Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10.Bölüm: Mecburiyet

@_mysterybooks

 

Keyifli okumalar ✨

Satır arası yorumlarınızı bekliyorum :)

 

Woest - Surround Me

 

•••

 

Hayat benim için oyununu oynamaya devam ediyordu. Yıllar önce böyle karanlık bir hayatı asla yaşamak istemeyen beni, böyle bir hayata önce alıştırmış sonra da o hayattan çıkmam için seneler sonra da olsa, bir yol vermişti. Ne vardı ki alışkanlıklarımı bırakmak, düzenimi bozmak bana göre değildi. Üstelik bu yol bana bu kadar korkutucu gelirken bu imkansız gibi bir şeydi. O yüzden, artık ezberim olan bu yoldan çıkmak gibi bir niyetim yoktu. Çünkü ne zaman yönümü değiştirsem, bilmediklerim beni hep gafil avlıyordu ve ben, bunun acısından yorulmuştum.

 

"Kızıma bunu kim yapar?" Diye sessiz bir mırıltı duydum. Gözlerim kapalıydı, bilincim tam olarak yerinde değildi ama yavaş yavaş sesler netleşiyordu. Saçlarımın üzerinde gezinen hafif dokunuşları seziyordum. Sıcak bir el boynumda varla yok arası gezindi. "Benim çocuğuma kim böyle dokunabilir?"

 

Boynumdaki el uzaklaşıp elimden tuttu, diğeri saçlarımda geziniyordu hala. "Hiçbir şey anlatmıyor," diyen tok sesin sahibini çıkarttım, sesler yavaş yavaş anlam kazanırken devam etti Serhat Bey. "Öğrenince hesabını elbet soracağım."

 

"Biz başkasına soracağız ama o bize soracak," dedi tarazlı bir sesle. "Haksız da değil. Bizimle yaşasaydı bunu kim yapabilirdi?"

 

"Değiştiremeyeceğimiz şeyleri sorgulamanın faydası yok Asya." dedi, adam. "Bundan sonraya bakacağız. Bundan sonra, tek bir kişi bile dokunmayacak kızıma."

 

"Yanımızda olursa belki," diyen kişi Cihan'dı. Onun sesini duymak içimi ürpertti, etraf soğudu. Zihnim neler olup bittiğini tartmaya çalışırken o, buz gibi sesiyle devam etti. "Ama o kadar hırçın ki bunu kabul etmeyecek."

 

"Böyle konuşma Cihan," diye mırıldandı Asya. Başımın üzerinde gezinen eli gözlerimi sonsuza kadar kapalı tutma isteğiyle dolduruyordu içimi, aynı zamanda da bir an önce açmam gerekliymiş gibi. "Ailesiyiz biz onun. Zamanla bizi kabullenecek biliyorum. O zamana kadar da elimizi üstünden çekmeyeceğiz."

 

"O konuda için rahat olsun," dedi Cihan. "Bir gözüm, bir kulağım hep üzerinde artık."

 

Adi herif.

 

"Güveniyorum sana." Derken ses tonu, söylediğinden emin çıkmıştı. Bir süre kimse konuşmadı. Zihnimin bulanıklığı yavaş yavaş düzeltirken Asya'nın titrekçe nefes aldığını duydum. "O kadar zoruma gidiyor ki," diye konuştu, her an ağlayacak gibi hissettirdi bana sesi. "Bizim yanımızda olmalıydı. Kendi evinde büyümeliydi ama çok gördüler. En güvende olması gereken yerden çekip aldılar kızımı. Şimdi evinden kendi kaçıyor. İnsan ait hissetmediği bir yerde nasıl kalabilir ki zaten?"

 

"Alışır," dedi Karan. "Zamanla aşılır."

 

Zamanın her şeyin ilacı olması bir palavradan ibaretti. Ne zaman yaraları iyileştirirdi ne de yaralar zamanla iyileşirdi. Yaralar varsa, vardı; yoksa, yok. Acıtıyorsa hep acıtıyordu, acıtmıyorsa hiç acıtmıyordu. Bu bu kadar basit ve netti. Vücuda açılan yaralar belki geçer, sadece izi kalırdı ama ruh yaraları ne geçer ne de iz bırakırdı. Ruh yarası hep kanar, izi çıkmazdı. Başkalarını bilmem ama bendekiler hiç geçmemişti, zamanla da hiçbir şeyi aşamamıştım. Aşamadığım hiçbir yaranın, sebep olanlarına alışamazdım.

 

"Yanımızda olmazsa nasıl olacak bilmiyorum," Asya konuşurken gözlerimi açmak istedim ama henüz o kadar dinç değildim. Bana ne olduğunu zihnim henüz kestiremese de bedenime bakılacak olursa iyi değildim. "Onu zorlayamam, dediklerinize bakılırsa bizden daha çok uzaklaşır. Kafam çok karışık."

 

"Sen dene," dedi Baran. "Sana daha yumuşak."

 

Sana daha yumuşak.

 

Çünkü, iyi değildi ve henüz onlar gibi hadsizce konuşmamıştı benimle. Hastaydı, iyi değildi. Başka da bir sebebi yoktu. Belki Uğur için vardı ama Uğru için yoktu.

 

"Öyle ama yetmez," diyen Cihan'dı. "En fazla kendi dediği gibi arada bir görüşür seninle. Fazlasını da beklememek lazım. Kopuk yaşamış, savruk birinden aile hayatına uyum sağlamasını bekleyemeyiz."

 

Uğur'un küstüğünü hissettim. Onun kalbini yaralamıştı ve ne yazık ki haklıydı.

 

"Hiç umut yok mu yani?" Diye sordu oğluna Asya.

 

"Her dediğini yaparsan yok." Dedi onun aksine gayet net ve sert bir tonda. "Zorlayamam diyorsun ama gerektiğinde zorlayacaksın. Siz yapamıyorsanız ben yapmasını bilirim. Tek bir sözüne bakar."

 

Gözlerimi ona dikmemek için zor duruyordum. Aynı lafları o günde etmişti ve ağzının payını vermiştim ama belliki hala neler yapabileceğimin farkında değildi.

 

"Her şey çok yeni," dedi Serhat Bey. "Şimdi değil."

 

Şimdi değil. Aslında oldukça açık bir ifadeydi. Sonrası için belirsiz ama her ihtimali içinde barındıran bir cümle. Görünen o ki Serhat Bey'de zamanı gelirse diğerleri gibi zor kullanmaktan çekinmeyecekti.

 

"Neyseki doğru düzgün bir yerde kal-" diye mırıldanan Asya'nın "Shh," diye sözünü kesen Cihan'dı.

 

Onu susturduğuna göre uyanık olduğumun farkındaydı ve o lafları beni çıldırtmak için söylemişti belliki. Ama şu an onun lafları bile umrumda değildi. Anladığım şey gerçekse birazdan burda kızılca kıyamet kopacaktı.

 

"Ne oluyor?" Diye sordu Asya ama ondan önce ben konuştum.

 

"Asıl sen söyle," dedim kısık çıkan sesimle. Boğazım kurumuştu ve konuşurken beni zorluyordu. Gözlerimi açmak istediğimde odadaki ışık rahatsız ettiği için elimle gözlerimi ovarak dudaklarımı yaladım ve devam ettim. "Ne oluyor?"

 

Elinin altındaki elimi ondan kurtarıp yatağa bastırırken gözlerim yavaş yavaş ışığa alışıyordu. Diğer elimi de yatağa bastırıp doğrulmaya çalışırken, yanıma yaklaştı ve kolumdan destek oldu bana. "Nasıl hissediyorsun?" Diye alakasız bir soru sorup elini alnıma getirdi ve yüzümün sıcaklığını kontrol etti. "Daha iyi olmalısın, ateşin çok fazla yükselmişti. Neden dikkat etmiyorsun kendine?"

 

Olduğum yerde dengemi sağladıktan sonra ellerini kendimden uzaklaştırıp ona baktım. "Sorduğuma cevap ver." Dedim yüzüne bakarak. "Ne oluyor? Nerden biliyorsun sen nasıl bir yerde kaldığımı benim?"

