@_kubraakyol
|
Arkadaşlar herkese selam. Ben buraya Wattpad'ten geldim. Orada çok güzel bir kitlem vardı ama uygulama kapanınca okuyucularımı kaybettim. Şimdi tekrardan birilerine ulaşmaya çalışıyorum. Yazmak zor bir eylem bu süreçte motivasyona ihtiyaç duyuyorum. Sizden ricam beğenilerinizi ve yorumlarınızı eksik etmemeniz. Umarım kurgumu seversiniz. Haftada bir bölüm atıyorum normalde ama kitabı watpadden taşıdığım için oradakiler bitene kadar her gün iki bölüm atacağım. Hazır olanlar bittikten sonra da haftada bir atacağım. Hepinize bol öpücükler ve sevgiler. Sizleri seviyorum. İlk iki bölüm için verdiğiniz oylar için teşekkür ederim. Buradan bir tanecik okuyucum @adairemaladag 'a sonsuz sevgilerimi iletiyorum. Kitabım için çok uğraşıyor, insanlara mesajlar atıyor. Ben uğraşmıyorum onun kadar :) Neyse uzatmayayım, iyi okumalar. <3 Telefonum çaldı. Dayım arıyordu. Sanki gözyaşlarımı görüyormuş gibi telaşla elimin tersiyle yanağıma düşen yaşları sildim. ''Efendim dayıcığım.'' ''Ne yapıyorsun kızım, neredesin?'' Dayımın sesi hiç duymadığım kadar tedirgindi. Söylememişti ama emindim. Kötü bir şey olmuştu. ''Arabadayım, eve gidiyorum dayı. Kötü bir şey mi oldu sesin neden öyle çıkıyor?'' ''Ben daha sonra arayayım o zaman.'' ''Bir dakika dayı, park edeceğim birazdan, kapatma.'' Dayımın ne diyeceğini çok merak ediyordum. Uygun bir anı kolladım ve kendimi hemen sağ şeride atıp oradan da emniyet şeridine geçtim. Dörtlüleri yaktım. ''Söyler misin dayı, ne oldu? Size mi bir şey oldu? Güneş? Ona mı bir şey oldu?'' ''Yok kızım biz iyiyiz.'' ''Ne oldu dayı? Söylesene korkutma beni.'' ''Ada, söyleyeceğim ama korkma. Endişelenme de. Sadece haber vermek için söylüyorum. Sakin olman lazım.'' ''Sakinim dayı söyle artık.'' ''Baban bize ulaştı.'' dedi bir nefeste. Duymaktan çok korktuğum ve yıllardır da duymaktan kaçtığım bu cümleyi şimdi duymuştum. Baban-bize-ulaştı. Baban.bize.ulaştı. Dayım bu cümleyi söylediği andan itibaren kelimeler beynimde birbirini kovalamaya başlamıştı. Yutkunamıyordum. Yavaşça telefonu aşağı indirirken dayım hala konuşuyordu. Git gide uzaklaşan sesini artık duyamıyordum. Gözlerimin içinde irileşen gözyaşlarım göz kapaklarımı kapatmamla birlikte çizdikleri rotada yanağımdan aşağı süzüldü. Her şey üst üste geliyordu. Üzerimde dağlar vardı sanki. Nefes alamıyordum. Sanki birileri içimde kalbime bıçaklar saplıyordu. Ozan'ın benden ayrılması, doğum gününde evinden İpek'in çıkması, şimdi de o adamın gelip bizi bulması zaten dağılmış olan ruh halime tuz biber olmuştu sanki. Arabayı çalıştırdım. Bir çizgi hızla görüş alanımdan çıkarken aynı hızla diğeri geliyordu. Ardından o da kayboluyordu ve yine yenisi geliyordu. Bir tane daha, bir tane daha ve bir tane daha. BABAN BİZE ULAŞTI. Kalbim bu cümlenin ağırlığıyla eziliyordu. Sanki tüm göğüs kafesim kalbimi parçalamak istercesine sıkışıyordu. Baban bize ulaştı. Bize ulaştı baban. Ulaştı baban bize. Kafamın içinde sürekli bu üç kelime dönüyordu. Ve ben her kelimeyi teker teker hazmetmeye çalışıyor, hepsini analiz etmek için uğraşıyordum. BABAN. BİZE. ULAŞTI. Bunca yıl sonra nasıl karşımıza çıkmaya cesaret ederdi? Onca yaptıklarından sonra yüzümüze nasıl bakacaktı? Selay'ın yanına gitmek istiyordum. Ona ihtiyacım vardı. Böyle anlardan beni en iyi o kurtarıyordu. Köprü yoluna girmek için sol şeride atladım ve asla olmaması gereken bir şey oldu. Bir arabaya çarpmıştım! Neden sol aynayı kontrol etmediğimi hatırlamıyordum. Beynim uyuşmuştu sanki. Bir daha bu halde araba kullanmamalıydım. Arabasına çarptığım kişi hızlıca arabadan indi ve kapıma doğru yürüdü. