@_kubraakyol
|
Deniz'in yanıma geldiği sırada bir yandan nefes alışverişlerimi düzene sokmaya çalışıyor bir yandan da yıllardır kafamda kurduğum konuşmayı ya da yüzleşmeyi hatırlamaya çalışıyordum. Söylemek istediğim her şey bir anda silinip gitmişti. Babamı bulursam ilk işim hesap sormak olacaktı. Yıllardır kendime bunu söylüyordum ama şimdi o cümleler neden dilimden dökülmüyordu? "Yavrum. Güzel kızım. Çok şükür. Çok şükür ulaştın bana." dedi küçük bir hıçkırığın ardından. Ağlıyor muydu? Bir babam olsaydı hayatım nasıl olurdu ya da dünya nasıl bir yer olurdu diye düşündüm. Mesela her ağladığımda ona koşmaya devam ederdim. Sınıf arkadaşlarım babalarından bahsettiğinde ağlamak yerine ben de kendi babamdan bahsederdim. Bana araba kullanmayı o öğretirdi. Beraber radyo dinlerdik ki bu alışkanlığım bana ondan kalmıştı. Beraber bisikletle gezer, kamp yapardık. Daha korkusuz olurdum. Nasıl olsa babam benim yanımda diye düşünür, hiçbir şeyden korkmazdım. "Ada, kızım." Konuşmalarını Deniz'in de duyması için telefonu hoparlöre aldım. "Güzel kızım. Neredesiniz? Söyle, yanınıza geleyim. Sizi çok özledim. Anlatacak çok şeyim var." "Bana kızım deme." Bizi özlemesini ve anlatacağı şeyleri görmezden gelip ona bambaşka bir soru yönelttim. "Savaş nerede? Yaşıyor mu? Nereye götürdün onu?" dedim yılların nefretiyle bağırarak. "Yaşıyor. Yaşıyor ama nerede olduğunu söyleyemem. Ama yakında söyleyeceğim, çok az kaldı kızım. Zamanı gelince kavuşacağız ona. Sen, Savaş, Güneş, ben. Yine bir aile olacağız." "Ne aile olmasından bahsediyorsun sen ya? Ne hakla? Ne yüzle? Bir de saçma sapan hayaller kurmuşsun. Ben seninle değil aile olmak, yüzünü bile görmek istemiyorum. Gördüğüm yerde seni kendi ellerimle boğacağım." "Güzel kızım, bana kızgın olduğunu biliyorum. Ama her yaptığımın bir cevabı var. Beni dinledikten sonra bana hak vereceksin. Ne olur böyle yapma. Her şeyi açıklayacağım." "Bana kızım deme dedim sana. Senin yaptığın hiçbir şeyin bir açıklaması olamaz. Duydun mu beni? Bana hemen Savaş'ın yerini söyle. Kardeşim nerede? Onu neden götürdün? Neden ayırdın beni ondan?" "Mecbur kaldım. İsteyerek mi götürdüm sanıyorsun? Hepsini anlatacağım. Ama böyle olmaz. Yüz yüze anlatabilirim ancak. Hem sizi çok özledim kızım. Ne olur söyle, neredesiniz?" "Bizi asla göremezsin. O yüzden şimdi açıklamak zorundasın. Savaş'ın neden boş mezarı var? Neler çevirdin çekip gittikten sonra? Anlat. ANLATSANA NİYE SUSUYORSUN? Neden götürdün onu? Nerede şimdi?" "Nereye götürdüğümü söyleyemem. Söyleyemem çünkü hayatın tehlikeye girer. Güneş'in hayatı tehlikeye girer. Beni affetmediğinizi biliyorum ama sana yemin ederim her şeyi öğrenince bana hak vereceksiniz." "Seni asla affetmeyeceğim. Katil olmuşsun ya sen. Katil olmuşsun. Birinin ölümüne sebep olmuşsun. Hapiste çürüyeceksin. Duydun mu beni?" "Sen." dedi kekeleyerek. "Sen nereden duydun bunu?" "Nereden duyduğumun ne önemi var? Eğer bana Savaş'ın yerini söylemezsen seni ihbar edeceğim. Senin nerede olduğunu biliyorum. Her şey bir telefonuma bakıyor. Polis anında tepene biner. Söyle dedim. Nerede Savaş?" "Ada hayatınız tehlikeye girer, bunu yapamam. Anla beni ne olur." "Başlatma hayatından. Niye götürdün onu? Az önce de sordum, cevap ver. NEDEN ONUN ADINA YAPILMIŞ BOŞ BİR MEZAR VAR?" "Ben onu götürmek istemedim. İstemedim ama elimde değildi Ada. Mecbur kaldım." dedi kekeleyerek. Onu tanımıyordum. Ne hissettiğini bilmiyordum. Ne anlattığını ya da ne anlatmak istediğini bilmiyordum. Kelimelerinin arasına sakladığı hisleri tahmin edemiyordum. "Neye mecbur kaldın? Anlat artık Allah'ın cezası. Annem sen Savaş'ı alıp gittin diye kendini öldürdü. Sen arkanda iki tane çocuğunu bıraktın. Hiçbir bahane bu yaptıklarını haklı çıkarmaz." Babam birkaç saniye sustu. Söyleyecekti, hissetmiştim. Nasıl söyleyeceğini düşünüyordu. Kelimelerini seçmeye çalışıyordu. Derin bir nefes aldığını duydum. "Senin içindi." dedi, boğazında bir taş varmış gibi çıkan sesi yutkunmama sebep olmuştu. "Ne? Ne demek senin içindi? Ne saçmalıyorsun sen? Ne anlatıyorsun?" dedim panikle. Savaş'ı bizden koparmasının benimle ne ilgisi olabilirdi? Ben ne yapmıştım da ailemizi dağıtan bu olayın sebebi olmuştum? "Benimle ne ilgisi var? Sen, sen ne saçmalıyorsun? Ne demek oluyor bu? Konuşsana." Deniz bacağımın üzerindeki elimi tuttu. Farkında değildim ama bacağıma tırnaklarımı batırmıştım. Canımın yandığını hissetmiyordum. Zaten hemen şimdi elimi kesseler onu bile hissetmezdim gibime geliyordu. Gerilen bedenim Deniz'in elimi tutmasıyla biraz da olsa gevşemişti. Huzursuzluk son şiddetiyle damarlarımda hala gezerken birazdan