 

Cevap vermedi, gözleri diğer tarafıma kaydı. Bakışlarım onu takip ettiğinde kocasına baktığını gördüm. Gözlerimi kapatıp sakinleşmek için derin bir nefes aldım ve verdim. "Beni mi takip ettiriyorsunuz?" Üzerime serili olan pikeyi kenara çektiğimde "Dinlenmem lazım," dedi Asya panikle. "Zayıf düşmüşsün kalkma hemen."

 

"Cevap ver önce bana," deyip bacaklarımı yere doğru sarkıtıp ona arkamı döndüm. Ellerimi iki yanıma bastırdığımda sağ kolumdaki serumun varlığını hissettim. "Günce lütfen," diye söze başladı ama ona dönüp. "Günce münce yok!" dedim net bir dille. "Uğru var, tamam? Uğru dinlenmese de olur, bir tane ilaç alır geçer. Anlıyor musun?" deyip dolmaya başlayan gözlerine baktım birkaç saniye. "Soruma cevap ver."

 

"Bilmiyorum," dedi sağ gözünden bir damla yaş düşerken.

 

"Bilmiyorsun, öyle mi?"

 

"Bilmiyor," diyen Serhat Bey'e döndüm. "Sadece kaldığın yerin en azından düşündüğümüz kadar kötü bir yer olmadığını söyledik ona. Nasıl öğrendik sormadı, bilmiyor. Üzerine gitme."

 

"Sen söyle o zaman," dedim kaşlarımı çatarak. "Nerden öğrendiniz kaldığım yeri? Bak, beni takip ediyorsan,"

 

"Ne yaparsın?" Diye soran o değildi. Sesini duyduğum Cihan'dı ve bakışlarım onu buldu. İki kolunu da koltuğun yanına koymuş, bir bacağını diğerinin üstüne atmış, buranın hakimi benim edasıyla oturuyordu karşımda. "Seni takip ettiriyorsak ne yapacaksın, söyle."

 

Dişlerimi sıktım. Ona hiçbir şey yapamazdım belki ama benimle bu şekilde üstten konuşmasına karşılık elbet verecektim. "Ben sana benim canımı sıkarsan ne yapacağımı o gün açık açık söyledim." dedim başımı ağır ağır sallayarak. "Yapmam sanıyorsan yanılıyorsun, öyle bir yaparım ki hemde. Acımasız diye o zaman bağırırsın işte."

 

O gün söylediklerimi acımasızca bulan adam işte o zaman görürdü acımasız nasıl olunur. Annesinin canını öyle bir yakardım ki neler yapıyorum o zaman görürdü.

 

"Karşında kimin oturduğunun farkında bile değilsin." Dedi sakin sakin. "Seni ağzını açamayacak hale getirmiyorsam, o beni tehdit ettiğin kadın sayesinde bunu bil."

 

"Cihan," diye uyardı Asya onu.

 

"Karışma sen."

 

"Karışma sen!"

 

İkimizin aynı anda dediği laf Asya'yı susturdu ama beni değil. "Getirsene," dedim hiç düşünmeden. "Çok merak ediyorum sen ne yapacaksın bana? Benim bir ağzımı kapatsana!" Ben konuşmaya devam ederken Serhat Bey bana doğru yaklaştı.

 

"Yeter,"

 

"Yetmez!" dedim. "Oğlun benim ağzımı kapatacakmış," deyip Cihan'a döndüm. "Kapatsın bekliyorum."

 

"Tamam, sakin ol." Deyip koluma dokunmak istediğinde "Dokunma," diye çıkıştım ona. "Çekil önümden."

 

Kolumdaki serumu sertçe çekip çıkarttığımda "Yapma," diyen Karan'dı. Çıplak ayaklarımı yere indirdiğimde başımın döndüğünü hissetsem de kenarda duran ayakkabılarıma uzandım. Yere doğru uzanmak gözümü kararttığında yatağa tutundum.

 

"Dikkat," deyip kolumdan tutarak yatağa oturmamı sağlayan adamdan kolumu çektim ve birkaç saniye öylece durdum.

 

"İyi değilsin," dedi Asya yanıma gelip. "Gitme bir yere."

 

Ona cevap vermedim ve gözlerimi açıp oturduğum yerden ayakkabılarıma uzandım. Ayakkabılarımı giyerken yüzlerine bile bakmadan "Beni takip etmeyeceksiniz." diye konuştum. "Bunu sezersem, hissedersem işte o zaman yüzünüze bile bakmam."

 

"Senden başka türlü haber alamıyoruz." Dedi Serhat Bey. "Sana sordum, söylemedin. Ne yaptığını, kimlerle olduğunu bilmek istiyorum."

 

"Ben sana hesap falan vermem," deyip ayağa kalktım ve ona baktım. "Ne de olsa savruk birinden aile hayatına uyum sağlamasını bekleyemezsin, değil mi?"

 

Sustu kaldı. Arkamda kalan Cihan'a değdirdi gözlerini. "Bakma öyle," dedim ve yanından geçip arkasındaki sandalyede duran ceketimi elime aldım. "Dinle. Bu kez doğru konuştu çünkü." Ona döndüğümde gözü hala Cihan'daydı, sırtı bana dönük olsa da Cihan'ın ona bakması bunu gösteriyordu. "Benden sana hesap vermemi bekleme. Beni takip ettirme. Gittiğim yerlerde başıma bela olursan bende sana bela olurum. Hemde hiç beklemediğin şekilde."

 

Yanından geçip gideceğim sırada Cihan ayağa kalktı ve tam yanında duran açık kapının önüne dikildi. "Otur," dedi sakince. Derin bir soluk aldım ve anlık gözlerimi sağ taraftaki koltukta oturan üçlüye çevirdim. Bir saattir film izler gibi burayı izleyip tek kelime etmiyorlardı. Gözlerimiz Baran'la kesiştiğinde dediğini yapmamı istercesine bakıyordu bana. Ama hayır, buradan şimdi gidecektim.

 

"Çekil," dedim kapıya doğru yürüyüp. Ellerini göğsünde birleştirdi ve gözleriyle yatağı işaret etti.

 

"Bu halde çıkma," dediğinde gözlerimi kıstım. "Bir yerde düşüp bayılırsın."

 

"Dengesiz falan mısın sen?" Diye sorduğumda güldü.

 

"Öyle derler,"

 

"Çekil şurdan,"

 

"Geç yat, ben yatırmayayım."

 

"Ne yapacaksın, bağlayacak mısın?"

 

"Fena fikir değil," güldüm ve başımı iki yana salladım. Bu manyaktan beklenirdi.

 

"Çekil şurdan, yoksa kötü olacak." Diye konuştum ona dönüp.

 

"Ne olacakmış?" Deyip sırıttı . "Bu boş tehditlerin fazla olmaya başladı küçük hanım."

 

"Çekiliyor musun?" Diye sordum son kez.

 

"Cık," diye mırıldandığında beklemeden hızlı bir hareketle yakasından tutup çektim ve kafamı yüzüne geçirdim. Bu hamleyi o kadar beklemiyordu ki inleyerek geri çekilmek zorunda kaldı. Bunu hak ettin.

 

Herkesten anlamsız nidalar yükselirken tek seçebildiğim "Hassiktir," diyen Kaya'nın sesiydi ve keyfimi inanılmaz yerine getirmişti.

 

Kalıp sinirden kızaran yüzünü görmek istesem de yapmadım ve hızlı adımlarla yanından geçip odadan çıktım. Hastane merdivenlerini hızlıca inerken sırıtmamak için dudaklarımı dişliyordum. Onun o yüz ifadesi o kadar hoşuma gitmişti ki utanmasam olduğum yerde kahkaha atardım.

 

Cihan'ın kibri, beni bir sıfır öne geçirmişti resmen. Çünkü normalde olsa böyle bir hamleden çok kolay kurtulabilecek bir adamdı ama o kadar ihtimal vermemişti ki o an böyle bir şey yapabileceğime, temkinli bile durmamıştı karşımda. Anlaşılan Cihan Baturgan, beni çok fazla hafife alıyordu ve böyle giderse daha çok yanılırdı.

 

Hastaneden çıktığımda havanın kararmış olduğunu gördüm. Cebimdeki telefonumu çıkarttığımda saat on ikiye geliyordu ve yine aramalar vardı. Hepsini es geçip Sungur'u arayacağım sırada o aradı beni.

 

"Sungur,"

 

"Nerdesin be kızım?" Diye sorup derin bir of çektiğinde, gözüm yolun karşı tarafındaki parka takıldı. "Delirteceksin sen beni."

