Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. Bölüm

@_kubraakyol

Selam herkese, kitabıma olan ilginiz çok çok teşekkür ederim. Bir sürü yeni okuyucum olmuş. Hepiniz hoş geldiniz. Oylarınız ve yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Umarım bu bölümü de beğenirsiniz. Yine oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Sevgiler ve öpücükler <3

Deniz çıkış işlemlerimi hallederken ben odada hem son kalan yoğurdumu yiyor hem de televizyonu izliyordum. Ekranda hastaneye ait bir video vardı. Çatıda helikopter pisti vardı ve havadan görünecek şekilde Aladağ Hastanesi yazıyordu. Kütüphanenin adı da Aladağ Kütüphanesi'ydi. Kütüphane Denizlerindi demek. Soy isimleri de Aladağ'dı belli ki.

Üzerimi değiştirmek için banyoya girdim ve aynaya baktım. Kulağımın arkasında bir bandaj vardı. Neyse ki saçlarım dışarıdan fark edilmeyecek şekilde bandajı kapatıyordu. Solgun görünüyordum. Normalde güzel sayılmazdım, şimdi üstüne bir de hasta görünüyordum. Doktorun söylediklerini dikkate alsam iyi olacaktı. Şimdilik yüzüme renk gelmesi adına yapabileceğim tek şeyi yaptım ve yüzümü yıkayıp banyodan çıktım.

Çıktığımda Deniz odadaydı. ''Evet, çıkış işlemlerini hallettim... Seni eve bırakmamı ister misin?'' Her ne kadar kabul etmesem de hastane masraflarımı ödemiş ve farkında olmadan bana bir kahve daha kilitlemişti.

''Teşekkür ederim, arabam var.'' dedim ama buraya arabamla gelmediğimi unutmuştum.

''Arabana kadar götüreyim o zaman. Kütüphaneye yakın bıraktıysan eğer, hala orada çünkü.''

''Evet, yanındaki otoparka bırakmıştım... Tamam, o zaman yani zahmet olmazsa beni oraya bırakabilirsin.''

Gözlerini devirdi. ''Zahmet olmuyor Ada. Hazırsan çıkalım hadi.'' Çantamı ve reçetemi almıştım, hazırdım.

Odadan çıktık ve asansöre bindik. Deniz telefonunu çıkardı ve kulağına götürdü. ''Alo Uygar aşağıda mısın?... Eren'in yanına uğrayacağım. Sen şirkete geç... Bir şey olmaz hadi lafa tutma beni. Şirkette görüşürüz.''

Telefonu kapattığında aklıma kütüphane çıkışında çarpışmamız gelmişti. Eren'in abisi olduğu halde neden kütüphanenin anahtarını almamıştı acaba? Kardeş olduklarını bildiğimi düşünüyordu. Eğer bilseydim anahtarı Eren'e versin diye Deniz'e verirdim. Vermemiş olmamdan bilmediğimi anlaması gerekmez miydi? ''Kütüphane çıkışı çarpıştığımızda Eren'in anahtarını neden almadın? Yani sen alıp evde verebilirdin ya o yüzden soruyorum.''

''Eren herkese güvenmez ve birine bir şey verdiği zaman başka birinin değil verdiği kişinin ona geri vermesini ister. Bir çeşit güven ölçütü sanırım. Bunu senin de bildiğini zannettiğim için anahtarı bana vermek yerine kendin almış olmanı gayet doğal karşıladım. Yani kardeşim olduğunu bilmediğin için değil, kendin teslim etmek istediğin için bana vermediğini düşündüm.'' İşte şimdi her şeyi daha net anlamıştım. Demek bu yüzden bilmediğimi anlamamıştı.

Neyi nasıl düşündüğümü anlaması ve aklımdaki soruların cevabını vermesi bende küçük bir şaşkınlık yaratmıştı. Bir an düşüncelerimi okuyabildiğini düşündüm.

''Soru işaretlerin silindi mi şimdi?'' dedi gülümseyerek. Kesinlikle düşüncelerimi okuyordu.

Gülümsedim ve başımı aşağı yukarı salladım. ''Silindi.''

''Güzel. Şimdi inme vakti.'' dedi ve asansörden indik.

Hastanenin bahçesindeydik. Deniz otoparka gitmek yerine yola yönelmişti. ''Hemen yan tarafta bir eczane var. Unutmadan ilaçlarını alalım.''

''Teşekkür ederim ama ben-'' dedim ama cümlemi yarıda kesti.

''Teşekkür etme konusunu kapattığımızı zannediyordum.''

''Hayır kapatmadık.'' dedim arkasından koşar adım yürürken. Çok hızlı yürüyordu.

''Kapattık kapattık.''

Başım hala döndüğü için biraz geride kalmıştım. Arayı daha da açmaması için daha hızlı yürüyüp yetişmeye çalışırken bir anda sırtına çarptım. Yetişmem için durmuştu belli ki.

Hemen arkasına döndü. ''Ada, iyi misin?''

Küçük bir kahkaha attım. ''İyiyim, affedersin. Sürekli sana çarpacağım galiba böyle.''

Kaşlarını çatıp gülümsedi. ''Bana da öyle geliyor.''

''Özür dilerim tekrardan.''

''Sorun değil, hadi gel ilaçlarını alalım.'' dedi kocaman sırıtarak.

