durumu farklı Ada.'' dedi Deniz, benim aksime sessiz konuşuyordu. Bir an bir şey düşünüyormuş gibi elini şakağına götürüp parmaklarıyla orayı birkaç kez sıktı. ''Kendin söylüyorsun bak, ben yaptığım hata yüzünden kendimden nefret etmekte haklıyım. Ama sen babanın yaptığı bir hata yüzünden hayatı kendine zindan ediyorsun. İnsan bir başkasını affedebilir ama kendini affedemez. Yani sen babanı affedebilirsin ama ben kendimi affedemem. Beni biraz da olsa anlamanı istiyorum.'' ''Babamın yaptığı o hata benim annemin ölümüne sebep oldu Deniz. Aldı Savaş'ı, çekti gitti. Bir daha ne yüzünü gördüm ne de sesini duydum. Nasıl affetmemi bekliyorsun? Onu asla affetmeyeceğim. Ondan nefret ediyorum. Ne yaşadıysam hepsinin sorumlusu o.'' ''Hepsinin sorumlusu babansa neden tüm yükü kendin çekiyorsun? Neden yapmadığın bir şey için sanki suçluymuşsun gibi kendini cezalandırıyorsun?'' ''Bunu bana sen mi söylüyorsun?'' Gözyaşlarım yavaş yavaş yanağımdan akarken boğuk sesimle hıçkırmaya başladım. ''Bunu bana Cemre'nin ölümünden kendini sorumlu tutan ve sırf bu yüzden yıllardır kendini cezalandıran Deniz mi söylüyor?'' Deniz bir şey söyleyecekmiş gibi dudaklarını araladığında ne söyleyeceğini bekledim. Bir şey söylememişti, o cevap vermeyince ben tekrar devam ettim. ''Yüzleşememişsin bile sen, veda edememişsin ki. O kadar korkuyorsun ki yüzleşmekten ve kendine itiraf etmekten, kazadan bahsederken Cemre'nin adını bile anmıyorsun.'' ''Cemre'ye hala kızgınım.'' dedi yorgun bir sesle. Böyle bir cevap vereceğini hiç beklemiyordum. Cevap veremedim, bu sefer konuşma sırası ondaydı. Ben susacaktım Deniz konuşacaktı. ''Adını anamıyorum çünkü lanet olsun ki ona kızgınım. Evet o öldü, hem de benim sebep olduğum bir kaza yüzünden öldü ama onu bir türlü affedemiyorum." Soran gözlerle baktım. "Hamileymiş, bir bebeğimiz olacakmış.'' Deniz'le ilk kez bu konuyu konuşuyor olsak da bunu biliyordum, Eren'den ilk duyduğumda üzülmüştüm ama Deniz'den duyduğumda içimin bu kadar sızlayacağını hiç tahmin etmemiştim. ''Bunu benden saklamış, bebeğimi benden saklamış Ada. Ne zaman öğrendim biliyor musun? Bebeğim öldükten sonra. Sanki sadece kendine ait bir şeymiş gibi, sanki beni ilgilendirmiyormuş gibi onun ölümüne karar vermiş.'' dedi hemen arkasındaki kolona yaslanarak. "Bu onun tek başına verebileceği bir karar değildi. Sadece onun değil benim de söz hakkım vardı. O bebek benim de bebeğimdi. Bunu nasıl yapabilir? Bana da ait olan bir parçadan nasıl öyle kolay vazgeçebilir? Bunu benden nasıl saklar?" Başını yukarıya kaldırdığında çok güçsüz göründüğünü fark ettim. ''Eğer söyleseydi böyle olmazdı.'' ''Eğer söyleseydi.'' dedim konuşmaya karar verdiğimde. Yanına ilerledim ve tam önünde durdum. ''Eğer söyleseydi aldırmasına izin vermez, o bebeğin doğması için her şeyi yapardım. Hatta belki şu an Cemre de hayatta olurdu. Bilmiyorum.'' Deniz'in, bebeğiyle ve Cemre'yle yaşadığı bir hayatı düşündüm. Biri göğüs kafesimdeki kemikleri kırmış da o kemikler kalbimi parçalamış gibi hissetim. ''O benden hem bebeğimi hem de baba olma hakkımı aldı.'' Eğer doğsaydı o bebeğin çok güzel olacağını düşündüm. Çünkü Cemre'nin kalemle özene bezene çizilmiş gibi kusursuz bir güzelliği vardı. Deniz'i ise anlatmaya gerek yoktu. O bir erkeğin dünyadaki en güzel haliydi. ''Kaza olmasaydı.'' dedim ve ağlamaktan çatallaşmış sesimi öksürerek düzelttim. ''O gün Melis Cemre'yi sizin eve getirebilseydi onu affeder miydin?'' ''Bilmiyorum, düşünmedim.'' dedi ve başını indirip gözlerime baktı. ''Affederdin.'' dedim net bir sesle. ''Çünkü sadece ona kızgındın, onu sevmeyi bırakmamıştın. Belki de hala bırakmadın.'' ''Ada, Ada, Ada.'' dedi üç kez adımı tekrarlayarak. Ve başını sağa sola salladı. ''O kadar toysun ki yanlış ihtimaller üzerinde duruyorsun. Hiçbir şeyi görmüyorsun.'' ''Neyi görmüyorum?'' dediğimde cevap vermek yerine beni o kadar kısa bir sürede çevirip kolona yaslamıştı ki dengemi kaybetmiştim. Deniz bir eliyle beni belimden