Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@_kubraakyol

Telefon çalarken Ozan açtığında ne diyeceğimi düşünüyordum. Daha ikinci çalışında açtığında dilimi yutmuş gibiydim.

Gök gürlüyordu. ''Alo.'' dedi Ozan pürüzsüz bir sesle. Sesinde herhangi bir tedirgin ifade yoktu.

''Alo Ozan. N'aber?'' dedim ilk aklıma gelen cümleyi söyleyerek.

Sorumu yanıtlamak yerine bana ''Ağladın mı?'' diye sordu. Ağlıyor muydum? Elimin tersiyle yanağıma dokundum. Islaktı. Gözümden yaş geldiğini fark edemeyecek kadar bilinçsizleşmiş miydim?

Ağladığımı anladığı için küçük bir lanet mırıldandım çünkü ağlamak beni onun karşısında savunmasız kılıyordu ve bu en nefret ettiğim şeylerden biriydi. Ne zaman ağlasam beni sığınağına çekiyordu. Kendimden emin olmayan bir sesle ''Hayır, ağlamadım.'' dedim yanağımdan akan yaşı silerek. Sesim tahmin ettiğimden daha kuru ve yorgun çıkmıştı. Ve bu söylediğime ben bile inanmamıştım, onun inanmasını bekleyemezdim.

''Ada ağladın mı?'' diye sordu tekrar. Ve düşüncelerim kumdan bir kale gibi dağıldı.

''Hayır.'' Cevabım herhangi bir inkar istemediğimi belirtecek kadar netti.

Ozan konuşmak istemediğimi anlamış olacak ki küçük bir onayla konuyu geçiştirdi. ''Peki öyleyse. Neden aramıştın?''

''Kitabım sende kalmış... O gün sendeydi? Restoran'dan çıktıktan sonra almıştın?'' Normal cümle kurmuştum ama ses tonum soru sorar şekildeydi.

''Doğru, evet. Kitap evde. İstediğin zaman gidip al. Annem sana verir.'' Eskiden beni görmek için can atan, benimle biraz daha konuşmak için çabalayan Ozan gitmiş, yerine her şeye kısa cevaplar veren ve beni görmekten kaçan Ozan gelmişti.

''He bir de şey, bir ceketin kalmış bende. Onu da getireceğim.''

Sesli bir nefes verdi. ''Tamam sen bilirsin.'' Ceket umurunda değildi anlaşılan.

''Tamam ben evine gider alırım o zaman.''

Ben telefonu kapatmak için hazırlanırken Ozan kısık bir sesle ''Ada, yarın.'' dedi ve bir süre sustu. Ben herhangi bir tepki vermeyince de konuşmayı kesti ve ''Her neyse, kendine iyi bak.'' diyerek ben daha cevap vermeden telefonu kapattı. Şaşırmıştım. Yarın derken ne demek istemişti? Bu soruyu aklımın en ücra köşesine attım ve ceketi yan tarafıma koydum. Yere ikimizin bir fotoğrafı düşmüştü. Bu dönemin son gününde çektiğimiz bir selfie fotoğraftı. Ozan tüm dişleri görünecek şekilde gülüyordu. Ben ise sadece gülümsemiştim. Belki saklamak ister düşüncesiyle fotoğrafı tekrar ceketin cebine koydum. Odada gereğinden fazla oyalanmıştım, bu yüzden hızla mutfağa gittim ve su şişemi alıp evden çıktım.

Hala gök delinmiş gibi yağmur yağıyordu. Arabama koşarak gitmeme rağmen sırılsıklam olmuştum.

Direksiyonun başına geçtiğimde telefonumu telefon tutucuya koydum ve dayımı arayıp arabayı çalıştırdım. Beş kez çalmasının ardından açmıştı.

''Ada, güzeller güzeli kızım benim. Nasılsın?'' dedi dayım sevgi dolu sıcacık sesiyle.

''İyiyim dayıcığım. Hastan mı vardı, geç açtın telefonu. Meşgulsen sonra arayayım.''

''Yok kızım klinikte değilim. Evdeyim. Kahvaltı yapıyoruz Güneş'le. Telefon salonda kalmış, duymadım.''

Cevap vereceğim sırada arkadan ''Ablacığımmmmm.'' diye bir ses duydum. Kardeşim dayımla olan konuşmamı sabote ediyordu. ''Nasılsın?''

''İyiyim Güneşçiğim. Bensiz kahvaltı yapıyorsunuz demek.'' dedim sahte bir sinirle.