Birkaç adımdan sonra eczaneye girmiş ve ilaçlarımı almıştık. Ne kadar itiraz etsem de ilaçları o satın almıştı. Kahve borcum bitmeyecekti anlaşılan.

Eczaneden çıktıktan sonra hastaneye doğru yürümeye başlamıştık.

''Seni bıraktıktan sonra hemen eve mi gideceksin, yani işin var mı?''

''Bilmem eve giderim herhalde.''

''Bana kahve ısmarlayacakmışsın sanırım.'' dedi keyifli bir sesle. Yüzüne baktım. Gülüyordu.

Bu sefer düşüncelerimi okumamıştı. Defterine yazdığı yazıyı okumuş Ada! Çarpıştığımız zaman ne kadar yazının üstüne elimi kapatsam da okumuştu demek ki.

Ona bal gözlü çocuk diye hitap ediyor oluşumu öğrenmesi utanmama sebep olmuştu ama belli etmemeye çalışarak ''Evet, hatta bugün borcum dörde çıktı.'' dedim.

Gülümsedi. ''Neden dört?''

''Arabana çarptığım halde tamirini yaptırtmadın, beni hastaneye getirdin, hastane masraflarımı ödedin ve son olarak da ilaçlarımı aldın.''

''Borçların daha fazla birikmeden, bugün ödemeye başla istersen.'' dedi sırıtarak.

''Kabul ama mekânı sen seç. Bu konularda hiç iyi değilim.''

''Tamam, o zaman anlaştık.'' dedi hastane bahçesine az kala bir mesafede. Bakışlarını bahçe girişine yöneltmişti.

Karşıya bakışıyla olduğu yerde kalmış, gülümsemesi yüzünde donmuştu. Baktığı yöne baktım, elli metre kadar uzakta siyah takım elbiseli dört ya da beş adam bahçe girişinin önünde durmuş, bize doğru bakıyordu.

Deniz'e baktım, çok gergin görünüyordu. Bir şeyler ters gidiyordu. Neler olduğunu soracaktım ama Deniz bir anda elimi tuttu.

''Koş.'' dedi ve geri döndük. ''Ada, koş.''

Geri dönmüş koşuyorduk.

"Deniz neler oluyor?" dedim ve hemen sonrasında kulakları sağır edecek bir silah sesi sokaklarda yankılandı.

"Ha siktir." diye savrulan küfrün ardından Deniz kolumu kavradı ve üstüme kapaklanıp hemen yan taraftaki sokağa döndü.

"Alo Uygar. Neredesin?" dedi telefonu kulağına götürdüğünde. "Ne?... Işınlanıyor musun ne yapıyorsun bilmiyorum ama çabuk gel... Evet hastaneden çıktık... Hayır, eczanenin o taraftaki yoldayız. Çabuk gel, koşacak vaktimiz yok."

Koşarken arada arkama bakıyor, mesafeyi ölçüyordum.

Şu son olanları idrak edemiyordum. Koşamıyordum. Düşünemiyordum. Parmağımı bile kaldırmaya halim yokken nasıl oluyordu da Deniz'in peşinden koşmaya kalkıyordum? Başım dönüyordu. Henüz kendime gelememişken sınırlarımı zorluyor, sokaklarda tozu dumana katarak, arkamızda silahlı adamlarla koşuyordum.

Bu adamlar kimdi ve neden peşimizden geliyorlardı?

Sokakta çığlıklar yükselirken bir kez daha arkama baktım. Mesafe azalmıştı. "Deniz ben. Başım dönüyor. Koşamıyorum." dedim.

"Dayan. Ada dayan. Uygar birazdan gelir."

"Çok yaklaştılar." dedim zorla aldığım nefesimi dışarı vererek.

"Nereye kadar kaçacağını düşünüyorsun?" diye bir ses duyuldu.

Yaklaşık beş dakika, sokaklar boyunca koşmuştuk ve ben yorulmuştum. Nereye, neden koştuğumuzu bilmeden gözüm kapalı Deniz'in peşinden gidiyordum. Tuhafıma giden, kimsenin o adamları durdurmamasıydı. Herkes sanki bir film çekimini izler gibi bizi izliyordu. Süratle koşan iki genç, arkalarında silahlı adamlar. Gerçekten filmlerde de böyle olmuyor muydu?

"Bu adamlar kim Deniz? Neden peşimizdeler?" dedim nefes nefeseyken ve arkama bakarak. En fazla yirmi beş metre vardı. Yakalanmamız an meselesiydi.

Deniz cevap vermek yerine elimi bıraktı ve tam önümüzde ani frenle duran, siyah renk bir arabanın kapısını açıp beni hızla içeri itti. "Çabuk sür."

Başımı geriye çevirdim. Arabanın lastiklerini hedef alan iki el silah sesi daha geldi.

''İyi misiniz?'' dedi adının Uygar olduğunu tahmin ettiğim kişi. ''Yaralanmadınız değil mi?''

''İyiyiz.'' dedi Deniz ve telefonunu kulağına götürdü. ''Hakan neredesiniz?... Ben sana hastanede iki adam bırak demedim mi?'' dedi sinirle. ''Nerede bu adamlar o zaman Hakan? Kapının önü Karahanların adamlarıyla dolmuş... Ben ikinci bir talimat verene kadar ayrılmasınlar... Her gün sırayla iki kişi gönderirsin işte Hakan onu da sen ayarlayıver... Gece gündüz boş kalmayacak orası... Kütüphanenin orada kimse var mı?... Tamam ayrılmasın sakın oradan...'' dedi ve telefonu kapattı.

