@_kubraakyol
|
Çarpmamın etkisiyle kütüphanenin anahtarı ve çantam yere düşmüş, tüm eşyalarım dağılmıştı. Karşımdaki kişi telefonunu çıkarttı ve el fenerini açtı. Tüm bunlar olurken büyük bir hızla geri adım attım ve kime çarptığıma baktım. Kütüphanede defalarca karşılaştığım ve dün arabasına çarptığım açık kehribar renkli gözlere sahip olan çocuktu. Yani benim tabirimle bal gözlü çocuk. ''Hay Allah, çok affedersiniz. Fark etmedim geldiğinizi.'' dedim ve ışığı açmak için içeriye doğru ilerledim. El feneriyle bana ışık tutmuştu. ''Sorun değil. Sizi korkutmak istemezdim. İyi misiniz?'' ''Evet, iyiyim sağ olun.'' dedim ve ışığı açıp koşar adımlarla kapıya döndüm. ''Birinin geleceğini tahmin etmemiştim. Eren dokuzda kapattığını söylemişti ve şimdi de saat on olunca ve Eren de kapatabileceğimi yazınca.'' Neden heyecanlandığımı bilmeden, nefes bile almadan art arda bir sürü cümle sıralamıştım. İstemeden belli belirsiz gülümsedim. O da gülümsedi. ''Işığı açık görünce hala burada olduğunu sandım. Burada unuttuğum bir şey vardı. Onu almaya gelmiştim.'' ''Anladım. O zaman siz unuttuğunuzu alın, ben de kapıyı kilitleyeyim ve çıkalım.'' dedim ve eşyalarımı toplamak için yere çöktüm. Aynı şekilde o da yere çöktü ve eşyalarımı toplamaya başladı. Bal gözlü çocuğa kahve ısmarla. yazdığım defter tam önünde duruyordu. Telaşla elimi yazının üzerine kapattım ve defteri kendime doğru çektim. İnşallah görmemiştir Ada. diye içimden söylendim. ''Zahmet etmeyin, ben hallederim.'' dediğimde topladığı eşyaları bana uzattı. Artık yerde bir şey kalmadığında ayağa kalktık. Her zaman oturduğu masaya ilerledi ve üzerinden bir şeyler alıp, ışığı da kapattıktan sonra yanıma geldi. ''Çıkabiliriz.'' Kapıyı kilitledikten sonra bir süre olduğum yerde kaldım. ''Ee anahtar bende kaldı. Eren nasıl açacak yarın sabah kapıyı?'' diye kendi kendime konuştum. Beni duymuştu. ''İki anahtarı var. Yedeğini size bırakmıştır.'' dediğinde anlamayan gözlerle baktım. ''Laf arasında bahsetmişti iki anahtarı olduğundan, oradan biliyorum.'' ''O zaman sorun yok.'' dedim ve anahtarı yarın Eren'e teslim etmek üzere çantama attım. ''Şey arabanız için çok üzgünüm tekrardan. İstemediniz ama dediğim gibi tamirini yaptırabilirim.'' dedim mahcup mahcup. ''O konuyu dert etmeyin, ben hallettim.'' Belli belirsiz gülümsedim. ''Peki o zaman, teşekkür ederim tekrardan.'' Kahve ısmarlama teklifimi hatırladım ama böyle şeyler yanlış anlaşılmayacak şekilde nasıl söylenir bilmediğim için söyleyememiştim. ''Rica ederim... O zaman iyi akşamlar.'' dedi ben bir süre sustuktan sonra. ''İyi akşamlar.'' dediğimde yavaşça arkasına döndü ve karanlığa doğru ilerledi. Arabama bindiğimde burnumda hala kokusu dolanıyordu. Daha önce hiç bu kadar ferah ve huzur dolu bir deniz kokusu duymamıştım. Bugün yaptığım resimde eksik olan şeyin ne olduğunu bulmuştum. Sadece bir ada çizmiştim. Yani kendimi anlatmıştım. Şu ana kadar hayatımda ne olmasını istediğim hakkında henüz fikrim yoktu ama şimdi anlamıştım. İhtiyacım olan şey denizdi. Adanın etrafına deniz çizecektim. Bal gözlü çocuk istemeden de olsa bana kokusuyla ilham olmuştu. Bunu nasıl düşünemediğimi bilmiyordum. Sonuçta ada denizde olurdu. Başımı yan koltuğa çevirdim ve bana verdiği su şişesini alıp, biraz içip koltuğa geri koydum. Adını yine öğrenemediğim bu çocuğun neden sürekli karşıma çıktığını anlayamıyordum. Eve geldiğimde saat 23:00 olmuştu. Saate aldırmadan hemen resmimi çizmeye başladım. Bitirmek için heyecanlanıyor ve sabırsızlanıyordum. Saat sabaha karşı dört olduğunda etrafım buruşturulup atılmış a4 kâğıtlarıyla doluydu. Önümde son çizdiğim ve içime en çok sinen resim duruyordu. Sanırım tuvale bunu aktaracaktım. Resmin adını bile bulmuştum. Denizin Ortasında Bir Ada Tepeden görünen terk edilmiş, simsiyah bir ada ve dört tarafında masmavi deniz. Olmasını istediğim şey buydu. Benim denize ihtiyacım vardı. Başım ağrımaya