''E biz sana gel dedik kızım. Demedik mi? İki aylığına gelecektin, sonra yine dönecektin çok sevdiğin İstanbul'una.'' dedi dayım gülerek.

''Eh, öyle de işte kalabalıkta ders çalışamıyorum dayıcığım biliyorsun.''

''Aydın'ın nüfusu bir milyon, İstanbul'un nüfusu on altı milyon. Nasıl oluyor da burası daha kalabalık oluyor abla?'' dedi Güneş. Laf sokmaya çalışıyordu belli ki.

''Zevzeklik etme Güneş.'' dedim gülerek. ''Onu mu demek istiyorum?"

''Tamam tamam sustum.'' dedi küçük bir kahkahayla.

''Aa, yengem nerede dayı? Duymadım sesini.''

''O klinikte kızım. Ben de birazdan gideceğim. Senin yeni okul dönemin ne zaman başlıyordu?''

''İki hafta sonra dayıcığım.''

''E gelseydin birkaç günlüğüne abla. Çok özledik seni. Kaç ay oldu yüzünü göremiyoruz.''

''Boş zaman yaratırsam geleceğim Güneş. Ben de sizi çok özledim.''

Gerçekten onları çok özlemiştim. Güneş'i, dayımı, yengemi, dördümüzün sabahlara kadar süren balkon konuşmalarını, Aydın'ın hanımeli kokan sıcacık sokaklarını, midem şişene kadar incirli tatlılar yemeyi... Her şeyi çok özlemiştim.

Güneş ve ben Aydın'a taşındığımızdan beri bana ve kardeşime dayım bakıyordu. Dayım, biz Aydın'a taşındıktan birkaç yıl sonra kendi gibi diş hekimi olan Meral yengemle evlenmişti. Kendi çocukları olmamıştı ama bizi kendi öz çocuklarıymışız gibi seviyorlardı. İkimizin de hiçbir şeyini eksik etmemişlerdi. Eğitimimiz için yengemle canla başla çalışıp, her anımızda yanımızda olmuşlardı. Onlara kocaman bir minnet duyuyor ve ikisini de çok seviyordum.

Dayım maddi manevi, eksikliğini yaşadığım her şeyi tamamlıyordu. Arabamı ve oturduğum apartman dairesini bile üniversiteyi kazandığım yıl hediye olarak o almıştı. Bir istesem iki yapıyordu. Beni ve Güneş'i kendi gözünden bile sakınıyordu.

Yengem her hasta olduğumuzda sabahlara kadar başımızda bekliyordu. Okuldaki veli toplantılarına dayımla beraber gidiyordu. İkimizle de ayrı ayrı saatlerce ilgileniyordu. Bizi sevip koruma konusunda dayımdan aşağı kalır bir yanı yoktu.

Dört yıl önce üniversiteyi kazanıp İstanbul'a geldiğimde çok üzülmüşlerdi. İlk defa benden ayrı kalacaklardı ve bu durum yıllar sürecekti.

Güneş üniversitede ikinci yılına geçmişti ve dayımın izinden giderek diş hekimliği okuyordu. O benim aksime Aydın'dan ayrılmamış, orada dayımlarla yaşamaya devam etmeyi ve orada okumayı tercih etmişti. Küçükken bile diş hekimi olmak istiyordu. Sürekli dayımın ve yengemin kliniğine gider uzun uzun dayımı izlerdi.

Ben Güneş'in aksine mimar olmak istiyordum, Allah da izin verirse olacaktım.

***

Ozan'ın evinin bulunduğu sitenin önüne geldim ve arabamı park edip, sitenin girişine doğru ilerledim. Yağmur durmuştu.

Güvenlikte çalışan abi beni tanıdığı için siteye rahatça girmiştim.

Oturdukları villanın önünde durdum ve zili çaldım. Kapıyı evin çalışanı açmıştı ve ders çalışmak için sık sık bu eve geldiğim için beni tanıyordu.

''Merhaba.'' dedim sevimli tutmaya çalıştığım bir sesle. ''Ozan'da bana ait bir kitap var da onu almaya gelmiştim.''

''Geç kızım, ben Lydie Hanım'a haber vereyim.''

Salona geçip koltuğa oturduktan iki dakika sonra Ozan'ın annesi de aşağı inmişti. ''Hoş geldin Adacığım.'' Ozan'ın annesi Fransız olmasına rağmen Türkçeyi çok iyi biliyordu. ''Nasılsın?'' Acaba ayrıldığımızı biliyor muydu?