tuttu ve kendine yapıştırdı. Neden yer değiştirdik sorusu beynimde anında cevabını bulurken diğer eliyle çenemden tutup yüzümü hızla ve canımı yakacak kadar sertçe yüzüne doğru çekti. ''İşte bunu.'' dedi ve dudaklarını dudaklarımın üzerine bıraktı. Bunu beklemediğim için hafifçe inlediğimde Deniz çoktan büyük bir açlıkla beni öpmeye başlamıştı. Bu zamana kadar ki öpüşleri yumuşakken şimdi neden böyle öptüğünü anlamıyordum. Neredeyse canım yanacaktı. İçimden bir ses Yapma, ona teslim olma. Siz iki yaralı ruhsunuz, birbirinizi iyileştirmek bir yana birbirinizde yeni yaralar açacaksınız. diyordu. Diğer ses ise Ruhun, kalbin, zihnin onun yanında şekilleniyor, görmüyor musun? Sen ona aitsin ve ona ait olacaksın. diyordu. İlk ses haklıydı. Bizim ikimizin de yaraları vardı. İkimizi yakan da dağıtan da aynı şeydi. İkimiz de geçmişlerimizden yaralıydık. Birbirimizi iyileştiremeyeceğimizi biliyordum, hatta birbirimizde açtığımız daha büyük yaralarımız olacaktı. Ama o sesi dinlemedim. İkinci sese kulak verirken kollarımı ait oldukları yere, Deniz'in boynuna sardım. Kolları belimi tamamen sardığında beni havaya kaldırdı. Boylarımız aynı hizaya gelmişti. Yüzünü sadece bir süreliğine benden uzaklaştırdığında adını fısıldadım. Verdiği ara o kadar kısa sürmüştü ki sadece tek nefes alabilmiştim. Beni yeniden öpmeye başladığında şezlonga doğru yürüdüğünü hissettim. Gözlerimi açmak istemiyordum, sanki gözlerimi açarsam yaşadığımız anın büyüsü bozulacaktı. Kalp atışlarımın dışarıdan bile görünecek şekilde şiddetli attığını hissettiğimde Deniz durdu ve beni sakince şezlonga yatırıp yanıma uzandı. Umarım bizi kimse görmüyordur diye düşündüm. Beni öpmeyi bir an bile bırakmamıştı. Ne zaman duracağını düşündüm. Durmayacaktı. Çünkü o haklıydı, bizim aramızda bir sınır yoktu. Daha ben çizdiğim an görünmez bir silgi o sınırı silmişti. O silgiyi ve bizi bu kadar yakınlaştıran şeyi düşündüm. Bir cevap bulamamıştım. Çok tuhaftı çünkü kendimle beraber Deniz'i de içimde taşıyordum. Kendi dertlerim yetmiyormuş gibi Deniz'in dertlerini da sahiplenmiştim. Üzüntülerini kalbimde taşıyordum, kaygılarını hücrelerimde taşıyordum, acılarını ruhumda taşıyordum. Aynı şeyi o da yapıyordu. Ama bu yanlıştı. Bir gün gideceğini bile bile bana artık bunları yapmasını istemiyordum. Tüm bunlara izin vermek istemiyordum. Kulağım uğuldadı, o ilk ses beynimin içinde yankılanıyordu. Durmalıydım. Telaşla yüzümü yana çevirdim. "Deniz dur." dedim kesik bir nefesle. "Dur lütfen." Deniz yüzünü biraz uzaklaştırdığında gözlerine baktım. Bal rengi gözlerinin yerini siyah bir gölge almıştı. Ağzını araladığında uzun bir şeyler söyleyeceğini düşündüm ama nefes nefese kalan ciğerleri onu "Ada." demekten öteye geçirememişti. Bir şeyler söylememi bekler gibi bakıyordu. Bir cevap aradığına emindim. Saçlarından yüzüme su damlamıştı. Ona verecek bir cevabım yoktu. Ne düşündüğümü, ne hissettiğimi, ne istediğimi bilmiyordum. Bildiğim tek şey durmamız gerektiğiydi. "Beni her istediğinde öpemezsin." dedim. Bu cümle, söylemeyi düşündüğüm bir cümle değildi. Deniz kolunu boynumun altından çekip telaşla doğruldu, gözlerinde bir anlam aradım ama o siyah gölge hala dağılmamıştı. Dudakları şaşkınlıkla aralandığında ben de doğruldum. "Seni her istediğimde öpseydim, dudaklarım dudaklarından bir an bile ayrılmazdı." Bu ani itirafı karşısında bir bez bebek gibi önüne yığılacağımı düşündüm. Kulağımdaki uğultular çınlamaya dönüştüğünde dudaklarım şaşkınlıkla aralandı ama sustum. Gözbebeklerimin bile büyüdüğüne emindim. Ne diyeceğimi bilemeden hızla kalktım ve asansöre doğru koşmaya başladım. Sana alıştım demişti, alışmamalıydı. Beni unutacağını bile bile neden bana alışıyordu? Ben hayatından çıktıktan sonra acı çekmek mi istiyordu? Derdi neydi? Hem Seni her istediğimde öpseydim, dudaklarım dudaklarından bir an bile ayrılmazdı. da ne demekti? Beni hep öpmek mi istiyordu? Odaya döner dönmez banyoya girdim ve ıslak kıyafetlerimi çıkartıp kuru kıyafetlerimi üzerime geçirip aynadaki yansımama baktım. Korkunç ve berbat görünüyordum. Yorgunluk, korku ve stresin getirdiği bir görüntü vardı. Kırmızı gözlerim, gözlerimin etrafındaki mor halkalar, birbirine girmiş saçlarım, kurumuş dudaklarım. 