başladığı için resim yapmayı bıraktım ve telefonumu sessize alıp yatağıma geçtim. Artık uyuma vaktiydi. *** 13 Eylül, Cuma Uyandığımda saat öğlen 12:40'tı. Ve telefonumda Selay'dan gelen sekiz tane mesaj vardı. Sohbet kutusunu açtım. Ada. Ozan Fransa'ya gitmiş. Haberin var mıydı? Sana bir şey söyledi mi? Bir daha dönmeyecekmiş. Ada uyanmadın mı? Neredesin hala? Uyanınca ara beni. Yeni uyandığım için Selay'ın yazdıklarını idrak edememiştim. Beni ara yazmıştı. Numarasını açtım ve vakit kaybetmeden onu aradım. ''Ada neredesin sen?'' ''Ne zaman gitmiş Selay, sen nereden öğrendin?'' dedim sorusuna cevap vermeyip başka bir soru sorarak. ''Buket aradı, o söyledi. Dün gitmiş. Ayrıldığınız için... Sen biliyor muydun?'' ''Hayır bilmiyordum. Biz ayrıldık Selay yani bu saatten sonra ne yaptığı beni ilgilendirmez ki.'' ''Doğru diyorsun da hem seni sevdiğini söyleyip hem İpek'le fotoğrafı ortaya çıkıyor. Sonra da sen sevgisine karşılık vermedin diye ülkeyi terk ediyor. Sadece anlamaya çalışıyorum.'' ''Ben anlamaya çalışmıyorum. Kimseyi düşünmek istemiyorum. Herkes ne yapmak istiyorsa yapsın. Bir de bunları düşünemeyeceğim.'' ''İyi misin peki?'' ''İyiyim iyiyim merak etme sen.'' ''Peki, tamam o zaman. Bir şey olursa ara mutlaka.'' ''Tamam, görüşürüz.'' dedim ve öpücük sesi gönderdim. ''Görüşürüz.'' dedi ve o da öpücük sesi gönderip telefonu kapattı. Yataktan kalkıp üzerimi değiştirdim ve evden çıktım. Kütüphaneye gitmeden önce deniz kenarında biraz oturacaktım. Bu yüzden Üsküdar sahile doğru sürdüm ve radyoyu açtım. Yan taraftaki su şişesine baktım ve bana ilham veren çocuğu düşündüm. Çocuk diyordum ama benden yaşça büyük olduğu belliydi. Bari adını bilseydim. Sonunda sahile geldiğimde arabamı park ettim. Çizdiğim son resmi ve bir kalem alıp denizin karşısında olan bir evin duvarının dibine oturdum ve sırtımı yaslayıp denizin dalgalarını izlemeye başladım. Deniz çok güzel görünüyordu. Bakışlarımı denizden ayırdım ve karşımdakileri izlemeye başladım. Birkaç çocuk denize taş atıyor, bir kadın spor kıyafetleriyle koşuyor, bir çocuk bisiklet sürüyor, başka bir çocuk insanlara peçete satmaya çalışıyordu. İyi hissediyordum ama yine de içimi boğan bir şeyler vardı. Neden benim hayatım da o insanlarınki gibi sıradan olamıyordu? Neden geçmiş sürekli peşimden geliyordu? Hayatım yapboz gibiydi ve ben parçaları yerine oturtmakta çok zorlanıyordum. Her şeyin bir nedeni olmalıydı ama ben tek parçayı bile yerine oturtamamıştım. Parçalar birleşmiyordu. Sürekli yapıp bozuyordum. Parçaları her birleştirdiğimde karşıma bir öncekinden daha korkunç bir tablo çıkıyordu. Çıkmaza girmiştim. Çıkmaz bir sokakta kurtulacak yer arıyordum. Geçmişle gelecek arasında sıkışıp kalmıştım. Hangi zaman dilimine yönelsem içimi acı yokluyordu. Şimdiki zaman kavramı yoktu. Ben anı yaşayamıyordum. Gelecek korkusu, geçmişin karanlığı hep beni izliyordu. Sürekli geçmişle yaşıyordum. Hala beş yaşındaydım. Hala o evde. Hala o acıyla. Neden gitmiyordu? Boğazıma yapışan katran gibi bir tat vardı ve ben başa çıkamıyordum. Geçmişi düşündüm. Kendimi, Güneş'i, Savaş'ı, annemi, babamı, dayımı. Olanları, kayboluşlarımı, yitirdiklerimi, kazanamayacaklarımı. Geleceğimi düşündüm. Ne yapacaktım? Bundan sonra nasıl bir yol izleyecektim? Zaten her şey alt üst durumdayken şu yakın zamanda olanları yapbozun hangi tarafına koyacaktım? Acı insanı ya öldürürdü ya güçlendirirdi. Bende ikisi de olmuyordu. Yerimde sayıyordum. Ne azalıyor ne çoğalıyordum. Dilimin ucuna sürüklenmiş sözcükleri, kalbime hapsolmuş acıları artık taşıyamıyordum. Bir şeyleri değiştirebilme inancım artık yoktu. Boşa kürek çekiyordum. Bu zamana kadar düzelmeyen şeyler şimdiden sonra mı düzelecekti? Bu yolda tektim. Yardım edebilecek kimse yoktu. Ve ben kaçamıyordum. Bunu neden yapamıyordum. Neden kabullenip yoluma devam edemiyor, her şeyi yoluna koymaya çalışıyordum? Kendim de dâhil olmak üzere çevremdeki