 

Parka doğru ilerlerken "Sungur," dedim söylediklerini es geçerek. "Söyle," dediğinde saatten dolayı boş olan parktaki salıncağa doğru yürüdüm. "Yanıma gel."

 

"Nerdesin?" Diye sorduğunda salıncağa oturdum. "Bir parktayım, konum atarım."

 

"Tamam geliyorum," dedi. "Bekle."

 

"Bekliyorum." Deyip kapattım telefonu ve derin bir nefes verip zincirlerden tutundum. Ayaklarımı geriye doğru ilerletip kendimi bıraktığımda sallanmaya başlamıştım.

 

Sallanırken aklıma çocukken, yurdun hemen yanındaki parkta oynayan çocuklar geldi. Annelerinin elini tutup tutup gelirlerdi ve biz yurdun demir parmaklı kapısının arkasından onları izlerdik.

 

Aslında bizim bahçemizde de bir salıncak vardı ama bir seferinde bir kızın başına çarpıp yarılmasına sebep olduğu için sonradan sökmüşlerdi. Ben daha hiç binmemiştim o salıncağa.

 

Sonra da hiç binemedim. Sadece öyle dışarıyı seyrettim. Orda eğlenen mutlu çocuklara baktım. Anneleri bazen bizi gösterirlerdi. Kendi çocuklarına ders verirlerdi bizim üzerimizden. İyi ebeveyndi onlar, çocukları onlara minnet duymalıydı. Çünkü biz yurda verilmiştik ama onlara aileleri sahip çıkmıştı. Kıymet bilmelilerdi. Hepsinden nefret ettim.

 

Bir de şey vardı: dışarıdan bize laf atan çocuklar. Gelirlerdi kapıya, bizle konuşacaklar sanıp heyecanlanırdık ama; sizin anneniz babanız yok mu derlerdi, sizi bıraktılar mı diye sorarlardı. Bazısı vardı daha acımasız. Gülerlerdi bize, herkes giderdi ben kalırdım. Tek başıma dikilirdim orda hepsine cevap verirdim. Çünkü hep inandım. Bir gün beni almaya geleceklerine hep inandım. Duymuştum bir kere, ailemin yaşadığını duymuştum. Müdür konuşuyordu, Uğur'un ailesi diğerleri gibi değil demişti, onu bulurlar, demişti ama yanılmıştı.

 

Senelerce ölmediklerini bilerek yaşadım, sadece sebeplerini kafamda kurup durdum. Bazen iyi sebepler bazen kötü sebepler. Hepsini kurdum ama ne olursa olsun bir gün geleceklerine hep inandım. Gelmediler.

 

Zaten o kaypak müdürün lafına inanmak hataydı. Bana umut verip, tüm umutlarımı çalan da o değil miydi zaten?

 

Bir süre sallandıktan sonra durdum ve sadece oturdum. Ayaklarımla yerden destek alarak ileri geri giderken birkaç gündür olanları düşünüyordum sakince ama birden, boğazıma bir kol sarıldı.

 

"Yakaladım."

 

Ellerimi koluna getirdiğim kişinin Sungur olduğunu anlamam göz devirmeme sebep oldu. "Öyle mi gelinir," diye konuştuğum sırada başka birinin sesini duydum.

 

"Sen miydin lan?!" Diye bağırıp Sungur'u arkamdan çeken kişi Karan'dı. Hızlıca ayağa kalktığımda çoktan Sungur'u yere yatırmış yumruklamaya başlamıştı. "Sen miydin orospu çocuğu?!"

 

"Karan ne yapıyorsun bırak!"

 

"Sen kimsin lan?!" Diye bağırdı Sungur. "Sen kimsin?!"

 

"Soluğunu keseceğim senin!" Diye bağırmaya ve vurmaya devam ederken yanlarına gittim ve Karan'ı çekmeye çalıştım ama delirmiş gibiydi. Birden Sungur'un boğazına yapıştığında neye uğradığımı şaşırmıştım. "Kimse elimden alamaz seni!"

 

"Bırak onu!" Diye bağırsam da beni duymuyor gibiydi. Sungur ellerini Karan'ın omuzlarına bastırsa da onu itemiyordu. Karan öyle delirmiştiki tüm gücünü kullanmaktan çekinmiyordu. "Karan bırak! O değil, bırak!"

 

"Geberteceğim!" Diye bağırdığında yere çöktüm ve kafasını tutup kendime bakmaya zorladım onu.

 

"O değil!" Diye bağırdım öfkeden kıpkırmızı olmuş gözlerine bakarak. "O değil!"

 

Karan'ın bana dönmesini fırsat bilen Sungur onu yana doğru itti ve bu sefer her şey tam tersine söndü. Sungur, Karan'a acımadan vururken "Yeter!" Diye bağırdım ve Sungur'un omzuna yandan bir tekme attım. Diğer yana devrildiğinde ikisininde soluk sesleri havaya karışıyordu. "Yeter durun artık."

 

Karan kolunu yere bastırıp doğrulurken, Sungur "Yetmez," dedi ve ayağa kalktı. Gözlerim onu takip ederken elini cebine atmasıyla ayağa kalktım. "Hayır!" Dedim kesin bir dille ama umursamadan ayağa kalkan Karan'a doğru ilerledi elindeki bıçakla.

 

"Sungur!" diye bağırıp aralarına girdiğimde "KİM?!" diye öyle bir bağırdı ki bir adım geriledim. "Kim bu lan, kim?!"

 

"Gel lan gel," dedi arkamdaki Karan. "Gel o bıçağı götüne sokmayan şerefsiz, gel!"

 

"Hayır," dedim Sungur'un gözlerine bakarak. "Sungur, hayır." Dişlerini sıktığını görebiliyordum. "Dediğimi yap, bırak şu bıçağı. Bırak gidelim burdan hadi."

 

"Çekil aradan," deyip beni kenara iten Karan'ı göğsünden ittim ve "Kes artık!" diye bağırdım gözlerine bakarak. "Geri dur!"

 

"Bırak şunu Uğru," diyen Sungur'a döndüğümde kararmış gözleri, uzarsa işlerin daha kötü bir hal alacağını gösteriyordu bana. "Bırak yoksa seni de görmeyecek gözüm."

 

"Öyle mi?" Diye sorduğumda gözlerini Karan'dan çekip bana baktı. "Yok sayıyorsun yani beni?"

 

Ses çıkartmadı, gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştığını gördüm. "Boğazımı senin sıktığını düşündüğü için sana saldırdı." Dedim sakin tutmaya çalıştığım sesimle. "Ona bir şey yapma, kendince beni koruyor."

 

"Kim ki lan bu?" Diye sordu gözlerini açıp hiddetle. "Kim?! Kim oluyor da seni koruyor? Söyle," deyip başını salladı. "Söyle kızım bana kim bu?"

 

"Söyle," dedi arkamdan Karan. "Söyle kimim ben, sen söyle."

 

Gözlerimi Karan'a çevirdim ve dişlerimi sıkıp cevap verdim. "Yeni sevgilim." Dediğimde neye uğradığını şaşırdı. Onların gerçek ailem olduğunu söyleyebileceğim tek kişi belkide Sungur'du ama şimdi sırası değildi. Daha ben kabullenemenişken bir başkasına anlatamazdım. "Oldu mu?" Diye sorup Sungur'a döndüm. "Rahatladın mı?"

 

Bir küfür savurup yürümeye başladığında arkasından bağırdım. "Seninle geleceğim Sungur," dönüp bakmadı. "Bekle beni." Cevap niteliğinde herhangi bir şey yapmadı ama bekleyeceğini biliyordum.

 

Onun arkasından gözlerimi çekip nefretle Karan'a baktığımda en az benim kadar o da sinirli görünüyordu. "Sevgilin ha?" Diye sordu ve başını iki yana salladı. "Delirdin herhalde."

 

"Ne bekliyordun?" Diye sordum dişlerimin arasından. "Ne bekliyordun gerizekalı, abim falan dememi mi?"

 

"Fena olmazdı," dediğinde sakinleşmek adına bir nefes alıp verdim.