''Deniz ne oluyor, neden polisi aramıyorsun? Kim bunlar?'' dedim korkuyla ve arkama baktım. Çok uzakta kalmışlardı ve peşimizden kimse gelmiyordu.

''Polisin çözebileceği bir şey değil. Onların cezasını ben kendim vereceğim.'' dedi gergin bir sesle ve odağını Uygar'a çevirdi. Beni böyle bir cümleyle geçiştirmesi gerilmeme sebep olmuştu. Kendi adaletini kendi sağlıyor olabilirdi ama benim hayatımı riske atmaya hakkı yoktu. ''Uygar kütüphaneye gidiyoruz. Oraya sür.''

''Eren'e bir şey mi oldu? Neden oraya gidiyoruz?'' dedi Uygar dikiz aynasından tekrar Deniz'e bakarak.

''Hayır, yani bilmiyorum... Ada'nın arabası orada. O yüzden.''

Uygar'ın konuşmasına fırsat vermeden ''Kim bunlar Deniz, ne demek polisin çözebileceği bir şey değil?'' dedim telaşlı ve korku dolu bir sesle.

Belli ki düşmanları var Ada, bunu akıl edemeyecek biri değilsin!

''Hepsini anlatacağım ama şu anda değil Ada, lütfen sakin ol. Korkma.''

''Korkma? Benim peşimde silahlı adamlar gezmiyor. Aşina olmadığım için özür dilerim Deniz.'' dedim sinirle.

''Ada, benim de peşimde her gün silahlı adamlar gezmiyor. Ben de aşina değilim. Dinlersen anlatacağım.''

Daha bir şeyler söyleyecekti ama sözünü kestim. ''Ben inmek istiyorum. Arabayı durdurur musunuz?'' dedim arabayı kullanan ve adının Uygar olduğunu öğrendiğim kişiye doğru dönerek. Uygar arabayı durdurmamış, dikiz aynasından Deniz'e bakmıştı.

''Arabana kadar gidelim, ineceksin zaten Ada. Şu anda seni burada indirerek sana iyilik değil kötülük yapmış olurum.''

''Korkuyorum. Peşinizde silahlı adamlar var, polise gitmek yerine adaletinizi kendiniz sağlamaya çalışıyorsunuz. Bu umurumda değil ama benim hayatımı tehlikeye atmaya hakkın yok.'' Tehlikeli bir hayat istemiyordum. Deniz'in hayatı tehlikeliyse onun hayatımda olmasını da istemiyordum.

''Seni orada bıraksaydım hayatın daha mı az tehlikede olurdu yani?'' Bu soruya verebilecek bir cevabım yoktu.

Kütüphaneye gelene kadar kimse konuşmamıştı. Bir an önce bu durumdan kurtulmak istiyordum. Tamam, hayatım pek de normal sayılmazdı ama en azından peşimden silahlı insanlar gelmiyordu. Böyle düşmanlarım yoktu.

Arabadan indim ve Deniz'le Uygar'ı beklemeden kütüphaneye doğru ilerledim. Kapıya yakın bir yerde takım elbiseli bir genç vardı. Yeni farkına varmıştım ama buraya her geldiğimde o genç de buradaydı. Eren'i koruyan kişiydi. Ve ben her gün yanından geçiyordum.

İçeriye girdim. Eren bilgisayarının başındaydı. O kadar kendi halinde bir hali vardı ki hiç abisi silahlı adamlar tarafından kovalanıyor gibi durmuyordu. Belki de haberi yoktu. En iyisi hiçbir şey çaktırmadan devam etmekti.

Çantamdan anahtarı çıkardım ve masaya bıraktım. ''Biraz geç getirdim, kusura bakma.''

''Neredeyse güvenimi boşa çıkartacaksın sandım. Hoş geldin.'' dedi gülümseyerek.

''Hoş buldum.'' dedim gülüşüne karşılık gülümseyerek. Hiçbir şey olmamış gibi davranmayı başarabiliyor muydum acaba?

Eren anahtarı anahtarlığa takmaya çalışırken Deniz içeriye girdi ve hiçbir şey söylemeden yanımızdan gelip geçti.

''Dün nerelerdeydin?''

''Biraz rahatsızdım. Ders çalışacak halim yoktu pek.''

''Sahi sen neden bu kadar ders çalışıyorsun?''

''Geçmem gereken bir ders var. Veremezsem mezun olamayacağım.'' dedim ve radyoda doksanlar çalmaya başladı. ''Sahi.'' dedim onu taklit ederek. ''Senin yaşındakiler genelde daha farklı tarzda müzikler dinliyor. Doksanlar seviyor gibi durmuyorsun.''

''Ben açmıyorum ki. Deniz abim açıyor... Seni onunla tanıştırmış mıydım?'' Deniz'le aynı şarkıları seviyor olmamız içimde tuhaf bir duygu uyandırmıştı.

''Yok tanıştırmadın.'' dedim ne diyeceğimi bilemeyerek. En iyisi doğruyu söylemekti. ''Ama biz tanıştık. Yani aşk olsun Eren. Buraya onlarca kez geldim ve bir kez bile bahsetmedin.''