herkese zarar veriyordum. Herkes benim için uğraşırken ben kimsenin iyi olup olmadığını düşünmüyordum! Gözümün önündeki insanların mutsuzluğunu neden fark edemiyordum? Neden şimdiki zamanda yaşayamıyordum? Acıyla gülümsedim. Ağlanacak halime gülüyordum. Nefes aldığımı hissetmek için başımı gökyüzüne kaldırdım ve gözlerimi kapattım. Acımasız çıkan bir ses gözlerimi açmama sebep oldu. "Demek buradasın. Seni bu kadar kolay bulacağımı düşünmüyordum." Tam önümde dikiliyordu. Yavaşça başımı yukarı kaldırdım. Kanım donmuştu ama aynı zamanda ağzımdan mideme kaynar bir lav indi. Gözlerim alevlendi ve ellerim titremeye başladı. "Sen?" Yanımdaki kalemimi avucumun içine aldım ve arkama saklayarak yavaşça ayağa kalktım. "Beni nasıl buldun?" "Dayın söylemedi mi?" dedi alayla. Hala aynıydı. Hafif kırlaşan ve eksilen saçları, sakalları, çökmüş yüz hatları ama buna rağmen hala güçlü duran omuzları. Rengini aldığım siyah gözleri. Hepsi aynıydı. Soğuk bir bakış attı. "Seni öldüreceğim." dedim tam gözlerinin içine bakarken. "Bakıyorum da nefretin hala geçmemiş." İfadesizce yüzümü inceledi. "Azalmasını mı bekliyordun?" Ben nefret püskürürken o arsız arsız gülüyordu. "Tam beklediğim gibisin kızım. Güçlü gibi duran bir zavallı." "Ben zavallı değilim." diye tısladım dişlerimin arasından. "Savaş nerede? Bana onun yerini söyle, yoksa-" "Yoksa beni öldürür müsün?" Bir kahkaha attı ama sadece ben duymuştum. "Aynı bana benziyorsun." "Sana benzemiyorum. Çünkü ben katil değilim." diye hırladım. Boğazına yapışma isteğim hızlanarak arttı. "Ama olacaksın." Sesi tehlikeli bir şekilde sessizdi. "Evet, seni öldüreceğim." Avucumun içi yanıyordu. Kendimi o kadar çok sıkmıştım ki kalemin ucu elimin içini delmişti. Sanırım kanıyordu. Yavaşça kolumu arkamdan önüme çekerken kalbim deli gibi atıyordu. Bunu yapabilir miydim? "Bu kadar cesur musun?" Şu an bulunduğum an çok soyuttu. Sanki olanları puslu bir pencerenin ardından izliyordum. Sisli ve bulanıktı. Sanki ben orada değildim. Gerçekten buna cesaret edebilir miydim? "Tahmin bile edemezsin." dedim bir psikopat gibi. Ardından büyük bir soğukkanlılıkla kalemi kaldırdım ve hızla omzu ile kulağı arasındaki bölgeye sapladım. Bunu yapmış mıydım? Her şey bir kurgudan ibaret gibiydi. Biri bana yap demiş ve yapmışım gibi. Anında kalemi geri çekerken bir iki adım geri çekildim. Yere yığılmıştı. Donuk gözlerle bana bakarken yerde can havliyle kıvranıyordu. Korkmuştum. Titriyordum. Ne yapacaktım? Hareketleri durduğunda ürktüm. Ölmüş müydü? Gözleri hala açık bir halde bana bakıyordu. Olabildiğince koşmaya başladım. Tüm gücümle koşuyordum. Ara sokaklardan birine saptım ve koşmaya devam ettim. Avucumun içindeki sıcaklık gitgide artıyordu. Koşarken elimden yere kan damlıyordu ve terlemenin getirdiği tuz kalemin delip geçtiği yeri yakıyordu. Birden midem bulandı. Kanlarımız birbirine karışmıştı. Kaleme ikimizin de kanı bulaşmıştı. Yokuşun sonuna geldiğimde nefes nefeseydim. Yavaşça sağdaki yola döndüğümde bir gövdeye çarptım ve iki adım geri gittim. Gördüğüm karşısında irademi kaybedecek gibi olmuştum. Karşımdaydı. Boynundan kanlar süzülüyordu. Ölmemiş miydi? "Nefretin bitmedikçe benden kurtulamayacaksın." Eliyle boynunu sildi ve kalemin saplandığı yer saniyeler içinde iyileşirken tüm kanlar yok oldu. Kan yoktu. Ölüm yoktu. Geriledim. O kalemi öldürücü darbeyle saplamıştım. Bu mümkün değildi. Ölmesi gerekiyordu. Ki ölmüştü. Yerde bomboş gözlerle bana bakıyordu. O an gerçekti. Kendi gözümle görmüştüm. Arkasını döndü ve yürümeye devam etti. "Tanrım, neler oluyor?" diye inledim ve başımı göğe kaldırıp gözlerimi kapadım. Gözümü açtığımda saç diplerim terden sırılsıklam olmuştu. O kadar terlemiştim ki tişörtüm de üstüme yapışmıştı. Yerde oturuyordum ve nefes nefese kalmıştım. Deniz yine karşımdaydı. Az önce katil olduğum sokaktaydım. Aynı evin duvarında yaslanmış halde duruyordum. Ama ceset yoktu. Kan