Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. Bölüm: Aidiyet

@_mysterybooks

Keyifli okumalar ✨

 

Tepkilerinizi çok merak ediyorum,

satır arası yorumlarınızı bekliyorum :)

 

Toygar Işıklı - İçimdeki Çığlık

Model - Levlâ Vazgeçti

 

•••

 

Gözler kalbin aynasıdır derler ama bu büyük bir yanılgıdır. Bazı insanları böyle çözemezsin. Bazı insanlar saklar, bazı insanlar oynar ve bazı insanlar bunu çok iyi becerir. Baktığın gözlerin ardındakini sadece o bilir, görünen gerçekler değil, gösterdiğidir. Gözler kime aitse yalan ve gerçek ona göre değişir. Ve bu, tamamen karşıdakinin elindeyken; baktığın gözler kalbin mi yoksa zihnin mi aynasıdır, kim bilebilir?

 

Serhat Bey gözlerime bakarken benim gördüğüm, canı yanmasına rağmen dik durmaya çalışan bir adamdı, ama ne kadarı gerçekti? Bir hafta öncesine kadar tanımadığım bu adamın duygularına nasıl güvenebilirdim? Benim yerimde olan kim inanırdı buna? Herkes inansa, ben yine inanmazdım. Biliyordum çünkü... Sahtelik insanın kanında vardı; bazen insan, kendine bile olduğundan farklı davranırdı.

 

"Geçmişi değiştiremem," dedi az öncekinin aksine daha yumuşak ama yinede kararlı tutmaya çalıştığı ses tonuyla. "Ama şimdi senin için her şeyi yaparım. Sadece izin ver," küçük bir adım attı. "Sadece bize değil, kendine de izin ver, kızım. Kabul etmesende ailene ihtiyacın var."

 

Tüm hissizliğimle yüzüne baktım ve başımı olumsuz anlamda sallayıp, "Yanılıyorsun," dedim az öncekine göre daha durgun bir sesle. "İnsan alıştığı şeye ihtiyaç duyar."

 

Bu zamana kadar bir şekilde yerini doldurduğum hiçbir şeyin aslını istemedim. Belki onların yerini dolduramadım, ama bir süredir de hiç yokluk çekmedim. Onlarsız elbet yaşayabiliyordum, sandığı gibi bir yoksunluğum yoktu. Eskiden bir boşluk var olsa bile şimdi orayı da kendimle doldurmuştum. Bana, ben lazımdım; başka kimse değil.

 

"Şimdi uzatma," deyip gözlerimi bir anlık arkasındakilere çevirdim. Asya'nın durgun ve üzgün yüzü karşımdayken, her an ağlamaya hazır gözleri beni buldu. Fazla oyalanmadan adama döndüm. "Şu yemeği tatsızlık çıkmadan yiyelim."

 

Sırtımı dönüp ilerledikten sonra merdivenlerden aşağı indim. Bu evin ve insanların beni fazlasıyla yorduğum fark ettim o an. Burda kalacağım günleri düşündükçe içim daralıyordu ve ben bu çıkmazdan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum.

 

Aşağı inip gözlerimi merdivenlere çevirdiğimde önden Asya indi ve eliyle karşıdaki kapıyı gösterdi. Burası evin girişinden sonra gelen sağ taraftaki geniş kapıydı. Gülümsemeye çalışarak "Geç lütfen," dedi.

 

Bir şey demeden içeri geçtiğimde gözlerim devasa masayı buldu. Bu masaya kaç kişinin sığabileceğini düşünürken, üzerindeki yiyeceklerin fazlalığı dikkatimi çekti. Daha önce hiçbir şekilde bir arada görmediğim yiyeceklere bakarken belimde bir el hissettim. "Senin yerin burası," deyip, baştan üçüncü sandalyeyi tuttuğunda ona baktım. "Bu masa her dolduğunda," deyip eliyle ahşap sandalyenin sırtını iyice kavradı. "Yerin oturman için hep hazırdı."

 

Bunu beklemiyordum. Şaşırsamda ifademe yansıtmamaya çalışarak, "Hep boş mu kaldı yani?" diye sordum emin olmak için.

 

Burukça gülümseyerek başını salladığında gözlerimi ondan çektim ve öylesine bir şey duymuş gibi umursamadan sandalyeyi çekip oturdum. Önümde duran porselen tabağa bakarken yutkunduğumda, masa yavaş yavaş doluyordu. Herkes rutin gibi yerlerine yerleşirken, ben hiç bilmediğim ama benim için hep boşta bekleyen bu sandalyeye bir yönlendirmeyle oturmuştum. Bahsettiğim tam da buydu az önce. Yabancıydım. Onlara, bu eve ve bu evin kızı olan Günce'ye.

 

Hiç unutmamışlar.

 

Bir önemi yok.

 

Arayıp, bulamamışlar.

 

Yaşadıklarımızı değiştirmez.

 

Çabalamışlar.

 

Ama, yetmedi.

 

"Bekleyeyim ister misiniz," diyen kadının sesi beni kendime getirdi. Çorbaları çoktan doldurmuş, masanın hemen yanında bekliyordu. "Biz hallederiz," dedi Serhat Bey. "Sen çık Figen." Yardımcı kadın içeriden çıkarken Serhat Bey "Afiyet olsun," diye devam ettiğinde, hepsi onun sözünü beklediklerini belli eder gibi yavaşça yemeğe geçti.

 

Gözlerim ilk önce tabağımda ve bana yakın olan yemeklerin üzerinde gezindi, sonra yavaşça onlara doğru baktım. Bu akşam yemeği onlar içinde bir ilk olmasına rağmen alışılmış hareketleri barizdi. Mesela karşımda oturan Kaya'nın suratı beş karıştı ama ekmeğini rahatça bölüp çorbasına atabiliyordu. Ya da yanımda oturan Baran ne kadar gergin olsada önündeki çorbayı yemek yerine masanın ortasındaki kuru dolmalardan rahatça alabiliyordu.

 

Bense, önümde kokusundan bile belli olan sebze çorbasından ne kadar nefret ettiğimi söyleyemeyecek kadar, bu masada kimseydim.

 

Tabağın yanında duran kaşığı elime alıp yavaşça çorbaya daldırdığımda aklıma yurtta yediğim akşam yemekleri geldi. Seçme şansım olmayan, beğenip beğenmediğime bakılmayan, sadece yemek zorunda olduğum yemekleri düşündüm. Yemediğimde ceza aldığım, sonrasında günlerce artık kalan o yemeği yemeye zorlandığım günler olmuştu. Şimdi o masadan bu masaya geçmek öyle tuhaftı ki aradaki uçurumları gözardı edemiyordum. Onların kızının yaşayacağı hayat ve benim yaşadığım hayat, birbirine dönüşemeyecek kadar zıttı.

 

Çorbadan bir kaşık aldığımda yurtta yediklerime göre çok daha lezzetli olsada verdiği tat aynı olduğu için yine bu çorbayı sevemedim. Ama sevemeden yemek benim için çok zor değildi. Yemekleri sevmesemde o kadar çok istemeden bir şeyleri yemek durumunda kalmıştım ki bu benim için sorun edemeyeceğim kadar lüks bir dertti.

 

Bu yüzden önüme konan çorbayı bir şey demeden içmeye devam ettim. Daha doğrusu devam etmeye çalıştım. Çünkü şu an olan durum bana zor geliyordu. Onların benim ailem olmasını bile kabullenememişken; aynı masada oturup, onlar yüzünden yaşadıklarımı yok sayarak yemek yiyor olmak, kendimi aşağılık hissetmeme sebep oluyordu. Karnım kasılıyor, mideme kramp giriyordu ama bunun sebebi içtiğim çorba değil, hissettiğim bu duygulardı.

 

Birkaç dakika kimseden çıt çıkmadı. Tek yaptığım önümde duran çorbaya bakarak, sessizce içmekti ama bunu yaparken bile zorlanıyordum. Masaya oturduğumdan beri, kendimi ait hissetmediğim bu ortam, ruhumu daraltıyordu. Aldığım nefesler sesli olmaya başladığında, çorbanın dibini görmek içimi rahatlattı.

 

Son birkaç kaşığı hızlıca ağzıma götürüp kaşığı masaya bıraktığımda; çıkan ses, ortamın sessiz olmasından dolayı herkesin bana bakmasına sebep oldu. Hemen tabağın kenarında duran perdeye dudaklarımı silip, "Afiyet olsun," diyerek ayağa kalktım.

 

Sandalyeyi geriye çekerken, "Daha hiçbir şey yemedin," diye konuşan Asya'ya baktım.

 

"Doydum," deyip oturduğum sandalyeyi yerine iterken dakikalar sonra Cihan konuştu.

 

"Bir kepçe çorbayla mı?" Diye sordu inanmadığını belli eden sesiyle. Yüksek ihtimal doymadığımı, sadece yanlarında kalmak istemediğim için kalktığımı düşünüyordu. Haksız da sayılmazdı, kesinlikle bu masadan kalkmak istiyordum ama aynı zamanda bu çorba benim için yeterliydi de. Hiçbir zaman fazla yemek yiyen biri olmamıştım. Çoğu zaman acıktığımı bile fark etmez, bazen yemek yemeyi bile unuturdum.

 

"Bir kepçe çorbayla." Diyerek onu onayladığımda, memnuniyetsiz bakışlarını gizlemedi.

 

"Eğer masada olmayan bir şey istiyorsan senin için hemen hazırlatabilirim." Diye konuşan Asya'ya döndü bakışlarım. "Ne sevdiğini bilmediğim için-"

 

Sözünü keserek, "Hiçbir şey istemiyorum," diye konuştum, aralık kalan dudakları yavaşça kapandı. "Eğer rahat edeceksen söyleyeyim, çok yemek yiyen biri değilim. Bir kepçe çorbayla doyabiliyorum." Cihan'a kısa bir bakış atıp ilerlerken, "İçerideyim," diye mırıldandım, kaçacağımı düşünmemeleri için.

 

Oradan çıkarken karşıdaki kapı açıktı ve içeride yardımcıların olduğu mutfağı gördüm. Oyalanmadan salona doğru yöneldikten sonra, ışıkları açmadan içeri girdim ve kendimi açık renkli, bahçeyi gören koltuğa bıraktım. En köşeye geçip rahat bir pozisyon aldıktan sonra, başımı geriye yaslayıp gözlerimi kapattım.

 

Birkaç saniye sonra gözlerimi açtığımda, bahçenin ışıklandırmasından dolayı loş olan ortam tekrar gözlerimi kapatma isteği uyandırdı. Bu yüzden uyumamak için başımı kaldırdım ve gözlerimi karşımdaki bahçeye çevirdim. Uzun beyaz tüller belirli bir kısma kadar kapalı olsa da, aralarında bıraktıkları açıklık dışarıyı seyretmem için yeterliydi.

 

Beklerken telefonumu çıkarttım. Gözde'nin Tuna'yı sorduğu mesajlara cevap verdim. Sonra günün yorgunluğuyla ne kadar istemesemde, yan bir şekilde oturdum ve başımı koltuğun sırtına yasladım. Elimde telefon olduğu için uyumam diye düşünüyordum ama tüm günü düşününce üzerime bir ağırlık çöküyordu. Sabahki operasyon işleri, Tuna'nın bıçaklanması, sonra bu eve gelişim, kaçışım ve tüm olanlar... Hepsi, en çokta hissettiğim bu garip duygular beni yormuştu. Bir an önce yatıp zıbarmak istiyordum ama o da tedirgin hissettiğim bu evde ne kadar mümkündü bilmiyordum.

 

Telefonla uğraşırken bir tıkırtı duydum. Rahatsızca yerimde kıpırdanırken başımı hareket ettirmeden gözlerimi sesin geldiği yöne doğru çevirdim yavaşça. Sesler devam ediyordu ve bahçeye açılan kapının ordan geliyordu. Kaşlarımı çatıp başımı oraya doğru çevirdiğimde, perdenin arkasında gördüğüm gölge yerimde doğrulmama sebep oldu. Kapının ardındaki kişi, birinin duymamasını istercesine kapıyı yavaşça araladığında ayağa kalktım.

 

"Kim var orda?" Diye yüksek bir sesle konuştuğumda, perdenin ardındaki kişi bekledi ve sessiz fısıltılar işittim. "Kim var dedim!"

 

Oraya doğru bir adım attığımda, "Ne oluyor?" diye soran Karan'ın sesini duydum ve sonra salon aydınlandı. Ona bakıp, "Biri var," dediğimde kaşlarını çatıp buraya doğru yürümeye başladı.

 

Eş zamanlı olarakta perdenin ardındaki kişi eliyle perdeyi çekti ve gördüğüm kadın kaşlarımı çatmama sebep oldu. Ama daha sonra asıl şaşırtan, yanından içeriye doğru minik adımlarla ilerleyen küçük kız oldu.

 

Kadının elinden elini kurtarıp, kollarını birleştirdi ve dudaklarını büzerek, "Ama ben sürpriz yapacaktım!" diye ağlamaklı bir tonda konuştuğunda, Karan ufak bir kahkaha attı.

 

"Gökçe'm!" diyerek çocuğa doğru güleç bir yüzle yaklaşarak onu kucağına aldığında, minik kızın gerçekten morali bozulmuş görünüyordu. "Oldu işte sürprizin! Bak ne kadar şaşırdım gelmene!"

 

Karan, çocuğun keyfini yerine getirmek için çabalarken küçük kız "Gerçekten mi?" diye sordu, hala üzgün ama bu kez neşelenmeye yatkın bir tonda.

 

"Evet!" dedi Karan uzatarak, onu ilk defa bu kadar neşeli ve güleç görüyordum. "Gerçekten," deyip kızın ardından kadına baktı. "Büyük ve habersiz bir sürpriz oldu."

 

Üzerimde hissettiğim bakışlara döndüğümde, kadın Karan'ın imasını umursamadan, tek kaşını kaldırmış bana bakıyordu. Buna anlam veremesemde, onun kadar ters bakışlarla karşılık vermekten geri durmadım. "Karan," dedi bana bakarak. "Bu kadın kim ve bu saatte burada ne işi var?"

 

Dudaklarımdan "Hah," diye bir nida dökülürken gözlerim Karan'a ve dolayısıyla kucağında tuttuğu dört beş yaşlarındaki kıza kaydı. Küçük kız, şimdi kendi derdini unutmuş, büyük gözleriyle beni izliyordu ve dayanamayacağım kadar tatlı görünüyordu.

 

"Sen kimsin?" Diye bana sorduğunda, ses tonundaki merak ve çekingenlik, kadının tavrına rağmen beni hafifçe gülümsetti.

 

"Uğru ben," dedim, benimkine benzeyen ela gözlerine bakarak. "Asıl sen kimsin? Eve hırsız gibi giriyordun, yoksa... bir hırsız mısın?"

 

Kıkırdayıp, "Hırsız değilim," dediğinde, kadın hafifçe boğazını temizledi.

 

Gözlerimi ona çevirdiğimde "Bir soru sordum," dedi bana bakarak. Bende onun yaptığı gibi "Evet Karan," dedim kadına bakarak. "Bir soru sordu, cevap ver."

 

Karan bir şey demeden salonda "Baba!" diye bir çığlık duyuldu. Karan kucağında hareketlenen küçük kızı yere indirdiğinde, kız koşarak kapıdan içeri giren Cihan'ın boynuna atladı.

 

Dudaklarım aralanırken, ilk defa Cihan'ın güldüğünü gördüm. Dolu dolu "Aşkım!" diyerek, küçük kızı kucakladığında oldukça şaşkındım. Ne bir çocuğu olduğunu ne de ona bu denli sevecen yaklaşabileceğini düşünürdüm.

 

"Seni çok özledim baba!"

 

"Bende aşkım benim," deyip yürürken çocuğun boynundan öperek kokladı onu. "Burnumda tüttün."

