Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11.Bölüm: Yabancı

@_mysterybooks

 

Mor ve Ötesi - Oyunbozan

 

•••

 

Kanıma dokunan bir hayattı yaşadığım. Hiç istemediğim ve istemeyeceğim şeyler yazılan bir kitaptı. Mürekkebini silmeye çalıştıkça diğer sayfalara geçen izleri vardı. Gözyaşımla yırtılarak silinen bazı kelimeler olsa bile, devrik cümleler bir şekilde hala okunuyordu. Hepsini olduğu gibi kabullenip yeni sayfayı kendim yazmak istiyordum ama kalem bir türlü elime uğramıyordu. Yeni sayfalar, yeni kişilerin yazdıklarıyla doluyordu. Ve bu boktan çark, ne yaparsam yapayım değişmiyordu.

 

Şimdi de oturduğum bu arabanın deri koltuğu, her hareketimde gıcırdayıp beni iyiden iyiye sinirlendirirken, gözlerim camdan dışarıyı izliyordu. Tıpkı, kendi hayatımda olan bitenin seyrini başkaları değiştirirken, her şeyi uzaktan izlediğim, uzaktan izlemek zorunda kaldığım gibi izliyordum geçtiğim yolları. Düşünmeden de edemiyordum. Bu düzen bir gün değişecek miydi, diye. Ben hiç, birine hayır dediğimde, o şeyin olmadığı olacak mıydı? Yoksa bir şekilde hep, hayır dediklerime zorunda mı bırakılacaktım böyle? Çünkü geçmişte ve şimdi, hep, yönümü kendim değiştirmek istediğim her an bir başkası alıyordu ipleri eline. Her seferinde yeni biri, beni bir şeyleri yapmak zorunda kılıyordu. Şimdi de yanımda oturan bu adamdı; yönümü, yolumu, yokuşumu değiştirecek olan kuklacı. Benim babam olacak olan, bu adam.

 

Araba yavaşlayarak dururken, demir kapının ardında duran görkemli eve baktım. Kapı yavaşça açılırken de gözlerimi çekmedim. Beyaz olmasına rağmen tertemiz olan duvarlar, girişten başlayıp evi çevreleyerek yukarıdan aşağı inen büyük dairesel dört kolon, siyah demirlerden tırabzanlar ve korkuluklar... evin ihtişamı ilk gördüğüm günkü gibiydi ama bu gün gözüme içinde kaybolacağımı hissettirecek kadar büyük ve rahatsız edici gelmişti. Çünkü bugün, bu evin gerçekten içine gireceğim ilk gündü.

 

Araba, aralanan demir kapıdan içeri girdikten sonra evin girişine kadar ilerledi ve kapının tam önünde durdu. Hareket etmeden girişteki kahverengi iki kanatlı kapının ardında bekleyen kadına baktım. Gözlerinden akan duyguları okuyabiliyordum. Beklenti doluydu. Heyecanlı ve aynı zamanda tedirgin.

 

"Hadi kızım," diyerek şoförün onun için açtığı kapıdan indi Serhat Bey ama o, geri kapıyı kapatsa bile ben, gözlerimi kadının üzerinden çekmedim. Dışarı doğru bir adım attı ve dudaklarını yaladı. Olduğum yere baktı ama filmli camlardan beni göremedi, sonra kocasının indiği tarafa baktı. Gözleri onun üzerindeyken, başka bir adamın gelip kapımı açmasıyla, beni buldu. Birbirimize bakarken gülümseyen o oldu ama bu uzun sürmeyecekti. Beni bu eve getirmekle büyük hata ediyorlardı.

 

Daha fazla beklemedim ve açılan kapıdan aşağı indim. Merdivenler direkt benim olduğum taraftaydı bu yüzden arkama bakmadan ilerledim. Bir süredir başaramasamda, duygusal davranmaya niyetim yoktu. Mantığımla hareket edip olana ayak uyduracaktım. Bu demek değildi ki susup oturacaktım. Aksine onları pişman edecektim, hemde hiçbir şey yapmadan.

 

Merdivenleri çıkıp karşısında durduğumda "Hoşgeldin," dedi yumuşak sesiyle. Gülümseyip, kapının önünden çekildi. "O kadar çok bekledim ki bu anı," dedi içten bir şekilde. "Gel," eliyle içeriyi gösterdi. "Geç hadi."

 

Bir şey demeyip yanından geçip içeri yürüdüm. Her zamanki akışkanlığımla, eşikten girmeden önce yere eğilip, her yeri çamur içindeki postallarımın yan fermuarlarını indirdim. Belki bu kadar kirli olmasa umursamazdım ama bu evi temizleyenler de insandı ve bu pisliği hak etmiyorlardı.

 

Küçük yaştan beri kendimle ilgili olan tüm pislikleri ben temizlemiştim ve herhangi bir pislik ya da dağınıklık çıkarmamayı da net bir şekilde öğrenmiştim. Çocukken bu zalimlikti ama bir şekilde kendime yetmeyi bunlara borçluydum. Hoş bir müddet bakımımız karşılansada ileride kendimize yeterdik ama yurttaki görevliler başka türlüsünü tercih etmişlerdi. Kimi zaman altına kaçıran çocuklara kendi çarşaflarını yıkatırlar, kimi zamanda hasta olanlara kendi istifrasını temizletirlerdi. İlk defa regl olduğum günü hatırlıyordum da tam anlamıyla cehennemdi.

 

Hiçbir şey bilmeyen tüm çocukların, her şeyi yaparak öğrenmesi kadar acı bir şey yoktu. Beş yaşındaki bir çocuk kıyafet yıkamayı bilmemeliydi ya da en ufak bir yanlışında dayak yememeliydi. Kimileri için 'olması gereken' kavramlar bazılarımız için konfor alanıydı. Ebeveynler çocuklarına özenle baktıklarında söylenen, yapmak zorundasın söylemi yurtta yaşayan bir çocuk için minnet barındırırdı. Çünkü yurttaki bir çocuk için bir şeyleri yapmak zorunda olan tek kişi kendisiydi.

 

İçeri girerken hemen kapıda bekleyen kadın benim için bir çift terlik çıkartıp önüme bıraktığında, "Sağol," dedim ağzımın içinden. Olduğum durumdan o kadar rahatsızdım ki bu, tavırlarıma da yansıyordu. Ne biriyle muhattap olmak istiyordum ne de gereksiz yere konuşmak. Tek istediğim şu yaşadığım şeyin derinlerime inmeden bitmeseydi. Çünkü nasıl oluyordu bilmiyorum ama birden tüm mantığım devre dışı kalıyor ve kendimi içimi dökerken buluyordum. Bu öfke ya da basit birkaç cümle olabilirdi ama yine de artık bu insanlara kendimden hiçbir şey vermek istemiyordum. İstemsizce oluşan bu durumu bir şekilde kontrol altına almayı başarmalıydım. Yoksa bu ev herkes için kabusa dönecekti.

 

Terlikleri giyip ilerlerken içimin daraldığının farkındaydım. Bu sadece buraya gelmemden değil, Tuna'yı orda bırakmamdan da kaynaklanıyordu bir yerde. Serhat Bey onun için hemşirenin geleceğini söylese de içim rahat değildi. Bir şekilde Tuna'nın yanına geri gitmeliydim. Hem yanında olmak için hem de olur olmadık konuşmaması için.

 

Salondan içeri girerken telefonuma baktım tekrar. Yoldayken Sungur'a adresi mesaj atıp, oraya gitmesini ve Tuna'yı almasını söylemiştim ama bana geri dönmemişti. Hala da mesaj ya da arama yoktu. Umarım yoldasındır, diye geçirdim içimden. Umarım o uyanmadan alıp götürürsün.

 

Koltuklardan birine geçip oturduğumda gözlerim karşımdaki duvarı tamamen kaplayan camdan dışarıyı izliyordu. Kocaman bir bahçe vardı ve utanmasam saatlerce oturup izlerdim diye düşündüm. "Aç mısın?" Diye bir soru yöneltti bana Asya. Yanımda duran diğer geniş koltuğa yerleşip, benden bir cevap bekledi.