yoktu. Ah, kâbus muydu? Uyuya mı kalmıştım? Elim çok acıyordu. Kaldırıp baktığımda avucumun kanla dolduğunu gördüm. Kâbus sırasındaki acı gerçekti. Kalem gerçekten elimi delmişti. O kadar yakmıştı ki bilinçaltım bu acıyı rüyamda bile hissedebileceğim boyuta taşımıştı. Çok korkmuştum. Kalbim hızla atarken kanamayan elimi saçlarımdan geçirip ensemde bıraktım. Bomboş bakan gözler hala gözümün önündeydi. Gerçek gibiydi. Karşıma çıksa ne yapardım bilmiyordum. Ama rüyamdaki gibi cesur olamayacağımı da biliyordum. Karşıda peçete satan çocuktan bir paket aldım ve içinden bir tane çıkarttım. Kalemi silerek cebime koyduktan sonra yeni bir peçete daha çıkardım ve kanayan elime tampon yaptım. Durmamıştı. Bir saat kadar oturduğumun farkına vardığımda rüzgâr esiyordu ve hafif hafif yağmur yağıyordu. Duvardan destek alarak ayağa kalktım ve mekanik hareketlerle yürümeye başladım. Çok susamıştım. Dudaklarım kurumuştu. Ayaklarım gitmiyordu. Tüm gücüm tükenmiş gibiydi. Zorla yutkundum ve gücümün son damlalarıyla kendimi arabama attım. Yan koltukta duran şişedeki tüm suyu tek yudumda yutarken hala gördüğüm rüyayı düşünüyordum. Onu ne rüyamda ne de gerçek hayatta hiç görmemiştim. Görmek de istemiyordum. Bu ilk ve son olmalıydı. Sinirlerim boşalmıştı sanki. Başım dönüyordu, elimin kanaması durmamıştı, hala çok susuyordum. Arabamı çalıştırdım ve şu an evimden daha yakın olduğu için kütüphaneye doğru sürmeye başladım. Hem Eren'e anahtarını verirdim. Aladağ Kütüphanesi'nin yakınlarına park ettim ve ağır adımlarla girişe doğru yürüdüm. Başım dönüyordu. Kalbim hala deli gibi çarparken rüyamın etkisi hala sürüyordu. Bomboş bakan gözler hala gözümün önündeydi. Midem bulanıyordu ve elimin kanaması hala durmamıştı. Bu acı geçiyor muydu? Boğazımda bir yanma hissederken başım daha fazla dönmeye başlamıştı. O gözler gerçekti. Ölüyken bile acımasızdı. Beni korkutmuştu. Yanımda olmasa bile beni yönetiyordu. Ve devam edecekti. Ne demişti? Nefretin bitmedikçe benden kurtulamayacaksın. Bu hep var olacağı anlamına geliyordu. Çünkü nefretim bitmeyecekti. Bunca yıldır azalmamıştı bile. Acım körelseydi daha iyi olabilirdi. Ama olmuyordu. Gün geçtikçe daha fazla yoğunlaşıyordu. Benim diğer yarım yoktu. Bir yanım hep eksikti. Canımın yarısı yoktu. Çok özlemiştim. Canım çok fazla yanıyordu. Ve artık yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Yavaşça yürürken gözlerim hâkimiyetini kaybetmiş, kararmıştı. Dizlerim artık tutmuyordu ve ellerim titriyordu. Elim hala kanıyordu. Hala tazeymiş gibi canım yanıyordu. Yere kanım damlıyordu ve ben arkamda kan damlalarımdan bir yol yapmıştım. Algımı yitirmiştim. Tüm sesler kesilmişti ve herkesi üç tane görmeye başlamıştım. Yanımdaki duvardan destek almaya çalışsam da daha fazla direnemedim ve yer çekiminin beni aşağı çekmesine izin verdim. Gözlerim kapanırken gördüğüm son şey üstüne düştüğüm elimdeki kan olmuştu. *** 14 Eylül, Cumartesi "Selçuk bırak oğlumu. Nereye götürüyorsun?" Babam Savaş'ı kolundan tutup sürüklerken annem çaresizce yalvarıyordu. "Leyla bırak." dedi babam annemin kolundan kurtulurken. Savaş'ı kucağına alıp eliyle annemi yere itmişti ve annem yere düşmüştü. Ağlayarak olanları izliyordum. "Anne bırakma beni ne olur." Savaş kıpkırmızı kesilmiş bir halde ağlıyordu. Annem tekrar gücünü toplayıp ayağa kalktı ve babamın kollarındaki Savaş'ı almaya çalıştı. "Bırak diyorum oğlumu. Onu hiçbir yere götüremezsin." "Anne kurtar beni. Anne." dedi Savaş babamın kollarında çırpınırken. "Buna mecburum! Hepimizin iyiliği için mecburum." Babam annemi hiddetle savurdu ve koltuğun kenarı annemin karın boşluğuna saplandı. Yerde acıyla kıvranıyordu. Babam Savaş'la beraber odanın çıkışına giderken peşinden koştum ve bacağına sarıldım. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. "Bırak onu." Bacağıyla beraber sürükleniyordum. Bırakmıyordu. "Bırak dedim sana." Bacağını savurmasıyla yere düşerken o çoktan çıkış kapısına gitmişti. Ağlıyordum. "Bırak beni baba. İstemiyorum. Anne, annemi istiyorum." Savaş babama küçük yumruklarını savururken babam hiç etkilenmiyor, hala yürüyordu. Annem kıvranarak kapıya yetişti ve Savaş'ı elleriyle kendi kucağına almaya çalıştı. "Bırak oğlumu. Nereye götürüyorsun? Yalvarırım ayırma onu bizden." "Leyla yapmak zorundayım. Anlamıyor musun?" Babam koşarak evden uzaklaşırken annem de peşinden gitmişti. Kapının yanında ağlarken Güneş içeride benim gibi ağlıyordu. Ne olduğunu bilmiyordu, anlayamayacak kadar küçüktü. Yanına gittim ve ona sarıldım. Dakikalar geçmişti. Annem yoktu. Savaş yoktu. Hala gelmemişlerdi. Birbirimize sarılmış ağlıyorduk. Bir süre sonra annem geldi. Yalnızdı. Savaş neden yoktu? Neredeydi? Babam Savaş'ı nereye götürmüştü? Annem bizi kollarının altına aldı ve daha şiddetli ağlamaya başladı. "Anne Savaş nerede?" derken hala ağlıyordum. Cevap vermemişti. Ağlıyordu. "Savaş artık yok kızım. Artık sadece siz varsınız." Boş gözlerle bakıyordu. Donuktu. Bu hali beni çok korkutmuştu. "Anne Savaş'ı getir ne olur. Anne ben onu istiyorum." "Bundan sonra Savaş olmayacak. Dinle kızım. Sakın Güneş'i bırakma. Sakın onu bırakma. Birbirinizden ayrılmayın. Duyuyor musun?" Ne dediğini anlamıyordum. Ne demek istiyordu? Bu yaşta biri bu anlatılanlardan ne anlayabilirdi ki? "Güçlü olmak zorundasın." Tüm bunlar ne demek oluyordu? Annem bize sımsıkı sarılıp defalarca öptükten sonra yavaşça kalktı ve yatak odasına yöneldi. "Sakın gelmeyin." O kadar ağlıyordum ki zaten kalkıp peşinden gitmek aklıma gelmemişti. Savaş olmayacak ne demekti? Böyle bir şeyi nasıl hazmederdim? Uzun süredir Güneş'e sarılmış ağlıyordum. Annem hala odadan çıkmamıştı. Merak etmiştim. Nerede kalmıştı? Ayağa kalktım ve yatak odasının kapısının önünde durdum. "Anne." dedim kolumu yukarı kaldırırken. Ardından kapının kolunu tuttum ve yavaşça kapıyı açtım. Hayatımdaki ilk şoku yaşıyordum. Gözlerim irileşti. Bu neydi? Hayatımın geri kalanında sürekli gözlerimin önünde olacak bir manzaraydı bu. Geçmişten bana kalan korkunç bir izdi. Annem tavana asılmış ipin ucunda hafif hafif sallanıyordu. Koşarak gidip ayaklarına sarıldım. Tepki vermiyordu. O an dilimden sadece bir sözcük döküldü. Çaresiz, kuru, umutsuz bir "Anne." ** "Anne, anne uyan. Anne aç gözünü. Anne beni duyuyor musun? Anne." Göz kapaklarımı aralarken kollarımda bir baskı hissettim ve ciğerlerim o nefret ettiğim hastane kokusuyla doldu. Başımda inanılmaz bir acı duydum ve elim hala sızlıyordu. Henüz kendime gelememiştim ve hala sayıklıyordum. Kime ait olduğunu kestiremediğim bir ses bir şeyler söylüyordu. "Anne ne olur uyan. Ses ver anne. Anne uyan." diye sayıklarken ağlıyordum. "Ada uyan, kâbus görüyorsun." Gözlerimi artık tamamen açtığımda sayıklamayı bıraktım. Ama hala ağlıyordum. Kollarıma ağırlığını verip beni uyandıran sesin sahibine baktığımda şaşkınlığa düştüm. Hayran olduğum bir çift göz tam gözlerimin önünde bana bakıyordu. "Ağlama, sakin ol. Geçti. Kâbus gördün." "Ne oldu bana?" Sesim o kadar yorgun çıkmıştı ki ben bile endişelenmiştim. "Ssh Ada, yorma kendini." diyerek baskı uyguladığı kollarımdan ellerini çekti ve yatağın kenarındaki sandalyeye oturdu. Dikkatle beni izliyordu. Adımı biliyordu. Kendimi yormamam gerekiyordu peki tamam ama bana ne olduğunu, buraya nasıl geldiğimi, kaç saattir burada olduğumu bilmek istiyordum. "Ne zamandan beri buradayım?" Tam cevap vereceği sırada kapı açıldı. Bir doktor içeri girmişti. "Uyandın demek. Nasılsın?" dedi yanıma gelirken. "Başım dönüyor, elim acıyor ve başımda bir acı var." dedim biraz yorgun çıkan sesimle. Sırayla göz kapaklarımı kaldırdı ve ışık tuttu. "Birazdan hemşire hanım gelecek ve serumuna bir ağrı kesici katacak. İyi gelecek merak etme. Başını çarpmışsın, acıyor olması çok normal." Tam konuşacağım sırada bal gözlü çocuk sözlerimi devraldı. "Nesi var, neden başı dönüyor?" Doktor