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da İnşallah trafik magandası değildir de beni şuracıkta öldürmez. diye dua ediyordum. Camı aşağı indirdim ve gelen kişiye baktım. Kütüphanedeki bal rengi gözlü çocuktu. Dünya bu kadar küçük müydü? Şaşkınlıkla bakarken gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Halime acımış olacak ki bağırıp çağırmak yerine ''İyi misiniz?'' diye sordu. Gözlerinde en ufak bir sinir belirtisi yoktu. Sanki kızmaktan çok arabasına çarpan kişinin kütüphanede sürekli karşılaştığı kişi olmasının şaşkınlığını yaşıyordu. Defalarca karşılaşmamıza rağmen tanışmamıştık. Adını bile bilmiyordum. Elimle gözyaşlarımı sildim. ''Özür dilerim gerçekten çok özür dilerim.'' dedim titreyen sesimle ve arabadan inip birbirine çarpan kısma baktım. Sol farım kırılmıştı, onun arabasının da sağ ön kapısı içine çökmüştü. Fazla bir hasar yoktu. ''Bütün suç benim, zarar neyse karşılayacağım... Gerçekten çok özür dilerim.'' ''Bir yerinize bir şey oldu mu?'' dedi yumuşacık sesiyle. Arabasına zarar vermiş olmam onun için hiçbir şey ifade etmiyordu sanki. Bir kere bile kazadan bahsetmemişti. ''İyiyim... Siz, size bir şey oldu mu?'' dediğimde arabasına döndü ve bir su şişesi çıkarıp, kapağını da açıp bana verdi. ''İyi görünmüyorsunuz, hastaneye gitmek ister misiniz?'' ''Yok, iyiyim gerçekten. Teşekkürler... Kaza tutanağı çıkarmamız gerek sanırım.'' dedim su içtikten hemen sonra. ''Aslında bunlarla uğraşmasak da olur sizin için bir sakıncası yoksa. Biraz acelem var da gitmem gerekiyor.'' ''Nasıl yapacağız peki, hasarı ödemem gerekiyor? Nasıl hesaplayacağız? Hatalı benim.'' ''Bir şey ödemenize gerek yok. Gerçekten sorun değil. Dediğim gibi eğer gerçekten iyiyseniz benim gitmem gerekiyor.'' ''İyiyim, evet.'' dedim başımı sallayarak. ''O zaman, gitmem gerekiyor. Dikkat edin lütfen.'' ''Teşekkürler.'' dedim beni uğraştırmadığı için. ''Önemli değil, kendinize iyi bakın.'' dedi ve arabasına binip uzaklaştı. Arabama binip su şişesini yan koltuğa koydum ve arabayı çalıştırdım. Bir tamirciye gitmem gerekiyordu. Yola koyuldum ve Selay'ı görüntülü aradım. ''Alo, Selay yoğun musun?'' ''Ada neden ağlıyorsun ne oldu?'' ''Anlatmam gereken çok önemli bir şey var. Her şey üst üste geliyor.'' Sesim titriyordu, hiç konuşamıyordum. ''Tamam, bize gel. Neredesin?'' ''Köprüye geçeceğim birazdan, yoldayım. Ama önce tamirciye gitmem gerekiyor. Kaza yaptım.'' ''Ne kazası Ada? İyi misin? Ne oldu?'' dedi telaşla. ''Gelince anlatacağım hepsini.'' ''Tamam canım. Dikkat et. Bekliyorum seni.'' *** Farımı yaptırdıktan sonra Selay'ın kliniğine gittiğimde saat 17:00 olmuştu. Bir an önce Selay'ın evine gidip yemek yemek istiyordum. Sabahtan beri hiçbir şey yemediğim için çok acıkmıştım. Tükettiğim tek şey bal gözlü çocuğun verdiği suydu. Klinikte sıra bekleyen sadece bir tane hasta kedi vardı. Neyse ki çok beklemeyecektim. Selay'ı beklerken internetten tabela yapan yerlere bakıyordum. Selay kliniği yeni açtığı için henüz bir tabelası yoktu. Sadece camında Selay Göksu Veteriner Kliniği yazıyordu. Bu yüzden ona güzel bir tabela hediye etmek istiyordum. Çok güzel bir tabela firması bulmuştum. Üzerinde kedi ve köpek patileri olan, mavi ve gri renklerin olduğu güzel bir tabelaydı. Üzerine ne yazılması gerektiğini ve adresi firma çalışanına yazıp tabelayı sipariş ettim. Selay'ın işi sonunda bitti ve hızlıca yanıma gelip bana sıkıca sarıldı. ''Ne oldu? Çabuk anlat.'' dedi bedenlerimiz ayrıldığında. ''Burada anlatabileceğim bir şey değil. Başka hastan yoksa evine gidelim mi?'' ''Randevum yok evet. Hadi gidelim o zaman.'' Selay'ın evine geldiğimizde ilk işimiz mutfağa gitmek oldu. Gerçekten açlıktan ölmek üzereydim. ''Eveeeet, önce hangisinden başlamak istersin anlatmaya?'' dedi Selay yemeği karıştırırken. ''Sabah