 

Onları anlamakta güçlük çekiyordum. Buraya kendi isteğimle gelmediğimin farkındaydı ama sinir bozucu bir şekilde hala normal sorular sorabiliyordu. "Hayır," dedim, yaslandığım taraftaki yastığı alıp yanımdaki boş yere koyarken. Gözleri o yastığa takıldı ama bir şey demedi. Onun yerine yanıma yerleşmek isteyen Karan konuştu.

 

"Buna gerek yok," deyip boş kalan yere oturdu. "Sana yaklaşırken bir on kez falan düşünüyoruz artık."

 

"Sonunda idrak edebilmene sebep olan nedir?" Diye sordum tiye alarak.

 

Güldü ve keyifle devam etti. "Cihan abime kafa atabilen tek kişisin."

 

Baran'ın yanağını ısırdığını gördüğümde, "Karan," diye konuştu Cihan efendi. Bu bile susmaları için yeterliydi.

 

"Gel Figen," diyen Asya, arkama doğru bakıyordu.

 

"Bir isteğiniz var mıydı?" Diye sordu arkamdaki kadın.

 

"Herkes içerse kahve alalım," diye konuşup bana döndü. "Sen de istersin değil mi?"

 

"Olur," dediğimde buna bile sevindi karşımda. Gülümseyerek kadına baktığında, "Ama," deyip geriye doğru çevirdim başımı. "Kupada olsun. Her fincan için bir tatlı kaşığı Türk kahvesi, şekersiz."

 

Kadın şaşırdığında "Yapamayacaksan," diye söze başladım ama "Yaparım," dedi. "Cihan Bey'in sevdiği gibi."

 

"Benim," dedim içten içe sinir olarak. "Sevdiğim gibi."

 

Bir şey demeden önüme döndüğümde gözlerimi onlara değdirmedim. Cihan'la aynı şeyi sevmek bile sinirimi bozabiliyordu. Bu adamdan o kadar haz etmiyordum ki aynı ortamda olmak bile içimi daraltıyordu.

 

Biraz sakinleşmek adına elimi cebime attım ve kendi sardığımız sigaralardan birini aldım. Onu dudaklarıma yerleştirirken Asya'nın yanına oturan Serhat Bey'le göz göze geldik. Memnuniyetsiz bakışlarına tek kaşımı kaldırarak cevap verdim ama ağzını açmadı.

 

Çakmak için yine aynı cebime baktım ama bu sefer bulamadım. Kaşlarımı çatıp diğer ceplerimi de ararken Karan sehpanın üzerine uzandı ve gümüş bir zippoyu bana uzattı. "Al," dediğinde bir şey demeyip çakmağı aldım ve sigaramı yaktım.

 

Derin bir nefesi içime çekerken "Ne o?" diyen Kaya'nın sesi arkamdan gelmişti. Bu velet ne zamandan beri buradaydı? "Ot mu çekiyorsun sen?"

 

"Kaya," diye uyardı onu Asya.

 

Sigarayı elime alıp güldüm. Olduğum yerden arkamı dönüp geriye baktığımda kollarını göğsünde birleştirmiş bir şekilde konsola yaslanmıştı.

 

"Sadece sigara," dedim elimdekini gösterip. "Tabi istersen senin için dediğinden getirebilirim."

 

Tatsız homurtular duysam da gözlerim Kaya'nın üzerindeydi. Tepkilerini merak ediyordum çünkü bu konunun üzerinde fazla duruyordu. İkidir aynı imayı yapıyordu.

 

"Satıyorsun yani?" Diye soran Baran'a bakmadan "Hayır," dedim gözlerim Kaya'nın üzerindeyken. "Ama kardeşim için bulurum."

 

"Doğru düzgün konuş," diyen Cihan'a döndüm. Kaya konuşmasa da onda bir şeyler olduğunu sezmek zor değildi. Bu velet bir işler karıştırıyordu.

 

"Ne dedim ki?" Diye sorup güldüm ve orta sehpada duran küllüğü elime aldım. Gözlerim dizime yerleştirdiğim küllüğün üzerindeyken, sigaranın külünü serptim. "Kaç seferdir bana ima yapıyor ama nedense ben, onun daha ilgili olduğunu düşünüyorum. Ne demişler," deyip gözlerimi Kaya'ya çevirdim. "İnsanın fikri ne ise zikri de odur."

 

Kaya'nın gözlerinde panik gördüm. Yaslandığı yerden doğruldu ve "Benim işim olmaz," diye kendini savundu. "Sordum diye ot mu içiyor oldum şimdi? Saçmalığa bak!"

 

"Madem öyle," deyip yüzümdeki gülüşü sildim. "Sende başkalarına ima yapmadan önce iki kere düşünürsün bundan sonra."

 

Kahvelerle içeri giren kadınla beraber gözlerimi Kaya'dan çektim. Sigaramdan içmeye devam ederken, ortamdaki tek ses sehpalara yerleştirilen porselen sesleriydi. "Afiyet olsun," diyerek önüme bırakılan kahvenin ne kadarı afiyet olurdu artık bilmiyorum ama uzanıp aldım ve bir yudum içtim.

 

"Kaya böyle gel," diye mırıldandı yanımdaki koltukta oturan Asya. "Şöyle otur."

 

"Böyle iyiyim ben anne."

 

Ne kadar da rahat söylüyordu bu kelimeyi. Bense yıllarca beklemiştim birine söyleyebilmek için. Bazen, bazılarımızın her zaman sahip olduğu ve belkide bir lütuf olarak görmediği şeyler, bazılarımız için ulaşılmaz bir hayal olabiliyordu. Bir zamanlar birine anne diye seslenebilmek için her şeyimi feda ederdim ama insan olgunlaştıkça anlıyordu; kendisinin feda olduğu insanlar için, tek bir şey feda etmeye değmezdi.

 

"Kırma beni," diye konuştuğunda Kaya bir şey söylemedi ama ayak seslerinden buraya geldiğini anlayabiliyordum. Baran'ın yanına oturduğunda Asya gülümsedi. "Hepinizi böyle görmeyi o kadar bekledim ki."

 

Biten sigarayı küllüğe bastırdım. Aynı böyle bir çöp gibi gözüküyordum aralarında, beklediği bu muydu?

 

"Bundan sonra da hep böyle kalacağız. O yüzden birbirinizin açığını aramayın, böyle kabullenin."

 

Cebimden bir sigara daha çıkarttım ve yaktım. Şu sigara gibi her seferinde yanıyor, bitiyor ve bir çöpe dönüşüyordum. Tüm hayatım böyle bir döngü içeriyordu ve ben şu an bu evde bunu çok daha net görüyordum. Aynı kandan olmak bir şey ifade etmiyordu, elmasların arasındaki kömür parçası gibiydim.

 

"Her şeye rağmen bugün bunlar yaşanıyorsa, şükretmemiz gerekiyor, bağırıp çağırmak değil."

 

Sigaranın dumanını çekip üfledim. Gözlerimin önünde dağılan dumanı seyrettim. Duman dağıldıkça, karşımda oturanları daha net gördüm. Cihan'ın beni çözmeye çalışan bakışlarının, Kaya'nın gözlerindeki sinirin, Baran'ınsa daha ılımlı tuttuğu ifadesinin; kısacası hepsinin, odağı bendim.

 

Cebimde titreyen telefonumla bakışlarımı onlardan çektim ve telefonumu elime alıp arayana baktım. Sungur'un aradığını görünce, elimdeki sigarayı bırakmadan ayağa kalktım. "Bakmam lazım," deyip bahçeye açılan kapıya doğru yürüdüm ve kapıyı yana doğru çekip açtım. Adımımı dışarı attıktan sonra da kapıyı arkamdan kapattım.

 

"Sungur," diyerek telefonu açıp ilerlerken havanın iyice soğuduğunu fark ettim. "Ne yaptın, mesajımı gördün değil mi?"

 

"Evet, Tuna'yı aldım ve bizim mekana götürüyorum şu an." Dediğinde derin bir oh çektim. "Uğru," dedi memnuniyetsiz sesiyle. "Sen nerdesin, niye bıraktın onu orda? Hem orası neydi öyle amına koyayım. Nasıl ayarladın orayı sen?"

 

"Bir şekilde ayarladım," deyip gözlerimle evin içime doğru baktım. Karan'la göz göze gelince aklıma gelen tek şeyi söyledim. "Karan yardım etti."