bakışlarını ona doğru çevirdi. "Daha belli değil. Yarım saate sonuçları çıkar. Çıkınca bekletmeden geleceğim. Merak etme." Ardından bana döndü ve "Geçmiş olsun tekrar." deyip gülümseyerek odadan çıktı. "Bana ne oldu? Buraya nasıl geldim? Bana anlatır mısın?" "Kütüphaneye gidiyordum. Karşı yoldan da sen geliyordun. Birden yere yığıldın. Başından ve elinden kan akıyordu. Ben de seni hastaneye getirdim." Artık siz diye hitap etmiyordu. Sanırım beni hastaneye getirişi aramızdaki resmiyeti ortadan kaldırmıştı. Ama daha adını bile bilmiyordum. "Neden bayıldığını henüz bilmiyoruz. Başın düşmenin etkisiyle yarılmış. Şu an on dikişin var." On dikiş mi? Nereye çarpmıştım da bu kadar büyük bir yara olmuştu acaba? "Başını biliyoruz, peki eline ne oldu, hatırlıyor musun? Düştüğün yerde eline batabilecek bir şey yoktu. Daha önce mi yaralandın?" "Elim mi? Önemli bir şey değil. Evde ufak bir kaza yaşadım." dedim yalan söyleyerek. Rüyam yüzünden elimi deldim. dediğim taktirde konuyu irdelemesinden korkuyordum. "Elinde üç dikiş var." Elimi kaldırıp baktım. Sargılıydı. ''Önemli bir şey olmadığına emin misin?'' Başımı aşağı yukarı sallayıp onaylamakla yetindim ve pencereden dışarı baktım. Havadan anladığım kadarıyla güneş batıyordu. "Saat kaç?" dedim sessizce. "Dört buçuk... İki saat sonra güneş doğacak." "Güneş mi doğacak? Ben kaç saattir buradayım?" Kütüphaneye gitmeye çalışırken saate en son baktığımda 15:19'u gösteriyordu. O saatlerde bayılmış olmalıydım. "On üç saattir uyuyorsun. Saat sabah beşe geliyor.'' Bir süre ne diyeceğimi bilemeden sustum. Kahve borcum x2 olmuştu. Beni buraya getirdiği için teşekkür etmeliydim. "Hiç evine gitmedin mi?" "On üç saattir buradayım." Dikkatlice beni izliyordu. Sanki yüzümün her santimini ezberine yazıyor gibiydi. Şaşırmıştım. Bayıldığım andan beri yanımdan ayrılmamış mıydı? "Yani hep başımda mı bekledin?" Şaşkınlığım sesime yansımıştı. "Yakınlarına ulaşamadım. Birinin yanında olması gerekiyordu. Yani refakat edebilmek için." Gülümsedi. Kapı açıldı. Bir hemşire elinde bir iğne ile içeri girmişti. "Merhaba, nasılsınız?" dedi yanımıza gelerek. "Daha iyiyim, teşekkür ederim." Hemşire elimin üzerindeki seruma bağlı hortuma ağrı kesiciyi gönderirken "Sonuçlar tam olarak ne zaman çıkacak?" dedi yanımdaki yabancı. Benden daha endişeli görünüyordu. ''Kan testleri az önce çıktı. Bülent Bey birazdan röntgen, ekg ve tomografi sonuçlarıyla beraber odanıza geleceğini söyledi.'' ''Tamam Beyza, teşekkürler. Fazla beklemesin lütfen. Amcama söylersin.'' ''Peki, iletirim. Geçmiş olsun tekrardan.'' ''Teşekkür ederim.'' dedim ve adının Beyza olduğunu öğrendiğim hemşire odadan çıktı. ''Amcan?'' diyerek soran gözlerle ona baktım. ''Az önce gelen doktor benim amcam. Bu gece buradaydı. Ben de ilgilenmesini rica ettim.'' ''Teşekkür ederim.'' diyerek gülümsedim. ''Önemli değil.'' Ayağa kalktı ve yanındaki prizden şarj adaptörünü çıkartıp ucundaki telefonu da kablodan kurtardıktan sonra telefonumu bana uzattı. ''Telefonunu şarj etmeyi alışkanlık haline getirmen lazım.'' dedi gülümseyip sandalyesine otururken. ''Yakınlarına ulaşmak için telefonunu aldım ama şarjın bitmişti. Ben de kendi kabloma taktım.'' ''Teşekkür ederim tekrardan.'' ''Bu kadar çok teşekkür etmene gerek yok. Bir şey yapmadım.'' dedi sessizce. ''Bu arada hastane kaydın için kimliğine ihtiyacım vardı ve çantanı karıştırmak zorunda kaldım... Kusura bakma.'' ''Önemli değil.'' diyerek gülümsedim ve artık adını öğrenmenin zamanının geldiğini düşünerek, birden ''Adını hala söylemedin.'' dedim. Şaşırdı ve kaşlarını kaldırdı. ''Bildiğini düşünüyordum. Eren'le baya iyi arkadaşsınız. Söylemiştir zannediyordum.'' Eren'in konumuzla ne ilgisini olduğunu anlamamıştım ama şu an önemi yoktu. Tek düşündüğüm şey ismiydi. Arabasına çarptığım halde bunu dert etmeyen, tam ihtiyacım olduğunda yanımda olan yani beni hastaneye getiren, sabaha kadar başımdan