duyacağım şeylere kendimi hazırlamaya çalışıyordum. "Bunları telefonda anlatamam kızım. Ne olur anla beni." "Başka seçeneğin ya da şansın yok. Seni bir daha aramayacağım. Sen ararsan da açmayacağım. O yüzden ya şimdi anlatırsın ya da sonsuza kadar susarsın." "Hastaydın." dedi babam yorgun bir sesle. "Çok hastaydın kızım. Biz sana kalp aradık. Çok aradık. Organ bağışı bekledik. Kimse yoktu. Günden güne gözlerimizin önünde ölüyordun. Seni İstanbul'a hastaneye götürdük. Doktor bize fazla vaktinin olmadığını söyledi. Bu cümle bir baba için ne kadar ağır biliyor musun? Eğer ameliyat olmazsan öleceğini söylediler. Dünyam başıma yıkıldı. Günlerce hastanede yattın. Annen ve Savaş'la beraber başında bekledik. Çaresizdik. Çok çaresizdik. Sonra, sonra bir şey oldu. Hastanede biri geldi yanıma. Oğlu ölmüş. Kalbini sana verebileceğini söyledi." dedi babam gözümden bir yaş damlarken. Anılar gözümde canlandığında nefesimin içimi yaktığını hissettim. Annem ve babam ağlayarak başımda bekliyor, Savaş da sürekli elimi tutuyordu. "Ama tek bir şartla." "Ne?" dedim hesap sorarcasına. "Ne şartı? Neyin karşılığında ameliyat oldum?" Babam "Savaş." dediğinde kafamın bir tarafından kurşun yemişim de o kurşun diğer taraftan çıkmış gibi hissettim. Az önceye kadar her şey bölük bölüktü. Ama şimdi anlıyordum. "Savaş'ı istedi. Oğlunu verirsen, ölen oğlumun kalbini kızına veririm dedi. Başka seçeneğim yoktu Ada. Anlıyor musun beni?" Telefon hızla elimden kayıp yere düşerken saçlarımı diplerinden tuttum ve neredeyse son gücümle sıktım. "Benim yüzümden." Deniz hızlıca eğilip telefonumu eline alırken kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Gözlerimde biriken yaşlar da görüşümü engelliyordu. "Benim yüzümden." diye fısıldadım. Tekrara düşmüş bir ses kaydı gibi sürekli aynı cümleyi söylemeye başladığımda Deniz babama "Seni sonra arayacağız." dedi ve telefonu kapattı. "Benim yüzümden, benim yüzümden, benim yüzümden. Her şey benim yüzümden." Ellerimi yüzüme kapattım ve bütün dünyadan soyutlanmayı diledim. "Ada, hayır." Deniz başımı göğsüne bastırdığında ellerim, yüzümle Deniz'in arasında bir duvar gibi kalmıştı ve gözyaşlarım avuç içlerime birikiyordu. "Hayır Ada sakın." "Benim yüzümden olmuş." dedim boğulurcasına. Her şey gözümde canlanıyordu. Başka çaremiz yok. demişti babam anneme o gece Savaş'ı götürürken. Ben hastaydım, benim yüzümden Savaş gitmişti. Sonra annem kendini öldürmüştü. Sonra ailemiz dağılmıştı. Güneş ve ben hem annesiz hem babasız büyümüştük ve ben yıllarca babamı suçlarken şimdi asıl suçlunun kendim olduğunu öğrenmiştim. Bütün dünyanın ağırlığı altında eziliyormuş gibi hissediyordum. Bir okyanusun en derin noktasına atılmışım gibi, kimse beni kurtarmaya gelmiyormuş gibi hissediyordum. Bu yaşadığım on yedi yıl şimdi üzerime yıkılmıştı. Bu on yedi yılda yaşadığım acılar, hayal kırıklıkları, kimsesizlik hissi içimi oyuyordu. "Benim yüzümden olmuş. Savaş benim yüzümden gitmiş. Annem benim yüzümden intihar etmiş." "Hayır Ada. Hayır. Senin yüzünden değil." dedi Deniz beni kendine daha da bastırırken. "Senin hiçbir suçun yoktu." Deniz'in kollarının arasından sıyrıldım ve odada avuç içlerimi sıkarak yürümeye başladım. Benim kendimle yüzleşmem gerekiyordu. Yalnız kalmam gerekiyordu. Suçluluk duygusuyla başa çıkmam gerekiyordu. "Ada iyi misin?" Deniz'in her adımda yaklaşan sesine aldırmadan odada yürümeye devam ettim. "Her şey benim yüzümden olmuş. Her şey benim yüzümden. Her şey be-" dedim ve cümlemi bitiremeden arkamdaki duvara yaslanıp yavaş yavaş yere çöktüm. Karnıma çektiğim dizlerime kollarımı sardım ve dışarıdan bile duyulacak kadar yüksek bir sesle çığlık attım. ''Ada hayır, hayır yapma. Kalk. Hadi sevgilim. Hadi güzelim. Böyle yapma. Kalk.'' ''Bırak.'' dedim Deniz'in elini savururken. ''Lanet olası hastalığım olmasaydı bunların hiçbiri olmayacaktı. Bıraksalardı ölseydim işte. Benim yüzümden Savaş gitti. Annem öldü. Ailem paramparça oldu. Hasta doğmasaydım bunların hiçbiri olmayacaktı. Her şey benim yüzümden.'' Ellerimi yanaklarıma koydum, farkında değildim ama tırnaklarımı yanaklarıma bastırmıştım. Bilinçsiz bir halde kendime zarar veriyordum. ''Niye benim hastalığımın cezasını ailem çekti? Niye ya? Niye? Neden benim üzerime böyle bir yük atıldı? Ben ne yaptım Deniz? Benim ne suçum vardı?'' ''Gel buraya.'' dedi Deniz belli belirsiz bir sesle ve beni kucaklayıp merdivenlere doğru yürüdü. Bütün vücudum şiddetle titrerken gözyaşlarımın görüşümü iyice kapattığını fark ettim. Gözümün içi akmayı bekleyen yaşlarla doluydu. ''Ada kendine gel.'' diye bir ses duyduğumda gözlerimi yavaş yavaş