kütüphaneye gidiyordum. Ozan gelmiş. Konuşmak istiyordu.'' ''Ne dedi beyefendi?'' ''İpek'i evine o çağırmamış... Çok pişmandı Selay. Ayrıldığı için çok pişmandı.'' ''Geri dönmek mi istiyormuş?'' ''Sanırım evet... Ama olmayacağını söyledim.'' ''Doğru olanı yapmışsın. Kaza nasıl oldu peki? Buna üzüldüğün için mi yaptın?'' Sırtımı buzdolabına yasladım ve derin bir nefes aldım. ''Dayım aradı, baban bize ulaştı dedi.'' ''Ne?'' dedi Selay. ''Nasıl ulaşmış Ada, ne diyorsun sen? Nasıl ulaşmış, ne demiş eve mi gelmiş?'' ''Bilmiyorum Selay. O kadarını sormadım. Şok geçirmiştim. Sonra da kaza yaptım işte.'' ''İnanamıyorum ya bunca zaman sonra böyle bir şeye nasıl cesaret eder? Hangi yüzle?'' ''Onu öldürmek istiyorum Selay. Paramparça yapmak istiyorum. Nefret ediyorum. Umarım karşıma çıkmak gibi bir aptallık yapmaz.'' ''Güneş'e söyledi mi acaba?'' ''Sanmam. Daha anlatamam. Zamanı değil.'' Selay yanıma gelip bana sarıldı. ''Ah benim canım arkadaşım ya. Geçecek hepsi, ben hep yanındayım. Sakın sıkma canını.'' ''İçimde her şey alt üst olacak gibi bir his var.'' Hislerimde yanılmazdım. Her şey alt üst olacaktı. ''Saçmala Ada. Olmayacak öyle bir şey.'' dedi ve sarılmamızı bitirdi. ''Kaza nasıl oldu, sana bir şey olmadı değil mi?'' ''Yok olmadı. Sadece arabada zarar vardı. Sol farım kırıldı sadece. Hallettim onu da.'' dedim fırın ötmeye başladığında. Yemek pişmişti. Can da geldiğinde nihayet yemeğe başlamıştık. Bu kadar acıktığımı bilmiyordum. Can ve Selay gündelik sohbetlerini yapıp, günlerinin nasıl geçtiğini birbirlerine anlatırken ben iştahla yemeğimi yiyordum. Dört yıldır sevgililerdi ve ilişkilerindeki heyecan hiç bitmemişti. Sürekli flört ediyorlardı. Tanıdığım en tatlı çift kesinlikle onlardı. ''Duruşman nasıl geçti hayatım?'' dedi Selay Can'a. Can iki yıl önce hukuk fakültesinden mezun olmuş bir avukattı ve Selay'la beraber Arnavutköy'de yaşıyordu. Henüz 25 yaşındaydı ama adından oldukça bahsettirmeyi başarmıştı. Başarılıydı. ''İyi geçti aşkım. Hâkim eğer vicdan sahibiyse davayı biz alırız. Bir sonraki duruşma iki hafta sonra. Bakalım eğer alırsak barodan çocuklarla kutlama yemeğine gideceğiz. Önemli bir dava biliyorsun.'' ''Ben inanıyorum sana. Siz kazanacaksınız bak, Selay dedi dersin.'' ''Teşekkür ederim sevgilim.'' dedi Can Selay'ın elini tutup öperek. ''Şımartma beni.'' ''Şımartırım. Neden şımartmayayım?'' dedi Selay Can'a sıcacık gülümseyerek. Ve sonra bana döndü. ''Bu gece burada kalsana Ada. Dönme bu saatten sonra. Geç oldu.'' ''Valla ne yalan söyleyeyim, sizi çok özledim. Hiç hayır diyemeyeceğim.'' ''E süper o zaman, film izleriz beraber.'' ''Ben de tam yeni keşfettiğim harika bir filmi izlemek için uygun zamanı bekliyordum.'' dedi Can hevesle. ''E hadi o zaman, salona.'' Sofrayı toplayıp bulaşıkları makineye yerleştirdikten sonra salona geçtik ve televizyonun karşısına oturduk. Can ücretli bir dizi-film izleme platformundan seyredeceğimiz filmi arıyordu. Biz de Selay'la konuşuyorduk. ''İki gün önce sanat grubu toplantısına gittim. Bir yarışma olacakmış. Kendimizi anlattığımız bir resim yapmamızı istiyorlar. Kazanana yurt dışı tatil bileti vereceklermiş.'' ''E çok güzel bir haber bu. Şimdiden pasaportunu ayarla o zaman. Bir sorun çıkmasın sonra.'' ''Benden daha iyileri var Selay. Kazanacağımı düşünmüyorum.'' ''Kimmiş senden dahi iyileri Allah aşkına? İpek mi?'' dedi tiksinti dolu bir sesle. ''Hayır da ne bileyim. İddialı değilim yani.'' dedim ve gülümserken telefonuma gelen bir mesaj sesiyle telefonumu elime aldım. Bir e-mail gelmişti. Gönderen adresi tanımıyordum. Mailde konu yoktu. Sadece ekte bir fotoğraf vardı. Hala gülerken fotoğrafı açtım. Gülüşüm suratımda donmuştu. Kaşlarım