''İyiyim Lydie Hanım siz nasılsınız?''

''Ben de iyiyim teşekkürler... Yarın için konuşmaya mı geldin?'' dedi gülümseyerek. Anlamayan gözlerle baktım. Yarın ne olacaktı da onu konuşmaya geldiğimi düşünmüştü ki? ''Ozan'ın doğum günü ya kızım. Çok gizli bir sürprizin var herhalde, bana bile unutmuş gibi yapıyorsun.'' Gülümsemişti.

10 Eylül.

10 Eylül. Ozan'ın doğum günü.

Unutmuş gibi yapmıyordum. Gerçekten unutmuştum. Dört yıldır yanımdan ayrılmayan birinin doğum gününü unutmuştum. Her ağladığımda teselli eden, beni her şeyden koruyan, her zor anımda yanımda olan birinin doğum gününü unutmuştum.

Ozan'ın annesine ne cevap vereceğimi düşünürken başka bir düşünce zihnime yerleşmişti. Ozan telefonu kapatırken 'yarın' demişti. O an ne demek istediğini anlamamıştım ama şu an çok iyi anlıyordum. Hatırlatmaya çalışmıştı. Eğer ayrılmasaydık bugün için günler öncesinden planlar yapıyor olacaktım. Oysa şimdi her şey bambaşkaydı. Doğum gününü hatırlamayacak kadar onu unutmuştum. Nasıl unuttuğum hakkında bir fikrim yoktu ama sanırım bunun altında 'Önemsiz şeyleri aklımda tutacak kadar fil hafızalı, önemli şeyleri tutamayacak kadar balık hafızalı' olduğum gerçeği yatıyordu.

Haftalardır yorgun, dalgın ve stresliydim. Kendimi düşünmüştüm. Bencildim, yeni farkına varmıştım. Ben bencildim.

''Şey unutt.. Unutmadım tabii.'' Hiç huyum değildi ama yalan söylemek zorunda kalmıştım. Gece yarılarına kadar ders çalıştıktan sonra beni eve göndermeyip, evinde misafir eden kadına Evet oğlunuzun doğum gününü unuttum. demek istemiyordum. Ama annesine ayrıldığımızı söylemediği için beni bu duruma sokan Ozan'a bir sürü şey söylemek istiyordum.

''Yarın sabah hep beraber kahvaltı yapacağız. Ozan haber verdi değil mi?''

''Öyle mi, yok haber vermedi. Yani bilmediğim için de başka bir plan yaptım ben. Katılamayacağım maalesef.'' İnşallah ısrar etmezdi. Bir şeyler söyleyemesin diye konuyu hemen değiştirdim. ''Benim kitabım kalmış da onda. Onu almaya geldim. Siz verir misiniz?''

Ozan'ın annesi çalışanlara seslendi ve birkaç dakika sonra kitap elime ulaştı. Kitabı aldım ve güle güle, hoşça kal muhabbetini uzatmadan apar topar evden ayrıldım.

Ozan'ın evinden ayrıldıktan sonra ilk işim bir alışveriş merkezine gitmek oldu. Eren için bir resepsiyon zili alacaktım. Mağazayı buldum ve çeşitleri incelemeye başladım. Hepsi çok sevimliydi, asla ihtiyacım olmadığı halde kendime bile almak istiyordum.

Eren için sarı renkli, üzerinde smile resmi olanı; kendim için de kırmızı renkli, ring for a kiss yazılı olanı aldıktan sonra mağazadan ayrıldım. Neden kendime böyle bir şey aldığımı bile bilmiyordum. Daha önce kimseyi öpmemiş olmam bir yana, kimseyi öpmek istememiştim bile.

Mağazadan ayrıldıktan sonra Ozan'ın ofisine gitmeye karar verdim. Ceketini annesine vermemiştim. İçinde bir fotoğrafımız vardı ve Ozan benim koyduğumu düşünebilirdi. Hem bunu açıklamak hem de ayrıldığımızı annesine neden söylemediğini sormak için gitmek istiyordum.

Ofise girip onu bulduğumda sınıfımızdaki en yakın arkadaşı olan Buket'leydi ve sıradan bir şey konuşuyor gibiydiler. Yanlarına gittiğimde konuşmaları bir bıçak gibi kesildi ve kelimeleri havada atmosfere karıştı. Ozan'ın beni görmeyi beklemediğini şaşkın bakışlarından anlayabiliyordum.

''Selam. Şey Buket Ozan'la biraz yalnız kalabilir miyiz?'' dedim onların konuşmasına fırsat vermeden. Aceleci bir halde Ozan'a bakıyordum.