 

"Biliyor musun ben ata bindim!" Diye heyecanla konuştuğunda, Cihan, kızının yüzünü kendi yüz hizasına getirip "Öyle mi?" diye sordu genişçe gülümseyerek. Kız hızlıca başını aşağı yukarı sallarken "Hemde beyazdı!" diye devam etti.

 

Cihan yanımıza geldiğinde gözlerindeki parıldamaya daha yakından şahit oldum. Kızını dinlerken, Karan'ın yanına doğru yürüyen kadına yaklaştı. Aralarındaki mesafeyi kapatıp sol koluyla kadının belinden tuttu ve saçlarının arasından öptü.

 

"Haber vermedin," diye sessizce konuştuğunda kadının gözleri beni buldu.

 

"Sende," diye mırıldandığında Cihan bana doğru baktı.

 

"Sürpriz yaptık baba!"

 

"Çok iyi yaptınız babacığım."

 

O kadar şaşkındımki. Bu nasıl olabilirdi aklım almıyordu. Bu adam bana bir pislik gibi davranırken onlara karşı nasıl bu kadar iyi olabiliyordu? Tamam kızı ve eşi olabilirdi ama bu adamın, mizacına bile tersti gördüklerim. Benim gözümde o; asla gülmeyen, sevgi nedir bilmeyen, insanlıktan bihaber bir dağ ayısıydı.

 

"Kim bu kadın?" Diye sordu bu kez daha sakin bir tonda. Gözlerimi kısıp onları izlerken bir adım yanlarında duran Karan'da benim gibi sessizdi.

 

Kadın bir cevap beklerken, "Kardeşim." dedi daha önce duymadığım bir tonda.

 

Sesi şefkat doluydu ve ben bu tonu ondan ilk defa duyuyordum. Sanki yıllardır karşısındaki kadına bunu söyleyeceği günü hayal etmiş gibi bir andı ve kadın içinde bir farkı yoktu. Önce sert bakan mizacı yumuşadı, ardından gerçek olup olmadığını sorgulayan gözleri beni buldu. "Na-nasıl?" diye sorup tekrar Cihan'a baktı ve fısıldayarak sordu. "O... Günce mi?"

 

Gözleri yorgunca parlarken, başını salladı hafifçe Cihan. Yüzündeki ufak tebessüm ne içindi? Bu zamana kadar bana bok gibi davranan bu adam şimdi ona bu haberi verirken neden içten içe sevinmiş görünüyordu? Az önceye kadar beni bir kaşık suda boğmak için deliren bu herif şu an öyle içten görünüyordu ki, tüm yaşananlar olmasa onun sevincini paylaştığı bu ana inanabilirdim.

 

Kadın ellerini dudaklarında birleştirip bana baktı ve sonra, dolu gözleriyle gülümsedi. "İnanamıyorum," diye fısıldayıp yanıma doğru yaklaştığında bir adım geriledim ama umursamadı ve omzumdan çekip bana sarıldı. "İnanamıyorum yaşıyorsun..!"

 

Kaşlarımı hafifçe çatıp geriye çekildiğimde, bunu umursamadı ve eliyle yüzüne düşen birkaç damla yaşı sildi. Gülerek Cihan'a baktı, sonra yine bana döndü. Hâlâ inanamıyor gibiydi. Göz devirmemek için zor duruyordum. O kadar sahte geliyorlardı ki katlanamayacak gibi hissettim.

 

"Baba," diyen küçük kıza baktım göz ucuyla. Cihan'ın kulağına yaklaşıp, "O halam değil!" diye fısıldadı önemli bir şey söyler gibi. "Adı Uru'ymuş."

 

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdığımda, yanındaki Karan güldü ve başını iki yana salladı.

 

"Kendine öyle diyor ama o Günce, senin halan." diye kucağındaki çocuğa açıkladığında bu kez göz devirdim ama onlardan da çekmedim bakışlarımı. Kızın tepkisini merak ediyordum, çünkü şu eve geldiğimden beri beni de ilk kez gülümseten oydu.

 

İlk önce gözlerini kocaman açtı, sonra bana doğru baktı. Tepki vermeden durmaya çalışsamda bu çok zordu. Minik kız tekrar Cihan'a baktığında yavaşça büyüyen gülüşünü gördüm. Birden "Olleyy!" diye bağırdı. "Halam geldi sonunda, halam geldi!"

 

Cihan'ın kucağından yere inmek istediğini belirten şekilde hareket ettiğinde, Cihan onu tutmadı ve yere bıraktı. "Yaşasın!" Diye bağırıp, bana doğru koşarak geldiğinde bir anlık panikledim ama minik kollarını bacaklarıma doladığında, ona istediğini vereceğimi biliyordum. Çünkü ben, hiçbir çocuğun hayallerini yıkmayacağıma dair kendime bir söz vermiştim. Bu ev benim kabusum olsa bile bu çocuğun yanında rüyadaymışım gibi yapabilirdim.

 

"Geldin sonunda," deyip bacaklarımı bırakmadan başını yukarı kaldırdı. "Hep seni bekledim."

 

"Öyle mi?" Diye sorduğumda "Hı hı." diye mırıldandı bana aşağıdan bakarak baş sallarken.

 

Bu tatlılığına gülmeden edemedim ve onun bacaklarımda duran ellerini tutup kendimden uzaklaştırdım. Hemen yanımızda duran koltuğa oturtup "Gel bakalım," deyip ellerimi uzattım. Kollarının altından tutup onu kucağıma aldığımda izlendiğimi bilsem bile umursamadım ve bu boktan zamanımı güzelleştirecek olan meleğe sordum. "Anlat bana, ne kadar bekledin bakalım beni?"

 

Kollarını kocaman açıp "Bu kadar," dedi ama sonra az gelmiş olacak ki Cihan'a bakıp onu inceledi. "Hatta babamın kolları kadar!"

 

"Yaa," diye mırıldandığımda "Hı hı." yaptı yine.

 

"Bu kadar beklendiğimi bilsem," deyip kulağına yaklaştım. "Senin için daha erken gelirdim."

 

Neşeyle kıkırdayıp ellerini birleştirdi ve annesine baktı. Tepemizde dikilen kadın kızına gülümserken içeriye diğerleri de girdi.

 

"Sedef," diyen Serhat Bey'in sesini duydum. "Siz bugün mü gelecektiniz?"

 

"Sürpriz yapalım dedik ama," deyip gülerek hafifçe omuz silkti. "Bize sürpriz oldu."

 

"Bal böceğim mi gelmiş?" Diyerek yanımıza gelen Baran, Gökçe'ye uzandı ama o kollarını benim boynuma dolayıp başını göğsüme yasladı.

 

"Ben halamı bırakmam," dediğinde dudaklarımı yaladım gülüşümü gizlemek için. Herkesin içinde sevgi yumağına dönüşmek gibi bir niyetim yoktu ama çocuklara zaafım vardı. Üstelik bu bücür o kadar güzel ve şirindi ki, kendimi tutamıyordum.

 

"Bak sen?" Diyerek yanıma oturdu Baran. Yakınlığı beni rahatsız ederken hafifçe yana kaydığımda, bunun gözünden kaçmadığını gördüm ama bozuntuya vermeden devam etti. "Pabucumuz dama mı atıldı yoksa?"

 

"Hayır ama..."

 

"Aması ne küçük velet?" Diye konuşan hemen yandaki geniş koltuğa oturan Kaya oldu. "Satmışsın işte bizi!"

 

"Asya anne," diye mırıldanarak olduğu yerden ayrılan Sedef'i takip etti bakışlarım. Baran ve Kaya konuşmaya devam ederken, arka tarafa doğru baktım ve Sedef'in, Asya'ya sarıldığı gördüm. "Kavuştun kızına."

 

"Hala," diyen miniğe çevirdim bakışlarımı. Aklım arkadaki konuşmada kalsada dikkatimi ona vermeye çalıştım. "Sen en çok Baran amcamı mı seviyorsun yoksa Kaya amcamı mı?"

 

Gökçe'nin sorusundan sonra yanımda oturan Baran'ın bakışları üzerime değdi. Bakmasamda Kaya'nın da kaçamak bakışlarını hissedebiliyordum. Merak ediyor gibiydiler ama onlara bir cevabım yoktu çünkü ikisinide sevmiyordum. "Önce sen söyle," dedim soruyu ona çevirerek. "Sence hangisi?"

 

Yüksek ihtimal yanımızda oldukları için bir cevap veremeyecekti ve bende ona bir cevap vermek zorunda kalmayacaktım. Minik parmaklarını çenesine değdirip gözlerini yukarı doğru kaldırdırdı ve "Imm," diye mırıldandı.

 

"Çok düşündün bücür," dedi Kaya eliyle kızın belinden gıdıklayarak. Gökçe yerinde gülerek kıpırdandı ve "Tamam tamam," dedi durması için. Kaya elini ondan çektiğinde Gökçe'nin muzır ifadesini gördüm. Bana bakıp "Artık halam," deyip boynuma sarıldığında keyifle gülümsedim. Çocuklara karşı albenim olduğu bir gerçekti.

 

"Şımarık velet," deyip oturduğu yerde geriye yaslanan Kaya'nın yüzü memnuniyetsizdi ama yanımda oturan Baran bize bakıp gülümsedi.

 

Gözlerimi diğerlerinde gezdirdim ve yerimde rahatsızca kıpırdandım. Karan, Cihan ve onların yanında ayakta bekleyen Serhat Bey bizi izliyordu. Gökçe'nin beni sevmesi ve benim de onu sevmem, onların hoşlarına gitmiş gibi görünüyordu ama onların yanında duygularımı göstermek, beni içten içe huzursuz etmişti. Sanki kendimi açmışım ve beni görüyorlarmış gibiydi.

 

"Biliyor musun?" heyecanla doğrulup gülerek konuşan çocuğa çevirdim gözlerimi. "Babam benim adımı seninkine benzesin diye Gökçe koymuş." Dediğinde kaşlarımı kaldırdım hafifçe. "Evet! Hem bana dedi ki-"

 

"Gökçe," diyen annesine döndü bakışları. "Hadi gel, biz biraz dinlenelim."

 

"Ama anne,"

 

"Hadi kızım," deyip koltuğun yanına geldi. Gökçe başını hayır anlamında sallayıp bana sarıldı ve "Ben halamla uyuyacağım." dedi.

 

"Hayır olmaz," dedi Sedef kızmadan ama net bir tonda. "Hem halan da yorgun görünüyor bak."

 

Başını kaldırıp bana baktı ve "Olmaz mı?" diye sordu asla hayır diyemeyeceğim bir tonda. Ama bunu isteyip istemediğime emin değildim. Daha önce bir çocukla uyumamıştım ve bir sorun olursa o ruh hastası babasıyla uğraşamazdım.

 

Ben ne diyeceğimi düşünürken Cihan, "Sen babayı özlemedin mi hiç?" diye sordu. "Bu gece beraber uyuruz diye düşünmüştüm."

 

Gözleri Cihan ve benim üzerimde gidip gelirken "Biz daha sonra uyuruz," dedim, şimdilik kabul etse yeterliydi, unutur giderdi. "Tamam mı?"

 

"Söz mü?" Diye sordu gözlerini kocaman açarak. Hafifçe gülümseyerek başımı salladığımda "Olleyy!" diye sevinip yanaklarımdan öptü ve kollarını annesine doğru uzattı. Onlar salonun çıkışına doğru yürürken "Halam benimle uyuyacağına söz verdi..." diye annesine anlatıyordu. Bu bücür bunu unutmayacak gibiydi.

 

"Kıza bak," deyip bacağına vurdu Kaya. "Resmen bizi unuttu!"

 

"Öyle oldu," deyip geriye yaslandı Baran.

 

"Çocuklar sever beni," deyip bacak bacak üstüne attığımda kıstığı gözleri bana döndü Kaya'nın.

 

"Senin gibi nemrutu kim sevsin?" Diye sorduğunda dudaklarımdan hah diye bir nida döküldü.

 

"Sen o güzel kafanı yorma," dedim ellerimi birleştirip karnıma yaslayarak. "Sevenim çoktur benim."

 

İnsanların bana olan ilgisi yadsınamazdı ama sevgi, söz konusu değildi. Yinede onun yanında bozuntuya verecek değildim.

 

"Öyle öyle," diyen Karan'a çevirdim gözlerimi. Kaya'nın olduğu koltuğa doğru gelip yanına oturdu. "Durum ne olursa olsun, vazgeçmeyecek cinsten sevgiler..."

 

İmasını anlamamak elde değildi. O gün, Sungur'un bana olan ilgisini fark etmiş olmalıydı. Üstelik onun sevgilim olduğunu söylememe rağmen gitmemiş olması da ona garip gelmişti. Şu durumda bunu söylemesi ne kadar doğruydu bilmiyorum ama cevap vermedim, sadece gözlerimi kıstım hafifçe.

 

"Neden bahsediyorsun?" Diye sordu Baran. Gözlerim Serhat Bey'le konuşarak uzaklaşan Cihan'ı bulduğunda, beraber bahçe kapısından dışarı çıktıklarını gördüm. Çok geçmeden Asya'da onların peşinden ilerledi. Kapıyı çekmeden önce bakışlarımız kesişince bana gülümsedi ve kapıyı örtüp yanlarına doğru yürüdü. Bahçedeki verandaya doğru ilerlediler.

 

Gözlerimi onlardan çektim ve "O çocuktan bahsediyorum," diyen Karan'a çevirdim.

 

"Ağzını yüzünü kıran mı?"

 

Baran'ın sorusuna gözlerini kısarak cevap verdi. "Ağzını yüzünü kırdığım." dediğinde güldüm. Konuşulan konu gerçekten bu mu olacaktı? "Ne gülüyorsun? Yalan mı?"

 

"Ben olmasaydım görürdün yalan mı değil mi?" Diye konuştum. "Hatırlatırım, bıçağı sana takmasını ben engelledim."

 

Yanımda oturan Baran hafifçe doğrulup, "Ne bıçağı?" Diye sorduğunda, Karan'ın bu detayı vermediğini anlamış oldum.

 

"Bir şey yok abi," dedi gerilmesin diye. "Çıkarttı falan ama mevzu geçmedi."

 

Karan'dan bakışlarını çekip bana yöneldi bu seferde. "Böyleleriyle mi geziyorsun sen?" diye sorduğunda ona baktım hayretle.

 

"Onlardan biri de benim, unuttun mu?" Diye sordum ve gözlerimi ondan çekip ayağa kalktım. "Yatacağım ben," dedim. "Bu defa rahatsız etmeyin."

 

"Sonra da kaç değil mi?" diye soran Baran'a göz devirdim ve "Ciddiyim," dedim. "Sadece yatacağım, yanıma falan gelip canımı sıkmayın."

 

"Tamam," dedi anlamsız bir tavırla. "İyi geceler."

 

Yanlarından gideceğim sırada bahçedeki kargaşaya gözüm takıldı. Daha doğrusu bir kargaşadan ziyade, nizami bir dizilimle verandanın önünde bekleyen adamlardı gördüğüm. Kaşlarımı çatıp "Ne oluyor?" diye sorduğumda Baran cevap verdi.

 

"Bedelini ödüyorlar."

 

"Anlamadım?"

 

"Anlamayacak bir şey yok," dedi onlara bakarak. "İşlerini yapmamanın bedelini ödeyecekler."

 

Güldüm, "Herifler işlerini yapıyorlardı." Bana baktığında omuz silktim. "Açık vardı, yani eksik adam ve yetersiz bölge kontrolü. Anladın mı?"

 

"Bunu ayarlamak onların işi," dedi gözlerinde gördüğüm öfkeyle, bu konuya gerçekten sinirlenmiş olmalıydı. "Beceremeyeceklerse var olmalarının bir anlamı yok."

 

Ona bir şey demedim. Gözlerimi bahçeye çevirdiğimde Cihan'ın adamlardan birinin ensesini sertçe yakalamış, korkutucu görünen bir ifadeyle konuştuğunu gördüm. Az önce kızının yanındaki adamla bu adamın arasında dağlar kadar fark vardı ve ben kendime bir kez daha tetikte olmam gerektiğini hatırlatarak ordan uzaklaştım.