 

"Karan?" Diye sorarcasına konuştu. "Kim bu Karan kızım? İki günlük adam böyle bir şeye yardım mı eder, kimi sikiyorsun sen?"

 

"Etti işte Sungur!" Diye konuştum hızlıca. "Geç şimdi onu. Tuna ne durumda, baygın mı hala?"

 

"Ölü gibi yatıyor arkada ama bir ara uyandı," dediğinde telaşlandım. "Ne zaman?" Diye sordum çünkü orada olanları bilirse sorgulardı ve Tuna'ya laf anlatamazdım. "O depodan çıkarken." dediğinde bir küfür savurdum. "Zaten oradaki heriflerle de uğraştım. Bırakmıyorlardı az daha," dediğinde kaşlarımı çatıp Serhat Bey'e baktım. "Artık kime sordularsa onay alınca saldılar."

 

Elimi alnıma yasladım ve gözlerimi kapatıp "Sungur," dedim çabucak. "Yolunu değiştir hemen."

 

"Ne alaka kızım şimdi? Ne oluyoruz?"

 

"Dediğimi yap Sungur." Deyip gözlerimi sinirle adama getirdim. "Arkana da bak, biri sizi takip ediyor olabilir."

 

"Ne saçmalıyorsun kızım sen?" Diye konuştu sinirle. "Kim niye takip edecek lan bizi?"

 

"Anlatacağım ama dikkatli ol. Eğer birinin takip ettiğini düşünürsen kurtul ondan. Mekana da sakın gitme, farklı bir yer bul."

 

Bir küfür savurdu ve "Bak kızım," diye devam etti. "Ne boklar yiyorsun bilmiyorum ama hemen yanıma geliyorsun, duydun mu beni?"

 

"Tamam," dedim eve arkamı dönüp. "Geleceğim."

 

"İyi olur." Deyip telefonu kapattığında sesli bir şekilde soluğumu dışarı verdim.

 

Elimdeki sigarayı dudaklarıma götürüp düşündüm. Bir şekilde bu evden çıkmam gerekiyordu ama şu an olmazdı biliyordum. Bir plan yapmalıydım; en azından birkaç saatliğine gidip, dönebileceğim bir plan.

 

Sigarayı içerken yavaş adımlarla yürümeye başladım. Etrafta birkaç tane adam vardı ve bu adamlar ön tarafta gördüklerim değildi. Anladığım kadarıyla belirli bölgeleri vardı ve dolanırlarken o bölgelerden dışarı çıkmıyorlardı.

 

Biraz daha ilerledim, evin etrafını yavaşça geziniyordum ama salonun görüş açısından da çıkmıyordum. Ters bir şey sezmelerini istemezdim, sigara bitince geri girecektim. O zamana kadar da her noktayı ezberime geçirecektim.

 

Sigara bitene kadar dolandım etrafta ve gözüme çarpan her şeyi aklıma not ettim. Bunlardan en önemlisi de adamların, oldukları bölgede kaç adım attıkları ve nerelere kadar ilerleyip geri çekildikleriydi. Bazı alanlarda otuz sekiz saniye kadar açık veriyorlardı ki, bu oldukça işime gelirdi.

 

Salona doğru ilerlerken, cam duvardan içeriyi net görüyordum. Kendi aralarında konuşuyorlardı ve yüzleri gergindi. Camın arkasından beni ilk gören bu yöne bakarak oturan Karan'dı ve dudak hareketlerinden "Geliyor," dediğini anlamıştım.

 

Ben kapıyı açıp içeri girerken Asya ve sevgili kocası Serhat Bey bana döndü. Adamdan gözümü çekmeden kapıyı kapattım. U şeklinde dizilmiş üçlü koltukların karşısındaki televizyonun önüne geçtim. Serhat Bey'in gözlerinden gözümü çekmeden kollarımı birbirine bağladım.

 

"Oraya yolladığım kişiyi takip ettirmediğini söyle," dedim uzatmadan.

 

Oturduğu koltukta dikleşti ve hafifçe öne eğildi. "Söyleyemem," dedi başını iki yana sallayarak.

 

"Sana bunu yapma dedim." Diye konuştum sakin kalmaya çalışarak. "Ben senin dediklerini yapıyorsam, sende yapacaksın. Ha eğer yapmazsan," deyip kaşlarımı kaldırdım. "O zaman bende yapmam, bunu bil."

 

"Ne oluyor?" Diye sordu Asya ona bakarak.

 

"Bir şey olduğu yok."

 

"Gayet var." Deyip kollarımı serbest bıraktım. "Ne beni ne de etrafımdaki başka birini takip etmeyeceksiniz, istemiyorum ya! Bu kadar zor mu bunu yapmak?" Sinirle devam ettim. "Ara şunları kessinler takibi."

 

"Tamam arayacağım geç otur," dediğinde "Bekliyorum," dedim sadece.

 

Telefonunu çıkartıp birini aradıktan sonra kulağına götürüp bekledi. Gözleri beni bulduktan sonra "Murat," dedi bana bakmaya devam ederken. "Söyle kessinler takibi."

 

Ne kadar güvenebilirdim bilmiyorum ama bir şey yapmamış olmaktan iyiydi. Sungur'un zaten haberi vardı ve devam ederlerse onlardan bir şekilde kurtulurdu.

 

"Dediğimi yap." Dedikten sonra telefonu kapatıp yanına bıraktı. "İstediğin oldu," deyip koltuğu gösterdi. "Otur şimdi biraz."

 

"Oturmayacağım," deyip Asya'ya baktım. "Yoruldum, dinlenmek istiyorum."

 

Serhat Bey'in sesli soluğu odayı doldururken, istemese de ayağa kalktı Asya. "Tamam," diyerek bana doğru geldi. "Kalacağın yeri göstereyim."

 

Onunla beraber salondan çıktıktan sonra merdivenlere yöneldi. Beraber yukarı çıktığımızda burdan salonun görüldüğünü fark ettim. Büyük bir galeri boşluğu vardı ve ben aşağı baktığımda Cihan'ın her şeyi fark eden gözleri beni buldu. Bugün daha sessizdi ve bu hali oldukça çekilirdi.

 

"Bu taraftan," diyen Asya'yı takip ettim. İlk kez geldiğimde girdiğim oda sağ taraftaki ilk odaydı ve oranın önünden geçip ilerledik. "Bebek odanı hiç değiştirmedim." Diye mırıldandı sessizce. "Bu kadar uzun bir ayrılık düşünmemiştim." Merak ediyordum ama sormadım. Olanları bilmeye hazır hissetmiyordum. Onunla oturup her şeyi konuşacak kadar da sakin değildim. O konuşma nerelere giderdi kestiremiyordum. Şimdilik bilmemek en iyisiydi.

 

İlerledikten sonra daha geniş bir alana çıktık. Burda da bir merdiven boşluğu vardı ve zeminden çatıya kadar uzanan oldukça büyük bir pencere yer alıyordu hemen yanında. Etraf bundan ve tam karşısındaki geniş balkona açılan cam duvardan dolayı, oldukça aydınlık ve ferah görünüyordu.

 

Merdivenleri kullanmadan yanından geçtik ve sağda kalan ilk oda için "Burası Kaya'nın odası," dedi. "Yanındaki de Karan'ın."

 

Eliyle tam karşıdaki odayı gösterip ilerledi "Burada Baran kalıyor," deyip sol duvarda kalan iki kapıdan, Baran'ın odasına yakın olanı açtı. "Senin için de bu odayı düzenledim."

 

Oraya doğru ilerlerken devam etti, "Alelacele bu kadar hazırlayabildim." dediğinde içeri girdim. "İstersen, dilediğin gibi düzenleyebilirsin."

 

"Gerek yok," dedim açık tonlarla düzenlenmiş odada gözlerimi gezdirirken, evimdeki odamın tam tersiydi.

 

"Sevdin mi?" Diye sordu beklentiyle. Ona döndüğümde gözlerime çekinerek bakıyordu. Benim için yaptığı şeyi beğenmemi istiyordu ve vereceğim herhangi bir tepki oldukça önemli görünüyordu. Kırmak istemedim ve "Sevdim," diye mırıldandım. Yüzünde gördüğüm gülümseme gerçekti. "Şimdi dinlenmek istiyorum."