60 yaşında gibi görünen bu yüze hızla su çarptım ve ıslak saçlarımı geriye doğru ittim. Düşüncelerim yine beynime hücum etmişti. Kafamın içinde milyonlarca soru işareti vardı. Bütün bunlar neden ailemin başına gelmişti? Babam Savaş'ı neden ve nereye götürmüştü? Annem neden intihar etmişti? Savaş yaşıyorsa neredeydi ve ben neden onu bulamıyordum? Annemin intiharından haberi var mıydı? Babamın onu zorla götürdüğünü hatırlıyor muydu ve hala babamla mıydı? Acaba şu an ne yapıyordu? Ona hemen şu an sarılmak için bir sürü şey feda edebilirdim. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de Deniz'le aramızda geçenleri düşünüyordum. Bir gün seni unutacağım diyordu, bir gün sana alıştım diyordu. Bir gün bana yabancı gibi davranıyordu, bir gün beni kendine hapsediyordu? Benden ne istiyordu gerçekten çok merak ediyordum. Düşüncelerimi beynimin içindeki halıların altına süpürdüm ve yüzümü birkaç kez daha yıkayıp kurulamaya gerek duymadan banyodan çıktım. Çıktığımda Deniz tekli koltukta oturuyordu, üzerindeki kıyafetlerden kurtulmuş, belinde sadece havluyla, telefonuyla ilgileniyordu. Acaba ne zaman gelmişti? Vücuduna bakmamaya çalışarak tüm dikkatimi yüzüne vermiştim. Neden karşımda öyle duruyordu ki? Çıkmamı bekleyememiş miydi? "Banyoya gidebilirsin." dedim kaşlarımı kaldırarak. Yüzüme bakmamıştı. ''Ben uyumaya gidiyorum.'' ''Tamam, iyi uykular.'' dedi hala telefona bakarken. ''Burada mı uyuyacaksın?'' Tamam onunla uyumaya can atıyor değildim ama tekli koltukta uyumasına da içim el vermiyordu. "Uykum yok, sen uyu." dedi gözlerini yine telefondan ayırmadan. Ben ise hala ona bakıyordum. Sesli bir nefes verdim. Daha az önce beni kendine hapseden Deniz şimdi beni görmezden geliyordu. O kadar şeyin arasında bir de Deniz'in denge problemleriyle uğraşıyordum ki bu beni en az kendi hayatımdaki sorunlar kadar yoruyordu. "Sabah ne yapacağız? Yani oteli ne zaman alacaksın? Buradan bir an önce gitmek istiyorum." "Oteli almak için yarın işlemlere başlıyoruz." dedi ve telefonu sehpaya bırakıp banyoya yürüdü. "Bugün dinlenelim." Kol saatime baktım. Sabah olmasına üç saat vardı, demek oteli perşembe günü alacaktı. Çarşamba gününe ne zaman geçtiğimizi sorguladım. Zaman algım gerçekten karışmıştı. ''Sen uyumayacak mıydın?'' ''Uyuyacağım.'' dedim fısıltıya benzer bir sesle. Deniz banyoya girdiğinde battaniyeyi almak için tekli koltuğun yanına gittim. Telefonunun ekran kilidi açıktı ve ekranda galerisi vardı. Fotoğraflarıyla ilgilenmiyordum ama yan yana sıralanmış fotoğrafların içinde Deniz'le çekilmiş bir fotoğrafımı gördüğümde telefonu alıp fotoğrafı açtım. Ben Deniz'e, Deniz ekrana bakıyordu. Okula başladığım sabah bahçede, arabasına giderken telefonunun ön kamerasını açıp beni güzel olduğuma ikna etmeye çalışmıştı. Ekrandaki görüntümüze bir süre bakıp başımı Deniz'e doğru çevirmiş ve Deniz'i hala ekrana bakarken yakalamıştım. Demek o ara fotoğrafımızı da çekmişti. Fotoğrafı beklemeden kendime yolladım ve mesajı silerek telefonu eski haline getirip sehpanın üzerine aynı şekilde koydum. Bu fotoğraf ileride, bir zamanlar yan yana olduğumuza kanıt olacaktı. Deniz'in o güzel yüzünü unutmayacaktım. Battaniyeyi aldım. Yatak odasına geçip yatağa uzandıktan iki dakika sonra Deniz de gelmiş, elindeki havluyla ıslak saçlarını kurulamaya çalışıyordu. Benim gibi yüzünü yıkamış ama silme gereği duymamıştı. Ve saçlarından akan su, yüzündeki sularla birleşerek çizgiler halinde aşağı doğru süzülüyordu. Niye bu kadar güzel görünüyordu? Sanki düşüncelerimi okuyormuş gibi ve daha da mükemmel olması mümkünmüş gibi başını sağa sola savurdu ve saçlarına esir olan sular etrafa sıçradı. Başımı iki yana salladım ve düşüncelerimi savuşturup