''Genelde kızlar gelip soruyor, şu çocuğu tanıyor musun diye. Öyle açılıyor konusu. Sen sormadın, ben de anlatma gereği duymadım Adacığım... Nasıl tanıştınız bu arada?''

Deniz Eren'in arkasından geldi ve elini Eren'in omzuna koydu. ''Eren, dün ve bugün ters bir şey oldu mu? Burada ya da evde?'' dedi beni cevap verme zahmetinden kurtararak.

''Olmadı abi, ne oldu ki?''

Neredeyse Silahlı adamlar peşimizden kovaladı diyecektim ki Deniz benden önce konuşmaya başladı. ''Bir şey olmadı abicim. Her şey yolunda.''

Anlaşılan Eren'in bilmesini istemiyordu. Her ne kadar ona kızgın olsam da kardeşi hakkında en iyi kararı kendi verirdi. Bilmesini istemiyorsa bilmeyecekti. Bunu söylemek bana düşmezdi. ''Her neyse Eren. Ben çalışmalarıma bir süre evde devam edeceğim.'' diye lafa girdim ve konuşmalarını böldüm. Gözlerim Deniz'in gözlerinin tam içindeydi. ''Bir süre ortalıkta görünmeyeceğim yani.'' Bir an gözlerinde bir sis bulutu görmüştüm ama bu sadece bir yanılgıdan ibaretti. Bir süre daha gözlerime baktı ve yanımdan geçip çıkışa doğru gitti.

''En sevdiğim kütüphane arkadaşımı kaybedeceğim yani öyle mi?''

Yüzümü astım. Bugün yaşadıklarımdan sonra buraya kısa süre içinde dönebileceğimi düşünmüyordum. Başıma bir şey gelecek mi korkusuyla tetikte yaşayamazdım. ''Maalesef Erenciğim.''

''Arayı açmak yok ama bak bozuşuruz.''

''Geri döneceğim merak etme. Şimdilik kendine iyi bak.''

''Sen de kendine iyi bak.''

Yavaş adımlarla kütüphaneden çıktım ve arabama doğru ilerledim. Biri kolumdan nazikçe tuttu ve aynı anda adımı söyledi. Deniz'in sesiydi. Arkama döndüm.

''Gitme.'' dedi bir anda. Ne diyeceğimi bilemeden baktım. ''Her şeyi açıklayacağımı söylemiştim.''

''Bana hiçbir şey açıklamak zorunda değilsin Deniz. Ben senin açıklama yapmak zorunda olduğun biri değilim.'' dedim kolumu elinden kurtararak.

''Zorundayım. Seni öyle bir duruma soktuysam açıklama yapmak da zorundayım. Dinlemeni istiyorum.''

''Hayır Deniz. Sen benim için sadece Eren'in abisisin. Dedim ya, açıklama yapmana gerek yok. Şimdi izninle gitmek istiyorum. Zor bir yirmi dört saat geçirdim."

Bir şey söylememişti. Israr etmek istemiyordu. Doğru yapıyordu. Hızla arkamı döndüm ve arabama ulaşıp koltuğuma geçtim. Yan koltukta bana aldığı su şişesi onun varlığını hatırlatırcasına öylece duruyordu. Şişeyi elime aldım ve parmaklarımı üzerinde gezdirdim. Onun parmak izleri de vardı. Eline dokunduğumu düşündüm. Kalbimden ellerime bir sıcaklık yayılmıştı sanki. Elimi tuttuğunda da aynısını hissetmiştim. Panik halinde olduğumuz için bu hissi tarif edememiştim ama o an içim sıcacık olmuştu. Elimi tutmasını garipsememiştim. Sanki yıllardır yaptığımız bir şeydi.

Başımı iki yana salladım ve bu düşünceleri savurdum. Şişeyi de bir ara çöpe atmayı unutmamalıydım.

*

Yirmi dört saat sonra nihayet eve gelmiştim. İlk işim kontrol takvimini çantamdan çıkartıp çöpe atmak olmuştu. Deniz'le karşılaşma ihtimalime karşı o hastaneye gitmemeye karar vermiştim. O hastane önünde silahlı adamlar tarafından kovalanmıştım. O anları bir daha yaşamak istemiyordum. Benim basit bir hayatım vardı. Silahlar yoktu, olmayacaktı. Birilerinden kaçmamıştım. Kaçmayacaktım da.

İlaçlarımı içip resim yaptığım kâğıdı mutfak masasının üzerine koydum. Kalemimi de aradım ama çantamın içinde yoktu. Muhtemelen dün kaybolmuştu. Gördüğüm kâbustan sonra kaybolmuş olmasına sevinmiştim.

Resmi alıp salona geçtim. Halının üzeri buruşturup attığım kâğıtlarla doluydu. Hepsini toplayıp çöpe attım ve tuvalimi, boyalarımı, fırçalarımı alıp salona getirdim. Deneme olarak yaptığım resmi de önüme aldım ve bir müzik uygulamasını açıp tuvali boyamaya başladım. Bu sefer doksanlar dinlemiyordum. Bana Deniz'i hatırlatan şeylerden bir süre uzak dursam iyi olacaktı.