çatılmış, buz kesmiştim. Ozan İpek'i öpüyordu. "Ada İyi misin?" Gururum buzdan duvarlarımdan kayarken hızla aşağı düştü ve kafamın içinde yüksek sesler yankılandı. Gururum yerle bir olmuş, parçalara ayrılmıştı. OZAN. Gururumun dağılan parçalarının zihnimde canlanan görüntüsüne bakıyordum. Bugüne kadar beni ayakta tutan duygu. Gözümün önünde talan olmuştu. ''Ne oldu Ada? Cevap ver korkutma beni." dedi Selay gözümden bir yaş damlarken. Fotoğrafı ona gösterdim. ''Yuh. Yok artık bu ne ya?'' Fotoğraf mezuniyet törenine aitti. İki buçuk ay önce çekilmişti. Yani Ozan'la sevgiliydik. Her ne kadar ona karşılık vermesem de her ne kadar ona sevgilim gibi davranmıyor olsam da o zamanlar benim sevgilimdi, beni aldatmış sayılıyordu. Ve İpek'i öpüyordu. ''Aşkım şu mail adresine baksana, kime ait bulabilir miyiz?'' Can telefonumu eline aldığında bir şaşkınlık da o yaşamıştı ama fotoğrafla ilgili bir şey söylememişti. ''İpek göndermiştir diye düşünüyorum. Araştırır bulurum ama.'' ''Siz zaten ayrıldınız. Neden şimdi kalkıp sana Ozan'la öpüştüğü fotoğrafı gönderiyor ki? Çok saçma.'' Bilmiyordum, bilmek de istemiyordum. Bugün o kadar çok şey yaşamıştım ki artık daha fazlasını yaşamak istemiyordum. Hiçbir şey düşünmeden dümdüz durmak istiyordum. Başım dönüyordu. Dünyam da dönecekti. *** Selay'ın benim için ayırdığı odadaydım. Pencereden dışarıyı izliyordum. Dolunay vardı. Dayım dolunay gibi bembeyaz, parlak ve ışıl ışıl bir yüzüm olduğunu söylüyordu hep. Bu yüzden dolunayı çok seviyordum. Doğru da söylüyordu. Yüzüm, gece gibi siyah saçlarımın arasında dolunay gibiydi. Gözlerim de o dolunayın üzerinde iki küçük siyah nokta gibiydi. Hiç istemiyor olsam da babama benziyordum. Siyah saçlarım, simsiyah gözlerim, beyaz yüzüm. Hepsi ona benziyordu. Aynaya her baktığımda gördüğüm kişiden nefret ediyordum. Keşke Güneş gibi ben de anneme benzeseydim. Selay kapımı iki kez çaldıktan sonra odaya girdi ve uyuyacağım yatağa oturdu. Elinde incirli yoğurt vardı. Ben de onun gibi yatağa oturdum ve sırtımı duvara yaslayıp dizlerimi karnıma çektim. Bugün yeterince ağladığım yetmiyormuş gibi gözlerimden yine yaşlar süzülüyordu. ''Hayır niye ağlıyorsun anlamıyorum. Senin baş edemeyeceğin bir şey mi var Ada?'' dedi bana incirli yoğurdu verirken. ''Bu sefer o kadar kolay değil Selay. Bu kadarına cesaretim de yok gücüm de yok.'' ''Sen benim tanıdığım en cesur kızsın Ada. Bunu senin de görmen gerekiyor.'' ''Ben kendime baktığımda terk edilmiş bir ada görüyorum Selay. Kimsenin gitmek istemediği, susuz kaldığı için bütün yeşilliği kurumuş, çorak bir toprak parçasıyım sanki.'' Yeniden yeşermem için bir yudum da olsa suya ihtiyacım vardı. İçimdeki ölü ormanları tekrardan yeşertemezdim belki ama en azından içimde yeni ağaçlar yeşerirdi. ''Bir gün gözlerimi kapatıp açsam ve her şey son bulmuş olsa keşke.'' ''Zaten öyle olacak Ada. Bir gün her şey senin istediğin gibi son bulacak... Yemeyecek misin?'' dedi gözleriyle elimdeki incirli yoğurdu işaret ederken. İçinde incir olan her şeye bayılıyordum ama şu an canım hiçbir şey istemiyordu. ''Yemeyeceğim, canım istemiyor.'' Selay omuz silkti ve ayağa kalkıp beni yatağa yatırıp üzerimi örttü. ''Hadi canım arkadaşım şimdi uyu. Yeterince kötü bir gün geçirdin.'' ''İyi geceler.'' dedim uykulu bir sesle. Selay ''İyi geceler.'' dedi ve ışığı kapatıp gitti. *** 12 Eylül, Perşembe Bugüne kadar her yükü kaldırmıştım. Acı, ayrılık, özlem, nefret. Tüm duyguları omuzlarımda taşımıştım. Yaşadıklarım çok ağırdı ve her yaşadığımı her hücreme sindire sindire aşılamış, kimse görmesin diye de üstüne koskocaman duvarlar örmüştüm. Duvarlarımdaki her tuğla bir acıyı ifade ediyordu ve o duvar bir gökdelenle