gece lambasını açtım. ''Bir şey mi oldu?'' dedim yine bakışlarımı kaçırarak. Utandığımı görmüyor muydu? Neden böyle dolaşıyordu ki? ''Kıyafetlerimi alacağım.'' dedi ve valizine doğru ilerledi. ''Burada uyuyabilirsin.'' dedim battaniyeyi düzeltiyormuş gibi yaparak. Ona bakmamak için başka şeylerle ilgilendiğimi fark etmiş miydi acaba? Emin misin der gibi baktı. ''Koltukta uyuma diye.'' Belli belirsiz gülümsedi. ''Peki, geliyorum birazdan.'' Deniz girişteki odaya gitti ve birkaç dakika içinde geri geldi. Üstünde yine bir şey yoktu ama en azından nihayet altına bir şeyler giymişti. Yatağın kenarına kayıp ona yere açtım. Bu soğukta üşümüyor muydu? ''Hani uykun yoktu?'' Deniz beni yanıtlamak yerine yüzünü bana çevirerek yan döndü. Ben de onu taklit ederek yan döndüğümde gülümsedi. Yüzünün her zerresinin en ufak kusurunu, kusurlarıyla oluşan kusursuzluğunu doya doya izledim. Aynı şeyi o da yapıyor gibiydi. Ellerimi nereye koyacağımı bilemediğimden çenemin altında birleştirdim. Deniz de onun yastığına düşen saçlarımla oynuyordu. Yeni uzayan sakallarına dokunmamak için büyük bir savaş verdim ve uzun kirpiklerinin elmacık kemiklerine düşürdüğü gölgeleri izledim. Deniz bir süre beni izledikten sonra kolunu boynumun altına koyup beni kendine çekti. Diğer kolunu da belime sardığında başım boynunun girintisine denk gelmişti ve çıplak göğsünden nefes alışverişlerini rahatlıkla hissedebiliyordum. Neredeyse ölecektim. Neden bütün vücudum kıvılcım çıkacak gibi yanıyordu ki? Ve asıl önemli soru şuydu. Neden birbirimizden uzak duramıyorduk? Ondan kaçıyordum ama o bana inatla daha çok yaklaşıyordu. Daha az önce ona, beni öpmesini istemediğimi ima ettiğim cümleler sarf ederken şimdi beni kollarına almasına neden ses çıkarmıyordum? Derin bir iç çekti ve uzun bir nefes verdi. "Bu o kadar güzel ki." Başımı kaldırmasam da gözlerimi yukarı diktim ve mırıldanmaya benzer bir ses çıkardım. "Ne?" "Saçlarının kokusu." dedi sanki havadan sudan bahsediyormuş gibi bir rahatlıkla. Neden bilmem kızardım ve yüzümü iyice göğsüne bastırdım. "Annem bazen benimle uyurdu. Ben de onun saçlarıyla oynardım. Bana o günleri hatırlattı." dedi ve sanki mümkünmüş gibi daha da yaklaştı. Eriyip yatağa yapışacak gibiydim. "Çok güzelsin." diye bir cümle döküldü ağzından. Bu cümle bu gecenin son konuşmasıydı. *** "Ada, hadi güzelim uyan artık." dedi güzel bir ses. Uyanmamı söylüyordu ama ben uyumak istiyordum. Gözlerimi yarı açıp Deniz'e baktım. "Ben uyumak istiyorum, kalkmayacağım." diye mırıldandım. "Hayır güzelim uyanacaksın." dedi ve yanağımdaki saçı arkaya atıp yüzümü gün yüzüne çıkardı. "Uyanmayacağım." dedim ve yüzümü battaniyeyle kapattım. "Hmmm, demek öyle." dedi Deniz ve bir saniyelik bir sürede battaniyeyi kaldırdı. "Sen şimdi görürsün." Bu da ne demek oluyordu? Ben ne yapacağını düşünürken Deniz'in elleri karnıma gitti ve beni gıdıklamaya başladı. Kahkahalarımın arasından onu engellemeye çalışsam da nafileydi. Hareket ettiremiyordum bile. "Deniz, dur. Ne olur dur." Kesinlikle durmuyordu. "Deniz lütfen. Hayır yapma ne olur." "Uyanacak mısın şimdi?" dedi sırıtarak. Çok eğleniyordu. "Hayır uyanmayacağım." dediğimde bir anlık boşluğundan yararlandım ve kalkıp ondan kaçmaya başladım. Aslında o boşluğu ve kaçma fırsatını bana Deniz vermişti. Çünkü Deniz o kadar güçlüydü ki kendi çabamla ondan asla kaçamazdım. O da bunu bildiği için bana boşluk yaratmıştı. Beni kovalıyordu. "Deniz bırak peşimi. Lütfen gıdıklama." dedim kahkaha atarak. "Sen kaşındın gel buraya." dedi ve beni yakalayıp duvara yapıştırdı. "Benden kaçamazsın." Ellerini iki yanımdan duvara koymuştu ve kaçmamı engelliyordu. Koştuğum için derin derin nefes alıyordum. "Emin misin?" dedim ve kolunun altından kaçmaya çalıştım. Beni yine yakaladı ve bu sefer parmaklarımı parmaklarının arasına geçirip ellerimi iki yanımdan duvara yapıştırdı. Duvar ve Deniz arasında kalmıştım. İşte şimdi kaçamazdım. "Eminim." Sesi çok keyifli çıkıyordu. Ve yüzüme