 

 

Gece saat iki sularıydı ve ben hâlâ uyuyamamıştım. Uyku deli gibi gözlerimden akarken, yorgunluğum artık sırtıma ağrı girmesine sebep oluyordu. Oturduğum koltukta öne doğru eğildim ve dirseklerimi dizlerime dayayıp, ellerimi bacaklarımın arasında serbest bıraktım.

 

"Sikeyim böyle işi," diye mırıldanıp elimde tuttuğum sigaradan bir nefes aldım. Dumanını yere doğru üflerken, sehpanın üzerine bıraktığım minik sukulent saksısına külünü döktüm. Odada küllük bulamayınca bitkinin dışının güzel gözükmesi için olan saksıyı çıkartıp, camın önüne plastik saksısıyla geri koymuştum.

 

Sigarayı tekrar dudaklarıma götürdüğümde kapı tıklatıldı. Bıkkınca dumanı dışarı üfledikten sonra, "Kimsin?" diye konuştum.

 

"Benim, Asya," gözlerimi kapattım. "Girebilir miyim?"

 

Ne kadar istemesemde, "Gel," dediğimde içeri girdi. Ona sorarcasına baktığımda önce açık bıraktığım pencereye, sonra da elimde duran sigaraya ve küllüğe çevirdiğim minik saksıya baktı.

 

"Çok serin olmuş," deyip kapıyı kapattığında "İyi böyle," diyerek sigarayı dudaklarıma götürdüm.

 

"Dün hastaydın," deyip pencereye yöneldi. "Ateşin çok yüksekti, tam iyileşmemişsindir." Pencereyi kapattığında burnumdan bir soluk verdim. "Doktor takviye ilaç almanı söyledi. Hatta ben sabah senin için aldırmıştım, bekle getireyim."

 

Benim için ilaç aldırmasını es geçtim,

hayır geçemedim.

 

"İstemiyorum," dedim ve geriye yaslanıp, bir bacağımı koltuğa çıkarttım. "Sen niye geldin, bu saatte?"

 

"Işığı açık görünce," dediğinde son bir nefes daha çekip, üfledim ve ona bakarak sigarayı saksının içinde söndürdüm. "Belki konuşuruz dedim."

 

"Ne konuşacağız ki biz seninle?" Diye sorup omuz silktim. "Beni nasıl köşeye sıkıştırıp buraya getirdiğinizi mi konuşacağız? Ne konuşacağız?"

 

Yaklaştı ve yanımda kalan boş yere oturdu. Bir şey demeden ona baktım. Asya, zarif ve güzel bir kadındı. Çok uzun olmasada kısa sayılmayacak bir boyu vardı. Saçlarının aralarında yer yer beyazlıklar vardı ve yakından bakınca yüzündeki ufak tefek kırışıklar fark ediliyordu. Yaşlı görünmüyordu ama gözleri yorgundu.

 

"Bir yanlış ancak bu kadar doğru olabilir." Deyip burukça gülümsedi. "Yaptığımız doğru değil ama senin bu evde olman, asıl olması gereken."

 

"Onca yıl sonra değil."

 

"Onca yıl sonra değil..." diye beni tekrar ettiğinde gözleri yerde oyalandı, sonra bana baktı. "Bende isterdim, bu evde büyümeni ve misafir gibi kenara çekilmemeni ama olmadı."

 

Gözlerimi ondan çekip, sehpanın üzerinde duran sigaralara çevirdim. "Konuşmak istemiyorum," dedim sadece.

 

"Seni görüyorum kızım," dedi eliyle saçlarıma uzanarak. Omzumun üzerindeki saçlarımı hafifçe geriye çekerken, elimle onu uzaklaştırdım. "Korktuğunu görüyorum." dediğinde ona baktım, ve burnumun sızladığını hissettim. "Güvenmek istemiyorsun, kırılmaktan korkuyorsun. Kendi dünyanın içinde bir şekilde yaşıyorsun ve düzeninin bozulmasını istemiyorsun. Belki her şeyin daha kötüye gidebileceğini düşünüyorsun ve niye bilmiyorum ama mutlu olabileceğine ihtimal vermiyorsun."

 

Mutlu olamayacağımı, biliyorum.

 

Bu zamana kadar güvenmek istediğim herkes bir şekilde kalbimi kırmayı başarmıştı. Kendim için bir kalkan ördükten sonra insanlar belki canımı fiziksel anlamda yakmayı başardı ama kimse kalbimi kıramadı. Şimdiyse, beni sadece bakışlarıyla bile alt edebilcek insanlar her yanımı sarmıştı ve ben onlardan kurtulmaya çalıştıkça; bana, kabuğumu acıta acıta soyacaklarını söylüyorlardı. Belki düşledikleri o kabuğun içine girip bana sarılmaktı ama bunu yaparken beni kanatarak yok ettiklerini görmüyorlardı.

 

"Mutlu olmak istemiyorumdur belki." Deyip burukça gülümsedim. "Belki sadece kendi halimde yaşamak istiyorumdur." Ve gülüşüme öfke karıştı. "Belki sadece özgürce, istediğim gibi yaşamak istiyorumdur."

 

Başını iki yana salladı ve acımasızca konuştu. "Sevgiden mahrumsun." Gözlerimi kapatıp başımı çevirdim ve sonra, "Çık odadan," diye konuşup gözlerimi araladım. "Sevgiyi tatmamış bir kalple yaşıyorsun ve buna öfkelisin. Kızım, sen öfkeye tutsaksın, özgür olamazsın." Gözlerimi kapattım, ağzımı açıp konuşmak istedim ama beceremedim. "Bizden alamadığın sevginin hıncı, bize olan öfken... Hep bir gölge gibi dolanıp duracak peşinden. Sen gittiğin her yerde, her zaman bize düşman," deyip yavaşça ekledi. "Ve kırgın, kalbi yorulmuş bir çocuk," elini varla yok arası saçlarıma değdirdi. "Güvensiz bir kadın olacaksın."

 

Güvenmeye dilenci olan bir çocuktan, güvenmeye küskün bir kadına dönüşmekti tam da bu. Acıta acıta evrilmiştim. Oysa eskiden birilerine güvenmek, sırtımı dayamak isterdim. Sonra bunun insanın kurduğu bir hayal olduğunu öğrendim, büyüdüm.

 

"Canın yansın diye konuşmuyorum bunları." Dediğinde gözlerimi açtım ama ona dönmedim. "Bize güven diye söylüyorum. Çünkü, bazen sırtındaki yükleri senin için taşıyacak insanlar ararsın, biraz soluklanır devam edersin hayatına. Öyle her insanı bulamazsın, ama ailen her daim elini uzatır. Ne yaşamış olursan ol, ne yaşayacak olursak olalım her zaman; kızgın olsakta, öfkeli, kırgın, dargın olsakta biz bir aileyiz ve destek gerektiğinde ordayız. Bu zamana kadar sana bunu veremesekte artık varız ve üzgünüm, kızım, ne kadar itersen it, gitmeyiz. Çünkü aile demek bu demek. Uzun seneler ayrı kalsakta aile demek, ne yaşanırsa yaşansın yanında olmak demek." Elini koluma getirip ona bakmamı sağladı. "Biz, artık burdayız." Elini kolumdan saçlarıma çıkartıp geriye itti yavaşça. "Yeri gelir kızsak, bağırsak, kavga etsek bile hiç bırakmayız." Başını salladı ve burukça gülümsedi. "Öyle görmesende biz bir aileyiz ve sen, artık yalnız değilsin."

 

Sözleri canımı yakıyordu. İçimdeki çocuk ona güvenmek için can atıyordu ama ben hayal kırıklığına uğrayabilecek hiçbir ihtimali istemiyordum. Cılız bir sesle, "Yeter," deyip başımı iki yana salladım. "Bunları duymak istemiyorum."

 

"Duymak istemediğin şeyler, gerçekler, kızım." Deyip ellerini kucağına çekti. "İnan ya da inanma, bir gün anlayacaksın. Anlaman için her şeyi yapacağım."

 

Keşke, doğru olabilme ihtimali olsaydı.

 

"Üzgünüm," deyip başımı hafifçe iki yana salladım. "Kendine yetmeyi öğrenmiş birine, aile olamazsın Asya."

 

Sadece bu da değildi. Aile denilen içi boş kavrama da pek inancım yoktu. Çünkü yurtta sadece yetimler değil, ailesi olanlarda vardı ve insanın ailesinin bile neler yapabileceğini çok net görmüştüm.

 

"Üstelik," deyip bu konuyla ilgili zihnime dolan bir şeyi söyledim. "Küçükken bir kız bana 'Aile, asla kurtulamadığın cehennemin.' demişti, yaşadıklarını iyi biliyorum. Ailene bile güvenmemen gerektiğini, biliyorum." Dedim, o güven zırvalıkları için. Çünkü Uğur unutsa, Uğru unutmazdı. "O yüzden boşuna çabalama, hiçbir şeyi değiştiremeyeceksin."

 

Asya sessiz kaldı. Çünkü tavırlarımdan, susması gerektiğini anladı. Konuşursa bir şeyler bu kadar sakin devam etmeyecekti ve bu, odadaki gerginlikten bariz belliydi.

 

Başını hafifçe sallayarak beni onayladıktan sonra ayağa kalktı ve "Yoruldun, biraz uyu," dedi. Odadan çıkmadan önce, bana baktı, "İyi geceler kızım." deyip, kapıyı kapattı.

 

Avuçlarımı yüzüme bastırıp bacaklarıma doğru eğildim ve sesli bir soluk bıraktım. Yüzümdeki ellerimi saçlarıma doğru çıkartıp onları geriye attıktan sonra gözlerimi odada gezdirdim. Tüm olanlar, bu konuşma, hepsi o kadar ağır geliyorduki artık, bir yerde patlak vereceğimi hissediyordum. Bitik bir halde geriye yaslandım, başımı koltuğun sırt kısma koyup tavanı izlerken sessizce mırıldandım. "Ben ne yapacağım..?"

 

 

Sabah gözlerimi araladığımda yüzümü buruşturarak yatakta doğruldum. Elimle gözlerimi ovarken, gelen ışıktan dolayı, odanın üç tane pencereli olmasına söverek ayağa kalktım ve yatağın hemen sağındaki pencereyi açıp içeriye hava girmesini sağladım.

 

Kendi odamda uyanmamanın gerginliği üzerimdeyken odadaki lavaboya girip elimi yüzümü yıkadıktan sonra içeri geçtim. Yatağın yanındaki telefonumdan saate baktığımda sabah yedi olduğunu gördüm ve yalnızca üç saat uyuduğumu anladım. Telefonu yatağa fırlatıp gergince nefesimi dışarı bıraktım. Şu an o kadar burda olmak istemiyordum ki buna sebep olan Tuna'yı kendi ellerimle öldürmek geçiyordu içimden.

 

Etrafta gezdirdiğim gözlerim, dün gece sehpanın üzerine bıraktığım sigaralara odaklandığında bir tane aldım ve açık bıraktığım pencerenin önüne geldim. Sigarayı yaktıktan sonra kollarımı pervaza dayayıp aşağıyı izlemeye başladım. Gözüme ilk çarpan, zincirinden tuttuğu dobermanı seven Baran oldu. Eğildiği yerden doğrulup başını kaldırdığında göz göze geldik. Elini kaldırıp el salladığında göz devirip orta parmağımı gösterdim.

 

Bana uzaktı ama güldüğü görebiliyordum. Elindeki köpek hareket ettiğinde, bakışlarını ona çevirdi ve yürümeye başladı. Onun arkasında kalan bakışlarımı çektim ve etrafta gezdirdim. Fark ettiğim ilk farklılık artan adam sayısı olmuştu. İkinci farklılık ise olduğum pencerenin altında duran iki adamdı.

 

Tekrar kaçma ihtimalime karşı aldıkları bu önlem canımı sıktı. Kendimi esir gibi hissetmek bu dünyada ölesiye nefret ettiğim şeylerden biriydi. Başka insanların istediklerine göre yaşamak beni çileden çıkartıyordu. Bu gibi şeylere devam ederlerse sonu herkes için kötü olacaktı çünkü ben bir yerde patlayacağımı biliyordum.

 

Biten sigarayı parmaklarımın ucundan yere doğru fırlattığımda, düşen sigarayı gören korumalardan biri bana doğru baktı. Sıfıra vurulmuş tıraşlı saçı, buz mavisi gözleri ve sol kaşındaki çizik; kaşlarımı hafifçe çatmama sebep oldu. Bu adamı bir yerde gördüğüme emindim. Adam yüzümde oyalanmadan, başıyla selam verip kafasını çevirdi ve yere attığım çöpü ayağının ucuyla ezdi. Üşüdüğümü hissedip pencereyi kapattığımda, zihnimin içi bu adamı nerde gördüğümü sorguluyordu.

 

Kendi kendime düşünürken, dün gece dolapta bulduğum pijamayı üzerimden çıkarttım. Dolabın içi silme dolu olsada kendi kıyafetlerimi giyindim ve eşyalarımı alıp odadan çıktım. Az önce gördüğüm adamı nerede gördüğümü hatırlamaya çalışırken, çıktığım odanın yanındaki kapı açıldı.

 

İçeriden üstsüz bir şekilde çıkan Karan kaşlarımı çatmama sebep oldu. Beni gördüğünde genişçe gülümseyip, "Günaydın," dedi ve içerinin ışığını kapattı. Çıktığı yer kattaki lavaboydu.

 

"Böyle mi dolaşıyorsun sen evde?" Diye gözlerimi kısarak konuştuğumda bakışlarını kendi vücuduna çevirdi.

 

"Bazen evet," deyip elinde tuttuğu siyah, uzun kollu badiyi üzerine geçirdi. Vücudunu saran badi tüm kaslarını belli ederken; badinin uçlarını, koyu mavi kotunun üzerine bıraktı. "Senin için dikkat ederim."

 

Rahatsız olduğumu düşünmüştü, ki olmuştum, ama rahatsız olmaktan ziyade, yanımda bu denli rahat olmamalarını bilmesini istedim. Çünkü o samimiyeti kurmak istemiyordum ve onlara da bunu vermeyecektim. Yanımdayken rahat olmalarını değil aksine diken üstünde olmalarını istiyordum. Aramızda normalleşecek herhangi bir şeye tahammülüm yoktu. Onlara her anlamda olabildiğince uzak olmalıydım çünkü en doğrusu buydu.

 

"İyi edersin," deyip yanından geçtiğimde homurdandığı duydum. "Bir şey mi dedin?"

 

Arkamdan gelirken, "Bu kadar ters olma, bünyene zarar diyorum." dediğinde güldüm.

 

"Kafanı yorma sen." Dediğimde bir süre sessiz kaldıktan sonra bir soru sordu.

 

"Bugün dışarı çıkalım mı?"

 

Aptalca bir soru.

 

"Af buyur?" deyip omzumun üstünden ona baktığımda, bana beklentiyle bakıyordu.

 

Başımı iki yana sallayıp önüme döndüğümde, "Seveceğini düşündüğüm bir yere götürmek istiyorum seni," dedi.

 

"Hayır," dedim düşünmeden. Bu herif cidden akıllanmazdı. Neye güvenerek bu soruyu soruyordu gerçekten anlam veremiyordum.

 

"Günce," dediğinde olduğum yerde durdum ve ona döndüm.

 

"Bak Karan," dedim sert bir tonda. "İsmim Uğru, bunu o kafana iyice yaz çünkü bana sürekli Günce diyerek beni deli ediyorsun." Dudaklarını aralayıp cevap verecekken devam ettim. "Ayrıca hangi akla hizmet bana böyle bir soru soruyorsun onu da anlamış değilim. Burda olmaktan rahatsız olduğumu, sizinle tek bir dakikamın bile geçmesini istemediğimi bilmene rağmen; aptal gibi bana, dışarı çıkalım mı diye soruyorsun. Gerçekten artık beni çıldırtmak için bilerek yaptığını düşünüyorum."