 

"Şimdi de sen mi takibe başladın?" Diye sordum. Bakışlarını etrafta gezdirirken elimle çenesini kavrayıp bana bakmasını sağladım. "Bana bak oğlum," dediğimde öfkeli bakışları beni buldu. "Beni zıvanadan çıkartma, peşimden ne diye geldin sen?"

 

"Eve bırakmak için!" Diye konuştu ve elimi çekti yüzünden.

 

"Sana mı kaldı lan?"

 

"Bak Günce,"

 

"Sikicem Günce'ni de seni de!" Deyip parmağımı ona doğrulttum. "Bana bak defol git, peşimden falan gelmeye kalkma. Bu sefer tutmam, bir tarafına girer o bıçak."

 

Onu geride bırakıp yürürken "Aynen," diye konuştu. "Bende mal gibi beklerim zaten o bıçağın girmesini."

 

Göz devirerek ilerlerken motora oturmuş bekleyen Sungur'u gördüm. Beni gördükten sonra motora iyice yerleşti. Yanına geldiğimde elinde tuttuğu kaskı bana verdi. Yüzüme bile bakmıyordu şu an ama yapabileceğim bir şey yoktu. Kaskı takıp arkasına otururken ileride durmuş bizi izleyen Karan'ı gördüm. Kollarını birleştirmiş buraya bakıyordu.

 

"Ne geniş herif," diye mırıldandı Sungur motoru çalıştırmadan önce. "Benimle gitmene nasıl izin veriyor?"

 

"Sence izin mi alıyorum?" Diye sorduğumda güldü. Ona sarıldım ve başımı sırtına yasladım. "Hadi." Diye mırıldandığımda son kez Karan'a bakıyordum.

 

Yaklaşık yarım saat sonra evimin önüne gelmiştik. Kaskı başımdan çıkarırken "Ben gidiyorum," dedi, kaşlarımı çattım.

 

"Sungur bir şeyler alıp gel," dedim omzundan arkaya doğru çekip. "Sonra," dedi bakışlarını önüne çevirip. "Keyfim kaçtı."

 

Soluğumu dışarı verip kaskı sol elime aldım. Ardından sağ kolumu omzunun üstünden göğsüne doğru sardım ve kulağına yaklaşıp "Dur, dinle," diye şarkının bu kısmını mırıldanmaya başladım. "Kara gözlüm gitme."

 

"Yapma Uğru,"

 

"Yapma bana, küsme." Diye mırıldanırken bir iç çekti. "Özlüyorum deli gibi, muhtacım," deyip ekledim. "Sevgine..."

 

"Sen mi," deyip başını bana çevirdi, yüzü olmaması gereken kadar yakınımdayken devam etti. "Ben mi?"

 

Cevap vermedim. "Bir şeyler al ve gel." Deyip uzaklaştım ve motordan indim. "O kadar şarkı söyledim, keyfin yerine gelmiştir herhalde."

 

"Daha da kaçırdın desem,"

 

"Gebertirim seni." Deyip elimdeki kaskı kafasına taktım. "Hadi çabuk ol."

 

Apartmana doğru ilerlerken arkamdan bir şeyler mırıldandığını duydum ama anlamadım. Ben içeri girerken o da motoru çalıştırdı.

 

Eve girdiğimde burnuma çarpan temizlik kokusu bu sabahı hatırlattı bana. Her yeri temizlemiş, kendimi arındırmıştım. Anlık işe yarasa da uzun vadede pek bir işlevi yoktu. Yine de tüm olanlara rağmen şimdi daha iyiydim.

 

Kapıyı arkamdan kapatıp, ayakkabılarımı kenara çıkarttıktan sonra içeri geçtim. Koltuğa oturduğumda da aslında ne kadar yorgun olduğumu fark ettim. Yediğim serum beni ayakta tutmuştu ama hala üzerimde bir kırgınlık vardı. Oraya giderken de iyi hissetmiyordum zaten ama böyle olacağımı da düşünmemiştim. En son hatırladığım sandalyede oturup beklediğimdi. Uyanana kadar olan süre zarfında olanlarsa tam bir muammaydı.

 

Birkaç dakika dinlendikten sonra düşünmeyi kestim ve ayağa kalkıp lavaboya gittim. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra da odaya geçip rahat bir şeyler giydim. Eşyalarını kirliye attığım sırada zil çalmıştı.

 

Banyodan çıkıp kapıya yürüdüm hızlı adımlarla. Kapıyı açıp Sungur'u görünce gülümsedim. Elindekilere uzandığımda bana doğru kaldırdı. Poşetleri alıp "Geç hadi," dedim ve içeri doğru yürüdüm.

 

Elimdekileri mutfağın salona bakan kısmındaki tezgaha bıraktığımda içeri giriyordu. Aldıklarını poşetten çıkartırken karşıma geçti.

 

"O herifle ne zaman tanıştın?" Diye sorduğunda bir anlık ona baktım.

 

"Yeni," diye mırıldanıp arkamı döndüm ve dolaplardan bir kaç tabak çıkarttım.

 

"Nerede?"

 

"Onu mu konuşacağız gerçekten?" Diye sorup ona döndüm. "Her zamanki gibi takıldığım diğer çocuklardan biri Sungur."

 

Tabakları önüne bıraktığımda aldığı çerezleri açmaya başladı.

 

"Her zamankilerden hiçbiri ağzımı yüzümü dağıtmadı Uğru." Dediğinde yüzündeki kurumuş kanlar dikkatimi çekti. "Hiçbiri üzerime atlamadı."

 

"Şunları temizlesek iyi olacak," deyip mutfaktan çıkarken arkamdan derin bir nefes verdiğini duydum. Umursamadım ve banyodan birkaç malzeme alıp içeri geçtim.

 

"Gel otur iki dakika," dediğimde yanıma geldi. Koltuğa oturduğunda elimdeki pamuğa oksijenli su döktüm.

 

"Benimle ilgilenmen o kadar hoşuma gidiyor ki," deyip güldü hafifçe. "Her gün birine kendimi dövdürmek istiyorum şu an."

 

"Aptal," deyip güldüm ve pamuğu dudağına bastırdım. İnleyerek geri kaçtığında "Tut şunu," dedim. O dudağının üzerindeki pamuğu tutarken başka bir pamuğa da aynı işlemi yapıp kaşına bastırdım.

 

"Yavaş olsana kızım."

 

"Her gün istiyordun hani?"

 

"Onu mu dedim ben?" Güldüm ama cevap vermedim. Kurumuş kanları da temizledikten sonra çöpleri alıp banyoya gittim. Elimdekileri çöpe atıp, ellerimi yıkayıp tekrar içeri geçerken Sungur tabakları odanın ortasında duran sehpaya koyuyordu.

 

Aldığı içkileri ve bardakları da ben alıp sehpaya bıraktım. Yere oturduğumda o da karşıma yerleşti. İçkileri alıp servis yaptığında onu izliyordum. Önüme bıraktığı bardağı "Eyvallah," diyerek aldım ve dikledim.

 

"Yavaş ol daha yeni başladık." Dedi. "Gece uzun."

 

Dediği gibi de oldu. Gece uzun sürdü. Sabaha kadar içtik, güldük, eğlendik. Sungur keyif almayı da vermeyi de seven ve bilen biriydi. Sabaha kadar ne gam kaldı ne keder bende. En son dayanamayıp sızacakken de beni kaldırıp odama götürdü. Birkaç dakika sonra da bir kapı sesi duymuştum. Sonrası da yoktu zaten.

 

Sabah delici bir baş ağrısıyla uyandıktan sonra önce bir duş almış sonra da bir kahve içmiş, geceden kalma ortamı toplamıştım. Tam koltuğa yerleşip biraz bir şeyler izleyeceğim sırada da toplantı için mesaj gelmişti. Bende hazırlanıp evden çıkmıştım.

 

Yoldayken de bir markete uğrayıp çocuklar için minik çikolatalardan aldım. Onları kimsenin düşünmediği bir dünyada, arada sırada birinden karşılıksız bir şeyler almanın verdiği heyecanı hissetsinler istiyordum. Bakışlarındaki mutluluğu görmek kendi çocukluğumu sevindiriyormuşum gibi hissettiriyordu bana.