kapadım. Yanağıma süzülen yaşlar, bilincimi kaybetmeden önce hissettiğim son şeydi. *** Kendime geldiğimde yatakta cenin pozisyonunda yatıyordum. Deniz bana arkamdan sarılmıştı ve elleriyle ellerimi, bacaklarıyla da bacaklarımı sımsıkı sarmıştı. Bana neden böyle sıkı sarıldığını anlayamasam da pek önemsemedim. Uykumda ağlıyor muydum bilmiyordum ama gözlerimi açar açmaz hıçkırmaya başlamıştım. Babamın söyledikleri kulaklarımda çınlıyordu. Senin içindi. Hep aynı cümle beynimin içinde dönüyordu ve ben nefes almayı bile unutacak bir haldeydim. "Ada." dedi Deniz. "Uyandın mı, iyi misin?" Deniz sarılışını gevşetmişti ama hala hareketlerimi kısıtlıyordu. "Deniz." dedim sessizce. "Ölmek istiyorum." "Sakın. Sakın bir daha bunu söyleme.'' Deniz beni yavaşça doğrulttu yüzümü avuç içlerine alıp gözyaşlarımı sildi. ''Güzelim duydun mu beni? Sakın bir daha o cümleyi söyleme.'' Deniz aynadaki yansımama bakıyordu. ''Kabus görüyordun. Uykunda yaptın.'' dedi mahcup bir sesle. Beni engelleyememiş olmanın getirdiği bir mahcubiyet yaşıyordu. ''Birkaç dakikalığına aşağı indim, odaya tekrar geldiğimde sayıklıyordun. Seni daha erken durduramadım.'' ''Tekrardan kendime zarar vermemem için mi bana o kadar sıkı sarılıyordun?'' dedim belli belirsiz bir sesle. Başını aşağı yukarı salladı. ''Sana bir şey söylemem lazım.'' ''Bir tane daha kötü haber duyacak psikolojim kalmadı Deniz.'' ''Kötü değil, gel.'' Deniz elimi tuttu ve odaya doğru yürüdü. Masasının başına gelmiştik. Bilgisayarı açıktı ve ekranda iki pencere vardı. Bir pencerede benim ameliyat raporum vardı. Diğer pencerede de Gökalp Karahan'ın ölüm raporu. ''Bu ne?'' dedim kaşlarımı çatarak. ''Ada sen bizim hastanede ameliyat olmuşsun, bak.'' Ekrana baktım, Aladağ Hastanesi yazıyordu. "Nasıl?" dedim kekeleyerek. Deniz o sırada çekmecesindeki bir kutuyu karıştırıyordu. "Tamam, babam telefonda İstanbul'a hastaneye gittik demişti. Sizin hastane miymiş?" "Evet. Seni ameliyat eden doktor şu an bizimle çalışmıyor ama ameliyatın bizim hastanedeydi Ada." Deniz beni kendine hafifçe çevirdi ve arkasına sakladığı bir şeyi bana uzattı. Küçük, sarı kurdeleli bir lastik tokaydı. "Ada bu toka senin." Anlamayan gözlerle baktım ve tokayı elime aldım. Deniz heyecanla bana bakıyordu. "Anlamıyorum Deniz. Nasıl yani?" dedim tokaya bakarken. "Sen hatırlamıyorsun belki de ama sen hastanede yatarken annen seni koridora çıkartıp yürütüyordu. Bahçeye çıkartıyordu. Savaş'la beraber oyunlar oynuyordun. Etrafa gülücükler saçıyordun." Deniz elini kaldırıp yüzüme koydu. "Ve biz konuşmuştuk. Bu tokayı bana sen verdin." "Ama, ama nasıl olur Deniz? Böyle bir şey olabilir mi gerçekten?" "Oldu sevgilim. Bir gün annenle bahçede yürüyordunuz. Yanınıza geldim. Bir şeyler konuştuk. Sana iyileşeceğini söyledim. Sen de bana teşekkür edip tokanı verdin." Gözlerimi kıstım. Belli belirsiz görüntüler vardı. Net değildi ama bir çocuk vardı. Bana iyi olacaksın diyordu. "Annen fotoğrafımızı çekti o gün." Deniz arkasına dönüp kutudan bir fotoğraf çıkarttı ve masaya koydu. "Bak bu sensin. Elinde ne var bak." Deniz işaret parmağını fotoğrafın üzerine koyduğunda fotoğrafa baktım. Fotoğraftaki bendim. Elimde küçük bir toka vardı. Şimdi elimde tuttuğum tokaydı. "Yani biz daha o zaman tanıştık mı? On yedi yıl önce mi tanıdım ben seni?" "Evet biz on yedi yıl önce karşılaştık." dedi Deniz kendi alnına dokunarak. "Belki de daha o gün yazıldın buraya." Gülümsedim. "Ama tanışmamıştık. Adını sormak ya da adımı söylemek aklıma gelmemiş. Sarı tokalı kız diye kaldın sen benim aklımda." "Neden sakladın peki bu tokayı ve fotoğrafı?" ''Çünkü sevgilim, sen bana demiştin ki İyileştikten sonra tokamı senden almaya geleceğim.'' Hatırlıyordum, Deniz anlattıkça hafızamda her şey canlanıyordu. Hemen gözümün önünde küçük Deniz ve Ada vardı. Beş yaşındaki Ada tokasını tuttuğu ellerini önünde birleştirmiş, Deniz'in karşısında salına salına konuşuyordu. Hava biraz rüzgarlıydı. Küçük Ada'nın elbisesi uçuşuyor, saçları önüne geliyordu. 'Neden üzgünsün?' demişti küçük Deniz. 'Çünkü hastayım, doktorlar öyle söylüyor.' 'İyileşebilirsin, bak burası bizim hastanemiz. Burada çok iyi doktorlar var, seni iyileştirirler." 'Gerçekten iyileştirirler mi?' 'İyileştirirler tabii. Onlar çok iyi doktorlar. Sen de iyi olacaksın. Korkma tamam mı?' 'Teşekkür ederim.' Küçük Ada elinde tuttuğu tokasını tam karşısında duran ve hiç tanımadığı çocuğa uzattı. 'O zaman bu toka sende kalsın. İyileşince almaya geleceğim. Benim için saklar mısın?' 