yarışacak kadar büyüktü. Acı üstüne acı inşa ederken, daha bir tanesi tazeyken diğeri geliyorken tüm bunlara yetişmem hiç de mümkün olmuyordu. O kadar kötü durumdaydım ki diğerlerinin yaşadıklarını küçümsüyor, onları acıdan, dertten saymıyordum. "Ohoo, o ne ki ben nelerini gördüm, ben daha kötülerini yaşadım." diye sürekli içimden söyleniyordum. Adını anmak istemediğim adam yıllar sonra tekrar karşıma çıkmaya cesaret etmişti. Aynı zamanda beni karşılıksız sevdiğine inandığım adam beni aldatmıştı. Her acıyı sineye çekebilirdim ama bu sefer farklıydı. Her iki acıyı aynı anda kaldıramazdım. O gökdelene iki tuğla birden ekleyemezdim. Sabah uyandığımda ilk işim Ozan'ın ofisine gidip hesap sormak olmuştu. Ayrılmıştık evet ama bu yaptığını açıklamak zorundaydı. Ona aşık olmadığım için beni aldatmış olmasını umursamıyordum. Kızdığım nokta şuydu; İpek'le aralarında bir şey varken neden beni sevdiğini söylüyordu. Beni neden vicdan muhasebesi yapmak zorunda bırakmıştı? Yıllardır sevgisine karşılık vermediğimden beni cezalandırmak için yapmıştı belki de. Ofisinin merdivenlerinden çıktım ve kapıyı açtım. Beni karşısında görmeyeceğini düşünüyordu belli ki. Çünkü şaşkın gözlerle beni izliyordu. Dün gece gördüğüm fotoğraf bende yıkıcı bir etki yaratmamıştı fakat şimdi onu karşımda görmek bende tuhaf bir his uyandırmıştı. Ona yaklaştıkça kalp ritmim artıyordu ve kızgınlığım tüm beynime yayılmıştı. Gülümsüyordu. Bana. Gözlerimin içine bakıp bana gülümsüyordu. Hiçbir şey olmamış gibi davranmayı nasıl başarıyordu? İpek'i öpüp bana nasıl hala gülümseyebiliyordu? İpek'e de gülümsemiş miydi? Birden midemde acı bir his kaynadı. Ozan bana yaklaştığında ne yapacağımı düşünüyordum. Ne yapacaktım? Ne diyecektim? Bir an haklı olduğunu bile düşündüm. Benimle yapamadıklarını İpek'le yapacaktı. Beynim bir sürü düşünceyi ihtimaller arasına sıralarken midem bulandı. ''Ada, seni görmeyi düşünmüyordum. Hoş geldin.'' dedi ve elini koluma doğru yaklaştırdı. Ani bir atakla omuzlarını tuttum ve hızlıca ittim. "Yaklaşma." Bu ani tepkim karşısında afallamıştı. "Ada." dedi ve bir adım geri attı. "Peki, tamam. Sakin ol önce." "Olmayacağım." dedim sinirle. "Utanmadan nasıl yüzüme bakıyorsun?" Telefonumu çıkartıp fotoğrafı gösterdim. "Bu ne? Söylesene bu ne?" Seri bir şekilde telefonu aldı ve ekrana baktı. Yüzü anında bembeyaz olmuştu. Yanına gittim ve yumruk yaptığım ellerimi göğsüne indirdim. "Konuşsana. Hadi beni ne zamandır aldattığını anlat. Ben seni en sevdiğin kafede beklerken neden gelmediğini anlat. Cevap versene neden susuyorsun!? Dur ben söyleyeyim! Çünkü ben seni beklerken sen bu fotoğraftaki gibi doğum gününde de İpek'le öpüşüyordun!" "Göründüğü gibi değil Ada dinle." "Doğum gününde kapıdan geri çevirmedin değil mi? İçeri aldın onu değil mi? Sen... Sen iğrenç bir yalancısın ve ben senin yalanlarını dinlemek istemiyorum!" Gözlerinin içine bakıp omuzlarından ittirdim. Etkilenmemişti. Zaten benim gücümün yanında onunki çok fazlaydı. "Senden nefret ediyorum." "Dinle diyorum sana." Kolumu bileğimden tutup iyice sıktı. "Dinlemeyeceğim bırak." Elinden kurtulup alnımdan enseme kadar saçlarımın arasından parmaklarımı geçirdim. "Allah kahretsin." Masadaki bardağını alıp yere attım. Kırılmıştı. "En az iki buçuk aydır berabersiniz demek." Sinirden kahkaha attım. "İki buçuk ay önceye ait bu fotoğraf. Sakın inkâr etme. Sakın!" Gülmekle ağlamak arasında kalmıştım. Sesim çok yorgun çıkıyordu. Çok öfkeli hissediyordum. Tüm hayatım boyunca bastırdığım duyguları bugün bastıramıyordum. Sanki içimden başka bir Ada çıkmış gibiydi ve ben yılların acısını şu an çıkarıyordum. Ne yaşamışsam hepsi bir lav gibi harlanmış, volkan gibi patlamaya