Bu pek de mümkün olmayacak gibi görünüyordu çünkü resmimin ana konusu denizdi. Bana ilham veren bile onun kokusuydu. Beni bu kadar etkilediğinin farkında değildim. Yan yana geçirdiğimiz saatler beş saati bile bulmuyordu. Ama bir şekilde kendimi onu düşünürken buluyordum. Kafa yormam gereken onlarca şey vardı. Onları düşünmeliydim.

*

16 Eylül, Pazartesi

Bitirdiğim resme karşıdan baktım. Kendimden böyle bir şey beklemiyordum. İnanılmaz güzel görünüyordu. Siyah bir ada. Bu ada bendim. Kimsesiz, ıssız. Etrafında masmavi bir deniz. Deniz de ihtiyacım olan şeydi. Umudumdu.

Neredeyse iki gün evden hiç çıkmadan ve hiç durmadan resmimi yapmıştım. Bir nebze olsun kafam dağılmıştı.

Tuvali resim çantasına koydum ve sanat grubuna teslim etmek için evden çıktım. Aslında teslim tarihine daha çok vardı ama resmi yırtıp atmaktan korktuğum için bir an önce teslim etmek istiyordum.

Arabama ilerledim. Sileceğime bir şey sıkıştırılmıştı. Muhtemelen bir mağazanın reklam afişiydi. Daha önce de yapmışlardı.

Arabamın yanına geldiğimde sileceğime sıkıştırılan şeyin sandığım gibi afiş olmadığını görünce bayılacak gibi oldum. Güneş'in uzaktan çekilmiş fotoğrafı ve hemen altında da bir zarf vardı. Hiç zaman kaybetmeden fotoğrafı elime aldım. Üzerinde 15 Eylül Pazar, Aydın yazıyordu. Yani fotoğraf dün çekilmişti. Ne olduğunu anlayabilmek adına fotoğrafı ters çevirdim.

Kardeşinin başına bir şey gelmesini istemiyorsan zarfı Deniz Aladağ'a götür.

Okuduğum not beni daha da dehşete düşürürken etik kuralları boş verip zarfı açtım. Bir not da burada yazıyordu.

İHALEDEN ÇEKİL. EĞER TARİH TEKERRÜR ETMESİN İSTİYORSAN, POLİSİ UNUT.

Notu kimin koyduğunu tahmin etmek hiç zor değildi ama bana ve kardeşime nasıl ulaştıklarını tahmin etmek... İşte o çok zordu.

İçine düştüğüm duruma inanamıyordum. Deniz'in düşmanlarının kuryesi olmuştum. Üstelik kardeşimle tehdit ediliyordum.

Derin bir nefes aldım ve fotoğrafla zarfı alıp arabama atladım. Deniz'in yerini bana söyleyebilecek tek kişi Eren olduğu için kütüphaneye yani Ataşehir'e gitmeye karar verdim. Bunların hesabını vermek zorundaydı.

O kadar öfkeliydim ki kendimi kütüphaneye nasıl attığımı bile bilmiyordum. Koşarak Eren'in masasına gittim.

''Abin nerede?'' dedim selam bile vermeden.

''Ada ne oluyor, iyi misin?''

''Abin nerede Eren?'' dedim sorumu tekrarlayarak.

''İştedir herhalde, bilmiyorum.''

''Adresi?'' dedim ama bir saniye bile beklemek istemiyordum. ''Adresi diyorum Eren.''

Eren telefonunu çıkardı. ''Tamam konum atacağım şimdi numarana. Neler oluyor anlatacaksın ama sonra.''

Cevap vermeden kütüphaneden çıktım ve adresi açtım. Neyse ki yakın bir yerdeydi, beş dakikada ulaşmıştım.

Yaklaşık yirmi katlı bir binanın önünde durdum. Kocaman harflerle Aladağ Holding yazıyordu. Döner kapıdan geçtim, karşıda danışma masası vardı.

''Deniz Aladağ'ı arıyorum. Burada mı?'' dedim masanın arkasındaki görevliye. Arkadaki panoda kat planları vardı. Deniz'in odası onuncu katta görünüyordu. Gözümü asansöre çevirdim.

''Evet burada. Fakat bugünkü programı dolu. Vakit ayırabileceğini sanmıyorum.''

''Ben öyle düşünmüyorum.'' dedim koşarak asansöre giderken.

Danışma görevlisi güvenliğe seslendi. ''Serhat Bey, yakalayın çabuk.''

Bir karmaşa oluştuğunda ve güvenlik bir sıkıntı olduğunu fark ettiğinde kendimi çoktan asansöre atmıştım. Güvenlik koşarak bana doğru koşuyordu. Art arda kapatma düğmesine bastım. Kapının acilen kapanması gerekiyordu. Çünkü yakalanmak istemiyordum.

Güvenlik kapıya ulaşmıştı ama geç kalmıştı. Kapı kapanıyordu. Nihayet yukarıya doğru çıkıyordum.

Onuncu kata geldiğimde kapı açıldı. Önümdeki açık ve büyük koridora çıktım. Deniz'in odasının nerede olduğunu tahmin etmeye çalışırken biri o kadar hiddetli bir şekilde kolumu çekmişti ki etim içine çökmüştü sanki. Bu katta da güvenlik vardı anlaşılan.

Ben ufak bir çığlık atarken, kolumu tutan adam beni asansörün içine tekrar sokmaya çalışıyordu. Muhtemelen beni bina dışına atacaktı. ''Zorluk çıkarma bin şu asansöre.''