 

"Şansımı deniyorum,"

 

"Deneme, çünkü yok." Deyip başımı iki yana salladım. "Çünkü, yoksun."

 

Gözlerinin içindeki kırılmayı gördüm. Çenesini sıkıp, ağırca başını salladığında ona arkamı dönüp yürümeye devam ettim. Kalpsizsin. Peşimden gelen ayak seslerini duyuyordum ama artık sessizdi. Merdivenlerden beraberce inerken, aşağıdan gelen sesler Gökçe'nin uyanık olduğunu gösteriyordu. Neşeli kahkahası kulaklarıma doldu, hafifçe gülümsedim. Kalpsiz değilim, hâlâ.

 

Salona girdiğimde, Kaya ve Baran hariç hepsinin burada olduğunu gördüm. Gözlerim babasının kucağında oturmuş, ona neşeyle bir şeyler anlatan Gökçe'yi bulduğunda, eş zamanlı olarak o da beni gördü. "Halam uyanmış!" Diye bağırıp, Cihan'ın kucağından indiğinde diğerleri de beni fark etti. Gökçe bana doğru "Halacığım..!" diye koşarak gelirken hafifçe eğildim ve uzattığı kollarının altından kavrayarak onu kucağıma aldım.

 

"Halacığım mı?" Diye mırıldandığımda, "Hı hı," deyip başını salladı ve "Bugün beraber uyur muyuz?" diye sordu merakla. Anlaşılan unutmamıştı ve unutmaya da niyeti yoktu.

 

Ben ne desem diye düşünürken yanımda duran Karan, kollarını Gökçe'ye uzattı ve "Biraz bana gel bakalım," deyip kollarının altından tuttu. "Kocaman oldun, halanın belini ağrıtacaksın."

 

"Ağrıtmam," deyip, Karan onu almasın diye benim omuzlarımdan tuttu sıkıca. "Ağrıtıyor muyum?"

 

"Hayır," dedim bana sorduğu soruya ithafen. Sonra da hafifçe kenara çekilip "Bırak çocuğu," dedim Karan'a bakarak. "Biz halimizden memnunuz."

 

"Ben senin için söyledim," dediğinde, bu yalandan düşünceli hallerinden dolayı, nefesimi seslice dışarı bırakıp "Düşünme sen beni," dedim. "Kendi işine bak."

 

"Evet amca," dedi Gökçe. "Kendi işine bak."

 

Karan'ın dudakları şaşkınlıkla aralanırken, "Şuna bak ya," diyen kişiye döndü bakışlarım. Kaya salondan içeri girmiş buraya doğru adımlıyordu "Çocuğu da kendine benzetti iki günde."

 

"Sana mı benzesin isterdin amcası?" Diye sordum keyifle gülerken. Onun bu duruma bozulduğunu bildiğim için biraz daha uğraşmak istedim. "Huysuz mu olsaydı? Gıcık? Sinir bozucu? Ya da... ukala?"

 

"Bana bak," deyip sinirle bana doğru bir adım attığında tek kaşımı kaldırdım.

 

Gülerek, "Baktım," dediğimde iyice deli oldu ama yaptığı tek şey dişlerini sıkmak oldu. Dudaklarımı yalayıp, "Bu ailenin içi boş tehditleri ne zaman bitecek dersin Gökçe?" diye sordum. "Hayır bilelim, bilelimde ona göre hareket edelim."

 

Ben konuşmayı ne kadar tiye alsamda aynısı Kaya için geçerli değildi. Sinirle güldü ve "Herkesin sabrının son noktasındasın," dedi başını sallayarak. İleriden Serhat Bey "Kaya," diye uyardı onu ama devam etti. "O boş tehdit dediğin cümleler gerçekleştiğinde böyle gülebilecek misin merak ediyorum."

 

"Kim yapacak onu?" Diye sordum ve onu küçümsediğimi düşünmesi için baştan aşağı yavaşça süzerek, "Sen mi?" diye konuştum.

 

Benim alaylı gülüşüm, onunsa gözlerindeki öfke büyüdü. Onun öfkesini harlayan, belki benim gülüşümdü ama sebebi başkaydı, öfkesi zaten vardı. O an, Kaya'nın içindeki bana olan öfkenin sebebini merak ettim. Hiçbir şey yapmadığım bir insan, bana neden öfke doluydu? Belkide benim onlar yüzünden yaşadıklarıma olam öfkem gibi, onunda beni yüzümden yaşadıklarına ya da yaşayamadıklarına olan bir öfkesi vardı. Bilmiyordum ama bildiğim bir şey varsa o da benim yaşadıklarımla, onun benim yüzümden yaşamış oldukları kıyaslanamazdı.

 

"Yeter," dedikten sonra bize doğru gelen ayak seslerini duydum Asya'nın. "Sabah sabah tartışmayın." Deyip bana yaklaştı ve kucağımdaki Gökçe'yi aldı. "Yürüyün hadi, kahvaltı hazırdır. Baran'ı da çağırın gelsin."

 

Kaya'dan gözlerimi çektim ve Asya'nın peşinden ilerledim. En iyisi bir an önce şu kahvaltı faslını bitirip, bu evden çıkmaktı. Önce kendi evime gider güzel bir duş alırdım. Sonra da mekana geçer ve iş üstünde çalışırdım. En azından bir süre tüm yaşananları unutup kafamı dağıtır, buraya gelmek için kendimde güç bulurdum. Çünkü bu ev beni hem sönümlüyor hem de en ufak bir şeyde patlayacak bir mayına çeviriyordu. Buraya ancak öz irademi kontrol altına aldığıma emin olduktan sonra gelebilirdim ve ancak o zaman hepsiyle başa çıkabilirdim, başka yolu yoktu.

 

Yemek odasına geçtikten sonra masaya oturdum. Onlar yerleşirken gözlerim odanın bir kısmından sonra gelen ara duvara kaydı. Girişin hemen karşısındaki duvarda, iki kapılık bir boşluk vardı. Ardında ne olduğunu göremiyordum ama oranın da en az bir oda kadar büyük olduğu belliydi. Ev o kadar büyüktü ki, her yerden farklı bir giriş çıkış olduğuna emindim artık. Belkide bu evden kaçmak sandığım kadar meşakkatli değildi. Evin tüm mimarisini bilseydim, yüksek ihtimal bir kapıdan yürüyerek çıkıp, öyle kaçabilirdim. Belki, daha sonra bunu denerdim.

 

"Afiyet olsun," diyen Serhat Bey'e döndüm. Herkes yavaşça yemeğe başlarken, gözlerimi sofrada gezdirdim. Masanın bu denli dolu olması bile içimde onlara karşı bir öfkeye sebep oluyordu. Bir şey demeyecektim ama bu ziyan kanıma dokunuyordu. Şu yaşıma kadar, o kadar çok sefalete şahit olmuştum ki böyle bir bolluğun içinde olmak bile suçlu hissettiriyordu. Belki bir suç yoktu. Belki haksız bir kazançta yoktu ama bir yerlerde aç insanlar varken, doymaktan fazlasınını edinmek adil değildi.

 

Ses çıkarmadım. Tabağıma yakın olan birkaç kahvaltılıktan önüme bırakıp onlardan yemeye başladım: Biraz yumurta, peynir ve roka, bir parça da simit. Yaklaşık on beş dakika süren sessizliğim, tabaktakileri bitirince son buldu.

 

"Ben çıkıyorum," dediğimde kendi aralarında döndürdükleri iş muhabbetini kestiler ve Serhat Bey'in bakışları beni buldu.

 

"Nereye sabah sabah?" Diye sorduğunda sandalyeyi hafifçe geriye itip ayağa kalktım.

 

"İşim var," diyerek kestirip attım ama memnun olmadı. Oturduğum sandalyeyi yerine iterken "Ne işiymiş bu?" diye sordu.

 

"Akşama doğru gelirim," dedim sorusunu es geçerek.

 

"Sana ne işin olduğunu sordum," dediğinde sabrını korumaya çalıştığını fark ediyordum ama onun her sorduğuna cevap vermeyeceğimi bilmesi gerekiyordu.

 

"Bak," deyip iki elimle saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım ve bir adım attım. "Sen unutuyorsun ama, benim bir hayatım var. Artı olarak, bir özel hayatım da var. Yani, nereye gideceğimi söylemiyorsam, bilmeni istemiyorumdur. Ve bir şeyi bilmeni istemiyorsam eğer o şeyi benden asla öğrenemezsin."

 

Bir şey deyip konuyu uzatmasını istemediğim için kapıya doğru yürüdüm ama aklıma gelen şeyle, "Ha bu arada," deyip ona döndüm. "O si-" gözlerim direkt bana odaklanan Gökçe'ye takılınca, edeceğim küfrü yuttum ve devam ettim. "O tatlı adamlarını peşime takma sakın. Çünkü fark ederim ve fark edersem, anlaşma falan tanımam."

 

"Telefonunu açtığın sürece takip yok." dedi yeni bir kural ekleyerek.

 

Bende omuz silkerek, "Sürekli aramadığın sürece cevap veririm." dedim ve odadan çıktım.

 

Kabul ettiğim her şeyin bir karşılığı olacaktı. Dedikleri hiçbir şeyi olduğu gibi alamazdım. Çünkü o zaman hep daha fazlasını isteyecek ve yapmamı bekleyeceklerdi. Takip etmeme şartı, telefonunu açmamsa; evet açardım ama her telefonu da açmayacağımı görmeliydi. Kimsenin avucunun içine girmeye niyetim yoktu ve onlar ne kadar bunun için uğraşırsa, bende o kadar tersine çabalardım. Çünkü onların gözlerinde, bunun ucunu bırakırsam devam edeceklerini çok net görebiliyordum.

 

Oradan ayrıldıktan sonra ilk iş evime gittim. Uzun bir yolculuktan sonra nihayet olmak istediğim yere ulaşmıştım. Kendimi ait hissettiğim tek yerdi burası. Çünkü burayı kendim kurmuştum. Belki o ev gibi büyük ve gösterişli değildi ama senelerce başkalarıyla aynı odayı paylaşarak büyüyen biri için oldukça büyük bir lütuftu. Kimseye hesap vermeden yaşadığım, keyfim nasıl isterse öyle davrandığım, rahat hissettiğim ve misafir olmadığım o yerdi. Ve en önemlisi, burası benimdi.

 

Eve geçtikten sonra derin bir uyku çekmiştim. Dünün yorgunluğundan sonra tüm gece uyuyamamam, üstüne uyuduğumda da o uykudan defalarca uyanmam beni aptal gibi yapmıştı. Yolda gelirken uyumamak için kendimi zor tutmuştum. Daha kaç gece o evde uyumaya çalışacaktım bilmiyorum ama fazla olmayacağını hissediyordum. Aslında bu hissetmesemde belliydi çünkü o evde illaki benim canımı sıkacak bir şey olacaktı. Bir yerde işime de gelecekti çünkü ben bunu kullanıp o evden kurtulacaktım, ama... Olacak olan ne olursa olsun, bunun beni mahvedeceğini biliyordum. Ne kadar kabul etmek istemesemde onlar herhangi birileri değildi ve aslında günlerdir, içten içe bana derinden yara veriyorlardı.

 

Uyandığımda saat öğlene geliyordu ve telefonumda Sungur'dan gelen mesajlar vardı. Toplanıp plan üzerine konuştuktan sonra keşif yapacağımızı söylüyordu ve gitmek için bir saatim vardı. Kalkıp hızlı bir duş aldıktan sonra hazırlanıp çıkmıştım. Yolun çok uzun olmaması da işime gelmişti.

 

Mahalleye geldiğimde direkt toplantı yaptığımız binaya geçmiştim ve oyalanmadan plan üzerine çalışmaya başlamıştık. İlk olarak Semih ve Yakup, dün tüm gün yaptıkları çalışmayla, adamın evindeki tüm sistemi çözdüklerinden bahsetmişlerdi. Kaç kamera olduğu, bu kameraların nereye konuşlandığı, temasla devreye giren alarm sistemleri ve bazı dijital kapıların varlığı hakkında konuşmuştuk. Henüz bunları devre dışı bırakmak mümkün değildi ama zaten şu an için gerekli de değildi. Bugün için kameralarla ilgili bilmemiz gerekenler bize yeterdi. Çünkü bugün Refik'le beraber keşif yapacağım gündü, eve girmek için daha iki haftamız vardı.

 

Plan üzerine kırk dakika kadar konuştuktan sonra dağılmıştık. Bundan sonra yapacağımız şey genel bir takip olacaktı. Bunun için kendimize iki hafta süre vermemizin sebebi adamın ve evin normalini yakalamaktı. Çünkü her evin bir dinamiği vardı. Eve giren çıkan insanlar genelde belli olurdu ve bu insanlar çoğu zaman belirli saat dilimlerinde orda olurlardı. Ya da bazen hiç evden ayrılmayan çalışanlar olabiliyordu ve hareketlerimizi ona göre düzenliyorduk. İşe tamamiyle vakıf olmadan da asla hareket etmiyorduk çünkü edersek batacağımızı hepimiz biliyorduk.

 

Bu gözlemlerde baktığımız şeyler genelde saat aralıkları ortalamaları oluyordu. Çünkü her insanın istemsiz bir otokontrolü vardı ve kendi genelinin dışına çıkmazdı. Her seferinde ortalama iki ya da üç saat evden ayrılan biri için fazlasını beklemezdik ama her ihtimale karşı en fazla yirmi dakikalık bir plan kurardık. Bunun için, iyi gözlem işin yüzde doksanı ve olmazsa olmazıydı.

 

"Tuna iyi mi?" Diye sordum arka koltukta oturan Sungur'a. Refik'le beraber arabayla gidiyorduk ve Sungur'u da adamın şirketinin yakınına bırakacaktık.

 

"Gayet," dediğinde dikiz aynasından ona baktım. Başını geriye yaslamış, gözleri kapalı bir şekilde duruyordu.

 

"Ağrısı oldu mu?" Diye sorduğumda gözlerini açıp, baygın bakışlarla bana baktı aynadan ve "O kadar merak ediyorsan gitmeyip başında dursaydın." dedi ters bir şekilde.

 

"Düzgün bir soru sordum," dedim tavrına istinaden. "Ne oluyor sana?"

 

"Bana ne oluyor söyleyeyim," deyip öne doğru geldi ve koltuğun arasından bana doğru eğildi. "O sikik herifi bu kadar düşünmene dayanamıyorum oldu mu?" Başımı ona doğru çevirdiğimde gözlerime sinirle bakıyordu. "Onun için istemediğin şeyler yapmana ve bunun için canının sıkılmasına rağmen, hâlâ daha onu merak etmene katlanamıyorum."

 

"Ne oldu dün?" Diye sordum bu dediklerinden sonra çünkü belliki Tuna rahat durmayıp, onu delirtecek şeyler söylemişti. "Bir şey mi dedi sana?"

 

"Sikik sikik konuştu işte!" Deyip sinirle geriye yaslandığında ona döndüm.

 

"Söylesene ne dedi?" diye sorduğumda bana baktı ama bir şey demedi. "Orayı nasıl ayarladığım hakkında bir şey dedi, değil mi?"

 

Gözlerini onaylar anlamda kapatıp, hafifçe başını salladığında Sungur'un neye sinirlendiğini anladım. Tuna büyük ihtimalle hakkımda abuk subuk konuşup, bunu başka yollarla hallettiğimi ima etmiş olmalıydı. Bu benim için sorun değildi, Tuna'dan her şeyi beklediğim için şaşırmamıştım. Benim için asıl sorun Tuna'nın bu durumu kestirip atmayacağına artık neredeyse emin oluşumdu. Bunu araştırıp, peşine düşerse işin içinden çıkamazdım. İşte o zaman her şey kontrolüm dışında saçma sapan bir hal aldırdı ve ben bunu toparlayamazdım.