 

"Tamam, güzelce dinlen." Deyip bir adım attı ama sonra dönüp "Akşam yemeği için istediğin bir şey var mı?" diye sordu. "Kızıma kendi ellerimle hazırlayayım, ne istersin?"

 

Bir hafta öncesine kadar biri çıkıp annen bir gün senin için yemek hazırlayacak deseydi inanmazdım. Bunun olasılığınında, hayalininde ihtimali yıllar önce silinmişti bende. Şimdi ise karşımda durmuş bana bunu soruyordu ama ona cevap verecek heyecanlı kız artık yoktu.

 

"Bir şey istemiyorum," deyip devam ettim. "Kaç gibi hazır olur?"

 

"Akşam yedi gibi," dediğinde ondan bir şey istemememin durgunluğunu yüzünde gördüm.

 

"O saate kadar rahatsız etmeyin o zaman olur mu?" Sesimdeki netliğin farkındaydı, başını sallayıp, "Tamam," dedi. "Merak etme."

 

Odadan çıktıktan sonra ilk olarak gözüm kapıda anahtar aradı. Gördüğüm anahtar yüzümü gülümsetirken, kapıyı kilitleyip odayı inceledim. Kapı odanın ortasına açılıyordu ve tam karşıda büyük bir yatak yer alıyordu. Yatağın iki yanında beyaz yuvarlar komodinler duruyordu. Sağ taraftaki duvarda olan pencerenin önünde geniş, krem rengi ikili bir koltuk ve önünde oval bir ahşap sehpa vardı. Koltuğun sağ tarafındaki köşede ise hasır saksıları olan bitkiler yer alıyordu. Yatağın olduğu duvardaki iki pencerenin önünde de birkaç küçük sukulent vardı ve oda bu pencerelerden dolayı oldukça aydınlıktı.

 

Birkaç adım ilerleyip sol tarafta duvar ile ayrılan kısma doğru yürüdüm. Bu bölmenin hemen arkasında L şeklinde duvarı kaplayan kapaklı dolaplar vardı. Aynı şekilde odanın giriş kapısının sol duvarında da bu bölgeye bakan altı kapılı bir dolap bulunuyordu. Bu kadar dolap gözüme fazla gelirken L şeklindeki dolapların karşısındaki kapıya doğru ilerledim ve buranın da banyo olduğunu gördüm. Fazla büyük olmasa da geniş ve ferah bir banyoydu.

 

Orayı kapatıp içeriye doğru yürürken benim için oldukça büyük bir oda olduğunu düşünüyordum. Hoş bunun bir önemi de yoktu zaten. Bu kadar incelememin asıl sebebi bir süre zaman geçmeseydi. Benim kafamda başka bir şey vardı.

 

Yatağın yanındaki pencereye doğru yürüdüm ve camı açtım. Burası evin ön tarafına bakıyordu ve en kalabalık kısım burasıydı. Bir süre izleyip monoton hareketleri çözmem gerektiği için cebimden bir sigara aldım ve aşağıdan yürüttüğüm çakmakla yaktım. Bir gören olursa sadece sigara içtiğimi düşünecekti ama ben keşif yapıyordum.

 

Bu tarafta tam altı adam vardı. İki tanesi evin diret önünde, iki tanesi bahçeyi dolaşan ve iki tanesi de girişin orda. Tabi bunlar sadece etrafta gezinenlerdi çünkü girişteki kulübede de birilerinin olduğu belliydi. Hangi sırayla devir daim yapıyorlardı tam emin olamamıştım ama yüksek oranda akşam yemeği vakti olurdu bu. Çünkü bu tarz evlerde sabah, öğlen, akşam ve gece vardiyası işlerdi. Aynı şekilde olmasını umdum. Akşam yemeğinden önce burada olmalıydım.

 

Sigara bitince, tülü çektim ve koltuğun arkasında kalan pencereye doğru yürüdüm. Burası da evin yan tarafına bakıyordu ve camı açıp baktığımda aşağıda birini görememiştim. Anladığım kadarıyla bu tarafada arka bahçedeki adamlar göz kulak oluyordu ve ben biliyordum ki orada tam otuz sekiz saniyem vardı.

 

Pencereyi açtım ve bir süre daha buraya gelen giden var mı diye kontrol ettim. Neyseki düşündüğüm gibiydi ve bu oldukça işime gelecekti. Tek sorun yan taraftaki balkon ve hafif duvar çıkıntısından dolayı arka bahçeden bu tarafı gözetleyen adamı göremememdi.

 

Evin çıkıntılarında, pencere pervazlarında ve tırabzanlarda gözlerimi gezdirdim. Kendim için kafamdan bir yol oluştururken, bu yolun süresini de hesaplamam gerekiyordu. Kafamda her bir olasılığı düşündüğüm kısa bir plan yaptıktan sonra geriye sadece uygulamak kalmıştı.

 

Gözlerim ayaklarımı buldu. Beni kaydıracağını bildiğim için ayağımdaki terlikleri ve çorapları çıkarttım. Ayakkabılarımı aşağıda çıkartmak bugün için iyi bir fikir değildi ama olan olmuştu. Bu şekilde de halledebilirdim.

 

Bacaklarımı pencereden sarkıtıp bekledim. Gözlerim yan odanın balkonundaydı. Oraya ilerleyip balkona geçecektim ve hem aşağıdaki adamı görecek hem de yere atlamak için mesafemi kısaltacaktım.

 

Ayaklarımı kat arasındaki çıkıntıya yerleştirdikleri sonra pencereden destek alarak diğer tarafa döndüm. Artık sırtım boşluğa bakıyordu. Sağ elimle odanın penceresine tutunarak sol tarafa doğru ufak ufak ilerlerken, diğer odanın penceresine yaklaştıktan sonra sol elimle de oradan tutundum. Normal bir insanın yapamayacağı kadar dar bir çıkıntıda, aralarındaki boşluk hiç de kısa olmayan iki pencereden destek alarak geçmek benim için bile zordu.

 

Sol elimle kuvvetlice diğer odanın penceresinden tutarak ilerlerken balkona iyice yaklaşmıştım. Pencereye kendimi iki elimle sabitleyip devam ettim ve ayağımda balkona ulaşabileceğim mesafeye kadar ilerledim.

 

Balkonun demirlerinin duvar ile birleştiği çıkıntıya tutunup, ayağımı oraya doğru atarken görüş açıma giren korumalardan biri "Hassiktir," diye mırıldanmama sebep oldu. Bir ayağım duvarda, diğeri balkonda çok sakat bir halde beklerken adamın ileriye doğru yürümesiyle derin bir nefes verdim ve kendimi balkona çektim. Ardından yere çöküp adamın tekrar gelmesini bekledim çünkü şimdi inseydim o süre zarfında gelişi daha hızlı olacaktı.

 

Kendimi göstermeden adamın gelişini izledim ve tam arka tarafa yürüyeceği sırada hızlıca demirlerin arkasına geçtim.

 

"Bir."

 

Ellerimle demirlere sarılıp bacaklarımı aşağı sarkıttıktan sonra, balkon zeminine kendimi garantiye alacak şekilde tutundum ve yerle aramdaki mesafeyi kısaltarak aşağı atladım.

 

"Dokuz."

 

Kalbim ağzımda atarken beklemeden ayaklandım ve evin etrafını çevreleyen dış duvarların olduğu yere doğru koşmaya başladım.

 

"On, on bir, on iki..."

 

Duvar dibine gelip ellerimi yukarıya doğru uzattım. "Yirmi bir." Ellerimle demirlerden tutunup kendimi yukarı çekerken etrafa bakınmayı da ihmal etmiyordum. "Yirmi altı, yirmi yedi..."

 

Duvarın üzerine çıktıktan sonra demirliklerin arasındaki bağlantıya basıp bacağımı diğer tarafa geçirdim. Gözüm ön bahçedeydi. Bu taraf görünüyordu ama ağaçlar ve çalılar beni gizliyordu. Yine de işimi şansa bırakmayıp hızla hareket ederek diğer bacağımı da kendi olduğum tarafa aldım. "Otuz dört," diye mırıldanıp olduğum yerde hafifçe çöktüm ve aşağı atladım. "Otuz beş." Üç saniye de kardaydım.