Ama ben de Ada Dinçer'sem kimse de beni bu asansöre bindiremezdi. Deniz'le konuşmadan buradan asla gitmeyecektim.

''Deniz.'' diye bütün katta duyulacak bir sesle bağırdım. Güvenlik beni hala asansöre sokmaya çalışıyordu. ''Deniz.'' diye tekrar bağırdığımda bir sürü çalışan koridora çıkmıştı. ''Konuşmamız gerek. Çok önemli.'' diye bağırdım.

Nihayet Deniz sağ taraftaki ikinci kapıdan koridora çıktı ve bize doğru yürümeye başladı. ''Onur bırak onu.'' dedi gür bir sesle. Adının Onur olduğunu öğrendiğim adam kolumu bırakmamakla kalmamış, tutuşunu biraz bile serbest bırakmamıştı. ''Onur bırak dedim duymuyor musun?'' Etrafına baktı. ''Herkes işinin başına dönsün. Paydos saatine kadar kimseyi görmeyeceğim koridorda.'' dediğinde herkes koşarak odasına geri döndü. Kolum da nihayet serbest kalmıştı. Elimi koluma bastırdım. Canım yanıyordu.

Deniz yanıma geldi ama bana değil güvenliğe bakıyordu. ''Bir sorun yok Onur, gidebilirsin.'' dedi ve kolumun neredeyse morarmasına sebep olan adam yanımızdan uzaklaştı.

Deniz elini koluma götürdü. ''Canın yanıyor mu?''

Koluma dokunmasına müsaade etmeden kendimi bir adım geri çektim. ''Bana doktorluk yap diye gelmedim Deniz. Konuşmamız gerek.''

Cevabını beklemeden geldiği odaya doğru yürüdüm ve odaya girdim. On altı kişilik kocaman bir masa, bir tane projeksiyon makinesi. Az ileride büyük, tek kişilik bir masa. Önünde kahverengi deri koltuklar.

Deniz'in masasının önündeki kahverengi tekli koltuğa oturdum. Deniz hemen arkamdan geldi ve kapıyı kapatıp sandalyesine oturdu. ''İyi misin Ada, ne oluyor?''

Cevap vermedim. Çantamdan Güneş'in fotoğrafını ve ona yazılan zarfı çıkartıp sert bir şekilde masasına koydum. ''Asıl ben sana soruyorum Deniz. Ne oluyor?'' Deniz beklemeden fotoğrafı ve zarfı alıp incelemeye başladı. ''Evet açıklama bekliyorum.''

Deniz'in tüm yüz hatları gerilmişti. ''Nasıl ulaştı bunlar sana?''

''Arabamın sileceğine sıkıştırmışlar. Adresimi, arabamı, kardeşimi, kardeşimin adresini bulmuşlar. Beni aranızdaki husumete nasıl dâhil edersin?''

Deniz dirseğini masaya koydu ve alnını eline dayadı. Parmaklarıyla alnına masaj yapıyordu. Ya da bana öyle geliyordu.

''Niye bu zarfı direkt sana vermiyorlar da sana vermem için beni seçiyorlar? Beni niye tehdit ediyorlar Deniz?''

Sıkıntılı bir nefes verdi ve yerinden kalkıp bir cam açtı. ''Bana veya bir yakınıma ulaşamazlar.''

''Beni sana ulaşmak için piyon olarak kullanıyorlar yani... Ne güzel ya. Valla. Garanti olsun diye tehdit de yapıştırmışlar bana. Oh.''

Deniz yerine oturdu ve çekmecesinden sigara paketi çıkartıp bir sigara yaktı.

''İki gün önce her şeyi açıklayacağım diyordun. Dinliyorum işte, hadi anlat.'' dedim sinirle. Cevap vermek yerine başını yukarı kaldırdı ve içine çektiği sigara dumanını dışarıya üfledi.

Yerimden kalktım. ''Tamam, madem bir şey anlatmayacaksın ben de gider polise anlatırım derdimi.''

''Polise gidemeyeceğimizi söylemiştim.''

''Sen gidemiyorsun. Ben değil. Benim böyle bir engelim yok. Hemen şimdi en yakın karakola gidiyorum.'' dedim ve kapıya doğru yürüdüm.

Koşarak peşimden geldi ve kapıyla arama girerek kolumu tuttu. Sigara içtiği halde sigara değil tertemiz deniz gibi kokuyordu.

''Polisi unut Ada. Ben halledeceğim.''

''Mafya mısın? Polisten mi kaçıyorsun?'' dedim kolumu elinden kurtarıp.

Gülümsedi. Bulunduğumuz durumun farkında değildi anlaşılan. ''Mafya falan değilim Ada. Çok fazla film izliyorsun herhalde.''

''Film falan izlemiyorum.'' dedim öfkeyle. Onun aksine gülümsemiyordum. O da mutluluktan gülmüyor Ada. Sinirleri bozulmuş baksana.

''Her şeyi anlatırsam polise gitmekten vazgeçecek misin?''

''Hayır yetmez. Polise gitmemem için ayrıca bana ve kardeşime bir zarar gelmeyeceğine emin olmam lazım.''