çok yakındı. Giderek bana yaklaşması kalbimin ağzıma çıkmasına sebep olmuştu. Gözleri bir dudaklarıma bir gözlerime bakarken heyecandan titriyordum. Beni yine öpecek miydi? Öyle kasılmıştım ki Deniz de bunu fark etmiş, ellerimi gevşek bırakmıştı. Ama yine de yüzüme yaklaşmaktan vazgeçmemişti. Gözlerimi kapadım ve kendimi ona bıraktım. Neden karşı koyamıyordum? Her an beni kendine yakınlaştırmayı nasıl başarıyordu? Nefesi ağzımın içini doldurduğunda nefesim kesilecek gibiydi. Bacaklarım beni artık taşıyamayacak hale geldiğindeyse Deniz dudağımın kenarını öptü ve hızla geri çekilip yüzüme baktı. "Uyanabiliyormuşsun demek ki bak gördün mü?" "Ama uykum var benim hala." diye nazlandım. "Gece olunca uyursun artık." dedi ve beni çevirip elleriyle gözlerimi kapattı. "Ne oluyor Deniz?" dedim merakla. "Bugün senin günün. Geçmiş ya da gelecek yok. Sadece bugün var." dedi beni yürüterek. Sanırım girişteki odaya doğru yürüyorduk. "Bugün hiçbir şey düşünmeni istemiyorum. Sadece keyfine bak. Tamam mı?" "Ne yapacağız ki?" "O kadarını söyleyemem. Sürpriz." Sonunda durduğumuzda Deniz ellerini çekti. Beklemeden gözlerimi açtım. Masada mükemmel bir kahvaltı vardı. Yemekle arası olmayan ben bile hepsini yiyecekmiş gibiydim. "Önce güzel bir kahvaltı yapacağız. Sonra dışarı çıkacağız." "Bunları benim için mi hazırlattın?" dedim memnuniyet dolu bir sesle gülümserken. "Evet. Yemek yeme alışkanlığı kazanman lazım." dedi sırıtarak. Gülümsedim. "Peki nereye gideceğiz diye sorabilir miyim?" "Hayır." dedi ve bana sevimli bir gülüş gönderdi. Gülüşüne karşılık gülümsedim ve Deniz'in oturmam için çektiği sandalyeye oturdum. "Teşekkür ederim." "En son dün sabah yemek yediğin için şimdi açığı kapatıp karnını bir güzel doyurman lazım." dedi Deniz ve tam karşıma oturdu. "Senden bile çok yiyeceğim." dedim meydan okuyarak. "Bak sen, beşinci dakikada doydum demeyecek misin yani?" "Demeyeceğim." dedim ve tabağımı doldurmaya başladım. "İddialısın yani." dedi, o da benim gibi önündeki tabağı doldurmaya başlamıştı. "Hı hı." "Tamam, o zaman afiyet olsun." dedi gülümseyerek. Ardından portakal suyu dolu bardağını bana uzattı. "Sana." Ben de bardağımı uzattım ve onun bardağıyla tokuşturup gülümsedim. "Bana." dedim ve ardından bir süre sustum. "Deniz ben teşekkür ederim, her şey için." "Ben bir şey yapmadım Ada. Ne için teşekkür ediyorsun?" "Savcıdan gerekli izni aldığın için. Çabuk sonuçlandığı için." "Biz tanınmış ve sevilen bir aileyiz Ada. Laf aramızda sözümüz de geçer. Rica ettim, o da beni kırmadı sağ olsun." "Şimdi ne yapacağım peki?" "Bekleyeceğiz. Ben Serhat abime güveniyorum. Bu işi çözeceğinden eminim... Dayına söyleyecek misin?" "Hayır, Güneş'in kulağına gidebilir. Gitmemesi lazım çünkü Güneş olanları bilmiyor." Deniz anlamayan gözlerle baktı. "Ben zaten baba nefreti, anne acısı ve kardeş hasretiyle yaşarken aynı şeyi ona da yaşatmak istemedi dayım. Savaş'ın kaybolduğunu, annemin bu yüzden hastalandığını ve öldüğünü, babamın da annemin acısına dayanamayıp bizi terk ettiğini sanıyor." "Gerçekleri ondan gizlemeniz onun için iyi değil. Onu bir yalanla yetiştirmişsiniz. Bir an önce açıklamanız gerek çünkü ertelerseniz geri dönüşü pek iyi olmaz. Er ya da geç öğrenilecek çünkü." Sıkıntılı bir nefes verdim. "Neyse Ada, sıkma canını. Hem konu neden buraya geldi? Bugün bunların hiçbiri konuşulmayacak, düşünülmeyecek." "Affedersin farkında olmadan açtım yine konuyu... Bunları ne zaman planladın?'' dedim içten bir gülümsemeyle. ''Bu sabaha karşı, sen yatağa geçmeden önce.'' Ben telefonuyla ilgileniyor diye kendi kendime sinirlenirken meğer Deniz benim için bir şeyler planlıyormuş. Ona mahcubiyetle baktım. ''Ama daha fazla soru sorma çünkü ağzımdan bir şey kaçıracağım diye korkuyorum.'' ''Söyle işte.'' dedim gülerek. ''Nasıl olsa göreceğim.'' Tek omzunu silkip tabağıma baktı. ''Söylemeyeceğim. Hadi Ada, kahvaltını yap artık.'' dedi ve çatalıyla bana tabağımı gösterdi. ''Tamam tamam yiyorum.'' dedim