hazırlanmıştı. "Utanmadan nasıl yüzüme baktın? İpek'i öpmüşsün. İpek'i. Midemi bulandırıyorsun!" Masadaki diğer bardak da öfkemden nasibini almıştı. Hızla aldım ve yere savurdum. Anında tuzla buz olmuştu. "Aldatmadım Ada kes şunu." Kollarımdan tutup beni dizginledi. "Bilmediğin şeyler var." "Ne var? Aslında İpek'i sevdiğin için benden ayrıldığını mı söyleyeceksin?" Omuz silktim. "Boş versene ne önemi var?" "Dinler misin?" Yanıma iyice yaklaşıp kollarımdaki tutuşunu sertleştirdi ve gözlerime baktı. "Lütfen dinler misin artık?" Sabırsızdı. Sanki kollarının arasından kaybolacakmışım gibi. "Oturdum vicdan yapıyorum. Ozan beni seviyor benimle uğraşıyor. Çocukmuşum gibi her zorluğuma koşuyor. Yardım etmek zorundaymış gibi hissediyor. Bense ona karşılık vermiyorum diye ağlanıyorum. Dört yıldır bu yükün altında eziliyorum Ozan. Ayrıldın diye kendi hayatına bakacak olman beni mutlu bile etti. Ama senin umurunda bile değilmiş. Salak gibi oturup senin için üzülüyordum. Ozan beni neden kandırdın?" "Seni aldatmadım Ada. Kes şunu." dedi ben elinden kurtulurken. Ofisin merdivenlerinden indim ve yol boyu koşar adım yürümeye başladım. Gitmek istiyordum. Kaçmak, yok olmak. Her şeyi geride bırakmak ve tüm bu yaşanılanlara son vermek. Bir ip bana yardımcı olabilir miydi? Ya da kalbime indirebileceğim bir bıçak. "Nereye gidiyorsun? Buraya gel." Peşimden geliyordu. "Cehennemin dibine!" "Neyden kaçıyorsun Ada? Yüzleşmek istemediğin şey ne? Geçmişine mi koşuyorsun? Vazgeç artık. Boşuna uğraşıyorsun." "Beni sorgulamayı kes." dedim olabildiğince yüksek sesle. "Sakin ol ve beni dinle. Bir fotoğrafa mı inanacaksın? Seni aldatmadım diyorum." Mesafeyi azalttı ve ani bir hareketle kolumu tutup beni kendine çevirdi. "Söylesene. Seni beklemekten yoruldum desene Ozan. Hadi ne duruyorsun?" Kolundan kurtulup tekrar daha büyük bir hızla yürüdüm. "Bırak beni!" "Ben seni beklemekten yorulmadım Ada." Peşimden gelmeye devam etti. "Senin beklentilerinden yoruldum. Savaş'ı beklemenden yoruldum. Daha yaşadığından bile emin olmadığın birini aramandan yoruldum. Buna umut bağlamandan yoruldum. Geçmişe dönük yaşamandan yoruldum. Bir türlü mutlu olamamandan yoruldum." Ozan ne kadar hızlı yürüse de bana yetişemiyordu. "Seni mutlu edemiyorum Ada. Bunun için ayrıldım senden. Ama köpek gibi pişman oldum. Yanlış yaptım ben Ada. Seni kaybetmek istemiyorum!" Ozan beni mutlu ediyordu. Bunu bilmiyor muydu? Fark etmemiş miydi? Ya da yaşadığım duyguları belli etmediğim için anlayamamış mıydı? "Mutlu edemiyor musun? Hayatımdan gidişinle beni yeterince mutlu ettin. Şimdi git. Özgürsün. İstediğini yap. Seni istemiyorum." "Yalan söylüyorsun. Senin mutluluğun benimle alakalı değil. Hayatında olmam ya da olmamam senin mutluluğunu etkilemez. Ben olsam da olmasam da sen zaten dibe batmışsın. Kör bir kuyuda gün yüzüne çıkamayacağını bile bile çabalıyorsun. Sen sadece Savaş'ı bulunca mutlu olacaksın. Sen ona kavuşunca gerçekten mutlu olacaksın." Haklıydı. Ben kör bir kuyuda yıllardır boğuluyordum. Her defasında artık en dipteyim derken yeni bir dibi keşfediyordum. Acım sonsuzdu ve ben artık anlatamıyordum. Anlatacak kelime bulamıyordum. Zaten kimse anlamıyordu. Bu daha fazla yaralıyordu. Her gün biraz daha azalmak çok yoruyordu. Parça parça olmuştum ve toplanamıyordum. Küçüklüğümden beri hep içime atıyordum. İçine kapalı derlerdi hep. Hayır diyordum, içine açık dışına kapalı. Hep içime konuşur, duvarlarımın üstünde bağdaş kurup oturmuş Ada'yla tartışırdım. Sadece biz vardık. Ben ve içimdeki Ada. Başka kimse yoktu. "Artık seninle ilgili bir şey duymak istemiyorum. Seni görmek istemiyorum. Sesini bile duymak istemiyorum. Anladın mı? Uzak dur benden!" O kadar