''Tabii, benim de zaten işim vardı. Görüşürüz.'' dedi Buket çantasını karıştırarak giderken. Ofisin diğer odasına girmişti.

Ozan iki hafta sonra ilk defa karşımda duruyordu, ilk defa yalnızdık, gökyüzü kadar mavi gözlerinin içine bakıyordum. İki hafta sonra ilk defa kokusunu yakından hissediyordum. Karşımda artık bir yabancı vardı. Bir an bayılacak gibi oldum. Midem bulanıyordu.

Ona dikkatli baktığımda gözlerinin kıpkırmızı olduğunu fark ettim. Uyumamış mıydı? Genelde uyumadığı zaman böyle olurdu. Ya da çok içtiğinde. Sarhoş gibi görünüyordu. İçmiş miydi? Ah, hayır birinci seçenek olmasını diliyordum. Kafası kıyak burada olması hem kendi açısından hem yanındakiler açısından felaketti. Ben dehşete düşerken yarı çarpık bir şekilde zoraki gülümsedi ve ''İçmedim.'' dedi. Sanırım bakışlarımdan ne düşündüğümü anlamıştı. O benim duvarlarımın arkasındaki düşünceleri görebiliyordu.

''Annen, ayrıldığımızı bilmiyor. Neden söylemedin?'' dedim hesap sorar gibi bir sesle. ''Hem söylememişsin, hem de beni evine gönderiyorsun. Neden yaptın böyle bir şeyi?''

''Söyleyemedim, sen söyleseydin.'' Umursamaz bir tavırla omuz silkti. ''Bilip bilmemesi neyi değiştirecek ki Ada?''

''Doğum günün için bir sürpriz hazırladığımı düşünmezdi mesela?''

''Sürpriz falan yok, ayrıldık diyebilirdin Ada. Anneme açıklama yapacak olan kişi benim. Sen niye geriliyorsun?''

Konuyu dağıttım çünkü haklıydı. Çok gerilmiştim. ''Ceketini sana getirdim. İçine ikimizin bir fotoğrafını koymuşsun. Saklamak istediğini düşündüm, almadım.'' Ceketi ona uzatırken dik dik bana bakıyordu. Almak için elini uzatmadığını fark ettiğimde elini kendime çekip açtım ve parmaklarının arasına sıkıştırdım. Elinde tutmak istemiyormuşçasına yanındaki koltuğa fırlattığında şaşkın olduğunu düşündüğüm bir bakışla ona baktım.

Hüzünlü bir hali vardı ya da ben öyle görüyordum. Bilmiyordum. ''Unuttum.'' derken kırdığı bardağı annesine itiraf etmeye çalışan küçük bir kız çocuğu kadar korkak ve pişmandı sesim.

''Neyi?

''Bak, ne yaşamış olursak olalım seni güzel hatırlayacağım. Çünkü sen bana her güne umutla uyanmayı, mutlu olmak için çabalamayı öğrettin. Gözyaşlarımı sildin, ne zaman boşlukta kalsam yanımda oldun. Oradan oraya savrulurken elimden tuttun, bir kere bile yanımdan ayrılmadın. Bu yüzden çok teşekkür ederim. İyi ki vardın, iyi ki varsın. Doğum günün kutlu olsun.'' Doğum günü yarındı ama yarın onu görmeyeceğim için bugünden kutlasam da olurdu. Yaşadıklarımız hatırına sağ yanağını dostça öptüm ve sessizce arkamı döndüm. Kolumdan tutup beni kendine çevirdi. ''Çocuklar yarın akşam için Coffe'n Joy'da bir şeyler ayarlamış. Sen de gelir misin? Selay ve Can'ın gelmesini de çok isterim.''

Ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum. ''Neden? Yani biz ayrıldık Ozan. Sen benim hayatımdan çıktığını söyledin. Neden beni çağırıyorsun?''

''Seni de orada görmek istiyorum. En azından eski bir arkadaşım olarak gelemez misin? Lütfen.'' Sesindeki çaresizliği hissediyordum ama gidemezdim. Bu doğru değildi.

''Ozan bu doğru değil. Özür dilerim ama gelmeyeceğim. Gerçekten üzgünüm.''

''Yine de bekleyeceğim.''

Ofisten ayrılıp arabama bindim ve Selay'ı aradım. ''Günaydın Selay. N'aber?''