 

Metruk mahallemize geldiğimde, önce çocukların kaldığı binaya ilerledim. İçeride kimse yoktu. Bu saatlerde maalesef sokaklarda dileniyorlardı. Bazı çocukların hemen büyümek zorunda kalması o kadar zoruma gidiyordu ki. Küçücük bir çocuğun en büyük derdi yapamadığı ev ödevleri olmalıydı, sokakta satmayı düşündüğü mendiller değil. Ama ne yazıkki hayat herkese adil değildi. Bunu en iyi bilenlerden biri de bendim.

 

İlerledim ve her birinin yatak niyetine başlarını koydukları pikelerin yanına elimdeki çikolataları bıraktım. Bir nebze olsun gülümseyeceklerini bilmek içimi ısıtıyordu. Bazen düşünüyordum. Bunu onlar için mi yoksa kendim için mi yapıyordum diye ama cevap belki de her ikisiydi.

 

Ordan çıktıktan sonra toplanacağımız yere doğru yürümeye başladım. Benim ilerlediğim yönün tersine gelen Tuna'yı görmek bir anda canımı sıkmaya yetmişti. Artık onun yaptıklarından öyle bıkmıştım ki onu görmek bile huzurumu kaçırıyordu.

 

"Naber güzellik?" Diye konuştu karşılaştığımızda ama cevap vermeden geçtim yanından. "Yavrum yeter ama," deyip kolunu omzuma attığında durdum ve ittim kolunu.

 

"Ne yeter Tuna?" Diye sordum sinirle. "O gün yeterince anlamadın galiba. Sen yoluna ben yoluma artık."

 

"Bu imkansız sende biliyorsun." Dediğinde kollarımı birleştirdim. "Biz senle bitirim ikiliyiz unuttun mu?"

 

"O senin bana yaptığın kahpelikler bu seviyeye gelmeden önceydi." Dedim ruhsuz bir sesle. "Şimdi ölsen, mezarına gelmem."

 

Yanından geçip gittiğimde "Abartıyorsun," diye konuştu arkamdan. "Hem ben ölsem en çok sen ağlarsın."

 

"Son nefesini verirken görüşelim," deyip ilerlediğimde "Görüşürüz!" diye bağırdı arkamdan.

 

Sürekli ama sürekli beni sırtımdan bıçaklayan ve kendinden başka kimseyi düşünmeyen biriydi. Geçmişte yaşananlar, bana destek olması, elimden tutması... şimdiye kadar onun tüm yaptıklarına sesimi çıkartmadıysam bu yüzündendi. Ama bu son olaydan sonra daha fazla onu kendi içimde savunacak yerim kalmamıştı. Kendi elleriyle beni kendinden uzaklaştıran oydu. Onunla bu seviyeye gelmek istediğim bir şey değildi ama böyle olmasına o sebep olmuştu.

 

Toplantı yaptığımız viraneden içeri girdiğimde masanın etrafına oturmuş kişilere selam verdim. Şu an içerde benimle beraber beş kişi vardı. Yakup ve Semih benim gibi işin hırsızlık boyutundayken; Refik, Sungur gibi üçüncü grup elemanıydı. Yani bu işte bizi kollamakla görevli olan diğerleri olarak burdaydılar.

 

Sungur'un yanına yerleştiğimde yüzünde her zaman var olan o çapraz sırıtış hakimdi. "Her zaman en iyi olmak nasıl bir his?" Diye sorunca sırıttım. "Burda oturmamın sebebi sensin." dediğimde de o güldü.

 

"Sende biliyorsun ki öylesine birisi olsan burda oturmazdın."

 

"Haklısın," dedim uzatmadan. Bu konuda iyi olduğum bir gerçekti. Öyle ya da böyle çocukluktan beri burada yetişmemiş olmama rağmen hiç falso vermemiştim. Hırsızlık kanımda vardı.

 

Birkaç dakika öylesine şeyler konuştuktan sonra Façacı gelmişti ve bize kısaca işi anlatmıştı. Benim bildiklerim dışında adamın ev adresini vermiş, çalacağımız tablonun neye benzediğini anlatmış sonra da gitmişti.

 

Biz de her zaman olduğu gibi kendi aramızda bir iş planı yapmıştık. Sungur adamı bir süre takip edecek olanımızdı. Ben ve Refik'te evi gözlemleyip, giren çıkan herkesin çetelesini tutacak olanlardık. Bunun yanında evin girişi, çıkışı, kamera yerleri hepsini iyice öğrenecektik. Yakup ve Semih'te daha teknik işlerle ilgileneceklerdi her zaman olduğu gibi. Kameralara girmek, evin güvenlik sistemini ekarte etmek gibi işler onlarındı. Tüm bunları planladıktan sonra taslak olarak iş üzerinde yaklaşık iki haftalık bir süreç hesaplamıştık. Her ayrıntıyı konuştuktan sonra da dağılmıştık.

 

"Daldın gittin yine," diye konuşan Sungur'a baktım. O ve Gözde ile beraber çay bahçesinde oturmuştuk ama benim aklım başka yerlerdeydi. Hayatımın ipleri kontrolden çıkmıştı ve ben bu kadar karmaşıklığın içinden nasıl sıyrılacaktım bilmiyordum. Kafam sürekli benden bağımsız gelişen olaylara gidiyordu ve bunu engelleyemiyordum. "Bir sıkıntın mı var?"

 

"Yok," deyip önümdeki bardaktan bir yudum kahve aldığımda masada duran telefonum titredi. Ekrandaki Tuna yazısı sesli bir soluk vermeme sebep oldu. "Al sana sıkıntı. Ne oldu da yine arıyor acaba?"

 

"Açmayacak mısın?" Diye sordu Gözde.

 

"Uğraşmak istemiyorum,"

 

"Bir şey olmasa aramaz," dediğinde başımı salladım. "Zaten o yüzden arıyor," deyip omuz silktim. "Artık tek başına."

 

Artık tek başına değilsin Uğur, ben varım yanında.

 

Kendi zihnime sövdüm. Tuna'nın yıllar önce bana verdiği sözler, o an için beni ayakta tutan şeylerdi. O sözlerini hiç tutmadı, beni hep yarı yolda bıraktı ama yarı yola geldiysem de onun sayesindeydi.

 

Telefon masanın üzerinde titremeye devam ederken dayanamadım ve açtım. Gözde bu halime güldüğünde telefonu kulağıma götürdüm ve "Yine ne oldu da beni-" diye konuştum ama duyduğum inleme sesleri kaşlarımı çatmama sebep oldu. "Tuna?"

 

"Gel de görüşelim bakalım... Uğur."

 

"Ne diyorsun, ne oldu sana Tuna?" Diye sorduğumda benimde, karşımda oturan Sungur'un da kaşları çatılmıştı.

 

"Son nefesini ver-" öksürdü ve devam etti. "Verirken, görüşelim dedinya bugün bana."

 

"Yalan söylüyorsan öldürürüm seni," dedim vücudumda gezinen panik beni ele geçirirken.

 

"Maalesef," dedi inlerken. "Keşke başka bir şey-" tekrar öksürdü ve inledi. "Dileseydin..."

 

Ayağa kalktım ve gözlerimi kapatıp, "Nerdesin sen?" diyebildim sadece.

 

Sungur ayağa kalkıp karşıma dikildiğinde "Araba ayarla," dedim ona. "Tuna, nerdesin?" Diye sorduğumda Sungur dışarı çıktı, bende peşinden.

 

"Taverna," dediğinde "Tamam," dedim. "Geliyorum bak sakın ölme." Güldü. "Onu önden düşünecektin Uğur." dedi içimi karatmak istercesine. "Öyle demeden... önce."

 

"Tuna," derken sesim kısık çıkmıştı. "Bir şey olmayacak."

 

"Söz mü?" Diye sordu ama cevap veremedim. "Geliyorum ben, bekle tamam mı? Kapatıyorum şimdi."

 

"Çabuk ol Uğur, yoksa, görüşemeyeceğiz." Deyip güldü ama gülüşü öksürüğe dönüştü. Kalbime düşen sızı canımı acıtırken yanımdaki Gözde'nin dediklerini algılayamıyordum. Telefonun kapanma sesi kulağıma dolarken eş zamanlı olarak korna sesi de duydum. Sungur'u gördüğüm arabaya doğru ilerlerken beynimin içinde geçmiş dolanıyordu. Tuna benim hayatımın büyük bir bölümüydü ve anlaşılan bana ne yapmış olursa olsun her daim hayatımda ona yer vardı.