çok yürümüştük ki neredeyse anayola çıkacaktık. Nefesim kesilmişti. Sesim yettiğince çığlık atma isteğimi bastıramıyordum. Boğazımda bir yük vardı ve ben kurtulmak istiyordum. Sonunda bana tekrar yetişti ve kollarımı tutup beni kendine çevirdi. "Bunu mu istiyorsun? Ben gidince daha çok mu mutlu olacaksın?" dedi tehlikeli bir fısıltıyla. Gözleri alev alevdi. Bu hali beni korkutuyordu çünkü Ozan sakin ve her durumda soğukkanlılığını koruyan biriydi. "Evet." Onun aksine ben öfkeyle bağırdım. Canını yakmak istiyordum. Benim canım yanıyordu ve ben çevremdeki herkesin acı çekmesini isteyecek kadar ruhsuzlaşmıştım. "Peki." deyip kollarımı bıraktı ve ofise doğru yürümeye başladı. Boş gözlerle arkasından bakıyordum. Gidiyor muydu? Yoksa kaçıyor muydu? Bir an peşinden gidecek gibi oldum ama sonra hemen tekrar aksi istikamete, anayola doğru yürümeye başladım. Uzun zamandır tuttuğum gözyaşlarım sonunda zincirlerinden kurtulup çizdikleri yolda ilerliyordu. Ağlamak yetmiyordu. Gereksizdi. Bir şeyleri çözmüyordu. Ellerimin tersiyle yanaklarımı silerken arabama ilerledim. Sonunda arabama geldim ve motoru çalıştırdım. Ozan'la olan bağımız artık arkadaş bile kalamayacak kadar kopmuştu. Yapacağı açıklamaları merak etmiyordum. Görünen köy kılavuz istemezdi. Herhangi bir açıklamaya ihtiyaç yoktu. Ben sadece içimi dökmek, beni soktuğu durumun sonuçlarını anlatmak için onun yanına gitmiştim. Sanırım artık onu sevmediğim için vicdan azabı çekmiyordum. Ben bencil ya da suçlu değildim. O da bunu görmeliydi. *** Ozan'la yaşadığım yüzleşmeden sonra sanat grubuna gittim ve benim için ayrılan tuvali, fırçaları, boyaları ve gerekli olan diğer her şeyi çantama koyup arabama taşıdım. Kafamın içindeki binlerce düşünceden kurtulmak istiyordum. Normalde ders çalışarak bu düşüncelerden kaçardım ama bu sefer duygularımı kâğıda dökmek istiyordum. Bu resmi yarışma için yapmıyordum, tek amacım içimi dökmekti. Hem zaten kazanamayacağımı da biliyordum. Eve giderken ne yapmak istediğimi düşündüm. Ben neydim, kimdim? Hayatımda ne olmasını istiyordum? Ya da kim olmak istiyordum? Hayatımla ilgili bir şey çizmek istemiyordum. Öznesinin tamamen kendimin olduğu bir resim yapmak istiyordum. Özele inecektim. Ve sanırım ne yapmak istediğimi çoktan bulmuştum. Eve geldim ve bütün malzemelerimi salondaki büyük sehpanın üzerine dizip mutfağa koştum. Bir yandan resmim hakkında düşünüyor bir yandan da kahvaltı hazırlıyordum. Favori radyo kanalımı açmayı da ihmal etmemiştim tabii. Haftalardır sağlıklı beslenmiyordum. Elli altı kilodan elli bir kiloya düşmüştüm ve boyum da uzun olduğu için çok sağlıksız görünüyordum. Bu yüzden kendime güzel bir kahvaltı tabağı hazırlayıp çayımı da aldıktan sonra salona geldim. Elimdekileri sehpanın üzerine bırakıp pencereyi açtım. Hava güzeldi. Hafif rüzgâr perdemi havalandırırken sehpanın yanına, yere oturdum ve tabağımdakileri yemeye başladım. İlk olarak tuvale çizmeyecektim. Güzel olmazsa geri dönüşü olmazdı. Önce kâğıtlara çizip, en son halini tuvale aktaracaktım. Ve böylelikle siyah bir kurşun kalemle, a4 kâğıdının tam ortasına ada resmi çizmeye başladım. Bu ada yalnız bir adaydı. Beni temsil ediyordu. Adanın üzerine çukurlar yaptım. Ruhumun, yeri kolay kolay doldurulamayacak boşluklarıydı bunlar. Her şey siyahtı. Hiç renk yoktu. İçim de böyleydi. Bir an aklıma dayımın söyledikleri geldi. Bana beni yıkabilecek güçteki o cümleyi söyledikten sonra telefonu yüzüne kapatmıştım. Cesaretim olmadığı için de yirmi dört saattir detayları sormaktan kaçmıştım. Dayım da beni anlamış olacak ki bir daha aramamıştı. Arayıp olanları sormam gerekiyordu. Evimize gelmiş olmasından, Güneş'e olanları anlatmış olmasından çok