'Saklarım.' dedi küçük Deniz ve Ada gördüğü en güzel gözlere sahip olan çocuğun yanağına minicik bir öpücük bıraktı. Elimi Deniz'in yanağına koydum. ''O sendin.'' dedim şaşkın bir ifadeyle. ''Seni yanağından öpmüştüm.'' Deniz muzip bir ifadeyle güldü. ''İlk öpücük benden değil senden gelmiş.'' ''Ya Denizzz.'' dedim nazlı bir sesle. "Peki nasıl birleştirdin bütün bu parçaları?" "Sana fotoğraflarının olduğu bir zarf vermiştim ya hani Bursa'dayken. Özgür'ün verdikleri yani. O fotoğraflara bakarken gözümde canlandın. Senin o kız olduğundan şüphelendim ama emin olamadım. Çünkü o küçük kızın adını bilmiyordum." "Araştırmak için de ne zaman ameliyat olduğumu sordun." Deniz burnumun ucundan makas alırken gülümsüyordu. "Evet, o günden beri amcam senin ameliyat raporlarına ulaşmaya çalışıyor. Bugün bulmuş, bulur bulmaz da bana attı." Bakışlarımı bilgisayarın ekranına çevirdim. "Gökalp'in ölüm raporu neden açık peki ekranda?" "Bunu sana söyleyip söylememek arasında kararsızdım aslında çünkü emin değildim. Sadece bir şüphe. Yani aslında uzun zamandır şüpheleniyordum ama amcam senin ameliyat raporunu atınca şüphelerim daha da arttı." "Ney? Ne şüphesi?" Deniz ekrana eğildi ve sayfaları kaydırıp ilk satırları açtı. "Tarihlere bak." Bakışlarım iki pencere arasında gezerken içime yayılan garip hissi adlandırmaya çalışsam da bir işe yaramıyordu. "7 Mayıs 2002." dedim kendi kendime. Her iki ekranda da aynı tarih vardı. Benim ameliyat olduğum gün Gökalp Karahan ölmüştü. Ve bu iki olay da Aladağ Hastanesi'nde yaşanmıştı. "Bu ne demek oluyor?" dedim bembeyaz olduğuna emin olduğum bir yüzle. "Sen benim düşündüğüm şeyi mi düşünüyorsun?" Yıllar önce olduğum kalp nakli ameliyatıyla tekrar hayata dönmüştüm. Bana verilen kalp benim için yeni bir hayattı. O kalp benim ölmemi engellemişti. O kalp sayesinde hayattaydım ama bugüne kadar hayata dönmemi sağlayan o kişiyi hiç araştırmamış, merak bile etmemiştim. Bunu neden yapmadığımı bilmiyordum. Normalde insanlar bağışçısının ailesini ya da yakınını bulur, teşekkür eder ve minnetlerini iletirlerdi. Bende neden böyle bir duygunun uyanmadığını bilmiyordum. Belki daha önceden bulsaydım, merak edip araştırsaydım şimdi yaşadığım şoku yaşamazdım. Çünkü o zaman sadece küçük bir çocuğun kalbinin bana verildiğini bilirdim. Şimdi bildiğim şey ise aşık olduğum adamın düşmanının kanını taşıdığımdı. Aşık olduğum adamın düşmanının oğlunun kalbini taşıyordum. Gökalp'in kalbi bendeydi. Bana can veren şey Melih Karahan'ın oğluydu. Elimi kalbime koydum ve onu olduğu yerden çıkartmak istercesine göğüs kafesimi sıktım. ''Hayır bu çok fazla, çok fazla bu, çok fazla. Değildir, değil mi Deniz? Melih'in oğlunun kalbini taşıyor olamam.'' ''Büyük bir olasılıkla öyle. Kayıtlarında bağışçının adı yok. Belli ki Melih bilinmesini istemedi. Ama bundan daha önemli bir konumuz var.'' Anlamayan gözlerle baktım. ''Sevgilim.'' dedi Deniz beni yatağa doğru yürütüp yavaşça otururken. ''Sen olayın içinde olduğun için düşünemiyor olabilirsin, tamamen duygusal davrandığın için ve her şey üst üste geldiği için bir şeyleri fark edemiyor olabilirsin ama ben dışarıdan bakan biri olarak bir şey söylemek istiyorum.'' ''Dinliyorum.'' ''Gökalp hakkında ne düşünüyorsun?'' ''Onun kalbini taşıdığıma inanamıyorum.'' dedim, sesim cümlenin sonuna doğru azalmıştı. Çünkü Deniz ölen Gökalp'ten değil, yıllardır bir yalanı yaşayan çocuktan bahsediyordu. ''Gökalp.'' diye tekrar ettim. ''Deniz.'' dedim büyük bir şokla ayağa kalkıp. İki gözüme biriken yaşlar bir anda yanaklarıma süzülmüştü. ''Deniz, Savaş o. Gökalp Savaş. Deniz bulduk, bulduk onu.'' Heyecandan ve şoktan bayılacaktım. Deniz ellerini yanaklarıma koydu ve beni olduğum yere sabitledi. ''Dur sakin ol. Bunu kanıtlamamız lazım.'' ''Bulduk değil mi Deniz? Onu bulduk. Ne yapacağız şimdi?'' dedim buz gibi olan ellerimi enseme koyarak. ''Ne yapacağız şimdi biz? Yani sen, sen nasıl bulabildin? Ben neden düşünemedim? Nasıl olur? Aklım almıyor.'' Cümlelerim o kadar hızlı ve telaşlıydı ki ben bile ne söylediğimi takip edemiyordum. Her şey çok hızlı ve şok edici gelişiyordu. Ne zamana, ne de yaşananlara yetişebiliyordum. ''Gel otur şöyle.'' Deniz beni tekrar yatağa oturttu ve ellerimi tuttu. ''Dediğim gibi düşünebilecek durumda değildin ama parçaları birleştir Ada. Salih abinin mirası için Melih'in bir erkek çocuğuna ihtiyacı vardı. Gökalp ölünce yerine koyabileceği birini bulmak zorunda kaldı. Tesadüfen sizi buldu. Sana Gökalp'in kalbini vermesi karşılığında da Savaş'ı aldı. Baban çaresiz kaldığı için Savaş'ı Melih'e vermeyi kabul etti. Sadece bununla kalmadı, Melih'in yanında çalıştı. Mehmet ne demişti hatırla. Bir oğlu olduğunu bilmiyorduk. Bilmiyorlardı çünkü bir gün gerçekler