''Sana ya da kardeşine bir zarar gelmeyecek Ada. Sana söylenileni yapmışsın zaten. Eğer yapmasaydın kardeş-''

Lafını böldüm. ''Ne kadar rahat konuşuyorsun ya inanamıyorum. Bir daha aynı şeyi yapmayacaklarını nasıl garanti edebilirsin? Senin yüzünden düştüğüm duruma bak. Tesadüfen yanında beni gördüler diye yaşıyorum bunları. Evimi bulmuşlar ya evimi. Nasıl gideceğim ben şimdi oraya? Karşıma eli silahlı şehir magandaları çıkarsa ne yapacağım?'' dedim bağırarak. Muhtemelen sesim diğer odalara da gitmişti.

''Bağırma Ada, insanlar çalışıyor burada. Anlatacağım da halledeceğim de. Ama bana müsaade etmiyorsun ki.''

''Tabii, sen tehdit almıyorsun ne de olsa.''

Masasına doğru yürüdü ve zarfın içinden çıkan yazıyı bana gösterdi. ''Almıyor muyum? Tehdit almıyor muyum? Bu ne o zaman, tebrik kartı mı?''

Cevap vermeden masasına doğru yürüdüm ve az önce oturduğum koltuğa oturdum. ''Anlat, dinliyorum.''

Benim aksime yerine oturmamış, ayakta duruyordu. Az önceki sigarası küllükte kendi kendine yanıp bitmişti. Deniz paketten yeni bir sigara çıkarttı ve yaktı. ''Kapalı alanlarda sigara içmek yasak değil mi? Bu yaptığın yasalara aykırı.'' Yasaların umurunda olduğunu düşünmüyordum. Kendi sağlığı da umurunda değildi. Ama en azından çevresindekilerin sağlığını düşünseydi.

Cevap vermedi ve pencerelere doğru yürüyüp bir cam daha açtı. Tavana baktım. Duman sensörü de yoktu.

Deniz birkaç dakika camın önünde sigarasını içtikten sonra masasına döndü. ''Burası benim şirketim ve bu oda da benim kişisel odam.'' dedi izmaritini küllüğe attıktan sonra. İstediğimi yapabilirim demenin daha kibar bir yoluydu galiba. ''Burası anlatmak için iyi bir yer değil.''

''İyi, nerede anlatacaksan oraya gidelim o halde.'' dedim ve ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdüm.

İki arabayla gitmek mantıklı olmadığından Deniz'in arabasıyla gitmeye karar vermiştik. Otoparka geldiğimizde lacivert bir suv tarzı arabanın yanında durdu ve kapısını açtı. Çarptığım araba siyah bir arabaydı. Şimdi bunu kullanıyordu. Adamın şirketi var Ada, kim bilir kaç tane arabası vardır.

Arabaya bindiğimizde ikimiz de konuşmuyorduk. Yaklaşık on beş dakika boyunca da konuşmamıştık. Merakıma yenik düşüp sessizliği bozdum. ''Nereye gidiyoruz?'' dedim başımı ona çevirerek.

Bir anlığına bana baktı ve bakışlarını tekrar yola çevirdi. ''Bir önemi var mı?'' Tabii ki de bir önemi vardı.

''Ben de varım ya arabada hani, ben de gidiyorum ya gittiğin yere. Bilsem fena olmazdı açıkçası.''

''Gittiğimiz zaman öğrenirsin.'' dedi umursamaz bir tavırla. Tehlikeli yanı yetmiyormuş gibi şimdi bir de gizemli yanıyla uğraşacaktım.

''Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?''

''Neyden?''

''Bana ve kardeşime bir zarar gelmeyeceğinden.''

''Ben yanılmam Ada.'' dedi kendinden emin bir şekilde.

''Ben de yanılmam ve içimden bir ses-''

''İçindeki ses seni yanlış yönlendiriyor. Benim yüzümden başınıza bir şey gelmeyecek. Buna izin vermem.''

''Umarım.'' dedim ve konuşmayı bitirdim. Bir saatlik bir yolculuk yaptığımızı fark ettiğimde Beykoz'un Karadeniz kıyılarına yaklaşmıştık. Yemyeşil ormanın içinde dar bir yolda ilerliyorduk. İleriyi gösteren bir tabelada Anadolufeneri yazıyordu. Deniz o yoldan devam etmedi ve hemen sağdaki küçük bir yola döndü.

Birkaç kilometre gittiğimizde karşımıza bir ev çıktı. Devasa bir bahçe kapısı vardı ve kapının önünde iki takım elbiseli genç çocuk duruyordu. Arabayı görünce bahçe kapısını açtılar ve Deniz bahçeye girip park etti. Sanırım evine gelmiştik.

Gerçekten bana açıklama yapması için evine gelmemize gerek var mıydı?

Arabadan yavaşça indim. Deniz de inmişti. Hiçbir şey söylemeden minik adımlarla peşinden gittim.

Ev kocaman bir bahçenin içindeydi ve bahçede etrafı taşlarla çevrili küçük bir göl vardı. Gölün biraz uzağındaki kamelya manzaraya eşlik ediyordu. Cennet nasıl bir yerdi bilmiyordum ama buraya benziyor olmalıydı.

Deniz üç katlı evin kapısını çaldı ve bizi sevimli mi sevimli bir kadın karşıladı. ''Deniz, oğlum. Bu saatte gelmezdin sen. Hayırdır kötü bir şey yok ya.'' dedi ve bizi içeriye buyur etti.

''Yok Ülkü Hanım, bugün canım ofiste çalışmak istemedi... Hanımefendinin adı Ada.''