ve önüme döndüm. Nefes bile almadan yaptığım kahvaltı sonunda bitmiş, tabağımda hiçbir şey kalmamıştı. Büyük bir zaferle Deniz'e tabağımı gösterdim. ''Aferin, demek ki isteyince yiyebiliyormuşsun.'' dedi gülerek. ''Şimdi hazırlan. Bir yere gideceğiz.'' Sorar gibi baktım. ''Ada, hadi durma. Git ve giyin.'' Hızla masadan kalktım ve yatağın olduğu odaya gidip alelacele bir şeyler giyerek Deniz'in yanına döndüm. Montunu giyiyordu. ''Ben hazırım.'' Deniz beni baştan aşağı süzdü ve başını iki yana salladı. "Hazır olma anlayışın bu mu?" dedi kaşlarını çatarak. "Bekle biraz geliyorum." Odadan çıkışını şaşkınlıkla izledim. Deniz birkaç dakika sonra gelmişti ve elinde montumu tutuyordu. "Soğuk havalarda ince giyinmek gibi bir problemin var." dedi üzerimdeki ceketi çıkarıp bir kenara atarak. "Kollarını kaldır." Dediğini yaptığımda yavaşça montu üzerime geçirdi ve montun fermuarını boğazıma kadar çekti. Kaşlarımı çattım. Deniz sinir bozucu bir halde gülüyordu. "Üşümek yasak." "Üşümek yasak." diyerek onu taklit ettim. Gülümsedi, gülümsedim. Otelden çıktığımızda havanın Deniz'in söylediği kadar soğuk olmadığını fark ettim ve montumun fermuarını biraz da olsa indirdim. Ne kadar yol gideceğimizi ve nereye gideceğimizi bilmiyordum. Deniz ipucu bile vermemişti. Israr etmemiştim. Ayrıca Deniz'e verdiğim sözü tutmuş, ne geçmişi ne de geleceği düşünmüştüm. Gideceğimiz yere varana kadar sadece tek bir diyaloğumuz olmuştu. Onun haricinde suskunduk. Radyoda Aşkın Nur Yengi- Karalım şarkısı çalmaya başladığında Deniz göz ucuyla bana baktı ve şarkının sesini açtı. "Ne, ne oldu?" dedim bana bakışını yakaladığımda. Gülümsedi. "Sana yazmışlar bu şarkıyı... Hani sen de kara gözlü, kara saçlısın ya. O yüzden diyorum." Sırıttım. "Esmer değilim ama." dedim. Tamam saçlarım ve gözlerim simsiyahtı ama bu beni esmer yapmazdı. Çünkü tenim dolunay kadar beyazdı. "Bak tenime." Parmağımla yüzümü gösterdim. "Dolunay kadar beyaz." "Dolunay kadar beyaz." Aynı anda aynı cümleyi kurmamız gülümsememize sebep olmuştu. Deniz el freninin yanındaki telefonunu aldı ve radyoyu kapatıp arabanın bluetoothuna bağlandı. "Pekala. O zaman, bir de bunu dinle." Bir uygulamadan bir şarkı açmıştı. Şarkının çok güzel bir melodisi vardı ama daha önce duyduğumu zannetmiyordum. Sanırım yeni nesil bir şarkı olduğu için bilmiyordum. Çünkü ben daha çok eski şarkılar dinleyen biriydim. Ara sıra güncel şarkılara da baksam iyi olurdu. Nakarata geldiğinde yanaklarımın kızardığını hissettim, çünkü bu şarkı gerçekten beni anlatıyordu. "Tenin almış beyazlığını aydan, Saçlarının rengi geceden, Bundan geceye sevdam. Sen örterken benimle kalbini, Al aklım gibi hissimi, Al çünkü özlüyorum." "Güzelmiş." dedim. "Her dinlediğimde seni hatırlayacağım." Cevap vermemişti. Uzun bir yol gittikten sonra ''İşte geldik.'' dedi Deniz bir korunun yanına geldiğimizde. Önündeki tabelada Deniz Aladağ Hatıra Ormanı yazıyordu. Gözlerim şaşkınlıkla açılırken Deniz'e baktım. ''Deniz Aladağ mı?'' dedim şaşkın bir sesle. ''Deniz, bir ormanın mı var?'' Başını sallayarak güldü. ''Evet. Ağaçları çok severim. Daha küçücükken babama orman istiyorum diye ağlanıp sızlanıyordum. O da benim için bu araziye bu gördüğün ağaçları diktirdi. Sanırım üç yaşında falandım. Yani bu ağaçlar yaklaşık yirmi beş yaşında.'' "İnanamıyorum." dedim camdan ormanı izleyerek. "Gerçekten çok güzel." "Gezelim mi, ister misin?" "İsterim." dedim ve arabadan indim. Deniz'i beklemeden ormana doğru ilerdim ama bana çabucak yetişmişti. "Ormanı çok sevdiğin mi ormanın içinde bir evde yaşıyorsun?" dedim merakla. "Tamam gizlenmek için orada yaşıyorsun bunu biliyorum ama şehir içinde de gizlenebilirdin." "Evet, ormanı sevdiğim için orada yaşıyorum." dedi gülerek. "En sevdiğin renk yeşil o zaman?" "Yeşil mi? O da nereden çıktı?" "Bilmem, kıyafetlerinin çoğu yeşil ve tonlarında. Bir de." dedim ve bir süre sustum. Cemre'nin gözleri de yeşildi ve bu sebepten Deniz'in en sevdiği rengi