''İyiyim.'' dedi Selay ve arkadan canı yanan bir köpeğin sesi geldi. ''Max'e iğne yapmaya çalışıyorum. Geçen hafta gelmişti kliniğe hatırlıyor musun?''

''Hatırlıyorum evet ama bu konuyu daha sonra konuşalım, şimdi sana önemli bir şey söylemem gerek.''

''Ne oldu?'' Max'in havlama sesleri devam ediyordu.

''Ozan beni doğum günü kutlamasına çağırdı. Yani aslında seni ve Can'ı da çağırdı.''

"Ne yapmaya çalışıyor bu? Düpedüz sana geri dönmek istiyor. Demedi deme... Gitmeyeceksin değil mi? Bak gitmeyi düşünüyorsan sakın. Asla gidemezsin."

Gitmek istiyordum. Gitmek istemiyordum. Kararsızdım. Ozan'ın sesindeki ısrarı ve çaresizliği düşündüm. Eski bir arkadaş gibi demişti. "Yarım saatliğine uğrarım belki."

"Saçmalama Ada. O seni terk etti ve sen onun doğum gününe mi gideceksin?"

"Selay onun için en azından bunu yapabilirim. Benim için bir sürü şey yaptı. Yani dört yılın hatırı için gitmem gerek."

"Ona umut vermiş olacaksın."

"Umut vermeyeceğimin farkında. Hem sizi de çağırıyor."

"Bilmiyorum. İşim bitmiş olursa düşünürüm... Can gelir mi onu da bilmiyorum ayrıca."

"Sonra haber verirsin o zaman."

"Tamam, kendine iyi bak Ada."

"Sen de. Görüşürüz." dedim ve telefonu kapattım.

Telefonuma bir mesaj geldi. Merhaba Ada Hanım, bugün saat 13:30'da grup toplantımız olacaktır. Sizi de aramızda görmekten mutluluk duyarız. Sanatla kalın.

Selay çok güzel resim yaptığımı iddia ederek beni zorla bir sanat grubuna üye yapmıştı. Her ay kısa toplantılar oluyordu. Bugün de toplantı günlerinden biriydi demek ki. Gündemim çok yoğundu. Asla yetişemiyordum. Daha kütüphaneye gidip kitabı teslim edecektim.

Sınıfa girdim. İpek de buradaydı. Dört yıldır platonik olarak Ozan'a aşıktı. Dört yıl boyunca Ozan'ın onu sevmemesinin acısını benden çıkarmıştı. Benden nefret ediyordu, sürekli benimle yarışıyordu. Bu kursa da sırf ben yazıldım diye yazılmıştı.

Bir dakika kadar birbirimize baktıktan sonra bakışlarımı sırama çevirdim ve yerime oturdum. Hoca nihayet gelmişti.

"Merhaba arkadaşlar. Hoş geldiniz." Herkes hoş bulduk dedikten sonra hoca hiç vakit kaybetmeden konuşmasına devam etti. "Bugün sizi çok fazla tutmayacağım. Grup içinde bir yarışma düzenliyoruz. Sizden kendinizi anlatan, hikâyesi olan ya da olmasını istediğiniz bir şeyin resmini yapmanızı istiyorum." Herkes bir şeyler mırıldanıyordu. "Kazanana ödül olarak da iki kişilik yurt dışı tatili bileti."

Herkes sevinçle bir şeyler söylerken nasıl bir resim yapabilirim ki diye düşünüyordum. Ben Ada'ydım. Suyu olmayan, içindeki her şeyin kurak bir çöle döndüğü, kimsenin gelip bakmadığı, hiçbir şeyin yeşermediği kurak bir Ada'ydım. Suya ihtiyacım vardı. Böyle bir hikâyeyi nasıl resme dökebilirdim ki?

''Bir ay vaktiniz var. Eserleriniz bir haftada değerlendirilecek ve sizi bekletmeden sonucu açıklayacağız.'' Kazanamayacağımı biliyordum. Benden daha iyileri vardı.

Sanat grubu sınıfından çıktım ve kütüphaneye gitmek üzere arabama bindim. Yağmur tekrar başlamıştı. Sileceklerimi çalıştırıp üzerimin kuruması için sıcak klimayı açtım.

Kafam allak bullaktı. Midem bulanıyordu ve sürekli başım dönüyordu. Keşke hayatımı tekrar yaşama fırsatı verselerdi. O zaman her şey daha farklı olurdu belki.

Sonunda kütüphaneye gelmiştim. Arabamdan indim ve koşa koşa kütüphaneye girdim. Yağmur durmamıştı.