''Hoş geldin kızım.''

''Hoş buldum Ülkü Hanım.'' dedim evin yardımcısı olduğunu tahmin ettiğim sevimli kadına.

''Ülkü Hanım biz yukarıdayız. Gelen olursa yukarı çıkmasın.''

''Tabii oğlum. Bir şey isterseniz seslenirsiniz.''

Deniz başını salladıktan sonra merdivenlere yöneldi. Yapabileceğim tek şeyi yapıp onu takip ettim. İki kat çıktıktan sonra büyük bir çatı verandasına varmıştık. Karşımda gördüğüm manzara karşısında büyülenmiştim. Karadeniz ayaklarımızın altındaydı sanki. Rakım kaçtı bilmiyorum ama bir dağın zirvesinde olduğumuza emindim. Birkaç adım ilerledim ve verandanın sonuna geldim. Gerçekten dağın zirvesindeydik. Aşağıda Beykoz'un yemyeşil ormanları vardı. Ormanın eteğinde de Karadeniz'in masmavi suları. Sol alt köşede küçük bir köy görünüyordu. Anadolufeneri olmalıydı. Evin bahçesini gördüğümde buranın cennete benzediğini düşünmüştüm ama burası cennete benzemiyordu. Cennetin ta kendisiydi.

Buraya ne amaçla geldiğimi hatırlayıp arkama döndüm. Bu kat sadece verandadan oluşuyordu ve hiç oda yoktu. Verandanın tam ortasına bahçe takımı konulmuştu. Deniz de koltuklardan birine oturmuş beni izliyordu. Karşısındaki koltuğa oturdum.

''Beni evine getirdiğine göre anlatacağın şeyler herkesten gizli.''

''Yakın çevrem biliyor sadece. Ulu orta anlatabileceğim şeyler değil.'' dedi ve derin bir nefes aldı. Sanırım anlatmaya hazırlanıyordu.

''Benim babam da amcam gibi doktordu. On yedi yıl önce yani ben on bir yaşındayken.'' On yedi yıl önce on bir yaşındaysa şimdi yirmi sekiz yaşındaydı demek ki. Benden altı yaş büyük olduğunu yeni öğreniyordum ve kim bilir daha başka neleri yeni öğrenecektim. ''Babam küçük bir çocuğun kalp ameliyatına girmişti. Çok zorlu bir ameliyatmış. Babam çok uğraşmış ama maalesef çocuğu kurtaramamış.'' Nefes bile almadan Deniz'i dinliyordum. Ama bütün bu olanların babasının ölen hastasıyla ne alakası vardı anlayamamıştım. ''Ölen çocuğun babası yani Melih Karahan babamı suçladı. Haftalarca, aylarca, hatta yıllarca. Her fırsatta bir intikam alacaklarını söylüyordu. Her gün ama her gün babamı elinden her şeyini almakla tehdit etti. Babam onun baskısı yüzünden çok sevdiği işinden istifa etti ve doktorluğu bırakıp dedemden kalan işlerin başına geçti. Ama bu onu tatmin etmemişti. Bu sefer de yaptığımız her işte önümüze çıkıp bize engel olmaya başladı.

Maalesef aynı sektördeydik. Almak istediğimiz arsaları bizden önce alıyorlar, yapmak istediğimiz işleri bizden önce işleme alıyorlardı. Hangi ihaleye girsek bize rakip olarak ortaya çıkıyorlardı. Babam vicdan azabı duyduğu için başına gelen her şeye razıydı. Bu yüzden ona çok kızıyorum. Belki biraz diş gösterse, belki biraz karşılık verse bu kadar zarar vermezlerdi bize. Gerçi doğruya doğru, kimseye fiziki bir zarar vermediler.

İş sektöründe nasıl yaptılar bilmiyorum ama yaptıkları her şey legaldi. Tabi görünen buydu. Görünmeyen kısımda ise her şey vardı. Uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, kara para aklama, ihaleye fesat karıştırma. Aklına gelebilecek her şey.

Tek dertleri iş sektöründe bize fırsat vermemekti. Zaten bir keresinde şöyle demişti Melih Karahan; Tek derdim sizi piyasadan silmek. Ben sizin gibi değilim, kimsenin canını almayacağım. Ama polisi karıştırmayacaksınız.

Dediğini de yaptı... Ta ki dört yıl önceye kadar.''

Deniz boğazında bir yumru varmışçasına yutkundu ve bana bir asır gibi gelen bir süre boyunca sustu.

Konuştuğu sürece boyunca gözlerimin içine bakmıştı ama şimdi aşağıya bakıyordu. Yavaşça dirseklerini dizlerine koydu ve başını ellerinin arasına aldı. Zemine bakıyordu. Gözünden yere bir yaş damladı. Bir şey söylemem gerektiğini hissediyordum. ''Dört yıl önce ne oldu?'' dedim sesim titrerken. Alacağım cevaptan çok korkuyordum.

''Bu yaşıma kadar yaptığım tek hatayı yaptım Ada. Polise gittim.'' Hala yere bakıyordu. Gözünden bir yaş daha damladı. ''Canıma tak etmişti. Her şey bitsin istemiştim.'' Bir elini alnından çekti ve oturduğu koltuğa bir yumruk attı. ''Keşke o gün polise gitmek yerine ölseydim.''

Loading...
0%