 

Ben bindikten sonra Sungur hızlıca arabayı çalıştırdı ve yola çıktık. Her zaman gittiğimiz taverna şanslıydık ki buraya uzak değildi. Ben ne olmuş olabileceği hakkında kafamda senaryolar kurarken yol bitmişti.

 

Sungur arabayı durduğunda "Ben içeri bakayım, sen etrafa bak." deyip indi arabadan. O içeri doğru giderken ben de sokağın arka tarafına doğru ilerledim. Telefonumu çıkartıp Tuna'yı arayacağım sırada iki arabanın arasında uzanmış onu gördüm.

 

"Tuna," diye seslenip oraya koştuğumda elini karnındaki kesiğe bastırmış, sırtını duvara dayamış bekliyordu. Beni görünce hafifçe sırıttı.

 

"Uğur," diye mırıldandığında telefonla Sungur'u aradım ve arkaya gelmesini söyledim.

 

"Ne oldu sana?" Diye sordum yanına çökerken. "Kime bulaştın yine?"

 

"Artık önemi yok," dedi zar zor. Yüzündeki acı çeker ifade bana da yansıyordu. Onu ilk defa böyle görüyordum ve tahmin ettiğimden çok daha fazla canımı sıkıyordu bu durum. "Ne de olsa ölüyorum."

 

"Ölmeyeceksin," dedim ona kızarak. "Ölmeyeceksin duydun mu beni?"

 

"Öleceğim," derken sesi titredi. Gözlerinden yaşlar aktığını gördüğümde, kalbimde ona karşı olan sevginin son demleri beni ummadığım yerden yaraladı. "Ölüyorum işte bak... ölüyorum Uğur."

 

"Ağlama," derken benim de sesim titredi. Sağ gözümden bir damla yaş düşerken tekrarladım. "Ağlama, ölmeyeceksin."

 

"Ölürsem," deyip öksürdü. "En çok sen ağlarsın demiştim."

 

"Ölmeyeceksin dedim!"

 

"Ölüyorum işte lan," dedi inlerken. "Hemde," deyip sesli bir nefes verdi. "Hemde bana can borcu olan kişinin duasıyla."

 

"Tuna," diye inledim. "Dua falan etmedim ben."

 

"İstedin ama," dedi bana acımadan. "İstedin, oldu."

 

O böyleydi işte. İyi davranır, sonra bir laf eder her şeyi silerdi. Bir an seni hiç düşünmeyen biriydi karşında, bir an dünyanın en düşünceli insanı. Onun varlığı hayatımda bu yüzden ne devam edebiliyordu ne de bitebiliyordu. İkisinin arasında kalmışlığım, beni sömürmesine izin veriyordu.

 

Gözlerini sımsıkı yumup "Ah!" diye inlediğinde Sungur yanımıza gelmişti. "Çok acıyor."

 

"Sungur ne yapacağız?" Diye sordum. Başını bilmiyorum dercesine iki yana salladı.

 

"Hastaneye-" diye başladığım sözümü kesti.

 

"Olmaz, polis damlar anında."

 

"Ölmesinden iyi mi?" diye sorduğumda Tuna konuştu.

 

"O deliğe gireceğime ölürüm daha iyi," ona baktım, bana bakıyordu. "Giremem oraya bir daha." dedi tüm gücüyle. "Duydun mu beni Uğur, giremem!"

 

"Ne yapacağız o zaman?!" Diye bağırdım sinirle.

 

"Bilmem," dedi gözlerinden yaşlar akarken. "Bana can borcu olan sen değil misin? Bulmak zorunda olan sensin."

 

"Tuna," diye inledim. Benden imkansızı istiyordu. Hiçbir şey yapamayacağımı bile bile bunu bana yüklüyordu. Acıması yoktu.

 

"Yalan mı?" diye inledi gözlerini sımsıkı yumup. Kahretsin ki değildi ve bu omuzlarımı daha da ağırlaştırıyordu.

 

"Bir şey yap Uğur." diye inledi ardından. "Bir şey yap ne olursun."

 

"Kız ne yapacak lan?" Diye konuştu Sungur, o ağlarken. "Millete bulaşmadan önce düşünseydin!"

 

"Bana borçlu!" dediğinde ayağa kalktım. "Kurtarmak zorunda! Bana, borçlu lan! Bir şey bulur, bulmak... zorunda."

 

Bencildi, küstahtı, şu halde bile can sıkabiliyordu ama haklıydı.

 

Sungur "Nereye?" diye sordu ama cevap vermeden ilerledim ve onlarla arama mesafe koyarak durdum. Tuna haklıydı. Ona bir can borcum vardı. Bir şey yapmak zorundaydım, buna mecburdum.

 

Gözlerimi onlara dikip telefonumu çıkarttım ve düşünmeden hareket ettim. Gururumu hiçe saydım belki ama bu Tuna için değildi. Bu, içimdeki minnet duygusunun bana kıldığı zorunluluktu ve yapmazsam tüm hayatımı bir pişmanlık üzerine geçireceğimi biliyordum. Bu yüzden telefonu kulağıma dayayıp birkaç saniye bekledim.

 

"Kızım?" Diye sorarcasına açtı telefonu Serhat Baturgan.

 

"Senden tek bir şey isteyeceğim," bu basit bir istek değildi. "Sonra ne istersen yaparım." Bu da basit bir bedel olmayacaktı.

 

Öyle bir "Ne istersen," dedi ki içimdeki tüm kuşku uçup gitti. Çünkü o an gerçekten ne istersem yapacak gibiydi.

 

Ona kısaca durumu anlatıp doktor ayarlayıp ayarlayamayacağını sorduğumda, gelmem gereken yerin konumunu atacağını söyledi ve saniyeler içinde telefonuma bir konum gelmişti. Sungur'un yanına nasıl gittim, onu gelmemeye nasıl ikna ettim bilmiyorum ama birkaç dakikanın sonunda, Tuna arabanın arka koltuğunda baygın bir şekilde yatıyordu ve bende arabayı kullanıyordum.

 

"Tuna," diye seslendim ama cevap vermedi. İçime çöken sıkıntı beni gittikçe nefes alamayacak seviyeye getirirken tek tesellim varmak istediğim yere yaklaşmış olmaktı.

 

Gözlerimde biriken yaşları sol elimin tersiyle silerken inlediğini duydum. "Tuna," diye yine seslendim ama bir cevap vermedi. "Yetiştireceğim seni." Diye konuştum belki duyuyordur diye. "Her zaman borcumu öderim bilirsin." Güldüm. "Korkma o yüzden. Bir gün öleceksen de o gün, bugün değil."

 

Bana böyle söylemişti o gün.

 

Bir gün öleceksen de o gün, bugün değil Uğur.

 

O günden sonra da her şey değişmişti zaten. Beni yanına almış, bir şekilde hayatta kalmamı sağlamış, yaşamam için yeni bir yol çizmişti. Ona güvenmiştim, çünkü yanımda olan tek kişiydi. Kimsem yoktu, sadece, o vardı.

 

O, beni bu hayata alıştırdı ve sonra onun için, bende herkes gibi oldum. O ne kadar böyle görmese de bana her zaman sen bende farklısın dese de öyleydim. Çünkü bir kez olsun beni kaybetmekten korkmamıştı. Bana bir kez olsun ihanet etmekten çekinmemişti. Beni her zaman herkesle aynı yerde tutmuştu. Ben onu şimdi kurtarsam, o bana bir gün yine ihanet ederdi biliyordum. Ama yine de yaşaması için bir şansım varken onu ölüme terk edemeyecek kadar çok şey yaşanmıştı aramızda.

 

"Uğur," diye adımı sayıkladığında aynadan ona baktım.

 

"Geldik sayılır," dedim. "Dayan biraz."

 

"Çok acıyor." diye konuştu ağlamaklı sesiyle. Her zamanki gibi beni ona kıyamadığım yerden vuruyordu. Ona kıyamadığımı bilmesi onun bana karşı en büyük kozuydu. Bu zamana kadar bir şekilde hep affetmiştim onu, şimdi olduğu gibi.

 

"Geçecek," diye mırıldandım ve dizimin üstünde duran telefonu elime aldım.