 

Yere oturdum ve sırtımı duvara yaslayıp birkaç saniye soluklandıktan sonra ayağa kalkıp ilerlemeye başladım. Bu evden uzaklaşabildiğim kadar uzaklaşıp, biraz yolumu uzatarakta olsa ilk geldiğim gün minibüsün beni bıraktığı yere kadar yürüdüm. Gerisi kolaydı. Bulduğum ilk otobüs ya da minibüse atlayıp gidecektim.

 

Telefonumdan saate bakarken, hem yeterli zamanımın olduğunu hem de Sungur'un mesaj attığını gördüm.

 

Sungur: Heriflerden kurtuldum. Tuna'yı da bizim Genco'nun evine getirdim. Oraya gel.

 

Bir şey yazmadan ilerledim. Genco'da Sungur gibi üçüncü gruptandı ama daha sonra bizden ayrılıp daha üst yerlerde çalışmaya başlamıştı. Duyduğum kadarıyla, benim daha önce hiç görmediğim, büyük patronların yanında çalışıyordu artık. Benim Façacı'dan sonra gördüğüm en üst kişi Topal'dı ama Genco'nun yanında olduğu kişi o da değildi.

 

İlerlemeye devam ederken, toplu taşıma olduğunu umarak, arkamdan gelen araba sesine döndüm ama gelen normal bir arabaydı. Bakışlarımı çekip önüme döndüğümde araba yanımda yavaşladı. Kaşlarımı çatıp küçük adımlarla ilerlerken gözlerimi filmli camı indiren kişiye çevirdim.

 

Bu o adamdı. O gece yağmurda karşıma çıkıp beni eve bırakan adam.

 

Kaşlarını çatmış bana bakıyordu. O gün cam gibi yeşil olduğunu düşündüğüm gözlerinin aralarında kahverengi hareler hakimdi. Benimkinin aksine yeşili cömert elaları vardı. Gözleri bir anlık çıplak ayaklarıma değip yine bana döndü. "İyi misin?" diye sordu aynı o gün gibi.

 

Cevap vermeyip bende o günkü gibi işime geleni söyledim. "Beni işlek bir yere bırakabilir misin?"

 

Birkaç saniye düşündü ama cevabı yine olumlu oldu. "Gel," dediğinde arabanın diğer tarafına doğru yürüdüm ve kapıyı açıp bindim. Arabayı sürmeye devam etti.

 

"Çok sağol," diye mırıldandım elimle ayaklarımın altındaki taşları temizlerken. "Bu siktiğimin caddesinden bir tane otobüs geçmiyor."

 

"Neden bu haldesin?" Diye sorduğunda geriye yasladım. Dudaklarımdan sesli bir soluk dökülürken "Uzun hikaye," diye mırıldandım.

 

"Dinliyorum," dediğinde ona baktım.

 

"Anlatmazsam beni arabadan indirecek misin?"

 

"Hayır," dedi hafifçe kaşlarını çatıp bana bakarak. "Bunu yapacak olsam arabaya almam."

 

"O halde sessiz kalmayı tercih ediyorum." Diye mırıldandığımda güldü ve başını salladı. Hafifçe kısalan gözleri ve sağ yanağında oluşan çukur, bende onu izleme isteği uyandırıyordu.

 

"İkidir karşıma çıkıyorsun ve hakkında en ufak bir şey bile bilmiyorum." Diye konuştuğunda başımı iki yana salladım.

 

"İkidir karşıma çıkan sensin." Dediğimde bana baktı. "Yalan mı?" diye sordum. "Bana doğru gelen sensin."

 

"Hayır," dedi. "Benim yolumda olan sensin."

 

"Devletin yolu nerden senin oluyormuş?" Diye konuştuğumda güldü. "Ayrıca bir insan hakkında ne kadar az şey bilirsen, sana o kadar yabancıdır. Seninle birbirimize yabancı kalsak emin ol daha iyi olur."

 

"İkimizde birbirimiz için bir yabancı değiliz artık," dediğinde ona baktım. Gözlerini yoldan çekip bana baktıktan sonra geri yola döndü ve devam etti. "Kimseyi tanımadığım kalabalık bir yerde seni görsem, senin yanına gelirim. Aynı şekilde sen de benim. Çünkü artık birbirimize yabancı değiliz, tanıdığız." Dudak büktü. "Belki birbirimizin adını bile bilmiyoruz ama birbirimize aşinayız artık."

 

"Öyle olsa bile bir daha görüşmeyeceğiz zaten," deyip gözlerimi dışarıya çevirdim. "Adımı bilmesen de olur."

 

"Adını değil, sana ne olduğunu merak ediyorum ben."

 

Bir şey demedim. Bana ne olduğunu ben de bilmiyordum çünkü. Evet, olanlar barizdi ama sonuçları neydi? Ben günlerdir düşüyordum, kalkıyordum, dibe batıyor, battığım yerden çıkıyordum. Yapabilirim diyordum, güçlü olurum sanıyordum ama yanılıyordum. Kendime iyi geliyor, kendimi hasta ediyordum. Yaşadıklarımın içinde boğulmuyordum belki ama ne kadar çırpınıp dursam da o sudan çıkamıyordum.

 

"Yanlış bir şey mi söyledim?" Diye sordu bir süre sonra.

 

"Hayır," dedim onun bana baktığını hissedip, ona bakarak. "Adımı bilmeni istemediğim gibi, yaşadıklarımı da bilmeni istemiyorum sadece."

 

"Böyle yaparak aklımı kurcalıyorsun." Diye konuştu sakince. "Merak ediyorum seni."

 

"Öyle bir amacım yok."

 

"Farkındayım ama durum bu." Dedi bana bakmadan. "O günden sonra sürekli seni düşündüm. O halde seni bırakmak yaptığım en büyük aptallıktı."

 

Güldüm ve "Başka ne yapacaktın?" diye sordum omuz silkerek. "Seni ben gönderdim. Yapman gerekenden fazlasını yaptın zaten."

 

"Yalnız kalmaktan ziyade birinin omzuna yaslanıp ağlamaya ihtiyacın vardı." Söyledikleri zihnimi infilak etti. Haklı olması ve bunu görüp anlaması beni dumura uğratmıştı. Kendime bile itiraf edemediğim bir şey varsa o da, o gün tek başıma kalmanın canımı yaktığıydı. "Seni öylece bırakıp gittiğim için sonrasında pişman oldum ama," deyip bana baktı. "Ama işte."

 

"Acıdın mı yoksa bana?" Diye sorduğumda kaşlarını çattı. "Kızcağızı öylece bıraktık, acaba ne halde falan diye mi düşündün arkamdan?"

 

"Acımadım," dedi net bir sesle. "Destek olmadığım için pişman oldum sadece."

 

"Yoldan geçen bir adamdan destek alacak değilim." Dediğimde başını salladı, gerilmişti. "O gün de bugün de, sen olmasaydın ben yine gitmek istediğim yere giderdim."

 

"Şüphem yok."

 

"Var ki konuşuyorsun."

 

"Zoruna giden nedir tam olarak?" Diye sordu anlam veremeyerek. "Herkesin birine ihtiyaç duyduğu bir an vardır. Sana destek olan kişiyi tanıyıp tanımamanın ne önemi var? Yoldan geçen bir adamım, evet, ama bazen hiç tanımadıklarımız en iyi dert ortağımız olmaz mı?"

 

"Benim hiç olmadı," deyip geriye yaslandım. "Seni bilmem ama bir anlık yardım istedim diye bir yabancıyı dert ortağım yapmam."

 

"Yabancı olma mevzusuna bu kadar takılman saçma." Dedi tereddüt etmeden. "Bugün tanıdıklarında bir zamanlar sana yabancıydı."

 

"Bende ilk anda hiçbirine içimi dökmedim zaten." Sonrasında da birine içimi döktüğüm söylenmezdi. Ben hep kapalı kutuydum çünkü insanlar güvenemeyeceğim kadar kötüydü.

 

"Konu zaten senin içini döküp dökmemen değildi," diye konuşup bana baktı. "Yanlış yaptığımı düşündüğüm şey, kusura bakma ama, berbat halde gördüğüm bir kadını tek başına bırakmaktı. Destek olmaktan kastımsa, ne kadar merak ediyor olsamda sorup anlatman değil, sadece seni öylece bırakıp gitmemekti. Dahası değil, beni anlıyor musun?"