korkuyordum. Dayım telefonu her zamanki gibi o çok sıcak sesiyle açtı. ''Günaydın canım kızım.'' ''Günaydın dayıcığım.'' diye fısıldadım. ''Dün söylediğin şey için aramıştım.'' ''Korkacağın bir şey yok kızım. Sizin Bursa'da bir komşunuz vardı. Baban yıllar önce o komşunuza size vermesi için bir mektup bırakmış. Kadın ona verdiğim adresi kaybettiği için yıllardır mektubu bize gönderememiş. Tesadüf eseri eski kağıtlarının arasında bulmuş. Nihayetinde dün kargoyla bize gönderdi. Ben babanın yeni verdiğini düşündüm ve detayları sormadan, öğrenmeden seni aradım. Yani benim hatam. Çok özür dilerim kızım. Bizim nerede olduğumuzu bilmiyor hala. Güneş de bir şey bilmiyor merak etme.'' Derin bir iç çektim. ''Mektupta ne yazıyor?'' ''Bursa'daki evinizde size ait bir şey olduğunu yazmış.'' ''Mektubu, o komşumuza evimiz yandıktan sonra mı vermiş önce mi vermiş? Önce verdiyse hiçbir anlam ifade etmiyor. Bahsettiği şey yangında kül olmuştur.'' Bursa'daki evimiz biz Aydın'a taşındıktan birkaç hafta sonra tamamen yanmıştı ve yandıktan sonra da geriye hiçbir şey kalmamıştı. Bahsettiği gibi bize ait bir şey vardıysa bile çoktan küle dönmüştü. ''Yangından önce vermiş.'' ''İyi, demek ki orada bize ait hiçbir şey yok... Dayı mektubu atar mısın? Güneş görmesin.'' ''Tamam kızım sen nasıl istersen.'' ''Teşekkür ederim. Güneş'i ve yengemi öp benim için. Sizi seviyorum.'' ''Biz de seni seviyoruz yavrum. Görüşürüz.'' *** Günün kalan saatlerini kütüphanede geçirmeye karar verdim ve kütüphanenin yolunu tuttum. Birkaç gündür iyiydim ama yine başım dönüyordu. Hâlbuki yemek de yemiştim. Bir kahve alıp her zamanki masama oturdum. Bal gözlü çocuk yoktu. Arabasına çarptığım için ona borçlanmıştım. Masrafları karşılamama izin vermemişti ama en azından bir kahve ısmarlayabilirdim. Unutmamam için defterimin bir köşesine not aldım. Bal gözlü çocuğa kahve ısmarla. Kâğıtlarımı ve kalemlerimi çıkartıp resmim üzerinde çalışmaya başladım. Bir ada yapmıştım evet ama bir şeyler eksikti. Bir hikâyesi yoktu. Bir şeyler daha bulmalıydım ama bunun için kafa yormam gerekiyordu. En iyisi biraz ara vermekti. Resim malzemelerimi bir kenara koydum ve ders kitaplarımı çıkarttım. Yeni okul yılının başlamasına az kalmıştı. Bu sene mezun olmak zorundaydım ve bunun için de ders çalışmalıydım. Kütüphane bugün sessizdi. Eren'in bile sesi çıkmıyordu. Geldiğimden beri bilgisayarının başından hiç kalkmamıştı. Sanırım bu ara işler yoğundu. Sessizliğin avantajıyla kendimi derse o kadar çok kaptırmıştım ki saatin 22.00 olduğunu bile fark etmemiştim. Etrafıma baktım, kimse yoktu. Eren bile yoktu. Normalde 21:00'da kapatıyordu. Demek ki işi hala bitmediği için bu saate kadar burada kalmıştı. Yoksa çoktan başımda dikilip Hadi Ada kapatıyorum. derdi. Masamdan kalktım ve ona seslendim. Cevap vermemişti. Belki de lavabodaydı. Masama döndüm. Az önce fark etmemiştim ama masanın hemen kenarında bir not vardı. Ada bak, açık konuşacağım. Sana güveniyorum. Anahtar resepsiyon zilinin altında. Çıkacağın zaman kapıyı kilitler öyle çıkarsın. İyi çalışmalar. Eren. :) Kendimi derse bu kadar kaptırdığıma inanamıyordum. Eren'in masama not bıraktığını bile fark etmemiştim. Bütün malzemelerimi topladım, anahtarı resepsiyon zilinin altından aldım ve ışıkları kapatıp kapıya yöneldim. Çok karanlık olmuştu ama şarjım el fenerini açamayacak kadar az olduğu için kapıyı el yordamıyla bulmak zorunda kalmıştım. Kapının kolunu indirip, dışarıya bir adım atmamla sert bir gövdeye çarpmam bir olmuştu. O an hissettiğim tek şey burnumdan ciğerlerime kadar giden deniz kokusuydu. Parfüme benzemiyordu, kendi kokusuydu sanki. Tertemiz, ferah bir deniz kokusu. İstemsiz, tiz bir çığlık attım. |
0% |