yeşil olarak düşündüm. "Bir de?" "Ormanlar da yeşil oluyor ve sen ormanları seviyorsun ya o yüzden." dedim yalan söyleyerek. Deniz durdu ve beni kendine çevirdi. "Gece siyahı." dedi parmağını gözümün altında gezdirirken. "En sevdiğim renk, senin gözlerinde ve saçlarında saklı." Belli belirsiz gülümsedim. "Senin." dedim titreyen sesime aldırmadan. Elimi yanağına yerleştirdim. "Senin gözlerin daha güzel." "Hayır diyorum ve konuyu kapatıyorum." Yanağındaki elimi tuttu ve beni ormanın girişine doğru yürüttü. "Bisiklete binmeyi seversin diye düşünüyorum." Bakışlarım geldiğimizden beri ilk kez gördüğüm bisikletlere çarptı. Bisikletle gezmeye bayılırdım. Çocukluğumdan beri en sevdiğim şeylerden biriydi. "Evet severim." Kendimiz uygun bisikletleri aldığımızda pedalları sevinçle ayaklarımla buluşturdum ve Deniz'e bakıp sırıttım. "Hadi yarışalım." dedi Deniz ve bisikleti yanıma sürdü. "Kabul." dedim ve direksiyonu kavradım. ''Ama ben yolu bilmiyorum.'' ''Bu yoldan hiç sapmadan dümdüz ilerlersen başladığın yere geri dönersin. Yani bitiş çizgisi yine burası.'' Anladım dercesine baktım ve pedala ağırlığımı verdim. Deniz'e baktım, o da çoktan hareket etmişti. On dakika kadar yol gittiğimizde ben az farkla öndeydim. "Bisiklet sürmekte bu kadar iyi olduğunu bilmiyordum." dedi Deniz hafif bağırarak. "Doğrusu ben de bilmiyordum." deyip kıkırdadım. "Bunu çok özlemişim, uzun zamandır böyle özgür hissettiğimi hatırlamıyorum." "Bunu sık sık yapmalıyız, ne dersin?" dediğinde beni geçmişti. Ellerini direksiyondan çekip havaya kaldırdı. Küçük bir çocuk gibiydi, çok sevimli görünüyordu. "Anlaşılan birileri çocukluğunu özlemiş." dedim ve biraz daha hızlandım. Aynı hizadaydık. "Bitişe ne kadar kaldı?" "Ne oldu?" dedi ve tekrar direksiyonu tuttu. "Çabuk pes ettin galiba." Sesindeki hafif gülümsemeyi hissedebiliyordum. Gülümsedim ve hızımı arttırdım. "Beni yetişebilmek için vaktin var mı diye merak ettim sadece." dedim ileriye bakarak. Bitiş noktasına az kalmıştı. Görünüşe göre ben kazanacaktım. "Hadi Deniz, çok hantalsın." dedim iyice hızlanarak. Kahkaha attı. "Finalde görüşeceğiz." dedi ve bir anda yanımda belirdi. Ne ara yetişmişti? Bitiş noktasına az kaldığında ikimiz de aynı hizadaydık. Anlaşılan aynı anda varacaktık. Düşündüğüm gibi oldu. Aynı anda bitişe gelmiştik. "Bu sayılmaz. Başka zaman bir daha yarışalım." dedim dudak bükerek. Bisikletten iniyordum. Deniz kollarını bana sardı ve başımı öptü. "Benim güzelim galibiyet istiyor anlaşılan." "Evet." dedim gülümseyerek. "Burası gerçekten çok güzel bir yermiş. Sık sık geliyor musun?" "Hayır, en son sekiz sene önce falan geldim sanırım. Hatırlamıyorum." Cemre'yle gelmemiş olduğunu fark ettim. Çünkü Cemre dört yıl önce ölmüştü. O dört yılın öncesinde üç yıllık bir beraberlikleri vardı yani toplam yedi yıl yapıyordu. Deniz ise en son sekiz yıl önce geldiğini söylüyordu. "Bence gelmelisin. Yani arada buraya kaçsan sana iyi gelir." dedim az önceki düşüncelerimi savurarak. Cemre'den bana neydi. "Şimdi ne yapacağız?" "Bakacak Tepesi'ni duymuş muydun?" "Hayır, Bursa hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ama sanırım burayı sevdim." "Her yeri gezsen emin ol daha çok seversin. Gezilecek çok yer var ve burası gerçekten harika bir şehir. Buralı olduğun için gurur duymalısın.'' ''Belki bir gün gezerim.'' dedim omuz silkerek. Babamla karşılaşma ihtimalime karşı çok da gezmek istemiyordum. Tekrar arabaya bindiğimizde az da olsa yorulduğumu hissettim. Yoğun bir gün geçiriyorduk. Deniz'e hayret ediyordum. Enerjisi nasıl oluyordu da her zaman yüksek oluyordu? Bir süre yol aldıktan sonra durmuştuk. Etrafıma baktığımda neredeyse gökyüzünde olduğumuzu fark ettim. Bulutlar sadece bir kol mesafesi kadar uzaktı. ''Ne kadar yüksek burası böyle.'' dedim şaşkınlıkla. Ve araban indim. Hemen arkamdan Deniz de inmişti. ''Seni bulutlara çıkardım işte, fena mı?'' dedi neşeyle. Fena değildi, hatta muhteşemdi. ''Burası turistik bir yer değil