ayrılmayan, amcasının benimle ilgilenmesini sağlayan bu kişinin adı neydi? ''Deniz, adım Deniz... Resmi olarak tanışmadık sahi değil mi? Memnun oldum.'' dedi gülümseyerek. Adını söylediğinde ne düşüneceğimi bilememiştim. Kokusuyla, günlerdir üzerinde düşündüğüm resmin ilham kaynağı olan bu yabancının adı da Deniz'di. Yaptığım resmin neredeyse tamamı olan ve beni tamamlayacağını düşündüğüm şeyle aynı isme sahipti. ''Memnun oldum. Ben de Ada.'' dedim şaşkınlığımı gizleyerek. ''Gerçi sen biliyorsun.'' Gülümsedim. Gülümsedi. ''Hastane kaydını yaptırırken öğrendim ben de.'' ''Eren'den bahsettin. Yani adını neden bana söylediğini düşündün?'' ''Eren bazen çok konuşuyor. Her şeyi herkese söylüyor yani. Evde de böyle.'' ''Ev?'' dedim soru cümlesiyle. ''Kardeşim olduğunu da mı bilmiyorsun?'' Nasıl yani Eren'in abisi Deniz miydi? ''Yok, bilmiyordum. Bahsetmedi hiç…O zamaaaan kitabı getirmem için arayan sendin. Eren'e kimin aradığını sorduğumda abim aramıştır demişti çünkü.'' dedim küçük bir farkındalık yaşayarak. Gülümsedi. ''Evet bendim. Aradığım kişinin sen olduğunu dün kimliğinde adını görünce anladım. Ada Dinçer, İmar Hukuku Dersi.'' Kısık bir sesle güldüm. ''Ne zaman yemek yiyebileceğim?'' dedim elimi karnıma koyduğumda. ''Sanırım acıktım.'' ''Amcam sonuçlarını görmeden sana bir şey verebileceklerini sanmıyorum.'' dedi telefonunu kulağına götürürken. ''Ama yine de sorayım... Amca Ada'nın odasına ne zaman geleceksin?... Peki, tamam. Bir şeyler yiyebilir mi peki?... Tamam görüşürüz.'' Telefonu kapattı ve bana döndü. ''Çok hafif şeyler yiyebileceğini ya da içebileceğini söyledi. Canının istediği bir şey var mı?'' ''İncirli yoğurt istiyorum.'' dedim bir anda. Selay'da kaldığımda bana vermişti ama o gün yememiştim. Birden canım istemişti. ''İncirli yoğurt mu?'' dedi gülümseyerek ve tekrar telefonunu eline alıp rehberde biraz gezdikten sonra telefonu kulağına götürdü. ''Alo Hakan aşağıda mısınız?... Diğerleri nerede? ...Tamam, çocuklardan birini markete gönder...Evet Hakan. Bu saatte Hakan. Beni mi sorguluyorsun Hakan?... İncirli yoğurt alsın. Evet incirli, çok acil... Başka birini de eve gönder. Bilgisayarımı alsın. Saat dokuzda toplantım var, çalışmam lazım. Acil.'' dedi ve telefonu kapattı. Hakan kimdi? Diğerleri kimdi? Bu saatte neden aşağıdalardı? ''Birazdan getirecekler incirli yoğurt.'' dedi telefonu yatağın sehpasına koyarken. ''Nasıl hissediyorsun, daha iyi misin?'' ''Serumdan kurtulursam çok daha iyi olacağım.'' ''Amcam birazdan geleceğini söyledi. Biraz daha dayan... Kimseyi aramayacak mısın?'' dedi gözlerini telefonuma çevirerek. Arayabileceğim kimse yoktu. Herkes uyuyordu. Belki sabah olduğunda Selay'ı arardım. ''Sabah olduğunda ararım.'' dedim derin bir nefes vererek. Deniz'in gözlerine baktım. Kızarmış görünüyordu. ''Hiç uyumadın mı?'' ''Uyku tutmadı.'' dediğinde kapı açıldı ve Deniz'in amcası odaya girdi. Elinde film sonuçları ve içinde bir sürü kâğıtların olduğu bir dosya vardı. ''İşte geldim. Bakalım neyimiz varmış?'' dedi sevecen sesiyle. Dosyaları karıştırdı ve film sonuçlarını eline aldı. ''Röntgen, ekg ve tomografi sonuçlarına odaya gelmeden baktım. Başındaki dikişler hariç hiçbir şeyin yok. Yani beynin sapasağlam.'' dedi gülümseyerek. ''Röntgen ve ekg sonuçların da temiz... Şimdi gelelim kan değerlerine.'' dedi birkaç kâğıdı en arkadan en öne alarak. Bir süre hiç konuşmadan kâğıdı inceledi. ''Amca ne oldu kötü bir şey mi var?'' dedi Deniz merakla. ''Hayır, kötü bir şey yok. Sadece kan değerleri biraz fazla düşmüş. Hiç yemek yemiyor musun kızım sen?'' dedi sitemli ve komik bir sesle. ''Bayılmanın tek sebebi kan değerlerinin düşmesi. Yani fiziksel tek sebebi bu. Bu durumun altında psikolojik ve genetik sebepler de yatıyor olabilir. Son zamanlarda üzüldüğün ya da seni strese sokan bir olay yaşadın mı?'' On yedi yıldır üzüldüğüm şeyler vardı ama bilmelerine gerek yoktu. ''Hayır yok. Bir