ortaya çıkmasın diye baban kimseye bir oğlu olduğundan bahsetmedi, hatta siz bir gün aramaya karar verirsiniz diye Savaş için boş mezar yaptırdı. Tabii mezarı açtıracağınızı düşünmemiş, o ayrı bir mesele.'' ''Sence böyle mi oldu gerçekten? Yani ben anlamıyorum. Gerçekten ne düşüneceğimi bilmiyorum bile. Demek bu yüzden onu ilk gördüğümde bir tanıdıklık hissine kapıldım. Sanki yıllardır tanıyor gibiydim." "Evet, içgüdüsel olarak ona kendini yakın hissettin belki de." "Sen ne zaman farkına vardın tüm bunların?" "Babanın Melih'in yanında çalıştığını öğrendiğimiz zamanlarda... Gökalp'in kalbinin birine verildiğini biliyordum. Senin küçükken nakil olduğunu da biliyordum. Babanın da Melih'in yanında çalıştığını öğrenince, bilmiyorum sadece bir histi. Sonra Özgür'ün evinde mavi deniz kabuğu görüşün yani bir sürü ipucu vardı. Gökalp'i de görünce tamam dedim. Ama yanılıyor olma ihtimalime karşı da seni boş yere umutlandırmamak için anlatmak istemedim. Ama bu kadar tesadüf olamaz Ada." "Deniz ne yapacağız şimdi? Nasıl kanıtlayacağız? Ya Gökalp Savaş değilse. Yani kimle konuşacağız? Ne yapmamız gerekiyor? Aklım karman çorman oldu. Ne hissedeceğimi bile bilmiyorum. Yani o gerçekten Savaş'sa beni neden tanımadı? Unuttu mu beni Deniz? Kardeşim beni hatırlamıyor mu?" Kalbim yerinden çıkacakmış gibi hızlı atıyordu. Sanki saniyeler içinde kaburgamdan sıyrılıp dışarıya çıkacakmış gibi hissediyordum. "Bilmiyorum. Anlayamadığım nokta da bu. Sen onu hatırlıyorsun, babanın onu götürdüğü zamanki yaşınızı göz önüne alırsak onun da seni hatırlaması lazım. Çünkü beş yaş sizi unutacağı kadar çok küçük bir yaş değil." "Belki de yanılıyoruz. Belki de her şey tesadüf." Deniz inkar edercesine başını iki yana salladı. "Salih abiyi çağırdım. Bir saate burada olur. Önce ona anlatalım. Bizimle aynı şeyleri düşünecektir." "Ama Savaş." dedim ve biraz düşündüm. "Yani Gökalp, İngiltere'de." "Salih abi onu yarın buraya getirtir merak etme sen." ''Deniz ben inanamıyorum, bir gün onu bulacağımı biliyordum ama bu şekilde canımın yanacağını hiç düşünmemiştim. Böyle hayal etmedim ben, böyle hayal etmedim. Her şey o kadar kötü ki neye üzüleceğimi bilmiyorum, neye şaşıracağımı bilmiyorum. Bunların hiçbirini hak etmedim ben. Şu halime bak, yıllardır aradığım kardeşime kavuştum belki de ama içim o kadar buruk ve yorgun ki buna sevinemiyorum bile. Sevinçlerim bile yarım. Böyle olmamalıydı, nasıl olmalıydı bilmiyorum ama böyle olmamalıydı. Ben önceden kendime üzülüyordum ama şimdi kendime acıyorum biliyor musun? Çok acıyorum hem de. Hiçbir şey hak etmiyorum gibi, her şey benim yüzümden olmuş gibi hissediyorum.'' Deniz başımı tuttu ve bir şey demeden göğsüne bastırıp bana sımsıkı sarıldı. ''Kabullenmenin zor olduğunu biliyorum. Ama bunların hepsi zamanla geçecek sevgilim. Şu an üzüldüğün ne varsa hiçbirinin izi kalmayacak. Tedirgin değil mutlu olman lazım. Belki de yirmi dört saat sonra Savaş'a sarılacaksın.'' ''Deniz, Deniz göğüs kafesimde Melih'in oğlunun kalbi var. Ben senin düşmanın sayesinde hayattayım. Bu seni hiç rahatsız etmiyor mu? Sevdiğin kadın düşmanından bir parça taşıyor. Babamın yaptıklarından bahsetmek bile istemiyorum. Melis'in durumu, Cemre'nin ölümü.'' Deniz yavaşça yüzümü uzaklaştırıp yüzümü okşamaya başladı. ''Baban ya da Melih seni sevmeme engel değil, olamaz da. Başkalarının yaptıkları şeyler yüzünden seni asla suçlamam.'' Elimi tuttu ve kalbinin üzerine koydu. ''Bak sen tam buradasın. Hiçbir güç de seni oradan çıkartamaz. Hadi gel, şimdi yemek zamanı. Hem doğru düzgün bir şeyler yiyelim, hem de Salih abi gelene kadar zaman geçmiş olur.'' Aşağı indiğimizde bizi Ülkü abla karşılamıştı. Ne zaman geldiğini bilmiyordum ama akşam yemeğini çoktan hazırlamıştı. ''Hoş geldin.'' dedi bana sıkıca sarılıp. ''İyi misin kızım?'' Başımı birkaç kez salladığımda çenem hafif hafif Ülkü ablanın çenesine çarpmıştı. ''İyiyim Ülkü abla. Sen nasılsın?'' ''Sizi gördüm daha iyi oldum güzel kızım benim. Hadi yemeğe geçin. Deniz aç olduğunu söyledi.'' Aslında aç hissetmiyordum, hiçbir şey hissetmiyordum. Ağzımın içinde metal bir tat vardı. Ruhum bedenimden ayrılmış da karşımda dikilip bana ne olacağını izliyormuş gibi hissediyordum. Sanki oyuncak ve dilsiz bir bebektim. ''Sana hediye almıştık.'' dedim belli belirsiz bir sesle. ''Deniz bahsetti. Yemeğini ye de güzelce, ondan sonra açarız artık. Hadi gel güzel kızım.'' Ülkü abla koluma girdi ve beni yemek masasına doğru yürüttü. ''Ülkü abla bir misafirimiz gelecek. Bir saat içinde burada olur. Terasta değil salonda otururuz. Muhtemelen gece burada kalır. Misafir odasını onun