mi? Neden kimse yok?" dedim ve bulunduğumuz tepenin en ucuna gittim. Bakacak Tepesi tam bir doğa harikasıydı. Yer ve gök birdi sanki. Yeşil ve mavi birbirine karışmıştı. Bütün Bursa ayaklarımızın altındaydı. Büyülenmiş gibiydim. "Havuzdan odaya çıktığımızda baya bir kişiyle iletişim kurmak zorunda kaldım." dedi muzip bir gülümsemeyle. "Yani burayı kapatmak için... Bugünü planlamak biraz zor oldu. Böyle şeylerden hiç anlamam. Neyse ki Uygar var." "Uygar'dan mı yardım aldın?" dedim gülümseyerek. Evet dercesine baktı. "O saatte?" "Ne varmış saatte? O benden yardım istese ben de uykumdan fedakarlık ederdim." dedi gülerek. "Güzel bir arkadaşlığınız var." "Evet." dedi ve başını çevirip manzaraya baktı. "Şu manzara karşısında senelerce durabilirim. Burada her şeyden uzakta gibi hissediyorum. Korku, kaygı, tehlike, hiçbiri yok. Var olan tek şey." dedi ve sustu. "Ne?" dedim gözlerinin içine bakarak. Söylemek istediği bir şey olduğuna emindim. Ama benden saklıyordu, gözlerini kaçırmıştı. "Var olan tek şey ne?" "Boş ver." dedi ve alnımı öptü. Dakikalarca manzarayı izledikten sonra Deniz arabaya gidip elinde bir paketle geldi ve içinden bir şeyler çıkardı. Meraklı gözlerle bakarken Deniz iki tane sandviç çıkardı ve birini bana uzattı. "Teşekkür ederim." dedim gülerek. "Bunları ne zaman hazırladın?" "Onu söyleyemem. Sır." dedi sırıtarak. Ve yere çöküp bağdaş kurarak elini bana uzattı. Onu taklit edip yere oturdum ve benim için hazırladığı ya da hazırlattığı sandviçi yemeye başladım. "Çok güzelmiş bu. Otelde mi hazırladılar?" "Hayır ben yaptım." dedi. "Elim senin kadar lezzetli olmayabilir." "Hayatımda yediğim en lezzetli sandviç. Ne var bunun içinde?" dedim ekmeği aralayıp içine bakarak. Normal domates, peynir ve kıvırcık vardı ama ayrı bir lezzetliydi. Ben yapınca böyle olmuyordu. "Bilmem, özel olarak bir şey koymadım." "Eh peki, dediğin gibi olsun." dedim ve ekmeğimden ısırdım. Uzun süre burada oturmuş, güneşin batışını izlemiştik. Saat ona geliyordu ve hava baya kararmıştı, artık gitme vaktiydi. Arabaya binip yola koyulduğumuzda otele değil başka bir yere gittiğimizi fark ettim. "Nereye gidiyoruz?" "Uzak bir yere gitmiyoruz. Hatta geldik." Arabanın motoru sustuğunda etrafıma bakındım. Deniz kenarına kurulmuş sakin semtlerden birine yakın boş bir arazideydik. Her yer karanlıktı ve tek ışık kaynağı arabanın far ışığı ve denize vuran ay ışığıydı. "Çok karanlık." dedim biraz memnuniyetsizlik içeren sesimle. "Bekle biraz." dedi ve farları söndürüp koltukları yatırdı. "Uzan." dedi koltuğu göstererek. Anlamayan gözlerle baktım. Ben hareket etmeyince Deniz beni tuttu ve yavaşça koltuğa yatırdı. "Gözlerini kapat." "Deniz, ne yapıyoruz?" dedim gözlerimi kapatırken. Sunroofun açılma sesi duyuldu. Dalga sesleri ve denizin kokusu anında beni sarmıştı. Gerçekten meraktan ölecektim. "Tamam aç şimdi." dediğinde anında gözlerimi açtım. Ve gördüğüm ilk şey gökyüzünün harika görüntüsüydü. Yıldızları hiç bu kadar parlak görmemiştim. Muazzam görünüyordu. Adeta büyülenmiştim. "Bursa'da yıldızların en güzel göründüğü yer burası." dedi Deniz koltuğa yatarak. Bana doğru dönmüştü. Bense hala göğe bakıyordum. Kesinlikle haklıydı, çünkü gerçekten harikaydı ve elimi uzatsam dokunacağım gibi yakın görünüyorlardı. Yakın ve kocaman. Bir yandan gökyüzü, bir yandan denizin kokusu ve dalga sesleri, bildiğim ve korktuğum her şeyi unutturmuştu. Uzun zamandır ilk kez huzurlu hissediyordum. "Sen neden izlemiyorsun?" dedim başımı Deniz'e çevirerek. "Gökyüzü çok güzel." Ardından yine başımı yıldızlara çevirdim. "Sen baktığın için bu kadar güzel." dedi. Gülümsemekten öteye geçememiştim. Deniz'in yanında harfler ve kelimeler birbirine karışıyordu. Tüm hayatım boyunca yanında kendimi iyi ve güvende hissettiğim tek kişiydi. Bir yıldız kaymıştı. Hayatımda yoluna girmesini istediğim çok şey vardı ama şu an hiçbirini umursamıyordum. Sönüp giden yıldızdan tek bir şey istemiştim; Lütfen Deniz gitmesin. |
0% |