 

Düşünceli bir şekilde önüme döndüğümde, "O ibnenin düşüncelerini umursama sakın," dedi Sungur. "Beni sinirlendiren böyle bir herif için kendini hırpalaman."

 

"Düşünceleri umrumda değil," dedim gözlerimi yola çevirirken. "Kurcalamasını istemiyorum sadece."

 

"İki gündür beni delirtiyorsun." Dikiz aynasından ona baktım. "Başın beladaysa ve bana söylemiyorsan eğer..."

 

"Değil," dedim emin olması için net bir tonda. "Bir sorun yok, sadece Tuna işi uzatsın istemiyorum o kadar."

 

"Ama uzatacak," dedi düşünmeden. Zihnimdeki belkiler toz olup uçtu ve içim daha fazla huzursuzlandı. "Dün de sorup durdu zaten, sonra da abuk subuk konuşup beni delirtti göt herif."

 

Sesli bir soluk verdim. Tuna benim hayatımda ölse bir dert, yaşasa ayrı bir dertti. Onun tüm bu olanları öğrenme ihtimali bile kalbimi sıkıştırıyordu çünkü öğrenirse asla rahat durmayacağını biliyordum.

 

"Uğru," diyen Sungur'a baktım. "Bu kadar canını sıkacaksa, o herifi ağzını açamayacak hale getiririm. Biliyorsun değil mi?"

 

Hafifçe başımı salladım ama bir şey demedim. Ondan bunu istemeyecektim ama nasıl halledeceğimle ilgili bir planım da yoktu. Yol boyu ne yapacağımı düşünüp dursamda bir şey bulamamıştım ve Tuna için akıllıca bir yalan bulmadığım sürece bu işi kurcalamasına engel olamazdım.

 

Sungur'u bıraktıktan sonra Refik'le beraber yola devam etmiştik. Zihnimdeki yüzlerce sesin gürültüsüne tezat olarak, onunla tek bir kelime bile konuşmamıştık. O, sessizliği seven biriydi, gerekmedikçe konuşmazdı. Onunla işe çıkmak, sadece iş yapmak demekti ve bu, bulunmaz bir nimetti.

 

Kafamdaki seslerin arasından sıyrılıp, gerçek anlamda geçtiğimiz yollara baktığımda bir şey fark ettim. Yerimde hafifçe doğrulup gözlerimi etrafta gezdirirken içimden bir küfür mırıldandım. Bu yolu biliyordum.

 

"Bu ev tam olarak neredeydi?" Diye sordum arabayı kullanan Refik'e bakarak.

 

"İlerideki koruyu görüyor musun?" Diye sorduğunda gözlerimi yolun devamında görünen ormana çevirdim. "En uç noktasına gidiyoruz."

 

Burası Baturgan Malikânesi'ne giden yoldu. İş üstündeyken buranın yakınından bile geçmek tüylerimi ürpertmişti. Soyacağımız adam, eğer onlara yakın bir konumda olsaydı felaket olur, herhangi birinin beni görmesi tüm planı altüst ederdi. Neyseki korunun en son noktasına gidiyorduk ve bu da arada kilometreler var demekti.

 

Refik arabayı düz devam ettirdiğinde, dikiz aynasından geride kalan sapağa baktım. O sapağın devamında benim yeni filmim oynuyordu ve bu sefer tema, kaostu. O evin içinde sakinlik yoktu, her telden duyguyu barındırıyordu ve en başından beri korktuğum şeyin olacağını söylüyordu. Ben o evde, onlarla kalmaya devam edersem eğer; bunun benim sonum olacağını, uzaktan bakan herkes görebilirdi.

 

Araba kısa bir süre sonra durduğunda, Refik'le beraber ormanın ortasında inip yürümeye başladık. Gözlerimiz etrafı kolaçan ederken, çıkan tek ses ayaklarımızın altında çatırdayan dal parçalarıydı.

 

"Şu güzelliğe bak," dedim yürüdüğümüz yolları kastederek. "Buralar bile onlara ait."

 

"Bize mi ait olacaktı?" Diye konuştu ama bu soru değildi.

 

Böyle güzelliklerin bizim gibilere yakışmadığını söylüyordu aslında ve ben de bu konuda onun gibi düşünüyordum. Haklıydı ve kabullenmek gerekirdi. Böyle yerlere yakışmıyorduk. Güzel olan her yerde çirkin görünüyorduk. Ruhsuz ve cansız, silik ve neşesizdik.

 

Haklılardı.

 

Buralara yakışmıyorduk.

 

Güzellikleri solduruyorduk.

 

Ama... belki...

 

Belki, biraz olsun böyle güzel yerlerde mutlu olabilmemiz yadırganmasa biz de neşelenebilirdik.

 

Ama bizden, bir çöplükte yaşarken çiçek açmamız bekleniyordu. Çiçek bahçelerinde, çirkin yüzlerimize bakıp yüzlerini buruşturan insanlar varken, çiçek bahçeside bize çöplüktü. Ve bir çöplükte kim canlı kalabilirdi?

 

Bizim, hepimizin ortak bir noktası varsa o da eksiklikti. Biz eksiktik ve eksik büyüyen her insan biraz soluktu. Tüm bu canlılığın içinde ortamın havasını bulandıran bir duman gibi yayılır, olduğumuz yeri kirletirdik. Solmuş ruhlarımız, olduğumuz yeri de soldururdu. Çünkü bizim üzerimizde neşeden eser yoktu, biz hep mutsuz hep haraptık. Yüzümüzdeki mutsuzluk izini atamazdık. Herkes bilirdi, herkes görürdü ve herkes hissederdi. Biz nefretimizi yüzlere vurmazdık belki ama o nefreti istemesekte yayardık.

 

Yaşadıklarımızın bizi getirdiği bu durumun cezasını, yine biz çekiyorduk.

 

Belki de vicdanımızı bu sayede köreltmiştik. Bize güzel şeyleri o kadar yakıştıramıyorlardı ki, biz bile kendimize yakıştıramaz olmuştuk. Kendinden nefret eden, değer vermeyen insanlardan ne beklenirdi? Tamamımız öfke doluydu. Söylemeyip umursamıyormuş gibi davransakta içten içe nefret doluyduk. Bize çöp gibi bakan ve hatta bunu bize bile benimseten insanların her şeyi hak ettiğini düşünmemiz yanlış mıydı?

 

Bize adaletsiz olan bu dünyada, onları koruyan kanunları işte bu yüzden tanımıyorduk. Çalan, onların adaletinde her zaman suçluydu ama bizi çalmaya mecbur kılan onlardı. Bizim adaletimiz ise bizi mecbur bırakanlardan hak ettiğimizi almaktı. Onlar bize adil davranmazsa biz de vicdansız olur, kendi kurallarımızı işte böyle yazardık.

 

Yaklaşık on beş dakika yürüdükten sonra yavaşça durdum. Refik'te benimle beraber dururken ikimizde bizden yaklaşık iki yüz metre ileride olan eve bakıyorduk. Ağırlıklı olarak gri ve siyah hakimi, oldukça modern bir evdi. Gösterişli değildi ama kesinlikle göz alıcıydı.

 

"Temkinli ilerleyelim," dedikten sonra yürümeye devam ettim. Çevreden dikkatimi kesmeden, evin mimarisini incelemeye başladığımda Refik'te birkaç adım uzağımdan geliyordu.

 

Ev iki katlıydı ve devasa bir büyüklüklüğü yoktu. Bu işimize gelecekti çünkü büyük evler, büyük sorunlar doğururdu. Evin bahçesinin, etrafı gibi ağaçlarla dolu olması da güzeldi. Göz alıcı bahçesindeki çalılar ve taştan heykeller gizlenmek için birebirdi. Açıkçası evin bu denli işimizi kolaylaştıracak olması keyfimi yerine getirmişti.

 

"Kolay olacak," diye mırıldandığımda "Öyle görünüyor." deyip ilerledi ve evin etrafını saran duvarların tam önünde durdu.

 

Ben etrafı kontrol ederek ona yaklaştığımda "Net görünmüyor," dedi. "Ama buralarda adam yok."

 

"Bakayım," dediğimde yanıma geldi ve kontrolü o ele aldı.

 

Duvarın yanına doğru ilerledikten sonra ardından baktığımda tek gördüğüm ağaçlıklardı. Gözlerim kısa duvardan, koruya açılan demir kapıya iliştiğinde oraya yürüdüm. Burası evin yan tarafıydı ve ormanlığa çıkışı sağlıyor olmalıydı.

 

"Girip bir bakacağım," dediğimde "Burdayım." diye mırıldandı.

 

İlerledim ve kapının üzerindeki kolu, ses çıkma ihtimaline karşı yavaşça yukarı kaldırdım. Kapıyı da aynı sebeple yavaşça araladığımda çok minik bir cızırtı duyuldu. Geçebileceğim kadar boşluk olduğunda bahçeye adımımı attım.

 

Ev, küçük bir yükseltinin üzerindeydi ve tam anlamıyla bir şeyleri görebilmem için burayı geçmem gerekiyordu ama biri olma ihtimali de vardı. Bu nedenle ufak birkaç adım attıktan sonra yavaşça yere uzandım. Kollarımın ve bacaklarımın yardımıyla ilerleyerek, görüş alanımı genişlettiğimde her şey çok daha netti artık.

 

Uzandığım yerden görünen her bir alanda gözlerimi gezdirdim. Görünen tüm giriş çıkışların, pencerelerin, kameraların ve gizlenebileceğimizi düşündüğüm her yerin fotoğraflarını çektim. İşimize yarayacağını düşündüğüm alanları aklıma not ettikten sonra geriye doğru süründüm ve Refik'in yanına geri döndüm.

 

İşimiz yaklaşık iki saat sürdü.

 

Tüm evin çevresini baştan sona fotoğraflayıp, zihnimize iyice kazıdıktan sonra bekleyip, evin içindeki hareketliliği izlemiştik. Evde sadece bir kadın vardı ve o da birkaç ev işi yapıp akşama doğru dört gibi evden ayrılmıştı. Başka da hiçbir yaşam belirtisi olmamıştı. Saat beş gibi de Sungur'dan gelen mesaj üzerine evden ayrılmıştık. Adamın işten çıktığını ve ev istikametinde gittiğini söylemişti. Bundan sonrasına da yarın devam edecektik.

 

Refik'le beraber geri dönerken arabadan erken indim ve artık bildiğim yollardan ilerlemeye başladım. İstediğim tek şey kendi evime gidip biraz dinlenmekken, o eve gidiyor olmak içimi daraltıyordu. İstemediğim şeylere mecbur olmanın siniri vardı üzerimde ve o insanların anlamadığı şey de buydu. Ben o evde hep gergin hep sinirli olacaktım, çünkü, orda olmak istemiyordum. Bunun beni onlardan daha fazla uzaklaştırdığını, onlara karşı gittikçe daha fazla öfkeyle doldurduğunu göremeyecek kadar kördü hepsi. Aslında, kör de değillerdi. Onların tek bir amacı vardı, o da; beni ehlileştirmek. O evde bir süre sonra onların istediği gibi yaşayacağımı belkide buna alışıp, kabulleneceğimi düşünüyorlardı ama beni hiç tanımıyorlardı. Ben bu zamana kadar istemediğim ve içimden gelmeyen hiçbir yere ait hissetmemiştim, onların yanına da ait olmayacaktım.

 

Yürüyüşüm normalden daha uzun sürmüştü çünkü o eve o kadar gitmek istemiyordum ki ayaklarım resmen geriye gidiyordu. Kendimi zorlayarak yaptığım hiçbir işin sonunun iyi olmadığı gibi bununda sonunu pek hayırlı görmüyordum. Üzerimdeki boğucu his her adımımda artıyor beni iyiden iyiye ele geçiyordu. O eve böyle girersem en ufak olayda patlayacağımı ve bunun en çok beni etkileyeceğini biliyordum. Bu yüzden, en sonunda olduğum yerde durdum ve gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Birkaç dakika boyunca bunu tekrarladım ve sakinleşip, şu an için olanı kabullenerek yürümeye devam ettim.

 

Çok geçmeden evin önüne geldiğimde, kapıdaki adamlardan biri giriş için olan demir kapıyı, "Hoş geldiniz." diyerek açtı. Bir şey demeden başımla onaylayarak içeri girdim ve eve doğru yürümeye başladım. Her ne kadar kendimi sakinleştirmiş olsamda içimdeki huzursuz hissi atamıyordum. Tam şu an, her şeyi siktir edip gidesim vardı ama onu da yapamazdım. Hiçbir şey olmamışken anlaştığımız şeyi bozarsam, onlarında bazı konularda geri durmayacaklarını artık biliyordum. Evimi buldukları gibi çetenin yerleşkesinide bulurlardı ve sonrasıyla başa çıkamazdım.

 

Evin giriş kapısı, ben çalmadan açıldığında karşımda evin çalışanlarından biri duruyordu. "Hoş geldiniz," dediğinde ayakkabılarımı çıkartmadan içeri girdim. "Sizi içeride bekliyorlar."

 

Kaşlarımı hafifçe çatıp, "Niye?" diye sorduğumda "Bir bilgim yok." dedi.

 

"Tamam," diye mırıldanıp ceketimi çıkartmadan salona doğru yürüdüm. Herkes içerideydi ve ben kapıdan girdiğimde yüzler bana döndü.

 

Beni niye beklediklerini soracağım sırada Gökçe "Halacığım," diyerek, oturduğu sandalyeden indi ve bana doğru koşup bacaklarıma sarıldı. "Gel bak," deyip elimden tuttuğunda, yönlendirmesiyle hareket ettim. "Bak ne çizdim!"

 

"Bakayım," deyip masaya doğru ilerlediğimizde gözlerim, masada oturan Kaya'ya takıldı. Gökçe ile beraber o da bir şeyler çiziyor olmalıydı ama bakışlarımız kesişince elindeki boya kalemini masaya bıraktı.

 

Gökçe, "Bak," deyip elimi bıraktıktan sonra masada duran resmi alıp bana uzattığında Kaya'nın gözleri üzerimde geziniyordu. "Hepimizi çizdim, nasıl olmuş?"

 

Gökçe'nin uzattığı kağıdı elime aldım ve resimde gözlerimi gezdirdim. Tüm sayfa büyükten küçüğe doğru insan figürleriyle doluydu. Hepsinin yüzü gülüyor ve el ele tutuşuyorlardı. Dediği gibi herkes vardı ve yaptığı ufak tefek detaylarla herkesin kim olduğu belliydi.

 

O an Gökçe'nin bu resmi, bana küçüklüğümü hatırlattı. Çizim yapmak istediğim her seferinde düşünür durur, en sonunda hiçbir şey çizmeden kalkardım. Çünkü annemle babamın tek bir fiziksel özelliğini bile bilmiyordum ve onları olduğundan farklı çizme ihtimali beni, ne kadar istesemde çizim yapmaktan alıkoyuyordu.

 

"Çok güzel," deyip resmi ona verdim ve eski anılarıma girmek istemediğim için diğerlerine döndüm. "Beni bekliyormuşsunuz," diye konuşup ilerlediğimde arkamda kalan Kaya'nın "Duygusuz," diye mırıldandığını duydum. Sandığın kadar değil ama, evet.

 

Ona cevap vermeden ilerleyerek, oturma alanının yanına geçip bir şey söylemeleri için beklediğimde "Geç otur," dedi Serhat Bey. "Kısa bir konuşma değil."

 

"Ne oluyor?" diye sorup, boş olan tek yere, Sedef'in yanına oturdum. "Yoksa testte bir hata mı olmuş?"

 

"Keşke," diyen Kaya'yı duyduğumda güldüm ve ona dönerek konuştum. "Tek temennim ablacığım."

 

"Kesin öyledir," dediğinde kaşlarımı havaya kaldırdım.

 

"Öyle olmadığı sana düşündüren ne?" diye sordum aklındakini merak ederek. "Hayır gerçekten, burda olmaktan memnun olduğumu falan mı düşünüyorsun?"