için hazırlar mısın?'' "Tamam oğlum." Deniz sadece başını sallamakla yetindi ve Ülkü abla yanımızdan uzaklaşıp merdivenlere doğru yürüdü. "Ada beni gerçekten korkutuyorsun." dedi Deniz beni sandalyeye oturturken. "Korkuyorum Deniz. Şimdi ne olacak? Babama, bana, Savaş'a ne olacak? Ya Gökalp Savaş değilse? Ya ben boşuna umutlanıyorsam?" ''Öyle olduğunu düşünsem emin ol sana söylemezdim Ada. Şimdi hiçbir şey düşünme sen. Güzel güzel karnımızı doyuralım. Ondan sonra düşünmeye de konuşmaya da bol bol vakit ayıracağız. Üzülmek istiyorsan ya da ağlamak istiyorsan izin vereceğim.'' Belli belirsiz gülümsüyordu. Benim de gülümsemem için yapıyordu. İstemiyor olsam da Deniz'in ısrarıyla önümdeki yemeği yedim. Zaman geçmek bilmiyormuş gibi hissediyordum ama aşağı indiğimizden beri tam bir saat geçmişti. Muhtemelen Salih abinin eli kulağındaydı ve birazdan burada olurdu. Yerimde duramayacak bir hale gelmiştim. ''Sevgilim.'' dedi Deniz koltuğa oturup kolunu omzuma attığında. Bunu o kadar güzel söylüyordu ki algımı kaybediyordum. ''İyi misin? Toparlan biraz ne olur.'' ''Çok gerginim Deniz. Çok korkuyorum.'' dedim, zil çalmıştı. ''Geldi, Salih abi geldi.'' Yerimden büyük bir hızla kalktım ve kapıya koştum. Deniz de peşimden geliyordu. ''Dur Ada koşma.'' Deniz arkamdan koşarken kapıya ulaştım ve Salih abiyi karşıladım. ''Hoş geldiniz.'' dedim heyecanla. ''Hoş geldin Salih abi.'' ''Hoş buldum çocuklar.'' Salih abi ikimizle de kucaklaştıktan sonra ceketini çıkarttı. ''Geldiğin için sağ ol Salih abi. Geçsene.'' dedi Deniz salonu gösterirken. Bir yandan da Salih abinin ceketini asıyordu. Salih abiye yolu gösterip onu yönlendirirken bir yandan da olanları ona nasıl anlatacağımızı düşünüyordum. En az benim kadar şaşıracağına emindim. ''Buyur, şöyle oturabilirsin.'' dedi Deniz üçlü koltuğu gösterirken. Yemek masasının yanındaki alkol dolabına ilerliyordu. ''Bir şeyler içer misin?'' ''Yok almayayım. Artık dikkat ediyorum, malum bir yaştan sonra ölçülü davranmak gerekiyor.'' Deniz yavaşça başını salladı ve kendine bir viski doldurup yanıma oturdu. ''Şimdi diyeceksin ki beni neden apar topar çağırdın?'' ''Yani merak etmiyor değilim. Nedir bu ziyaretimin sebebi?'' ''Gökalp hakkında konuşmak istiyoruz.'' dedi Deniz ve bardağından bir yudum aldı. Salih abi kaşlarını çatıp anlamayan gözlerle bize bakarken Deniz cümlelerini toparlamaya çalışıyordu. ''Gökalp mi? Ben Melih ve Özgür hakkındaki soruşturmayı konuşacağımızı sanıyordum. Gökalp size bir şey mi yaptı? Bir şey mi dedi?'' ''Yok abi öyle bir şey değil. Başka bir mevzu. Sanırım ailesini bulduk.'' dedi Deniz bana bakarak. ''Nasıl? Ne demek ailesini bulduk? Ayrıca bunu neden istedin benden?'' dedi Salih abi cebinden bir şey çıkartırken. ''Çünkü o Gökalp'in.'' Deniz bu cümleyi söylediğinde Salih abi avcunu açtı ve mavi deniz kabuğu gözlerimin önünde belirdi. ''Gökalp'in mi?'' ''Evet Salih abi. Yani aslında Savaş'ın.'' ''Bir dakika bir dakika. Deniz inan bana söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum. Gökalp'in diyordun, şimdi Savaş'ın diyorsun. Savaş kim?'' ''Savaş Ada'nın kardeşi, ikiz kardeşi. Savaş ve Gökalp aynı kişiler. Biliyorum anlamak güç ama sana her şeyi anlatacağız.'' Salih abi ne duyduğundan emin olmak istercesine Deniz'e kocaman gözlerle baktı. ''Yani, yani Ada ve Gökalp kardeş mi? Bunu mu demek istiyorsun?'' ''Evet Salih abi tam olarak bunu söylemek istiyorum. Gökalp'e gerçekleri anlatacağından bahsetmiştin. Yani bunun için daha iyi bir zamanlama olamaz. Gökalp'in acilen Türkiye'ye gelmesi lazım. Ve bunu ancak sen sağlayabilirsin.'' ''Önce şunu adam akıllı bir anlatın bana Deniz. Anlam veremiyorum, siz nasıl öğrendiniz bunu?'' Deniz bana baktı, anlatmak isteyip istemediğimi sorguluyordu. Anlatabilirdim, yapabilirdim. ''Deniz kabuğunu alabilir miyim?'' dedim tedirgin bir sesle. ''Tabii, buyur.'' dedi Salih abi ve elini bana uzattı. Yerimden kalkıp saniyeler içinde deniz kabuğunu elime aldım ve avuç içime saklayıp yerime oturdum. ''Ben kalbim hasta doğmuşum.'' dedim sessizce. "Ameliyat olmuştum, bana kalp nakletmişlerdi. İyileşmiştim de üstelik. Her şey iyi olacak diye düşünüyordum ama hiç zannettiğim gibi olmadı. Ameliyatımdan bir ay kadar sonra, bir gece babam Savaş'ı alıp götürdü, bu deniz kabuğu vardı Savaş'ın elinde. O gece annem intihar edip öldü. Ben o geceden beri kardeşimi arıyorum. Tesadüfen Deniz'le tanıştım ve birkaç hafta önce babamın Melih'in adamı olduğunu öğrendim.'' Deniz bana gösterdiği bilgisayar ekranını Salih abiye de gösterirken ben cümlelerimi tekrar toparlamaya çalışıyordum. ''Ada'nın ameliyat olduğu gün