Kütüphane kalabalıktı, sessiz olmaya özen göstererek Eren'in masasına gittim. Yine bilgisayarda bir şeyler kaydediyordu. Geldiğimi fark etmeyecek kadar yoğundu.

Ona aldığım resepsiyon zilini masaya koydum ve zile küçük bir dokunuşla bastım. Sonunda başını kitaplardan kaldırdı ve bana baktı. Beni gördüğüne mutlu olduğunu belli eden bir gülümsemeyle bakıyordu. ''Hoş geldin.'' dedi ve zili eline aldı. ''Bu da ne? Benim için mi?''

''Evet, senin için aldım. Böyle beni fark etmediğin zamanlarda zile basıp geldiğimi sana belli edeceğim.'' dedim sırıtarak.

Gözleri ışıldadı. Eren kendini hemen sevdirebilen biriydi. Ben de o sevdirdiği kişilerden biriydim. O benim küçük arkadaşımdı. ''Teşekkür ederim, ne gerek vardı böyle bir şeye?'' Bir yandan mahcup mahcup yüzüme bakıyor, bir yandan da zile basıyordu.

''Önemli değil Eren, abartma bu kadar. Ben aslında kitabı vermek için gelmiştim.'' dedim ödünç aldığım kitabı çantamdan çıkartırken. ''Sabah buradan biri aradı. İade etme zamanım gelmiş.''

''Abim aramıştır. Bugün geç geldim. Ben gelene kadar o idare etti... De niye aramış ki? Ben aramıyorum kimseyi.''

Bilmem anlamında omuz kaldırdım. ''Abine sorarsın artık. Benim ders çalışmam gerekiyor. Masaya geçiyorum.'' İki parmağımı anlıma vurup bay bay işareti yaptım ve masama geçtim. İki hafta boyunca toplam sekiz kez gördüğüm bal gözlü çocuk yine tam karşımdaki masada bilgisayarının başında oturuyordu.

Dikkatimi ondan çekip önümdeki kitaba yönelttim. Ezber yapmam gerekiyordu, bu ders ezber yapmadan öğrenilmiyordu.

***

10 Eylül, Salı. 21:30

Ozan'ın en sevdiği arkadaşları, antika eşyalardan oluşmuş en sevdiği kafenin içinde bir oraya bir buraya geziyordu. İçeride yoğun bir kahve kokusu ve yüksek sesli müzik vardı. Kafe işinin en iyisini yapıyordu. Kahveleri uzmanlıkla yapıyor ve tatlı bir eğlence ile müşterilere sunuyorlardı. Yeni neslin sıkça geldiği, gösterişsiz, salaş yerlerden biriydi. Ozan'ın karakterine uyuyordu, sanırım bu yüzden en sevdiği mekândı.

Herkes oradaydı. Ama Ozan yoktu. Demek henüz gelmemişti. Selay'ı ve Can'ı bırakıp Buket'in yanına gittim. Terasta balonlarla uğraşıyordu. "Selam, kolay gelsin."

"Aa Ada. Seni burada görmeyi düşünmüyordum. Hoş geldin."

"Ozan davet etti. Yarım saatliğine uğradım ama sanırım erken gelmişim biraz. Ozan bile daha gelmemiş." Zoraki gülümsedim. Ama bana tepki vermeden işine devam etti.

"Aradım, bir saat içinde gelirim dedi. Birazdan gelir herhalde."

"Anladım. O zaman ben içeri geçiyorum. Kolay gelsin. Görüşürüz."

"Görüşürüz."

Buket'le konuşmamızın üstünden bir saat geçmişti ama Ozan hala gelmemişti. Sevdiği tüm arkadaşları sabırsızlıkla kapıya bakıp onun gelmesini bekliyordu. Ama o hala yoktu.

Beklemek zordu. Güneşin doğuşunu, mutluluğu, beklentileri beklemek zordu. Zaten çoğunlukla beklenen gelmiyordu. Mutluluk, sevinç. Hiçbiri gelmiyordu. Ozan da gelmiyordu. Aslında onu neden beklediğimi bile bilmiyordum.