 

"Boşversene," diye mırıldandım. "Birbirimize kendimizi açıklamaya bile gerek yok aslında." Omuz silktim. "Birbirimizi böyle hatırlasak da bir şey değişmeyecek, tekrar yüz yüze bakacağımızı sanmıyorum."

 

"Haklısın," diye mırıldandıktan sonra, evimin önüne gelene kadar da sadece bir kez konuştuk. O da, evime kadar bırakmasına gerek olmadığını söylediğim zamandı ama reddetti ve beni evime kadar getirdi.

 

Dudaklarımı yalayıp ona baktım. "Teşekkür ederim," dediğimde "Rica ederim." diye konuştu düz bir sesle.

 

"Bir ara yükseldim sana ama," dediğimde bana baktı. "Yaptığını kimse yapmazdı, sağol."

 

"Ne demek," dediğinde diyecek bir şey kalmamıştı.

 

"Görüşürüz o zaman," diye lafın gelişi konuştuğumda güldü. Dediğim şeyin saçmalığına bende gülerken, inmek için kapıya uzandım ama kolumdan tuttu.

 

Ona baktığımda "Bir daha görüşecek olursak," diye söze başladı gözlerime bakarak. "Bana adını söyleyeceğine söz ver."

 

Gözlerimi ondan çekmek istesem de cam gibi gözleri beni ele geçirmişti sanki. Dudaklarımı aralayıp "Bakarız," diye mırıldandığımda gülerek başını iki yana salladı.

 

"Bu kadar zor olmamalı," güldüm.

 

"Tekrar karşılaşma ihtimalimiz kadar değil." Deyip arabadan indim.

 

Eve girdikten sonra hızlı hareketlerle önce ayaklarımı yıkamış, sonra da bir ayakkabı giyinip çıkmıştım. Genco'nun evine gitmek için bir minibüse atlayıp yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra inmiştim. Ara sokakların arasından bulduğum kırmızı ama boyası sökülmüş binaya baktım. Eski binasında asansör yoktu ve o en üst katta oturuyordu.

 

Apartmandan içeri girip dört kat merdiven çıktıktan sonra kapının önüne geldim ve yumruk yaptığım elimle vurup biraz bekledim. Sungur kapıyı açtığında gözlerinde gördüğüm sinir, işimin kolay olmayacağını şimdiden gösteriyordu.

 

"Geç," deyip kenara çekildiğinde içeri girip ayakkabılarımı çıkarttım.

 

"Tuna nerde?" Diye konuştuğumda ettiği küfür ona bakmama sebep oldu.

 

"Ne var?" Diye konuştuğunda ayakkabılarımı ayağımla kenara itip ona cevap vermeden içeriye ilerledim. "Uğru!"

 

Arkamdan seslenmesini umursamadan devam ettim ve gördüğüm odaya girdim. Kanepelerden birine yatmış Tuna'nın yanına doğru ilerlerken, diğer koltukta oturan Genco'ya başımla selam verdim ve "Ne zamandır uyuyor?" Diye sordum direkt.

 

"Bir saat falan oldu," diye konuşan Genco'dan gözlerimi çekip Tuna'nın yanına oturdum. Elimle yüzüne dokunup herhangi bir terslik olup olmadığını kontrol ederken "Bir boku yok," dedi Sungur. Ona baktığımda kapının eşiğine yaslanmış, kollarını göğsünde birleştirmiş burayı izlediğini gördüm. "Bakma öyle, ne bok olup bittiğini anlat çabuk."

 

"Şu tavrını düzelt önce," dediğimde kaşlarını çatıp içeri yürüdü.

 

"Uğru olan bitenin farkında mısın sen?" Diye sordu sert bir sesle. "Geç içeri anlat ne olduğunu, delirtme beni."

 

"Deliriyorsan delir be," deyip ayağa kalktım. "Deliriyorsan delir!" Elini saçlarından geçirip arkasını döndüğünde devam ettim. "Anlatmayacağım mı dedim ben sana Sungur? Ne bu tavırlar?"

 

"Kızım merak ediyor adam işte," diyen Genco'ya baktım. "Geçin içeri konuşun doğru düzgün hadi."

 

Bir şey demeden ilerledim ve odadan çıkıp terasa açılan kapıya doğru yürüdüm. Anlatmayacağım dememiştim ama anlatacak da neyim vardı ki? Ona ne söyleyecektim şimdi ben? Karan'ı işin içine katıp bir şekilde sıyrılırdım ama takip mevzusu işi batırmıştı. Sungur ne dersem diyeyim inanmayacaktı.

 

Terasa geçip en uca kadar ilerledim ve soğuktan dolayı, ellerimi kollarıma sardım. Gözlerimi binalarda gezdirirken, Sungur arkamdan içeri girdi ve kapıyı kapattı sertçe. Ben ne diyeceğimi düşünürken yanıma gelip kolumu tuttu ve beni kendine doğru çevirdi.

 

"Uğru," dedi daha yumuşak ama hala sinirli olduğunu belli eden bir tonda. "Söyle bana hadi. Kimdi o adamlar?" Gözlerimi çektim ondan, diyecek lafım yoktu. "O sikik Tuna için kimden medet umdun sen?" Elini yüzüme getirip ona bakmamı sağladı. "Söyle neyin karşılığında yaptılar bunu?"

 

"Bilmen gereken bir durum yok," dediğimde zor tuttuğu öfkesi gözlerine tırmandı. "Sorun olacak bir durum yok Sungur, yemin ederim. Artık yok en azından."

 

Başını iki yana sallayıp eliyle burun kemerini sıktı. "Olsa söylemez miyim sana?" Diye konuşurken bana bakmak yerine gözlerini etraftaki binalarda gezdiriyordu. "Bir sıkıntım olduğunda hep sana gelmiyor muyum ben? Bilmen gereken bir sorun olsa söylerim sana, biliyorsun."

 

"Bilmiyorum," dedi gözlerini bana çevirip. "Belkide beni bulaştırmamak için söylemiyorsundur. Belki de kendi başına halledebileceğini düşünüyorsundur," deyip tekrar etti baskın bir tonda. "Bilmiyorum Uğru, bilmiyorum."

 

Birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra sırtını döndü ve arkamızdaki masaya yürüyüp, sandalyeye oturdu. Masanın üzerinde duran sigara paketini alırken artık hem sinirli hem de ona anlatmadığım için kırgındı.

 

"Sungur gerçekten kötü bir durum yok," deyip yanına ilerledim. Bana bakmadan sigarasını yakıp çakmağı masaya bıraktı. "Önemli olanda bu değil mi zaten senin için?"

 

"Sende bunu bildiğin için zaten bir sik yerine koymuyorsun beni."

 

"Hayır," diyerek oturdum ve bana bakması için yüzüne uzandım. "Bak," deyip gözlerimi bir anlık kapatıp devam ettim. "Sana şimdi anlatamayacağım şeyler var." Kaşlarını çattı hafifçe. "Şimdi sorma, sonra anlatacağım. Bilmen gereken tek şey şu an için bir sorun olmadığı tamam mı? Hallettim bitti. Sorgulama daha fazla."

 

"Ah Uğru," değip başını iki yana salladı. "Ah."

 

Ellerimi kendime doğru çekip sessiz kaldım. En azından bu yaşananların başımıza bela olmayacağına ikna edebilmiştim onu. Düşündüğü gibi bir şey olmadığını bilmesi şimdilik yeterliydi. Zamanı geldiğinde her şeyi de öğrenecekti zaten. Sadece, önce benim iyice sindirmem ve kabullenmem gerekiyordu. Her şey o kadar yeni ve hızlı olmuştu ki, kendim içinden çıkmazken bir başkasına neyi nasıl anlatacağımı bilmiyordum.

 

"Hop," diyen sese döndüğümüzde Genco'yu gördük kapıda. "Gelin, uyandı bu puşt."