 

"Şov yaptığını düşünüyorum," dediğinde annesi "Kaya," diyerek onu uyardı. "Seninle daha kaç defa konuşacağım ben?"

 

"Bırak annesi konuşsun," dedim gözlerimi Kaya'dan çekmeden. "Bu evde sahte olmayan tek kişi o."

 

"Ayıp ediyorsun," diyen Karan'a döndüm. "Hepimiz olduğumuz gibiyiz sana karşı."

 

Güldüm ve başımı sallayarak onu onayladım. "Eminim öylesinizdir," dedim ve uzatmamak için Serhat Bey'e döndüm. "Seni dinliyorum."

 

Ben, onun yine bir konu üzerine nutuk çekeceğini düşünürken; o, cebinden bir anahtar çıkartıp sehpanın bana yakın olan kısmına bıraktı. Önümdeki anahtarlara bakarken "Ev anahtarın," dedi ve ardından başka bir anahtar daha çıkarttı. Onuda önüme bırakıp "Bu da arabanın anahtarı," diye devam ettiğinde anlamayarak ona baktım. "Sevmezsen söylersin, değiştiririz."

 

"Dalga mı geçiyorsun?" Diye sordum sakince. Benim davranışlarımdan ne anlıyorlardı bilmiyorum ama uzaktan bakan her insan onlardan gelecek tek bir şeyi bile istemediğimi bilirdi. Zaten en başında, diğer evde de onlara bunu söylemiştim. Fikrim değişmemişti, aksine daha da emindim artık onlardan bir şey istemediğime. "Ben o ilk gün söyledim zaten sizden bir şey istemediğimi. Fikrimi de değiştirmedim, bir şey istemi-"

 

"Bunların senin isteklerin olmadığını biliyorum," dedi. "O günler de gelecek ama şu an sadece hakkın olanı veriyorum."

 

Cebinden çıkardığı kartlıktan, bir kart çıkartıp önüme bıraktı. "Bu banka hesabının kartı ve yeni değil. Sen daha doğmadan, annen sana hamileyken çıkarttım ben bunu. Tüm para sana ait," dedikten sonra başka bir kartı daha önüme bıraktı. "Bu da kredi kartın, senin için tamamen sınırsız, tüm borçları benim üzerime geçecek."

 

Bunları kullanmaya niyetim yoktu. Babam olarak bile görmediğim bir adamın parasını harcamayacaktım. Bu bir hırsız için saçma görülebilirdi ama onun parasını kullanmak, bir bakıma onu kabullenmek demekti. Maddi de olsa aramızda bir köprü kurardı bu ve ben bunu istemiyordum.

 

Ona tüm bunları kabul etmediğimi ve asla kullanmayacağımı söylemek üzereyken, önüme bir kart daha bıraktı. Bu, tamamen yeni olan bir kimlik kartıydı. Benim, kimlik kartım.

 

"Sende olan tamamen geçersiz artık," dediğinde sehpanın üzerindeki kartı elime aldım. "Bunu kullanacaksın."

 

Günce Baturgan

 

30 Aralık 1999

 

Gözlerim aynı yazıların üzerinde gidip geldi defalarca. O an sanki bir denize düşmüş gibi tüm sesleri boğuk duymaya başladım. Kulağımda bir çınlama ile bulanıklaşan seslerin arasından içimde bir yerlerde bastırılmış kendi sesimi duydum. Bana artık duyulmak istiyorum diyordu. Doğruydu, ben duyulmak istiyordum, görülmek istiyordum, düşüncelerime ve kararlarıma saygı duyulsun istiyordum ve artık başkalarının dayatması ile şekillenmemek istemiyordum.

 

Ama istemediğim ne varsa, şimdi bir bir başıma geliyordu.

 

"Sen," dedim gözlerim, titreyen elimde tuttuğum kimliğin üzerindeyken. "Bana sormadan," ona baktım. "Benim adımı nasıl değiştirebiliyorsun?"

 

Boğulduğumu hissediyordum. Sanki bir ipi boynuma dolamaya çalışıyorlardı ve ben yüzlercesinin üstüne yüklenecek yeni ağırlığı iliklerime kadar hissediyordum. Görünmez ilmeklerin ucundaki ellerden neden kurtulamıyordum? Eskileri oradaydı, şimdi üzerlerine bir yenisi daha dolanmaya çalışıyordu. Bir yılan gibi dönüyordu boynumun çevresinde yavaşça. Çekmeye çalıştıkça daha sıkı, daha acılı oluyordu her şey ama bırakırsam düğümü atacaklarını biliyordum. O düğüm atılırsa artık ipin ucunda bir el ve yönletilen yine ben olurdum.

 

"Sedef," dedi Cihan, benim gözlerim Serhat Bey'in üzerindeyken. "Gökçe'yi götür."

 

Yanımda oturan Sedef ayağa kalktığında tekrar konuştum. "Benim imzam, onayım olmadan bu kimliği nasıl çıkarttın sen?" diye sordum içimde bir sıcaklıkla bedenimi ele geçirmeye başlayan öfkeyi hissederken. "Hadi onu geçtim," diyerek, elimdeki kimliği sehpaya fırlatıp ayağa kalktım. "Sen bana sormadan," deyip elimle kendimi gösterdim ve devam ettim. "Bunu nasıl yapabiliyorsun?"

 

"Sorsam bir şey mi değişecekti?" Diye sordu kaşlarını çatarak. "Ne diyecektin bana? Tamam olur mu diyecektin, yoksa itiraz mı edecektin her şeyde olduğu gibi?"

 

"Ne deyip ne demeyeceğimin bir önemi yok," diye bağırdım gözlerine bakarak. "Sormanın bir önemi var!"

 

Gözlerimi ondan çektim ve sinirle yürüdüm. Ellerimi saçlarımın arasından geçirirken, "İnanamıyorum ya," diye mırıldandım kendi kendime. "İnanamıyorum, herife bak!" Salonun iç kısmına doğru birkaç adım atıp onlara döndüm. "Adımı değiştiriyor ya, adımı!"

 

"O ismi kullanmıyordun bile," diye konuşup ayağa kalkan adama baktım. Zaten sorun o ismi kullanıp kullanmamam değildi. Sorun, beni değiştirmeye çalışmasıydı ve bunu o da gayet iyi biliyordu. "Bende memnun değilim bu durumdan ama sende biliyorsun, senin adın şimdi değişmedi." deyip parmağıyla beni gösterdi. "Sen Günce Baturgan'sın," delikten sonra parmağını kendi göğsüne bastırdı. "Benim kızımsın! İsmini değiştirseler bile bunu değiştiremezler."

 

"Demesi kolay," dedim başımı aşağı yukarı sallayarak. "Ama söylemekle olmuyor o işler." Kendimi göstererek devam ettim. "Sence benim, Günce'ye benzer bir halim mi var? Sence ben, Serhat Baturgan'ın kızı mıyım, bir bak bana!"

 

Cevap vermedi. Evet de demedi hayır da... ama bu da bir cevaptı aslında. Kalbimin üstünde sızı bırakan bir cevap.

 

"Ama doğru ya," deyip güldüm ve canını acıtmak istercesine konuştum. "Bunu sen de bilmiyordun değil mi?"

 

Can yakan cümlelerim bana da dokunuyordu her seferinde. Seneler geçse bile acıtıyordu canımı işte. Tüm hayatımı kimsesiz ve yalnız geçirmişken, ben; onları kalbimde öyle büyütmüştümki, bütün hayallerimi yıksalar bile içimden söküp atamamıştım onları sevmeyi. Karşılarında belli etmemek için çabalasamda, her sözleri ve davranışları içimde bir yara açıyordu ve böyle dik durmak çok zordu.

 

"Ben Günce değilim," dedim emin olduğum şeyi söyleyerek. "Ben bu evde büyümedim. Ben bambaşka bir hayatta, bambaşka bir insan olarak büyüdüm. Ben, senin kızın olarak büyümedim. Ama Günce büyüseydi, eğer, sahip çıkabilseydin," deyip kendimi gösterdim. "Böyle biri olmazdı."

 

Boğazındaki yumrudan yutkunamadığını gördüm. Dediğim her şey doğruydu ve o da farkındaydı. Ben onların kızı olarak büyümemiştim, bu yüzden hiçbirimiz Günce nasıl biri olurdu bunu bilemeyecektik.

 

"Ben, Uğur olarak büyüdüm." Başımı yana doğru eğerek güldüm. "Ama sen onu da tanımıyorsun." Omuz silktim ama umrumda olduğunu biliyordum. "Tanıma, sorun değil." Deyip devam ettim. "Sorun olan ne biliyor musun? Sen, benim kim olduğumu bile bilmiyorsun ve adımı değiştiriyorsun."

 

Başımı hafifçe iki yana sallayıp, "Sen benim adımı nasıl değiştiriyorsun?" diye sordum. "Sen tanıyor musun ki beni? Ben kimim sen biliyor musun ki?"

 

Sen biliyor musun Uğru?

 

Bunun tek bir cevabı yoktu belkide. Ben bazen Uğur'dum, yetimhane müdürünün uğuru olan, Uğur. Kendine gram uğur getirmeyen, aksine kendine getirdiği uğursuzluğu iliklerine kadar hisseden Uğur. O müdürün yüzünü güldüren, kendi yüzünü solduran Uğur. Anlamını asla taşımadığı bu ismin lanetini kırmak için hırsız olan Uğur... Kırdım. Bin yerimden kırıldım ama lanetimi kırdım.

 

Ben kendimi kırdım, parçaladım ve sonra kurdum. Uğru oldum. Severek değil belki ama ilk defa biri oldum. Bir işe yaradım ve kendimi korumayı onunla öğrendim. Ben, Uğru. Başkalarının emirleri altında dediklerini yapan bir maşa oldum ama sonunda biri oldum. Kabullendim, alıştım, sevmesemde ruhumun acılarına yenilerini ekletmedim. Ben Uğru'yken kimse kalbimi kıramadı. Ben, kırıklarla dolu bir geçmişi silip yeniden kendini ayağa kaldıran Uğru. Kimsesizliği iliklerine kadar hissedip, en sonunda kimsesi kendi olan, Uğru.

 

Ama ben, Günce değilim.

 

Hem güçlü hem kırılgan olamam. Bana ne getireceğini bilmediğim bir ismi taşıyamam. Kabullenirsem, değişirim.

 

"Beni değiştiremeyeceksin." Dedim gözlerine bakarak. O da, tüm ailesi de bunu kabullenecekti. "Beni, benden başka kimsenin değiştirmesine izin vermeyeceğim artık, duydun mu?" Ne onlar ne de başkaları... uzun zamandır olduğu gibi kimse benden bir parçamı alamayacaktı artık. "Adım, benim, değiştiremezsin!"

 

Asya "Kızım," diyerek ayağa kalktığında, kendimi daha fazla kontrol edemeyeceğimi biliyordum. Nabzımın atışı gittikçe yükselirken sakinleşmek için bekledim ama sanki aksini ister gibi konuşmaya başladı. "Seni değiştirmek gibi bir niyetimiz yok, inan bana. Biz sana bu ismi verdik ve senelerdir senden bahsederken bu ismi kullanıyoruz. Eğer diğer ismin-"

 

"Sorun ismimin ne olduğu mu sence?" Diye sordum ona bakarak. "Sorun beni es geçerek, adımı bile değiştirebilecek olmanız." Dudaklarını araladığında konuşmasına izin vermeden devam ettim. "Sorun, bana kimlik çıkartarak, aslında sizin çocuğunuz olduğumu bana kabullendirmek istemeniz ve bunu yaparak tüm iplerin sizin elinizde olduğunu göstermeniz! Anlıyor musun Asya? Sorun isim değil, sorun beni değiştirmeye çalışmanız. Bana sormadan, ben istemediğim halde bir şeyleri sürekli zora koymanız!"

 

"Tek zora koyan biz miyiz?" Diye sordu bana doğru yaklaşarak. "Hiçbir şekilde bir adım atmıyorsun, ne yapacağımızı bilemez olduk."

 

"Yapman gerek tek şey neydi biliyor musun?" Diye sordum gözlerine bakarak. "Bana biraz olsun saygı göstermek. Öyle büyük bir şey de değil bak istediğim, sadece kendi kararlarıma duyulan bir saygı. İnsan hissettiren bir şey!"

 

Görülmemenin burukluğu vardı içimde. Bu zamana kadar kimsenin görmediği gibi onlarda beni görmüyordu işte. Ama ben burdaydım. Burdaydım ben. Herkese rağmen, tüm yaşadıklarıma rağmen var olmak için çabalıyordum. Başkaları beni yitirmesin diye, kendim olabileyim diye her şeyimi ortaya koyuyordum yine. Çünkü vazgeçmiyorlardı. Beni yönetmek isteyen insanlar bitmiyordu.

 

Bende ne görüyorlardı bilmiyordum. Herkes bana istediğini yaptırabileceğini sanki biliyordu ve ben bir şekilde işin sonunda hep o yerde buluyordum kendimi. Anasız babasız olmanın korunmasızlığı vardı üzerime sinen sanırım. Bir bakışta belli olan ve insanların çekinmeden yaraladığı o çocuklar için büyüyünce de bir şey değişmiyordu anlaşılan.

 

Çocukken bana bakan herkesin, yetim olduğumu yüzümden okuyabildiğini düşünürdüm. Ne yazıkki haklı olduğumu şimdi daha iyi görüyordum. Ailem olduğunu söyleyen insanlar bile bana bu muameleyi gösterdikten sonra, kimse bu kız artık yetim değil demezdi. Belliki kimsesiz olduğum yüzümden hep okunacak, savunmasız olduğumu düşünen herkes gücünü göstermekten çekinmeyecekti, tıpkı şimdi olduğu gibi.

 

"Biz sadece seni kazanmak için uğraşıyoruz." Dediğinde gözlerimi ondan çekip etrafta gezdirdim. Benim için mücadele ettiklerini söylüyordu ama savaştıkları kişi bendim, bunu görmüyordu.

 

"Boşuna uğraşma," deyip ona baktım ve ellerimi birbirine vurarak, "Bu saçmalık bugün burda bitti." dedim. "Sınırınızı aştınız!"

 

"Hayır," dedi ve başını iki yana salladı. "Hayır Günce, tamam," derken gitmemden korktuğunu gördüm ama olacak olan buydu. "Tamam istemiyorsan o kimliği değiştiririz," deyip kocasına döndü. "Serhat, ara halletsinler hemen. Değiştir şunu hallet bir şekilde hadi."

 

"Anne yeter kendine gel!" Diye sinirle konuştu Kaya. "Bu kızın her dediği olacak mı böyle? Ne oluyor size ya?! Kafayı mı yediniz?!"

 

"Kaya, sus!" Diye bağırdı Asya. "Sende düzelt şu kimliği Serhat!"

 

"Ne sanıyorsun sen ya?" Diye sorduğumda bana baktı. "Ne sanıyorsun o kimlik düzelince her şey bitecek mi sanıyorsun, ne sanıyorsun Asya?!"

 

"Günce yeter," diyen Baran'a baktım. "Bu kadar büyütülecek bir mevzu değil bu, fazla abartıyorsun."

 

"Sana mı soracağım ben ne yapıp yapmayacağımı?" Diye sordum ona öfkeyle bakarak. "Sana mı soracağım?!"

 

"Bağırma," diyen Cihan'a baktım. "O sesinin tonunu alçalt."

 

"Alçaltıyorum," dedim gözlerinin içine bakarak. Benim uzağımdaydı ama öfkeyle bıraktığı nefesinin sesini duydum. "Alçaltmayacağım, duydun mu? Çünkü siz bundan anlıyorsunuz! Sizinle insan gibi konuşulmaz, sizinle bu dilden konuşulur!"

 

"Bana bak," deyip parmağını doğrulttu. "Sabrımı zorlama benim, sonu kötü olacak."

 

"Tamam Cihan," diyen babasına kısa bir bakış attığında konuştum.