Saat on buçuk olduğunda kafedeki kişilerin çoğu söylenerek mekânı terk etmeye başlamıştı. Buket her ne kadar onları durdurmaya çalışsa da engelleyemiyordu. Haklılardı. Kalmaları için de bir sebep yoktu. Huzursuzluk tüm hücrelerimi sarmıştı. Hem kendime hem Ozan'a kızıyordum. Madem gelmeyecekti beni neden çağırmıştı? Düşüncelerim yine birbirine karışmıştı. Kendimi aptal gibi hissediyordum. Selay'ın itirazlarına rağmen neden inat etmiştim? Neden bu akşam buradaydım? Uzun süre tuttuğum nefesimi burnumdan soludum ve kendimi sertçe kafenin koltuğuna bıraktım. Göz kapaklarım benden bağımsız kapanırken kendimi uykuya teslim etmeye karar verdim. Sesler azalmıştı. Zaten insan seslerini fonda çalan caz müzik kapatıyordu.

Ben iyice uykuya teslim olurken Buket koluma dokunarak beni uyandırdı. "Ada, Ozan aradı. Gelmeyecekmiş. Gidin isterseniz, zaten kimse kalmadı." Etrafıma baktım. Sadece ben, Selay, Can, Buket ve Ozan'ın birkaç arkadaşı vardı.

Bedenim ruhumdan ayrılmış gibi hissederken yavaş yavaş ayağa kalktım. Çok kızgındım. Ben dahil bu kadar insanı buraya çağırıp kendi gelmemişti. Yaptığına anlam veremiyordum. Neden beni çağırmıştı? Boşuna kendimi yorduğumu düşündüm. Şu an burada olmamalıydım.

"Ozan'ın evine gitmek istiyorum. Gelecek misiniz benimle?" dedim Selay'a kurumuş sesimle.

"Ada sen çıldırdın mı? Görmüyor musun buraya gelmeye tenezzül bile etmedi! Bir de gelmiş ona gitmekten bahsediyorsun. Çıldıracağım ya."

"Ondan nefret ettiğimi söylemek istiyorum. Beni seviyormuş gibi yaptığı halde aslında hiç değer vermediği için ne kadar kötü olduğunu söylemek istiyorum."

"Sence buna değer mi? Böyle biri için değer mi? Seni tanıyamıyorum Ada. Ona aşık bile değilsin."

"Onu seviyordum Selay." dedim gözyaşımı elimle silerken. "Arkadaşlığını seviyordum, o hep bana yardımcı olmuştu. Şimdi böyle... Anlamıyorum, onu hiç tanıyamamışım."

"Evet, hiçbirimiz tanıyamamışız ama bu, onun evine gideceğin anlamına gelmez değil mi Ada? Orada hiçbir işin yok."

"Selay eğer siz gelmezseniz kendim gideceğim."

"Nasıl bu kadar inatçısın anlamıyorum. Burnunun dikine gitmek zorunda değilsin. Bir kere bile yola gelmiyorsun."

Omuzlarımı astım ve "Siz bilirsiniz." diyerek kapıya yöneldim. Tabii ki peşimden gelmişlerdi.

Ozan'ın sitesinin önünde durduğumuzda bahçe kapısı açıldı ve İpek hızlı adımlarla arabasına doğru yürüdü. Onu görmeyi hiç beklemiyordum. Burada ne işi vardı? Ozan onu nasıl içeri almıştı? Ondan nefret ediyorduk!

"İpek değil mi o ya? Ne işi var burada?" dedi Can anlamayan bakışlarla karşıya bakarken.

"Evet, o." dedim sessizce. "Haklıydın Selay. Burada hiçbir işim yokmuş. Gidebiliriz."

***

11 Eylül, Çarşamba

Hava son bir haftanın aksine güneşli ve güzeldi. Kütüphaneye doğru yürüyordum. Başım her zamankinden daha fazla dönmeye başlamıştı. Bir ara doktora gitsem iyi olacaktı. İçeriye girmeme on, on beş metre kala birisi arkamdan çok ani bir hareketle beni geri çevirdi ve sürüklemeye başladı. Ayağım burkulmuş, dengem bozulmuştu. Ayağımın incinmesini boş verip başımı kaldırma fırsatı bulduğumda beni kolumdan tutup sürükleyen kişinin Ozan olduğunu fark ettim ve savunmaya geçerek konuşmaya başladım.

''Ozan ne yapıyorsun? Hey sana diyorum ne yapıyorsun? Bırak beni kolumu acıtıyorsun.''