 

Sungur'u beklemeden ayağa kalkıp ilerledim. Genco'nun yanından geçip içeri geçerken zihnimde sadece Tuna'nın iyi olup olmadığı değil, ne karar şeyin farkında olup olmadığı da geziniyordu. Çünkü Tuna bir şeyleri fark ettiyse, Sungur gibi kenara çekilmez, peşine düşerdi.

 

Odaya girdiğimde beni görmesiyle gülümsedi genişçe Tuna. "Gözümü açıp seni göremeyince öldüm sandım." Dedi gülerek ama gülüşü bir iniltiyle son buldu.

 

"Salak salak konuşma," deyip beni görebileceği şekilde diğer koltuğa oturdum. İki koltuk, sanki L koltuk gibi dip dibe yerleştirilmişti. Elimle saçlarına dokunup "İyi misin? Var mı bir sıkıntı?" diye sordum.

 

Sungur ve Genco içeri geçerken "Zımba gibiyim," deyip sırıttı. "Tabii bana bakman için illa kötü olmam gerekiyorsa ağrım olduğunu da söylemeden geçmeyeyim."

 

Duvara yaslanıp, kollarını göğsünde birleştirmiş bir şekilde duran Sungur, "Ağrın varsa ilacı bir tarafından veririm ben, sen merak etme." deyince güldük Genco'yla.

 

"Göt herif hala kız peşinde," deyip yanımdaki boş yere yerleşti Genco.

 

"Ne alakası var be?" Deyip bana baktı Tuna. "Uğur merak eder diye dedim."

 

"İyisin işte Tuna," deyip kollarımı bacaklarıma dayayıp ona yaklaştım. "Sınırları zorlama istersen."

 

Güldü, "O konuda eline su dökemem," dediğinde anlamadım. "Bugün sınırları zorlayan sen oldun."

 

Ben gerginlikle olduğum yerde doğrulurken "Nasıl yaptın?" diye sordu. "Öleceğime emindim."

 

"Her zaman yaptığını yap," dedim bozuntuya vermeden omzuna hafifçe vurup. "Üzümünü ye, bağını sorma."

 

"Bu nasıl bir bağ anasını satayım, bir telefonla tam teçhizat ortam kuruyorlar?"

 

Sıkıntılı bakışlarım odanın içinde Sungur'u bulduğunda, her ne kadar aynı şeyleri düşünse bile, Tuna'ya karşı konuştu. "Bizimde kendimize has tanıdıklarımız var koçum." deyip güldü. "Senin gibi keleş miyiz lan biz?"

 

"Öyle olsun," dedi uzatmadan.

 

"Öyle öyle," deyip ayağa kalktım. "Ben gidiyorum şimdi, yine gelirim."

 

"Nereye kızım?" Diye sordu Tuna yattığı yerden. "Daha yeni geldin."

 

"Kalıp ne yapacağım?" Dediğimde amacım soru sormak değildi ama o cevap verdi.

 

"Bana bakardın fena mı?" Güldüğünde, başımı iki yana sallayarak bende güldüm.

 

"Çok beklersin." dedikten sonra ona arkamı dönüp Genco'ya "Arada mekana gel," dedim. "Özleyenlerin var."

 

Güldü, "Özleyen gelir," dediğinde bir şey demeyip ilerledim. Onun özlediği de, onun özleyeni de Gözde'den başkası değildi.

 

Ben çıkışa yürürken arkamdan gelen Sungur "Nereye gidiyorsun?" diye sordu.

 

"Eve," deyip kapının yanında duran ayakkabılarımı giyindim. Cehenneme.

 

"Biz burda kalırız bugün, sormadın ama."

 

"Tahmin ettim," deyip ona döndüm. Yakınlığı rahatsız edince bir adım gerileyip kapıya yaslandım. "İstiyorsan götür ama," dediğimde bana doğru yaklaştı. "Sorun olmaz artık."

 

"Olmaz mı?" Diye sorduğunda haddinden fazla yakınımdaydı şimdi. Söylediğimi kendi istediği gibi almıştı. "Hım?"

 

"Neyin olup, neyin olmayacağını," deyip elimle kapının kolunu tuttum. "Sen benden iyi biliyorsun."

 

Kolu aşağı indirdikten sonra kapıyı aralamak için ona biraz daha yaklaşmak zorunda kalmıştım ama kısa sürdü. "Biliyorum," deyip geriye çekildi. "Beynime mıhladın."

 

Bir şey demeden, aralanan kapıdan çıkıp merdivenlerin başına geldiğimde, kapıya yaslanmış beni izliyordu. Beklemeden ilerledim. Bazen bana doğru böyle küçük adımlar atardı ama durması gereken yeri şimdi olduğu gibi bilirdi. Ona hiç umut vermemiştim. Davranmak istediği gibi davranmasına müsade eder, yakınımda durmasına izin verirdim ama o kadar. Çünkü fazlası olmuyordu, içimde ona karşı tek bir his uyanmıyordu. Ama eğer olsaydı , her şeyimi ona vermekten bir an bile alıkoymazdım kendimi.

 

Binadan çıktığım sırada saat beş civarıydı. Ellerimi ceplerime sokup adımlarımı hızlı tutmaya çalışarak yürüyordum. Zamanım epey vardı ama ne kadar erken o kadar iyiydi. Kimseyle bu konu hakkında tartışacak gücüm yoktu. O insanlarla ne zaman tartışsam, bir süre sonra içimden geçen yakınma cümleleri can buluyordu ve ben onlara yakınmak istemiyordum. Çünkü onların içimdeki yangını bilmelerine, bunu görmelerine ve bana acımalarına katlanamazdım.

 

Yolda giderken eve giriş planımı kafamda döndürüyordum. Düz duvardan inmek kolaydı ama tırmanmak, otuz sekiz saniye kadar dar bir sürede ve ekipmansız imkansız gibi bir şeydi. Bu yüzden yolda gördüğüm ilk nalburdan fazla uzun olmayan bir halat ve üçlü bir balıkçı kancası almıştım. Bunlar işimi oldukça kolaylaştıracaktı.

 

Uzun bir yolculuktan sonra minibüsten indiğimde saat altıya geliyordu. Yemek saatine daha bir saat vardı ve umuyordum ki yokluğum anlaşılmamış olsundu. Yoksa hiç iyi şeyler olmayacaktı.

 

Her ne kadar hızlı adımlarla yürümeye çalışsamda vardığımda yaklaşık yirmi dakika geçmişti. Evin etrafını saran dış duvarın arkasında duruyorken; elimdeki kancayı halata sabitlemeye çalışıyor, aynı zamanda da bir gözümle etrafta gezinen korumaları izliyordum. Her şey aynı görünüyordu. Korumalar yine aynı sürede oldukları alanı geziniyor, farklı bir şey yapmıyorlardı.

 

Elimdeki kancanın halata iyi bir şekilde sabitlendiğine emin olduktan sonra halatı sağ elimle iyice kavradım ve arka taraftan gelecek olan korumayı beklemeye başladım. Fazla sürmeden bu tarafa gelip yönünü değiştirdiğinde harekete geçtim.

 

Duvarı aşıp eve doğru koştuktan sonra beklemeden elimdeki halatı yukarıdaki balkonun demirlerine gelecek şekilde fırlattım. Bir ara pencereye atmayı düşünmüştüm ama tutmayacağına kanaat getirip vazgeçmiştim. Riske atmaya hiç ama hiç gerek yoktu.

 

Halat birkaç tur atıp kancayla beraber demirlere sabitlendiğinde gülümseyerek halatı sıkıca kavradım ve ayaklarımla duvardan destek alarak yukarı doğru tırmanmaya başladım. Sağ ayağımı çıkmak istediğim kattaki çıkıntıya atmayı başardığımda derin bir soluk vermiştim. Kendimi balkona atmak yerine, tam balkonla duvar arasındaki köşede dengemi kurdum. Sağ elimle pencere pervazını sıkıca kavradıktan sonra, yukarıya çıkarken aynı zamanda topladığım halatın, kancalı ucunu balkondan çıkarttım.

 

Sol elimde kalan halatla beraber, aynı inerken yaptığım gibi sırtımı boşluğa verip, pencere kenarlarından tutunarak ilerledim. Bana ayırdıkları odanın penceresine geldiğimde, açık olmasından dolayı ilk önce tutuşumu rahata aldım ve sonra halatı içeri attım. Pencerenin iç kısmından destek alarak sağ bacağımı içeri geçirdikten sonra ayağımı yere bastım. Diğer bacağımı içeri çekerken derin bir nefes vererek perdeyi çektiğimde, maalesef ki oda bıraktığım gibi değildi.