 

"Yalan mı?" Diye sorduğumda bana baktı. "Ben sizinle konuşmadım mı? İstemiyorum demedim mi?! Ulan," deyip gözlerimi sinirle kapatıp açtım ve ona baktım. "Ulan ben kendimi siktir etmedim mi? Sırf iyi niyetimden bu eve gelip bu kadınla görüşmedim mi ben? Hastanedeyiz dediniz gelmedim mi?!"

 

Önüme gelen saçlarımı kulaklarımın arkasına iterken, ellerimin titrediğini fark ettim. Hepsi, her şeye o kadar kendi taraflarından bakıyorlardı ki benim nelerle mücadele ettiğimi biri bile görmüyordu. Öfkem çığ gibi büyüyordu.

 

"Daha ilk gün size, kartlarımı açık açık sundum ben! Benim bugünüm yarınım belli olmaz dedim, yine de elimden geldiğince görüşürüm dedim! Ama sen," deyip onun gözlerine bakarak konuştum. "Daha ilk dakikadan beni pişman ettin! O gün anlamalıydım zaten! Sizin hiçbiriniz için bir bok yapılmaması gerektiğini anlamalıydım!"

 

"Ne yaptın lan?!" Diye bağırdı sinirle. "Ne yaptın da konuşuyorsun? İyilik mi diyorsun yaptıklarına?"

 

"Ulan," deyip sinirle güldüm. "Başkası olsa, yüzünüze bile bakmaz! Ama hata bende... Ben size acıyıp buraya hiç gelmeyecektim!"

 

Cihan parmağını bana doğrultup konuştu. "Seni acınacak hale getirdim beni çileden çıkartma." Yüzündeki ifade korkutucuydu ama geri adım atmayacaktım.

 

"Getir," dedim hiç düşünmeden. Ona doğru yürüdüğümde Asya önüme geçti ama devam ettim. "Getir hadi bekliyorum! Bak burdayım, getirsene beni acınacak hale!"

 

Sabır çekerek iki eliyle başını kavrayıp arkasına döndü. Kendini dizginlemeye çalışıyor gibiydi ama umrumda değildi. Ne yaşanacaksa şimdi yaşanıp bitsin istiyordum.

 

"Sana diyorum!" Diye bağırdığımda, Baran ve Karan'ın onun yanında doğru gittiğini gördüm. "Tamam yeter," diyerek Serhat Bey araya girdi ama susmadım. "Asıl size yeter! Karşıma çıktığınız günden beri boğazıma yapıştınız!" Ellerimle kendi yakamdan tuttum, gerçekten boğuluyor gibi hissediyordum. "Benim bir hayatayım yokmuş gibi, benim istediklerim, tercihlerim yokmuş gibi, siktiğimin duyguları yokmuş gibi, canım acımazmış gibi... İnsanım ben insan! Kendi acınızı dindirmek için beni yok sayıyorsunuz siz. Ama ben söyleyeyim," deyip başımı iki yana salladım hırsla. "Dinmeyecek..! Çünkü ben, aynı yok saydığınız gibi, sizin hayatınızda hiç var olmayacağım!"

 

Geriye doğru adımlayıp gözlerimi kapattım sakinleşmek için ama olmuyordu. Gözlerimi açıp, "Böyle söyleme," diyen Asya'ya baktım, ağlıyordu ve bu beni daha da çileden çıkartıyordu şimdi. Başımı iki yana salladım ve "Aile diye zırvalıyordun," dedim dün geceyi kastederek. "Al bak aile..." Elimle onları gösterdim. "Ben niye bu evde kalmak isteyeyim Asya?"

 

Konuşmak için dudaklarını araladı ama susturdum. Ona bir soru sormamıştım ben, onun görmesini istemiştim. "Bana bir sebep veriyor musunuz?" Diye sorduğumda gözlerini kaçırdı. "Beni zorlamak yerine, bana burda kalmam için tek bir sebep veriyor musunuz?!"

 

Burnum sızladı çünkü bir kez olsun mantığımla hareket eden tarafımı şüpheye düşürmemişlerdi. Kızgınlığımın üstüne, kırgınlığımın öfkesi de eklendi. "Sana soruyorum, bana bir cevap ver!" Diye bağırıp, yanımızda duran konsolun üzerindeki çerçeveyi alarak yere fırlattığımda bir adım geriledi.

 

Boğazından bir hıçkırık koptuğunda gözleri yere fırlattığım çerçevenin üzerindeydi. Eğilip almak istediğinde ayağımda üzerine basıp kendime doğru çektim ve, "Bir şeyler söyleyip çabalamak yerine sikik bir fotoğrafı mı düşünüyorsun?" diye bağırdım. Gözlerime yansıyan öfkem onu bir adım geride tuttuğunda, "Biliyor musun," diye sordum kısık bir sesle. "Sen her şeyi hak ediyorsun!"

 

Yere eğilip kırık camların içinden sıyrılmış fotoğrafı hırsla elime aldım. Böyle bir anın içinde yerden kaldırmak için değerli gördüğü her neyse, içimden onu yok etmek geçiyordu. Yaptıkları ne olursa olsun beni bir yerden yaralamayı başarıyorlardı ve onlara acılarım yerine öfkemi gösterdiğim her an, daha fazlasıyla karşılaşıyordum. Ama bana acıyarak durmalarındansa, acımasızca devam etmelerini yeğlerdim.

 

"Bana ver," diye adeta yalvardığı fotoğrafa baktım. Koltukta oturan yedi yaşlarında bir erkek çocuğunun kucağında minik bir bebek vardı. Çocuğun iki yanında da ondan yaşça küçük iki erkek çocuğu daha.

 

 

 

 

 

Bu fotoğraftaki bebeğin ben olma ihtimali vardı ama yine de emin olamadım. Gözlerimi Asya'ya çevirdiğimde yalvaran gözlerle bana bakıyordu. "Dördünüzün beraber olduğu tek fotoğraf..." diye mırıldandığında fotoğrafa zarar vermemden korktuğunu gördüm. Bir kağıt parçasına zarar vermemden korktuğu gibi, eğer biraz olsun beni de düşünseydi belki bunu onun için yapabilirdim ama içimdeki öfke hepsinin canını yakmak istiyordu. Bu fotoğrafla sadece onun canını yanabilirdim belki ama onun canı yanarsa buradaki herkesin canının yanacağını da biliyordum.

 

Gözlerimi tekrar fotoğrafa çevirdim. Hiç Günce olmadığımı düşünürken aslında bir süre bunu tattığımı, belkide yıllarca ailemin geleceğine içten içe bu yüzden emin olduğumu anladım. Onların varlığını hissetmiş ve bir süre onların arasında büyümüştüm. Hissettiğim her neyse, beni senelerce ayakta tutmuştu belki ama bir zamandan sonra bu hissi yitirmiştim. Çünkü gelmemişlerdi ve ben inancımın altında ezilmiş, kendimden utanmıştım.

 

Elimdeki fotoğrafı yırtmak için bir hamle yaptığımda "Yapma!" diyerek bileklerimden tuttu Asya.

 

"Bırak şunu," diyerek kolumu çekmeye çalıştığımda "Yeter be!" diye bağırıp yanımıza geldi Kaya. "Çok oldun artık sen!"

 

Annesini benden uzaklaştırıp elimdeki fotoğrafı almak istediğinde, yanımda olmasını fırsat bilerek dirseğimi burnuna geçirdim. "Ah," diye inleyip eliyle burnunu tuttuğunda ortalık birden karışmıştı. "Ne yapıyorsun lan sen?" diye bağırıp sinirle üzerime geldiğinde Asya aramıza girdi ama Kaya hırsla beni omzumdan itip konsola çarpmama ve konsoldaki eşyaların devrilmesine sebep oldu.

 

"Kaya!" Diye oldukça yüksek sesle bağıran babasını umursamadan konuştu. "Kimsin kızım sen?!" Diye bağırdığında burnundan kan geliyordu. "Kimsin, ne zannediyorsun kendini?!"

 

"Asıl sen kimsin?!" Diye bende bağırdım onun gibi. "Gebertirim seni canımı sıkma benim!"

 

"Bırak şu fotoğrafı," deyip bana doğru hamle yaptığında artık benim için ipler kopmuştu. En başında yapmam gereken şeyi yapacak, onlara kim olduğumu gösterecektim. İşte o zaman, değil beni bu evde istemek, yüz metre yanlarına yaklaşmamı bile istemeyeceklerdi. Benim buraya ait olmadığımı bu defa hepsi görecekti.

 

Kaya bana doğru atıldığında beklemeden sağ köprücük kemiğinin altına sertçe vurdum. Acıyla sol elini oraya bastırıp, yana doğru hafifçe eğildiğinde, bu seferde bacağının arkasına sert bir tekme savurup dizlerinin üstüne çökmesini sağladım. Kaya'nın arkasına geçip çenesini avuçladığımda "Ne yapıyorsun?" diyen babasının bize yaklaştığını gördüm ama ben daha hiçbir şey yapmamıştım.

 

Parmaklarımı Kaya'nın çenesine iyice geçirirken elimi cebime attım ve fotoğrafı cebime bırakıp, yanımda taşıdığım çakıyı elime aldım. Çakının düğmesine basıp açtığımda çıkan ses; Serhat Bey'i olduğu yerde durdurmuş, Asya'nın bir çığlık atarak ellerini dudaklarına bastırmasına sebep olmuştu. "Nasılmış?" diye sordum elimdeki bıçağı Kaya'nın boğazına dayarken. "Bir yabancıyı evinize sokup hayatlarınızla kumar oynamak?"

 

Sert bir tonda, "Bırak o bıçağı." diyen Cihan'a baktığımda buraya doğru geldiği gördüm.

 

"Yaklaşma!" Diye bağırıp, Kaya'nın boğazındaki bıçağı bastırmak içimden geçse bile, yalnızca çenesindeki elimi sıklaştırdım. Bu, acıyla inlemesine sebep oldu çünkü canının en fazla acıyacağı yerlerden biriydi burası, tıpkı az öncekiler gibi. "Yemin ederim bir dakika bile şüpheye düşmem."

 

Cihan beni umursamadan yürümeye devam ettiğinde Asya "Cihan dur bir şey yapma," dedi onun göğsüne elini koyarak. "O kardeşine zarar vermez biliyorum."

 

Küçük bir kahkaha attım ve "Sen varya, beni hiç tanımıyorsun." dedim başımı iki yana sallayarak. "Neler yapabileceğimi bilmiyorsun... Çünkü bilseydin eğer, bu evden gitmeyeyim diye değil; oğlunu bırakayım diye yalvarırdın bana!"

 

"Hayır biliyorum," dedi dudakları titrerken. "Herkese her şeyi yapabileceğini de, kardeşine hiçbir şey yapmayacağını da biliyorum!"

 

"O kadar emin olma," dedim gözlerimi ondan çekmeden. "Canım yandığında kimseyi gözüm gözüm görmez benim. Zorunda kalırsam her şeyi yaparım! Ve eğer, beni rahat bırakmanızın tek yolu buysa, bunu da yaparım."

 

Kaya'nın hızlı nefeslerini elimin altından hissediyordum. Hem oldukça öfkeli hem de neler yapabileceğimi kestiremediği için oldukça tedirgindi. Çenesini sıktığım elimi biraz gevşettim. Ona bir zarar vermeye niyetim yoktu, bunu istesemde yapamayacağımı içten içe biliyordum. Benim tek istediğim, tam şu an bana siktiri çekmeleriydi.

 

"Kabul et artık anne," diye konuştu Kaya kırgın bir tonda. "Senin içinde büyüttüğün kızın, o değil." Asya'nın, Cihan'ın göğsündeki eli yavaşça kendi yanına düştüğünde Kaya devam etti. "Başka biri o, bambaşka biri, Günce değil! Ama şu an boğazına bıçak dayalı olan senin oğlun! Nasıl bu kadar kayıtsız kalabiliyorsun buna sen?!"

 

Elimin üstüne bulaşan ıslaklık Kaya'nın gözünden akan bir damla yaştı. Onun kırgınlığını her hücremde hissedebiliyordum. Annesi kayıp kızına güvenmek istiyordu belki ama kayıp kızı hiç tanımadığı biriydi ve oğlunun boğazına bıçak dayıyordu. Asya'nın yapması gereken bana güvenmek değil, en kötü ihtimali düşünmek olmalıydı ve Kaya'da bu gerçeğin acısını çekiyordu. Yüzünü göremesemde onun gözlerindeki hayal kırıklığını tahmin edebiliyordum. Ben şimdi onun canını acıtsam, bunun acısı bir gün geçerdi ama annesinin kırdığı kalbi, bu acıyı asla unutmazdı.

 

Kalbimin sızladığını hissettim, bunu daha fazla yapamayacaktım.

 

Kaya'nın boğazına dayandığım bıçağı çekip burdan gitmeyi düşünürken, hiç beklemediğim bir anda Cihan iki adımda yanımıza geldi. Kardeşinin canını yakma ihtimalini hiç düşünmeden, kolumu tuttuğu gibi beni kenara çekti ve Kaya hızlıca ayağa kalkıp uzaklaştı. Cihan kolumu bırakmadan, diğer koluyla beni kendi gövdesine sertçe bastırıp abluka altına aldığında her şey saniyeler içinde gerçekleşmişti.

 

Şimdi sol kolumla beraber, belimden bana sarılmış; diğer elimin altındaki bıçağı, benim bileğimi tutarak boynuma yaklaştırmıştı. "Nasılmış?" diye kulağıma fısıldadı. "Yabancılarla dolu bir evde kendi hayatınla kumar oynamak?"

 

"Bırak beni." Gözlerim Kaya'nın yanına giden Asya'nın üzerindeydi. Kaya'nın boynuna bakmak için uzandığında, Kaya geri çekildi. Asya'nın gözlerinde gördüğüm anne şefkati, bir kez olsun tatmadığım bir duyguydu. Hiçbir zaman, biri canımı yaktığında böyle yanıma gelen biri olmamıştı. "Korktuğumu mu sanıyorsun?" diye sordum gözlerim onların üzerindeyken. "Korktuğumu mu sanıyorsun?!"

 

Bu görüntü beni bin yerimden bıçaklamışken, Cihan'ın beni korkutmak istediği bıçak bir şey ifade etmiyordu. Ben yaraya alışıktım. Önemli olan yarayı nerden aldığımdı. Çünkü yarayı dışımdan aldıysam, geçerdi ama içimden aldıysam, içimden geçerdi.

 

Ve benim canım, bir süredir hep içimden yanıyordu.

 

"Bilmem," dediğinde gözlerimi kapattım. "Burdan bakıldığında az önce yaşattığın şeyi yaşıyor olmaktan hoşlanıyor gibi gözükmüyorsun." Onun bana ders vermeye çalışması sinirimi tepeme çıkartırken devam etti. "Daha çok, birazdan bana yalvaracak gibi gözüküyorsun."

 

Gözlerimi açtım ve sinirle güldüm. Ölmekten korkmayan biri için söylenmeyecek gaflardı bunlar. Ne canımı fiziksel anlamda yakmasından ne de beni öldürme ihtimalinden korkuyordum. Benimle ilgili yanıldığı çok şey vardı ve bunu o da görecekti. Dediklerinden sonra, "Öyle mi?" diye sordum ve bir an bile düşünmeden, elimdeki bıçağı hırsla kendi boynuma doğru çektim.

 

Hissettiğim sızı ve duyduğum bağırış seslerine ek olarak, Cihan bir küfür savurup elimi bıraktı ve boynumu tuttu. Kafamı kendine doğru çekip "Manyak mısın sen?" diye bağırdığında, serbest bıraktığı elimdeki bıçağı ters çevirdim. Diğerlerine bakıp, "Derin değil," diye konuştuğunda, "Ama bu derin olacak..." diye fısıldayıp bıçağı sertçe ona sapladım.