 

Attığı konum şehre çok uzak değildi ama şehir olmaktan çok uzaktı. Binalar vardı ama tuğlaları bile sıvanmamıştı. Sarkan elektrik telleri, kırık sokak lambaları... burası hayalet şehirden farksızdı. Bir süredir ne bir araba ne de bir insan görüyordum. Şehirden kilometrelerce uzak olmamasına rağmen bu kadar ıssız bir yerin var olması oldukça tuhaf gelse de sorgulayacak durumda değildim. Tek amacım varmak istediğim yere ulaşmaktı.

 

Biraz daha ilerledikten sonra sağ tarafta kalan toprak yolu gördüm. Arabayı sarsmamaya çalışarak o yola girdim ve gözlerimle etrafı taradım. Yolun takip ettiği bir yokuş vardı ve yokuşu ilerlerken alçak bir tepeyi dönerek çıktım. Konum olduğum yeri gösterirken gözlerim ilerideki boyası sökülmüş, tek katlı olmasına rağmen yüksek duvarlı geniş bir garajı anımsatan yeri buldu. Sonra da büyük girişte dikilen dört adamı gördüm.

 

Arabayı Serhat Bey ve üç oğlunun önüne kırdığımda, elindeki sigarayı yere fırlatıp buraya doğru gelen Baran'dı. Arabadan inip ona döndüğümde rüzgar arkamdan saçlarımı yüzüme savuruyordu. "Arkada," dediğimde kendi olduğu taraftan arka kapıyı açtı ama rüzgarın şiddeti o kadar fazlaydı ki arabanın ön kapısı aniden kapandı. Anlık bir refleksle gözlerini kapatıp açtığımda Baran arka koltukta yatan Tuna'yı arabadan çıkarttı ve tek omzuna alıp içeri doğru ilerlemeye başladı.

 

Beklemeden peşinden ilerlerledim ama yanından geçeceğim sırada Karan, "Günce," deyip kolumdan tuttu. "Neler oluyor?"

 

"Sonra," deyip kolumu çektim ve Baran'ın peşinden ilerledim. Gözlerim Tuna'nın üzerindeydi. Tamamen baygındı ve son durumu hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.

 

Her yerinden kolonlar inen deponun ilerisinde perdelerle çevrili bir alan vardı ve Baran, Tuna'yla beraber oraya girdi. Hızlı adımlarla oraya ilerledim ama içeri gireceğim sırada Baran dışarı çıktı. Hemen ardından da üzerinde önlük olan biri perdenin iki yanından tuttu ve yüzüme kapattı.

 

"Bende gireceğim," deyip perdeyi çekmek için tuttuğumda Baran kolumdan tutup beni ordan uzaklaştırdı.

 

"Bırak işini yapsın."

 

"Ben oradayken de yapabilir," deyip ilerlediğimde bu seferde belime kolunu sarıp geriye çekti beni.

 

"Baran!" Diye bağırdım sinirle ama aynen karşılık buldum.

 

"Aptal gibi davranmayı kes!" Gözlerime öfkeyle bakarken devam etti. "İçeri girip adamın dikkatini dağıtmaktan başka bir şey yapmayacaksın, o yüzden sakinleş ve otur şuraya."

 

Gözlerimi sinirle yumup olduğum yerde inledim ve en sonunda dediğini yapıp gösterdiği yere geçip oturdum. Haklıydı, aptal gibi davranmıştım ama o an orda olmak doğru olan gibi gelmişti. İçerde olup olmamam bir şeyi değiştirmeyecekti. En iyisi burda oturup beklemekti ama bu çok zordu. Geleli daha birkaç dakika olmasına rağmen dudaklarımı kemirmeye başlamıştım.

 

"Kızım," diyerek oturduğum yerin karşısındaki koltuğa yerleşti Serhat Bey.

 

"Bunlar niye burda?" Diye sordum alakasız olsa da. "Ben senden bir şey istedim." Üstüne basa basa konuştum. "Senden. Her seferinde herkes her şeyden haberdar olacak mı böyle?"

 

Dirseğini koltuğun yanına dayayıp, çenesini eline yasladı ve parmak uçlarıyla sakallarına dokundu. Gözleri stresten salladığım bacağıma bir anlık değdikten sonra bana bakarak konuştu. "Kim bu?" Benim dediklerimi es geçerek o da tamamen alakasız bir şey söylüyordu şimdi. Aslında bakarsak bu da bir cevaptı. Ne olursa olsun oğulları her işe dahil olacaktı belli ki. "Nasıl oldu bu olay? Sende bir şey var mı?"

 

"Olay molay yok," derken Karan yanımıza geldi. "Bu halde buldum, ne oldu bilmiyorum."

 

"Bizden yardım isteyeceğin kadar önemli biri mi senin için?" Diye sordu yanımdaki boş yere geçip. "Yakının mı?"

 

"Yakınım falan değil," deyip ayağa kalktım. Bu boktan durumun içinde bir de bunların sorularıyla uğraşamayacaktım daha fazla ama cevap alana kadar durmayacaklardı belliki. Çünkü şimdi de Cihan efendi dikilmişti karışma.

 

"Kim o zaman?" Diye sordu her zamanki sert sesiyle. "Değmeyecek biri için uğraştırmadın umarım bizi?"

 

Gözlerimi kısıp bekledim, düşündüm ve nedenini bilmediğim bir şekilde, onun bilmesini istedim. "Can borcum olan biri." Gözlerinin içine bakıp okumaya çalışsam da boşluktan başka bir şey göremedim. "Değip değmeyeceği de senin bileceğin iş."

 

Konuşmasını beklemeden ilerledim bu sefer. Kapıdan dışarı çıktım ve felaket gibi bir rüzgar karşıladı beni. Umursamadan ilerleyip arabanın diğer tarafına geçtim, yere çöktüm. Sırtımı lastiğe dayayıp, bacaklarımı kendime çektim ve karşımdaki hayalet şehri seyrederek beklemeye koyuldum. Çünkü yapabileceğim tek şey buydu.

 

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama dudaklarım ısırmaktan, parmak uçlarım derimi kazımaktan sızım sızım sızlıyordu. Beklerken ne olacağını düşünmekten kafayı yiyecek hale gelmiştim artık. Tuna ölecek mi, yaşayacak mı diye düşünüp duruyordum. Ölürse ne hissederdim onu da bilmiyordum. Tek bildiğim ölmesini istemediğimdi. Öyle ya da böyle hayatımın bir kısmı hep onunlayım ve onu ne kadar yanımda istemesem de bir yerde yaşayıp gittiğini bilerek kendi isteğimle hayatımdan çıkarmakla, onun ölüp hayatımdan çıkması aynı değildi. İkisi çok farklıydı.

 

"Hasta olacaksın."

 

Karan'ın sesini duyunca gözlerimi kapattım. Beni hiç rahat bırakmıyordu. En laftan anlamazları oydu ve hiç pes etmiyordu.

 

Yanıma geldiğinde yukarı doğru baktım. "Bunu giyin," deyip siyah bir ceket uzattı. "Dün doktor dikkat etsin demişti. Yine ateşlenmeni istemeyiz." Tepki vermedim ve gözlerimi arkasına çevirip gitmesini bekledim. Gitmedi ama. Ceketi açıp bacaklarımın üstüne gelecek şekilde bıraktı ve "Böyle kalsın en azından." deyip gitti.

 

Bacaklarımın üstünde duran ceket minik Uğur'un kalbini ısıttı ama Uğru biliyordu ki yapılan hiçbir iyilik karşılıksız değildi. Elbet bir çıkarı vardı benimle ilgilenmek için. Bir amacı, bir sebebi vardı mutlaka. Kendine pay çıkaracağı bir şey olmasa bu kadar üzerime düşmezdi çünkü. Ya annesine ya da babasına yaranmaya çalışıyor olabilirdi. Ya da ona güvenmemi sağlayıp bir şekilde bazı durumlarda beni kullanmak istiyor olabilirdi. Bilmiyordum ama illaki bir olayı vardı. Açıkcası bu düşünceli abi imajına inanmıyordum, inanamazdım. Çünkü kimse tamamen yabancı birine bu kadar sıcakkanlı olamazdı.

 

Cebimde bilmem kaçıncı kez titreyen telefonu elime aldım ve yine Sungur'un yüzüne kapattım. Ona bir saat önce bilmesi gereken kadarını mesaj olarak atmıştım ama yetmemişti. Konuşmak da istemiyordum çünkü sorup duracak, buraya gelmek isteyecekti. Ona şu an için bir açıklama yapamazdım bu yüzden ne kadar ararsa arasın cevap vermeyecektim.