şey olmadı. Son zamanlarda yemek yemiyorum pek.'' ''Ailende genetik bir hastalık var mı peki?'' Dayımın ve Güneş'in hiçbir hastalığı yoktu. Anne ve babamın tıp geçmişini de bilmiyordum. ''Dayım ve kardeşim var sadece. Onların da bir hastalığı yok. Ailemin geri kalanı hakkında da bir bilgim yok.'' Doktor anladım dercesine başını salladı. ''Peki daha önce hiç bayıldın mı?'' Hayır anlamında başımı iki yana salladım. "Tamam, o zaman güzel bir beslenme programıyla ve vitamin takviyeleriyle kan değerlerini uygun seviyeye çıkarabiliriz." "Ne zaman taburcu olabilirim peki?" "Öğlene doğru seni uğurlayabiliriz. Birkaç serum daha takmalarını isteyeceğim. Hemşire arkadaşlar çıkacağın zaman seni hazırlar. Ama öyle taburcu oldun diye kurtuldun sanma. Kontrole gelmen lazım. Başındaki yara basit bir yara değil." dedi gülümseyerek. "İhmal etmem merak etmeyin." dedim ve onu taklit edip ben de gülümsedim. Deniz'e döndü. "Deniz, oğlum şimdilik benim yapabileceğim bir şey yok. Biraz dinleneceğim. Önemli bir şey olursa ararsın." Deniz ayağa kalktı. "Tamam amca. Yeterince uğraştın. Teşekkür ederim. İyi dinlenmeler." Deniz'in amcası Deniz'in koluna dokunmakla yetindi ve bana "Geçmiş olsun tekrardan." diyerek odadan çıktı. "Ben biraz uyumak istiyorum." Serumdan sanırım uykum gelmişti. "Senin de uyuman lazım. Pek iyi görünmüyorsun." "Alışık olmadığım bir şey değil. Hem birkaç saat sonra toplantım var. Çalışmam lazım." Başımı aşağı yukarı salladım ve gözlerimi kapatıp uykuya dalmayı bekledim. On üç saattir uyuyor olsam da hiç dinlenmiş hissetmiyordum. *** ''Ne zaman çıkabilir hastaneden?'' "Bu serumdan sonra çıkabilir. Kontrol takvimi hazırladım. İlaçlarını aksatmaması gerekiyor." Yakınımdaki konuşmalarla uykumdan uyandım ve gözlerimi aralayıp seslerin sahibine baktım. Beyza hemşire ve Deniz durumum hakkında konuşuyordu. Beyza hemşire serumu değiştirirken Deniz de onu izliyordu. Uyandığımı gördüğündeyse bakışlarını bana çevirdi. Neden hala gitmediğini anlamamıştım. "Günaydın." dedi hemşire elimdeki sargıyı değiştirirken. "Az önce son serumunuzu taktım. Bittikten sonra gidebilirsiniz. Sehpaya da kontrol takviminizi koydum. Almanız gereken ilaçlar da var. Reçetenizde hepsi yazıyor." dedi elime son bandı yapıştırırken. "Evet işte bitti." ''Teşekkür ederim. Dediklerinizi yapmaya çalışacağım. Serum ne zaman biter peki? " "Bir buçuk saat sonra bitmiş olur... İyi günler dilerim." dedi ve Deniz'le beni yalnız bırakarak odadan çıktı. Telefonuma uzanıp saate baktım. Dokuza on beş dakika vardı. "İyi misin?" "İyiyim teşekkürler... Toplantıya gitmeyecek miydin?" "Online bir toplantı olacak. Buradan katılacağım." Anladım dercesine kafamı salladım ve kontrol takvimimi almak için bakışlarımı sehpaya yönlendirdim. Dört tane incirli yoğurt vardı. Sevinç ve şaşkınlıkla Deniz'e baktım. Elleri cebindeydi ve gülümsüyordu. Yoğurtlardan birini aldım ve kapağını açtım. "Çok teşekkür ederim." dedim bir kaşık aldığımda. "Bence bu teşekkür etme konusunu burada kapatalım." dedi daha da gülümseyerek. "Bir şey yapmıyorum çünkü." Bir kaşık daha aldım. "Yok, olmaz öyle teşekkür etmeden." Kısık bir sesle güldü. "Neyse bu seferlik dediğin gibi olsun." dedi ve cam kenarındaki masaya doğru yürüdü. Hiç dikkat etmemiştim ama hastane fena halde lükstü. Bir özel hastanede olduğumu yeni fark ediyordum. Ben duvarları incelerken Deniz sandalyeye oturdu ve bilgisayarın ekranını kaldırdı. Birkaç tuşa bastıktan sonra da sesler duyulmuştu. Sanırım toplantı başlamıştı. Deniz toplantıdayken ben de hemen arkasındaki camdan dışarıyı izliyordum. Deniz ara sıra gözleriyle beni kontrol ediyordu. Eren'le olan arkadaşlığımdan dolayı sanırım, Deniz'i bir yabancı olarak görmüyordum. Deniz de belli ki kardeşinin arkadaşı olduğum için yanımda beklemişti. Başlarda yanımda olmasını garip bulsam da şimdi bu düşüncemden çok uzaktaydım. O artık bana yabancı değildi, olmayacaktı da. |
0% |