 

Boğazından gelen bir hırıltıyla sertçe inlediğinde gözlerim Asya'nın üzerindeydi. Dudaklarını aralamış, tamamen dehşet içinde bana bakıyordu. Gözlerimi ondan çektiğimde diğerlerininde farklı olmadığını gördüm. Bıçağı geriye çektiğimde Cihan'ın beni bırakıp kendiyle ilgileneceğini düşünürken, o, kolumu tuttuğu gibi sırtımda birleştirdi.

 

Bileğimi çok sert sıktığı için elimdeki bıçak kayıp düştüğünde "Anlaşıldı," diye boğazından gelen bir sesle konuştu ve sırtımdan bastırıp ilerlememi sağladı. "Belliki sen zordan anlıyorsun!"

 

"Bırak beni," diye konuştuğumda gövdemi konsola yasladı ve "Baran!" diye seslendi.

 

"Bırak diyorum sana," diye bağırdığımda yanımıza gelen Baran'a, "Bana bir ip getir," dedi. "Başka türlü durmayacak bu!"

 

"Baran sakın!" diye bağırsamda beni umursamadan gitti. Gözlerimi kapatarak hırsla dizimi konsolun kapağına sertçe vurdum. "Bırak beni ruh hastası, bırak!"

 

"Ulan," deyip sırtımdan bastırdı. "Çocuğun boğazına bıçak dayadın. Bacağıma bıçak sapladın. Lan az daha kendi gırtlağını kesiyordun, kendi! Söyle hangimiz ruh hastasıyız?!"

 

Söylediklerini umursamadan, "Sana bırak diyorum!" diye bağırdım sinirle. Yaptıklarımın hepsini hak etmişlerdi ve bir gram bile pişman değildim. "Bırak!"

 

"Niye?" Diye sordu gövdemi daha çok bastırırken. "Birimizi daha bıçakla diye mi?!"

 

"Yapmayacağım bir şey!" Dedim dişlerimin arasından. "Gideceğim sadece!"

 

"O kadar kolay değil küçük hanım," dediğinde sinirle gözlerimi kapattım. "Hiçbir yere gitmiyorsun."

 

"Ya hasta mısın sen!" Diye bağırdım sinirle. "O kadar şey yaptım ve hala gitmeyeceksin mi diyorsun bana?!"

 

"Biz aileden olanı asla, ama asla bırakmayız." dediğinde Baran yanımıza gelmişti. "Ama eğer yapılması gereken bir şey olursa da yaparız." Gözlerimi Baran'a çevirdiğimde, bana üzgün bir şekilde bakarak ipi ona verdiğini gördüm. Hepsi ama hepsi sahteydi. "Yani, eğer sen eline koluna hakim olamıyorsan, ben olmasını bilirim." deyip, Baran'ın getirdiği ipi sertçe bileğime dolamaya başladı.

 

"Yapma," dedim bu defa bağırmadan çünkü ne kadar bağırırsam bağırayım duymuyordu beni. "Cihan," dedim tekrar. "Yapma, bu kadarı fazla!"

 

"Senin yaptıkların kadar değil." Deyip ipin iki ucundan sertçe çekti.

 

"Benim yaptıklarımın hepsini hak ettiniz!" Dedim canımın acısıyla. "Gitmek istediğimde beni bıraksaydınız bunlar yaşanmazdı!" Beni umursamadan bir düğüm daha attı. "Her şey daha kötü olacak bak, bırak beni!"

 

Yaşadığım şeye inanamıyordum. Yaptıklarımdan sonra kapıya konulmayı beklerken, burada kalmam için elimi kolumu bağlıyorlardı. Hissettiğim acizlik dudaklarımı dişlememe sebep oldu. Uzun zamandır kendimi bu kadar çaresiz ve güvensiz hissetmemiştim. O çöplükte bile.

 

Cihan bir şey söylemeyip ellerimi bağladığında, "Hiçbiriniz bir şey yapmayacak mı?!" diye bağırdım öfkeyle. "Kafayı mı yediniz siz? Durdurun şunu hemen!"

 

"Önce sakinleşeceksin," deyip kolumdan tutarak beni geriye çektiğinde gözlerim Asya ve yanındaki kocasına değdi. Ağlıyordu ama tek bir şey bile yapmıyordu. İçimdeki beklenti dolu duygular canımı acıttı yine. O an, bir insanın ailesinden ne görürse görsün hep bir umudu olduğu acı bir şekilde anladım. Bir umut bekliyordum, bir umut ikisinden biri oğlunu durdursun diye bekliyordum. Ama ne onlar ne de diğerleri bir şey yaptı. Hiçbirine güvenmemekte en doğrusunu yaptığımı bir kez daha anladım. "Sonra gelip seni çözeceğim."

 

Histerik bir gülüş döküldü dudaklarımdan. "Bu saatten sonra sence ben sakinleşir miyim?" Diye sordum ona bakarak. "Sence sakinleşir miyim?!" Bağırdığımda kolumdan tutarak sürüklemeye başladı beni. "Allah belanızı versin!" Diye bağırıp kolumu çekmeye çalıştım ama işlemedi. "Hepinizin Allah belasını versin!"

 

"Gel buraya Baran." Deyip beni koltuğa doğru fırlattığında saçlarım yüzüme döküldü. Sert nefeslerim yüzme düşen saçlarımı hafifçe havalandırırken ayak bileklerimden tutan Cihan'ı itmeye çalıştım ama gücüm her anlamda tükeniyordu. Onlarla savaşmak, kendime yenilmek gibiydi. Beni de tüketiyordu.

 

Baran gelip ipi bileklerime geçirdiğinde, saçlarımdan dolayı bulanıklaşan görüşümü, gözlerimi sımsıkı kapatarak iyice kesitim. "Bunu asla unutmayacağım," diye fısıldadım. "Asla."

 

"Unutma," dedi Cihan, kolumdan tutup beni koltukta doğrultarak. "Neler yapabileceğimiz hep aklında olsun." Yüzüme gelen saçlarımı eliyle düzeltmek istediğinde, başımı geriye doğru çekerek "Dokunma bana," dedim öfkeyle. Ona iğrenerek bakarken, onun gözlerinde karmaşık duygular vardı sanki. Ne olduğu çözemeden ayağa kalktığında, "Bir parça pamuk getir Kaya," diyen Asya'yı gördüm. Bana doğru yaklaşıp, sehpanın üzerinde oturdu ve çekinerekte olsa "Bakayım," diye fısıldayıp, elini boynuma doğru uzattı.

 

"Deneme bile," dediğimde eli havada asılı kaldı. "Sen varya," dediğimde gözleri buğulanıyordu. "Bu zamana kadar tanıdığım en aciz insansın." Dudaklarını birbirine bastırıp, hafifçe başını salladı. "Bitti," dediğimde gözlerinde biriken yaşlar yanaklarına düştü. "O içindeki umutlar varya, hepsini unut. Çünkü tek bir şansın varsa o da artık yok."

 

"Kızı-"

 

"Kes!" Diye bağırdım boğazımdan gelen bir sesle. "Kızın falan değilim sesin!" Başını iki yana salladığında Serhat Bey gelip onu kaldırdı. "Defol!" diye bağırdım o ağlayarak uzaklaşırken. "Hepiniz defolun!"

 

Bir bir salondan çıkarlarken göğsüm inip kalkıyor, sesli soluklarım salonda yankılanıyordu. Dayanamayıp, sinirle bir çığlık atarak ayağımla sehpaya tekmeler savurdum. Üstündeki bir kaç eşya yere savrulurken sinirden ağlamaya başladım. Hem sinirden hem de kalp kırıklığından. Çünkü, benim o pencerede yıllarca kurduğum tüm hayalleri bugün acımasızca katletti onlar. Canımı yakmayı umursamadılar ve buna göz yumdular.

 

Gözlerimi kapattım ama gözyaşlarım dinmedi. Sessiz bir iç çektiğimde bununla nasıl baş edeceğimi bilemez haldeydim. Senelerdir kendimi kandırmış olmak bugün büyük bir yüzleşme yaşatmıştı bana, kendime gelemiyordum. Ama en çok içimdeki çocuk kendine gelemiyordu.

 

Sessiz salonda benimle beraber hıçkırarak ağlayan bir kız çocuğu duydum ama iki gün önce, o hastane odasında kahkaha atan bir kız çocuğu vardı. Şimdi Uğur'da güvenebileceği tek kişinin ben olduğumu anlamıştı. İçimdeki küçük kızın belkileri solmuştu. Artık cansız ve kurak bir bahçede gömülüydü tüm umutları. Ailesi ona canavardı.

 

Artık korkuyorum, artık istemiyorum, bizi götür Uğru.

 

Birkaç gün önce onu koruyacaklarını düşündüğü kişilerin, asıl korunması gereken kişiler olduğunu o da anlamıştı. Güçsüz tarafım, çocuk benliğim; güçlü tarafıma yalvarıyordu işte şimdi. Bizi götür, diyordu. Ayağa kalk ve bizi kurtar.

 

Gözlerimi açtım ve sakinleşmek için derin soluklar aldım. Burdan kurtulmak için bir şey yapmalıydım. O herifin beni çözmesini bekleyemezdim. Gözlerimle etrafı taradım ve yere düşen vazonun kırık parçalarını gördüm. Eğer onlardan birini almayı başarabilirsem, belki ellerimi çözebilirdim.

 

Koltuktan dizlerimin üstüne yere kaydım ve ilerlemeye çalıştım. Kolay değildi ve buna zorunda kalmak canımı hiç hissetmediğim kadar sıkıyordu. Belki daha kötü muameleler görmüştüm ama en çok koyan bu olmuştu.

 

Zor da olsa yerden bir cam parçası aldığımda, parmaklarımın ucunda hareket ettirerek ipi kesmeye başladım. Zannettiğimden zordu. Hala yüksek olan nabzım, titreyen ellerim ve oldukça sıkı bağlanmış ip, beni daha da zorluyordu. Cam parçasının bileklerimi çizdiğini hissediyordum. Canım acıyordu ama durmayacaktım.

 

Dakikalarca uğraştığım ip, birbirine kenetli bileklerimi bir miktar uzaklaştırsada hala kopmamıştı. En sonunda cam parçasını bırakıp var gücümle bileklerimi kendime doğru çekmeye başlamıştım çünkü cam parmak uçlarımı dahi kesmişti.

 

Dişlerimi sıkarak ipi koparmaya çalışırken, ip, bir anda koptu. Gözlerimi kapatıp derin bir soluk vererek, titreyen ellerimi dizlerimin üstüne bıraktım. Sonra ellerime baktım, kan doluydu. Bileğimde halka şeklinde bir iz ve izin etrafında çizikler vardı. Avucumun içinde ve parmak uçlarımda ise minik birkaç kesik.

 

Bakışlarımı ellerimden çektiğimde, gözüm tam karşımdaki, tamamiyle cam olan şarap dolabına takıldı. Gördüğüm yansımam bir yıkımı anımsatıyordu ve seneler sonra ilk defa kendimi bu halde görüyordum. İçime büyük bir burukluk çöktü ve istemsiz olarak bir iç çektim. Senelerdir kalbim bu kadar ağrımamıştı.

 

Titreyen ellerimi sehpaya bastırıp doğruldum ve koltuğa oturdum. Yere bıraktığım cam parçasıyla önce ayaklarımdaki ipi, sonra da ellerimde kalan ipleri kestim. Cam parçası elimden kayıp yere düştüğünde gözlerimi kapattım.

 

Canımı çok yakmışlardı.

 

İçimdeki çocuğu çok ağlatmışlardı.

 

Onlara güvenen tüm duygularımı hayal kırıklığına uğratmışlardı.

 

Ve şimdi, yaktıkları gibi yanacaklardı.

 

Gözlerimi açtım ve bir an bile düşünmeden ayağa kalktım. Madem hiç tanımadıkları birinin damarına basmışlardı, bir daha bunu yapmamayı öğreneceklerdi. Beni hafife almanın ne demek olduğunu onlara gösterecektim. Sakinleşirim, durulurum sanıyorlardı ama çok yanılıyorlardı. Çünkü benim, bir sınırım hiç olmamıştı.

 

Cam dolaba yürüdüm ve kapağını açıp elime ilk geçen şarabı alıp ilerlemeye başladım. Salonun çıkışına yürürken gördüğüm aynadaki yüzüm bir an duraksamama sebep olduğunda bekledim. İşte başından beri bu evde kalmama sebebim buydu. Beni bitirmişlerdi. Gerçeğimi gördüklerinde bana hiç acımamışlardı.

 

Kendimi böyle harabe görmek beni daha da hırslandırdı. İlerleyip salondan çıktığımda, yemek odasından gelen seslerle oraya yöneldim. Beni ilk gören diğerlerinin aksine ayakta duran Karan oldu.

 

"Günce," diye mırıldanıp bir adım attığında elimi kaldırıp "Sakın," dedim, gözleri elimdeki kesikleri görünce dudakları aralandı.

 

Serhat Bey, sandalyesini itip ayağa kalktığında ona baktım. "Tek bir soru soracağım," deyip elimi yanımda serbest bıraktığımda, Asya'da ayağa kalktı.

 

"Gitmeme izin verip, arada sırada görüşmek yerine," deyip hafifçe başımı iki yana salladım. "Niye bunu yaptınız?"

 

Kimseden bir ses çıkmadı. Bekledim ama ne kadar beklersem bekleyeyim, zaten buna bir cevap veremezlerdi. Elimi yavaşça cebime attığımda Asya kısık bir sesle, "Bileklerini kesmişsin," dedi. "Pansuman gerek."

 

"Bileklerimi kestiniz," deyip cebimdeki zippoyu avucuma aldım. "Pansumanla geçmez."

 

"Kızım," diyen Serhat Bey'e bakıp, "Değilim," diye fısıldadım. "Bugünden sonra ben sizin hiçbir şeyiniz değilim."

 

Hepsinde gözlerimi gezdirdim. "Bugünü," dedim üstüne basarak. "Ne ben unutacağım," deyip elimdeki şişeyi sıkıca kavradım. "Ne de size unutturacağım."

 

Aile, asla kurtulamadığın cehennemin.

 

"Ben o kız gibi değilim Asya." diye mırıldanıp ona baktım. "Kurtulmasını da bilirim cehenneme çevirmesini de."

 

Asya'nın gözlerindeki pişmanlığı da kaybetme korkusunu da gördüm ama artık çok geçti. Elimim altındaki zippoyu iyice kavrayıp cebimden çıkarttım. "Eğer benim kurtulamadığım cehennemim sizseniz," deyip başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. "Yanan sadece ben olmayacağım."

 

Elimdeki şişeyi odanın girişine fırlattığım anda paramparça olup etrafa dağıldı. Hepsi ayaklanırken bir an bile tereddüt etmeden zippoyu ateşe verip, onların gözlerinin içine bakarak yere fırlattım. Şimdi onlara ait olan, bendeki tek şeyi de iade etmiştim.

 

Ateşin sardığı yer geniş değildi ve bu koca ev için hiçbir şey ifade etmiyordu belki ama onlar için çok şey ifade ediyordu aslında. Bu, artık yaşanan hiçbir şeyin geri dönüşü olmadığını ve asla düzelmeyeceğini gösteriyordu. Beni kaybetmeyi ne kadar umursuyorlardı bilmiyorum ama bu, beni kaybettiklerini; daha doğrusu, senelerdir aradıkları kayıp çocuklarını, kaybettiklerini gösteriyordu. Ve aslında bu sefer benim de, ailemi kesin olarak, kaybettiğimi gösteriyordu.

 

Yayılmış şarabın üzerindeki alevlerin arkasından onlara baktım ve içimdeki tüm duyguları yok sayıp, sadece öfkeyi alarak konuştum: "Bundan sonra canımı yakarsanız, sizi cayır cayır yakacağımı bilerek yapın!"

 

Gözlerimi onlardan çekip odanın içindeki kaosu geride bırakarak yürüdüm ve kapıyı açıp evden çıktım. Ve o an, kapı arkamdan öyle sert kapandıki, ben bir daha adım atsam bile artık açılmazdı bana.

 

 

•••

 

 

 

 

Loading...
0%