Tek kelime konuşmuyordu ve beni yürümeye zorluyordu. Sesimin daha gür hatta bağırma düzeyinde çıkmasına dikkat ederek konuşmaya devam ederken bir yandan da kolundan kurtulmaya çalışıyordum. ''Bırak kolumu diyorum. Canımı acıtıyorsun. Ozan bırak diyorum.'' Beni dinlemediği yetmiyormuş gibi daha da hiddetli sürüklüyordu. ''Beni korkutuyorsun, kendine gel Ozan. Bırak beni artık.'' En sonunda durmuştuk. Beni sokağın en ücra köşesine çekmişti. Elini biraz serbest bırakmıştı ama hala kolumu tutuyordu. En azından acısı hafiflemişti. ''Ne yapıyorsun sen? Zorbanın tekisin. Bırak kolumu.'' Kaşlarımı çatmış ona bakıyordum.

''Gel desem gelecek miydin? İnatçının tekisin.''

''Evet gelmeyecektim. Bırak kolumu gideceğim.''

''Gitmiyorsun. Konuşacağız.''

''Konuşmayacağım bırak beni.'' Aslında benim de söylemek istediğim çok şey vardı. Mesela İpek dün gece neden Ozan'a gitmişti? Ama evine gittiğimi anlamasını istemiyordum. Öğrendiği takdirde bambaşka şeyler düşünebilirdi. Hem artık ona hesap soracak biri değildim. Bu yüzden sustum.

''Neden kabulleniyorsun? Neden sahip çıkmıyorsun bize? Niye ayrılmayı kabul ediyorsun? Beni neden sensiz bırakıyorsun?''

''Ayrılmayı sen istedin Ozan. Ne yapsaydım? Terk ettiğin halde peşinden mi dolansaydım?''

''Bu yüzden mi dün gece benim için o partiye gittin? Şimdi sus. Beni dinle. Ben seni bırakmadım. Anlatamıyorum, lanet olsun. Seni çok seviyorum.''

Güçsüz duruyordu. Ben de bundan faydalanarak boş bir anını yakaladım ve elinden kurtuldum. ''Anlatma tamam mı? Bana hiçbir şey anlatma. Dinlemek istemiyorum. Rahat bırak beni.''

"Hayır dinleyeceksin." dedi gözlerini tam gözlerime dikerek.

"Ne var Ozan, ne var? Ne istiyorsun benden?" dedim sinirle.

"Bana kızgın olduğunu biliyorum."

"Yok canım ne kızgınlığı? Estağfurullah. Ne haddime."

"Ada sakin ol. Dün gece için gerçekten üzgünüm. Gelecektim, inan bana gelecektim. Ama." Bir an durdu. "Ama kendimi iyi hissetmiyordum."

"O yüzden de İpek'i evine çağırdın öyle mi?"

Birkaç saniye konuşamadı. Sanırım nereden bildiğimi anlamaya çalışıyordu. "Sen benim evime mi geldin?"

Daha on dakika önce evine gittiğimi bilmesini istemiyorken şimdi bilmesini istiyordum. Çünkü bağırmak, canını yakmak istiyordum. "EVET!! Neden kendi doğum günü partine gelmediğini sormak için evine geldim. Tam o sırada İpek evinden çıktı. Ondan nefret ettiğini zannediyordum!"

"Ben çağırmadım. Gelir gelmez de kovdum zaten."

"Sana inanmıyorum. Benimle oyun oynadın. Dün gece bir sürü arkadaşına rezil oldum. Partideki herkes bana bakıp, şuna bak onu terk eden sevgilisinin doğum günü kutlamasına gelmiş diyerek güldü. Beni oraya bana gülsünler diye çağırdın değil mi? Hadi cevap ver!"

"Ada yemin ederim İpek'i ben çağırmadım. Evet, seni doğum günü partisine çağırdım çünkü seni deli gibi görmek istiyordum. Sonradan aklıma geldi. Orada sevgilim olarak değil bir yabancı olarak duracaktın. Buna dayanamazdım. O yüzden gelemedim. Sana hala çok aşığım." Ozan'la dört yıl boyunca hiç tartışmamış, bir kere bile birbirimize sesimizi yükseltmemiştik. Bu ilkti. İçimde bir yerlerde bir şeyler koptu.
Gözümden bir yaş damladı.

Ayrılırken ağlamamıştı ama şimdi Ozan da ağlıyordu. "Seni kaybetmek istemezdim."

"Ozan... Ozan sen doğru kararı verdin. Olmuyor işte bak, olmayacak da. Bunu sana yapmaya hakkım yoktu, biliyorum. Sana umut vermeye de hakkım yoktu. Ben de istedim. Yemin ederim ben de seni sevmeyi istedim ama olmadı... Özür dilerim."

"Ada."

"Ne olur zorlaştırmayalım... Ben artık gitmek zorundayım. Kendine iyi bak. Hoşça kal."

Loading...
0%