 

Sol bacağımı yere indirip ellerimle saçlarımı geriye iterken ağzını açmış bana bakan Kaya, "Yok artık," diye mırıldandı. Sadece o olsa yine iyiydi. Herkes ama herkes şu an bu odadaydı.

 

Kaya yanımdan geçip açık pencereden aşağı baktıktan sonra tekrar bana döndü. "Sen," dedi konuşmayı unutmuş gibi. "Nasıl..."

 

"Hırsızım ben," dedim bu durumun benim canımı sıkacağını hissederken. "Maharetlerimi sorgulama."

 

"Maharet değil," diyen Baran'a baktığımda, koltukta oturmuş başını iki yana sallıyordu. "Adam değil korkuluk koymuşuz aşağıya."

 

"Korkuluğa çevireceğim hepsini," diyen Cihan'a baktım. Kapının yanındaki duvarda duran aynalı masaya yaslanmış bana bakıyordu.

 

"Abi kız düz duvara tırmanmış, maharet değil diyorsun." Deyip yine aşağıya bakan Kaya'ya gülmemek için yanağımın içini ısırdım.

 

"Hayallerini yıkmak istemem ama sihir değil," deyip sırıttığımda bana baktı. "İp var, ayağının dibinde."

 

"Bir de eğleniyor musun?" Diye soran Serhat Bey'e baktım. Kapının hemen yanında duruyordu ve pek memnun görünmüyordu.

 

"Ağlayayım mı?" Diye sordum ve yatağın önünde duran Asya'ya baktım. "Ya da sorayım mı? Asya," deyip sağ elimle sol bileğime vurdum. "Saat daha yedi olmadı, beni neden rahatsız ettin?"

 

"Konu bu mu şu an?" Diye onun yerine konuşan adama döndüm. Kollarını birleştirmiş bana bakıyordu.

 

"Yani," dedim tam da bu dercesine. "Planımın anasını sikti çünkü."

 

"Doğru konuş," dedi sert bir sesle. "Evden kaçmak ne demek?"

 

"Açık vardı," dedim gözlerine baka baka, onu çileden çıkartmak istercesine bir sakinlikle. "Değerlendirdim."

 

"Böyle konuşmadık seninle!"

 

"Biz ne konuştuk ki?" Diye bende yükseldim onun gibi. "Sen dedin, ben yaptım! Başka ne konuştuk biz? Kalacaksın dedin, tamam dedim! Kaçmayacaksın demedin, bende zaten bunun sözünü vermedim. Hoş," deyip Asya'ya baktım. "Dediğini yapsaydı şu an bu sikik konuşmayı yapmıyor olurduk orası ayrı."

 

"Sana," dedi sert bir tonda. "Doğru konuş dedim."

 

"Yoksa?" Diye sorarcasına konuştuğumda kendini tuttuğunu fark ettim. Eminim normalde bu kadar sabırlı bir adam değildi. Ama ne kadar ileri giderdi?

 

Onu tanımıyordum. Hakkında bildiğim en ufak bir şey bile yoktu ama normal bir adam olmadığı barizdi. Bana şefkat göstermişti, kızmıştı ve eline bir koz geçtiğinde hemen kullanmıştı. Başka? Başka neleri vardı? Belkide o, üzerine fazla yürümememin gerektiği biriydi. Bilmiyordum, neydi benim kendimi tutmamı engelleyen peki? Bir şey yapmaz mı sanıyordum içimde biryerlerde? Hayır, burda Uğur'la hemfikirdik. O zaman neydi? Ben belkide sadece ne kadar ileriye gider, onu merak ediyordum ama buna gösterebileceğim cesaretin de bir sınırı vardı. Tıpkı, şimdi olduğu gibi.

 

Sustum ve devamını getirmedim. Konu uzamasın diye "Acıktım ben," deyip yürümeye başladım. Onun yanından geçerken bir şey yapmadan beklemesi içimi rahatlattı ama konuştuğunda, konunun üstünü kapatmayacağını da anladım.

 

"Bu evde böyle şeylere müsade etmem." Dedi arkamdan gelirken. "Bir daha sakın."

 

"Kurallarını diğer çocuklarına uygula," dedim yürümeye devam ederken. Belki son sınıra kadar gitmezdim ama susacak da değildim. "Ben bu evin yerlisi değilim, unutma."

 

"Kabul et ya da etme, sen bu evin kızısın." Dedi arkamdan gelmeye devam ederek. Gür çıkan sesiyle, kelimelere bastırarak devam etti. "Sen, benim kızımsın. Bundan sonra da ona göre davranacaksın."

 

Olduğum yerde durdum, kendi kendime sessizce güldüm ve ona döndüm. "Peki ben bunu niye bir hafta önce öğrendim?" Diye sordum gözlerine bakarak ama şimdi sustu.

 

"Sokakta bana piç muamelesi çekerlerken nerdeydin?" Öfkem, durdurmak istesem de taşıyordu işte şimdi. "O zaman çıkıp deseydin eğer, benim kızım diye, belki bu dediğinin bir anlamı olurdu ama yok!" Deyip başımı iki yana salladım. "Artık değiştiremezsin."

 

Konuşmasına fırsat vermeden devam ettim. "O yüzden o nefesini tüketme çünkü sen ne kadar aksini söylesen de ben bu evden biri değilim." Sözlerimin kendi canımı acıtmaması gerekiyordu ama ben kalbimin kırıldığını hissediyordum. Söylediklerimin doğruluğu bana yük olurken, kendime acımadan devam ettim. "Ne bu evin kızıyım," dediğimde aksi olduğu söyler gibi başını olumsuz anlamda salladı. "Ne de senin kızınım. Kabul et ya da etme," dedim aynı onun gibi. "Ben bir yabancıyım ve sen de biliyorsun ki," deyip ona yüzleşmek istemediği gerçeği söyledim. "Bir yabancıyı ailene katamazsın."

 

 

3 gün sonra

Sırtımı duvara yasladığımda kalbim ağzımda atıyordu. Kafamın içinde dolanan panik dalgası mantıklı düşünen tüm hücrelerimi öldürmüş, bir aptal gibi elimi ayağıma dolandırmaya yetmişti. Onlara söylemiştim... bu yaptığımızın bile bile mayına basmak olduğunu, söylemiştim.

 

Gözlerimi dış duvarın girişindeki kısa demir kapının arkasından bana doğru bakan Sungur'a çevirdim, beklediğim tek bir işaretti ama tek yaptığı, olduğum yerde durmamı emreden el hareketiydi. Böyle daha ne kadar bekleyebilirdim bilmiyorum ama hissettiğim tedirginlik, tüm gün içimde birikerek kötü bir şey olacağına dair içimi kemiren hissi harlıyordu ve bu da ruhumun daha fazla daralmasına sebep oluyordu.

 

Tarazlı duvara bastırdığım ellerim canımı yakarken yutkunmaya çalıştım ama boğazım öyle korumuştu ki bunu yapamadım. Sessizliğin içinden duyduğum ayak sesleri bedenimi daha da gerdiğinde, ensemden sırtıma doğru inen ter damlasını hissettim. Tüm duyularım tetikteydi ve her bir uzvum benden tek bir emir bekliyordu: koş!

 

Sungur'a doğru baktığımda gözleri benim göremediğim pencerenin üzerindeydi ve sadece üç saniye sonra bana döndü. Gözlerime bakarak iki parmağını kendine doğru çektiğinde bir an bile beklemeden koşmaya başladım.

 

Gözlerim Sungur'da, onun gözleri de arkamdaydı. Ve maalesef, gözlerindeki korkuyu görmem de gördükten sonra korkunun sebebini hissetmem de uzun sürmedi. Arkamdan sol tarafıma saplanan kurşun, bir çığlığın boğazımı yırtarak benden uzaklaşmasına sebep olurken; bedenim sarsılarak yere yığıldı ve ben duvarın altına doğru inen toprağın üzerinde yuvarlanarak, onun ayaklarının dibine serildim.

 

 

•••

 

 

Loading...
0%