ve Gökalp'in öldüğü gün aynı, bak. Hem de ikisi de bizim hastanede.'' ''Bu sabah babama ulaştım. Bağışçının babası, oğlunun kalbi karşılığında Savaş'ı istemiş. Babam da kabul etmiş. Kime verdiğini ısrarla söylemedi. Hayatımın tehlikeye gireceğini söylüyor." ''Mirasım için. Mirasım için, Melih torunumun kalbi karşılığında senin kardeşini mi almış?'' dedi Salih abi büyük bir şaşkınlıkla. ''Sence de bu kadar tesadüf fazla değil mi?'' dedi Deniz ve ayağa kalkıp fotoğraflarımızın olduğu zarfı çekmeceden alıp Salih abiye verdi. ''Yardımına ihtiyacımız var Salih abi. Bu fotoğraflardaki çocuk Savaş. Gökalp'in çocukluğunu hatırlıyor musun? Karşılaştırabilir misin? O ya da değil diyebilir misin?'' ''Hatırlıyorum, evet.'' dedi Salih abi ve fotoğrafları ciddiyetle karıştırmaya başladı. Yüzünde anlam veremediğim bir ifade vardı. Ne düşündüğünü anlayamıyordum. Yaklaşık iki dakika boyunca hiçbir şey söylemeden fotoğrafları inceledi ve Deniz'e verdi. Ağzından çıkacak tek bir kelimeyle dünyalar benim olabilirdi ya da yine ağzından çıkacak tek bir kelimeyle bütün umutlarım tükenebilir, dünya başıma yıkılabilirdi. Salih abi derin bir nefes aldı ve gözlerimin içine baktı. ''Çocuklar.'' dedi aldığı nefesi verirken. ''Çocuklar bu çocuk Gökalp.'' Ellerimi yanaklarıma bastırıp derin derin nefes almaya çalıştım. ''Yani haklısınız. Gökalp senin kardeşin.'' Bütün harfler kulaklarımda çınlıyordu. İlk cümleden sonrasına odaklanamamıştım. ''Yine de emin olmak için DNA testi yaptırmamız lazım, bunun için de Gökalp'in Türkiye'ye gelmesi gerekiyor. Bizim hastanede yaptırırız. Sonuçlar hemen çıkar.'' dedi Deniz, Salih abinin yanından kalkıp yanıma gelerek. Ben dilimi yutmuş gibiydim. Söyleyebilecek bir cümlem yoktu. Yıllardır üzerimde olan dağlar Salih abinin birkaç kelimesiyle bir anda yok olmuştu. Ciğerlerimin üstündeki ağırlık gitmişti, boğazımdaki yumru gitmişti. Ben hayatımda ilk defa nefes aldığımı hissediyordum. Ben yıllardır eksik olan parçamı bulmuştum. Ben kardeşime kavuşmuştum. ''Ona nasıl söyleyeceğiz? Yani siz karşılaştınız ve herhangi bir tepki vermedi. Hatırlamıyor olabilir mi?'' ''Aynı şeyi Ada da düşündü. Yani bunun en net cevabını bize Gökalp, yani Savaş verebilir. Bize yardımcı olacak mısın Salih abi? Çağıracak mısın buraya?'' Salih abi bana sevgi dolu gözlerle baktı. ''Ada benim torunumdan bir parça taşıyor Deniz. Benim kanım, benim canım Ada'ya can vermiş. Torunum hayatta değil ama Ada onu yaşatıyor. Ada her nefes aldığında benim torunumun kalbini yaşatıyor. Ayrıca ben yıllarca Gökalp'i kendi torunum bildim. Onu Melih'ten de Özgür'den de ayrı tuttum.'' dedi Salih abi telefonunu kulağına götürürken. "Tabii ki de yardım edeceğim." Savaş'ı arıyordu. Benim kardeşimi arıyordu. Benim kardeşim bana artık bir telefon kadar uzaktı. ''Sevgilim sen iyi misin?'' dedi Deniz bana dönerek. Salih abi torunu yerine koyduğu Savaş'ın yanıt vermesini bekliyordu. Yaşlı gözlerle Deniz'e baktım ama yanıt veremeden Savaş telefonu yanıtladı ve odada sesi yankılandı. Evet daha önce de onun sesini duymuştum ama o zamanlar yabancıydı. Şimdi ise kardeşimdi. Kardeşimin sesini duyuyor olmamın farkındalığıyla dinliyordum onu. ''Efendim dede.'' dedi Savaş. İki gözüme biriken yaşlar, çizdikleri rotada aşağı doğru ilerlerken boğazımdan küçük bir hıçkırık döküldü. ''Nasılsın oğlum iyi misin?'' ''İyiyim dedeciğim. İneli birkaç saat oluyor. Dinlenip eşyalarımı toplamaya başlayacağım. Sen nasılsın?'' ''İyiyim oğlum. Ama sen bırak eşya toplamayı, ilk uçakla Türkiye'ye dön.'' ''Kötü bir şey mi oldu dede?'' ''Yok olmadı da acil dönmen lazım. Çok önemli bir konu var ama telefonda anlatabileceğim şeyler değil. Ha bir de gelirken küçüklük fotoğraflarından getirir misin?'' ''Dede, gerçekten anlamıyorum. Beni endişelendiriyorsun. Ayrıca fotoğraflarım ne alaka? Neler oluyor?'' ''Dediğim gibi gelince anlatacağım. Kimseye haber verme ama olur mu? İkimizin arasında kalsın.'' Savaş birkaç saniye cevap vermedi, sanırım doğru kelimeleri arıyordu. ''Peki madem, sen öyle diyorsan.'' ''Bizim çocuklar havaalanından seni alırlar. Benim evime gelmeyeceksin. Deniz'in evinde misafirim. Oraya getirecekler seni.'' "Deniz mi? Dede korkmaya başladım. Bir şey mi oldu, söyle lütfen. Apar topar çağırıyorsun, kimseye söyleme diyorsun, fotoğraf istiyorsun, üstelik Deniz'in evine çağırıyorsun. Neden?'' ''Gelince anlatacağım dedim ya oğlum. Korkmanı gerektirecek hiçbir şey yok. Hadi hemen bir bilet bul ve gel.'' Savaş derin bir nefes verdi. ''Peki bakarım birazdan. Ama içim hiç rahat değil haberin olsun.'' ''İçin rahat olsun oğlum. Hadi kapat da biletlere