 

"Günce," diye arkadan seslenen Karan'a çevirdim başımı.

 

"Ne oldu?" Diye sordum elimle yerden destek akıp kalkarken. "Bitti mi?"

 

"Bitti," dediğinde elimde tuttuğum ceketi sıktım. Sorgularcasına gözlerine bakarken kalbim çok hızlı atıyordu, istemsizce nefesimi tuttum. "Sorun yok," dedi beni rahatlatmak istercesine. "Gel hadi."

 

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdim ve girişe doğru yürüdüm hızlıca. Karan'ın yanından geçerken verdiği ceketi eline tutuşturup, Tuna'nın olduğu alana doğru yürüdüm. Doktor hemen oradaydı ve Serhat Bey'le konuşuyordu. Beni fark ettiklerinde ikisininde bakışları bana döndü. Onların yanından geçtim ve hafif aralık perdeyi çekip içeri girdim.

 

Kendim görmem lazımdı. Ben emin olmalıydım çünkü ancak gözümle gördüğüme inanırdım. Yaklaştım yanına ve önce inip kalkan göğsünü gördüm. Sonra bileğinden tutup nabzını kontrol ettim. İyi görünüyordu.

 

"Dışarı çık," dedi doktor. "Ne yapıyorsun?"

 

"Kontrol ediyorum." Diye mırıldandım dünyanın en normal şeyini söyler gibi.

 

"Yok artık," diye konuşup devam etti. "Bir işimin sorgulanmadığı kalmıştı."

 

"Sizinle ilgisi yok," deyip elimi çektim ve onlara doğru yürüdüm. Ben çıkınca arkamdan perdeyi çekti. "Görmek istedim." Sonra da devam ettim. "İyi değil mi?" Diye sordum. "Bir sorun yok?"

 

Gözlerimi ondan hiç çekmeden bir cevap vermesini bekledim. Serhat Bey'e kısa bir bakış attıktan sonra bana bakıp başıyla onayladı. "Gayet iyi." Dedi ve ekledi. "Organlara fazla zarar gelmemişti. Kan kaybı çoktu onu da takviye ettim. Bir hafta kadar istirahat etse normal yaşantısına döner."

 

"Anladım," dedim bende başımı hafifçe sallayarak. "Peki ne yapmak gerekir?" Diye sordum öğrenmek için. "Yani pansuman, ilaç... nasıl olacak? Biraz bilgi verirseniz eğer ona göre hareket ederiz."

 

"Kanamadığı sürece pansuman istemez," dedi, o sırada yanındaki Serhat Bey sesli bir nefes bıraktı. Ona baktığımda halinden hoşnut olmayan bir yüz ifadesiyle karşılaştım ama umursamadan doktora döndüm. Derdi tam olarak neydi ve neden rahatsız olmuştu anlamamıştım ama şu an zaten odağım başka yerdeydi. "İki üç hafta kadar sonra dikişleri alınır. Ağrısı falan olursa da ağrı kesici alması yeterli olur."

 

"Bu kadar mı?"

 

"Bu kadar," dedi başıyla da onaylayarak. "Çok absürt bir durum olmadığı sürece doktorluk bir durumu kalmadı."

 

Başımı salladım ağır ağır ve dudaklarımı yalayıp "İyi," diye mırıldandım. "Güzel."

 

Doktor bir şey demeyip uzaklaşırken arkasından bakıyordum. Kurtuldu, diye düşündüm o an. Tuna hayatta ve ona olan can borcumu bir şekilde ödedim.

 

Eğer o kaldırım kenarında ölüp gitseydi, bugün söylediklerim için kendimi asla affedemezdim. Belki kendi içimde benimle bir ilgisi olmadığını bilsem bile, zihnimde susturamadığım suçlayıcı cümleler tam tersini söyleyip bildiğimi unuttururdu bana. Bundan nefret ediyordum ama bununla yaşıyordum. Ne yaparsam yapayım bir tarafım hep haklı olduğumu savunur, diğer tarafımsa tam tersinin doğru olduğunu düşünürdü. İnsan kendiyle çelişince, bir girdabın içine çekilmiş olurdu. Çıkmazın içinde yalnızca dönüp durur, sadece olduğu yerde sayardı. Böyle anlarda ne ileri gidebiliyordum ne de geri. Olduğum yerde çakılıp kalıyordum sadece, sonra birini tercih edip diğerinin hayaletiyle yaşıyordum adeta. Mantığım ve içimde bastıramadığım duygularım.

 

Tuna'nın bende kotası dolmuştu. Ondan ne haz ediyordum ne de onu bir nebze olsun seviyordum. Ama şimdi olana bak, onun için hiç istemediğim insanlardan medet ummuştum. Bunu yaparken ne hissetmiştim? Tek düşündüğüm Tuna'nın ölmemesiydi. Hissettiklerimse büyük oranda zorundalıktı. Ben buna mecburdum. Tuna benim hayatımı kurtarmıştı. Kurtarmasa bile hayatımın seyrini değiştirip, yaşamam için bir sebep vermişti. Bunlar benim ona yardım etmem için yeterdi, duygu olmasa da olurdu. O sadece benim hayatımda önemli bir yerdeydi ama benim içimdeki önemini yitireli çok olmuştu.

 

"Hadi," diyen Serhat Bey'e çevirdim gözlerimi. "Artık gidiyoruz."

 

"Anlamadım," diye konuştum açık olması için. Duymaya duymuştum ama emin olmak istiyordum.

 

"Ne istersem yapacağını söylemiştin," dediğinde, gözlerimi yumdum. "Bizimle, evinde kalmanı istiyorum senden."

 

Yumruklarımı sıktım. "Bunu kastetmediğimi biliyorsun." Kahverengi gözlerine kilitledim gözlerimi. "O evde yaşamayacağımı en başında söyledim."

 

"Bende söz verdiğim gibi her kuralını kabul ettim," dediğinde "Bu yaptığın ne o zaman?" diye konuştum dişlerimin arasından. "İşine geldiği gibi davranma!"

 

"Sen bana bir teklif sundun," dedi geri adım atmayacağını belli eden sesiyle. "Ne istersem onu yapacağına dair, söz verdin." Kendini doğrular nitelikte başını salladı ağır ağır. "Bunu kullanmak istemezdim ama mecburum." Güldüm ve gözlerimi ondan çekip etrafta gezdirdim. "Kızımı kendi evinde istiyorum." Kafayı yemişti. "Yanımda, gözümün önünde olsun istiyorum."

 

"Ben o evde yaşayınca ne değişecek?" Diye sordum ona dönüp. "Ne değişeceğini sanıyorsun? Ben değişecek miyim? Bütün bu her şey düzelecek mi sanıyorsun?" Başımı iki yana salladım. "Beni daha da kışkırtmaktan başka bir şey yapmıyorsun."

 

"Böyle olsun istemezdim," dediğinde yalanına güldüm. "Sana yemin ederim, benden istediğin ilk şeyi sana karşı kullanmayı hiç istemedim. Ama beni mecbur bıraktın. Sana ulaşmanın tek yolu bize yakın olman."

 

Dudaklarımı yaladım ve daha sakin bir tonda "İstemiyorum." dedim gözlerine bakarak. "Zorlama beni. Başka bir şey iste benden."

 

"Hayır." dedi net bir dille. O kadar kararlı duruyordu ki ne dersem diyeyim tek isteği bu olacaktı. Kendince en doğrusunu yaptığını düşünüyor olabilirdi ama beni bu denli hiçe sayarak hata yapıyordu. Yakınına almak isterken uzaklaştırdığından haberi dahi yoktu.

 

"Bu yaptığını unutmayacağım." dediğimde anlıkta olsa gözlerindeki korkuyu gördüm. "Eğer bir gün, senden bir şey istemek zorunda kalırsam," deyip ona bir adım yaklaştım. "Tek çarem sen olsan bile sana ağzımı açmayacağım." Başımı ağır ağır sallarken, yüzündeki sarsılmaz ifadenin kırıldığını gördüm. "Sana yemin ederim Serhat Baturgan, öleceğimi bilsem bile kapına gelmem artık."

 

 

•••

 

 

 

Loading...
0%