bak.'' ''Tamam, görüşürüz.'' ''Görüşürüz oğlum.'' Salih abi telefonu kapattığında Savaş'la karşılaştığımda nasıl davranacağımı düşündüm. Ona doyasıya sarılmak istiyordum ama o, olanları belki de hatırlamıyordu ve sarılmam ona garip gelebilirdi. Beni kabullenmemesinden çok korkuyordum. ''Baban nerede peki Ada?'' dedi Salih abi merakla. Onunla beraber anlatsan daha iyi olmaz mı? Ve babam Melih'in adamı demiştin. Savaş babasını tanımıyor muydu? Hala aklıma oturmayan bir sürü şey var.'' ''Babam Cemre'nin katili. Melih'ten ve polisten kaçıyor.'' dediğimde Salih abinin yaşadığı şokların üzerine bir yenisi daha eklenmişti. ''Gökalp yurt dışında yaşadığı için babamla karşılaşmamış olabilir. Yani bilmiyorum, o ihtimal geldi aklıma sadece. Ayrıca Melih'in adamı Mehmet, Melih'in hapse girmesi için babamın yardımcı olacağını söyledi. Melih'in bu zamana kadar yaptığı şeyleri babama itiraf ettirebilirsek Melih cezasını çeker." ''O zaman babana da ulaşmamız lazım. Nerede o?" dedi Salih abi. "Bursa'da. Bir adamım orada, onu arıyor. Bulunca buraya getirecek." "Zor günler bizi bekliyor yani." "Evet. Hapse tıktırmak istediğim kişilerin senin oğlun ve torunun olmasını istemezdim ama bunu yapmak zorundayım Salih abi. Onlardan kurtulmaya hiç bu kadar yaklaşmamıştım." "Senin için rahat olsun. Cezaları neyse çeksinler. İçimde en ufak bir merhamet kalmadı artık onlara karşı. Dert etme yani." Deniz minnetle gülümsedi. ''Senin için oda hazırlattım. İstersen çıkıp dinlen. Savaş on iki saatten önce buraya gelemez. Eğer gelirse de geldiğinde seni çağırırız.'' Salih abi yavaşça kalktı. ''Biraz dinlensem fena olmaz. Hem ben de nasıl açıklayacağımı düşünürüm.'' Deniz'le beraber başımızı salladık ve Salih abiyi yönlendirerek yukarıya çıktık. ''Bir şeye ihtiyacın varsa seslen Salih abi çekinme.'' dedi Deniz misafir odasının kapısındayken. ''Tamam Deniz, sağ ol.'' ''Ne demek abi, sen sağ ol.'' Salih abi odasının kapısını kapatırken biz de Deniz'le odamıza geçtik ve yatağa uzandık. İçimde uçuşan milyonlarca kelebeği dizginlemeye ve sağlıklı düşünmeye çalışıyordum. Başarabiliyor muydum bilmiyordum ama en azından vicdan azabı duygumun azaldığını hissettim. Savaş'ın benim yüzümden gittiğini hatırladıkça hala içim sızlıyordu. Savaş bunu öğrenince beni suçlayacak mıydı bilmiyordum. Senin yüzünden ailemden koparıldım diyebilirdi ve ben buna ne cevap verebileceğimi bilmiyordum. "Savaş ne zaman gelir sence?" dedim içim içimi yerken. "Bence." dedi Deniz tatlı bir sesle. "Uyuyup uyanacağız ve Savaş zili çalacak. Denemek ister misin?" Gülümsedim. "Uyumam için yapıyorsun." dedim onun gibi tatlı bir sesle. Hangi cümleyi neden söylediğini anlayabiliyordum ve onu bu kadar tanımak beni çok mutlu ediyordu. "Evet, tam olarak bu yüzden." dedi ve beni onayladı. "Hadi uyu, yarın zor bir gün olacak." "Ya Savaş beni istemezse? Sevmezse beni. O zaman ne yapacağım Deniz?" "Öyle bir ihtimali düşünme. Yani ilk başta çekimser davranabilir. Duyacağı şeyler kolay olmayacak ama ben onun da en az senin kadar güçlü olduğunu düşünüyorum. Belki ilk an beklediğin gibi olmayabilir ama zamanla seni kabullenecek. Güven bana." Deniz'in haklı çıkmasını diledim ve kolumu beline sarıp ona sokularak gözlerimi kapattım. Uykuya dalmam uzun sürmemişti. *** Sabah uyandığımda Deniz yanımda yoktu ve muhtemelen çoktan uyanıp aşağı inmişti. Telaşla yataktan kalkıp üzerimi değiştirerek lavaboya gittim ve elimi yüzümü yıkayıp, çekmece üzerindeki mavi deniz kabuğunu da alıp koşarak aşağı indim. Deniz ve Salih abi salonda kahve içiyordu. "Günaydın." dedim onları izlerken. Deniz elini bana doğru uzattığında usul usul ona doğru gittim ve yanına oturdum. "Günaydın sevgilim." "Günaydın Ada kızım." dedi Salih abi. "Gökalp'le, pardon yani Savaş'la konuştum. Bir saat önce İstanbul'a indi. Yani anlayacağın birazdan burada olur." Işıl ışıl olan gözlerimle Deniz'e baktım. Kalbim yerinden çıkacak gibi hissediyordum, içim içime sığmıyordu. "Nasıl anlatacağız? Nereden başlayacağız?" "Gece çok düşündüm. Eğer sen anlatmak istersen sana bırakabilirim. İster misin?" dedi Salih abi. "Olur. Olur yaparım. Konuşabilirim. Sadece çok heyecanlıyım. Ne diyeceğimi bilmiyorum." "Endişelenme. Zorlandığın yerde sana yardım edeceğiz. Torunum anlayışlıdır. Sakin kalacağına eminim." Başımı aşağı yukarı salladığım sırada zil çalmıştı. Heyecandan bayılacak gibi olsam da hızla koltuktan kalktım ve koşarak kapıya gittim. Ellerim ve ayaklarım titriyordu. Savaş'ı daha fazla bekletmeden kapıyı açtım. Gülümsüyordu. Karşımdaydı. Benim kardeşim karşımdaydı ve henüz haberi olmasa da kardeşine gülümsüyordu.
|
0% |