Yeni Üyelik
13.
Bölüm

13.Bölüm: Davet

@_mysterybooks

 

Keyifli okumalar ✨

Yorumlarınızı bekliyorum :)

 

Uğur Ateş - Dicle

Glwzbll - United 13 (Super Slowed)

 

•••

 

 

İnsan büyüdüğünü sandığı her an için bir bedel öder; bu defa büyüdüğünü sandığı yeni bir anıyla.

 

Büyüdüğümü ilk düşündüğümde henüz çocuktum. Kendimi diğer tüm çocuklardan ziyade, yüzleri hiç gülmeyen büyüklere benzetirdim. Bir çocuğun neşesi yoktu yüzümde; büyüklerin duygusuzluğu, mutsuzluğu vardı. Yaşadıklarım beni çocuk bedeninde bir yetişkin yapmıştı. Bunu o zamanlar anlamasam bile görüyordum. Çocuk hissetmiyordum, demek ki büyük olmalıydım.

 

Yıllarca, çocukken büyüdüğümü sandım ama yıllar sonra o kaldırımın dibinde tek başıma saatlerce beklediğim gün, asıl büyüdüğümü anladığım gündü. Çünkü içimdeki tüm umutlar o gün kırılmıştı. Sabah saat sekizden gece on ikiyi bulana dek gözümü yoldan ayırmamıştım. Yağmur yağmıştı, ben ona rağmen kalkmamıştım. Son bir kez içimden dua ederek gelmelerini beklemiştim. Gelmelerini ve onları içimdeki kırgınlığa rağmen affetmeyi istemiştim. O gün, bu kez gerçekten büyüdüğümü düşündüğüm; yurttan ayrılıp, kendi başıma kaldığım ilk gündü.

 

Ama... Şimdi seneler sonra yine büyüdüğümü hissettiğim bir gün daha yaşıyordum. Adımlarım sert sesler çıkartsada güçsüzdü bu kez. Tıpkı dışarıdan yıkılmaz görünürken, içeriden bir harabe olmam gibi. Kendimi yıllar sonra en zayıf hissettiğim gündü bugün. Hırçındım, öfkeliydim, içimde kırgın, biraz yorgun, pişmandım. Boğazıma kenetlenen bir şey vardı, yutkunamıyordum. Daha kötü günlerim olmuştu belki ama hiçbiri bu kadar yıkmamıştı beni. Hiçbiri onları koyduğum yerden vurmamıştı, beni. Tanımamıştım belki, hiç görmemiştim ama bende öyle ya da böyle bir yerlerde vardı onlar. İçimde onları kızarak sevdiğim yanımı çok acıtmışlardı. Yanlış olduğunu bilmeme rağmen hissettiğim duyguları, ben başaramayınca onlar benim yerime yok saymışlardı.

 

Seneler önce kendime verdiğim sözü tuttum sanmışım bugüne kadar. Kimseyi, kendimi acıtacak kadar önemsemeyecektim ben. Ama görüyorum ki kendime senelerdir yalan söylemişim. Ben meğerse onlara anlam yüklemeyi hiç bırakmamışım, o günden sonra bile vazgeçmemişim. Onları, şu yaşadığım acıyı kendime çektirecek kadar önemsemişim.

 

Kendimi geçmişim.

 

Geçmişimi, geçmişim.

 

Ama onları hiç geçememişim.

 

Hissettiklerimi kendime bile öyle gizlemişim ki canım acıyınca yüzleştim kendimle bugün. Unuttum sandım, vazgeçtim sandım ama bitmemiş. Kalbim, büyürken yanımda olmayan ailem için daima bir yer ayırmış ve onlar bunu hiç hak etmemiş.

 

Üzerinde yürüdüğüm toprak yol kendini taşlarla dolu bir zemine çevirirken, ileride gördüğüm banka doğru yöneldim. Botlarımın çiğnediği çakıl taşlarının sesi, adımlarımla beraber kulağıma doluyordu. Yine de kafamın içindeki sesleri bastıramıyordu. Zihnimin içi o evde yaşadıklarımla doluydu. Hepsinin karşısında tek başıma kalışım, bana onların yanındayken bile aslında kimsesiz olduğumu gösteriyordu.

 

İlerledim ve banka oturdum yavaşça. Üşüyen ellerimi dizlerime koydum. Yara bere içindeki ellerim hala titriyordu. Üzerindeki kanım kurumuş, her yerime bulaşmıştı ama artık akmıyordu, acımıyordu da. Aslında, belki de acıyordu bilmiyorum. Bazı acılar diğerlerini bastırır derlerdi. Hissettiğim acı, kesiklerimin sızısından beterdi ve bu, canının bu kadar yanacağını düşünmeyen biri için çok fazlaydı.

 

Titrek bir nefes aldım. Gözlerimi karşımdaki hırçın denize çevirdim. Dalgaların kayalıklara çarpma sesi kulaklarıma kadar geliyordu. Bir an için ayağa kalkıp en uca yürümeyi düşündüm ama yapmadım. Çünkü en uca yürürsem kendimi o denize bırakmaktan alıkoyamazdım. Ölmek istemiyordum. Sadece, yaşamak benim için her geçen gün daha yorucu bir hal alıyordu ve ben tükeniyordum.

 

Geçmişimin üzerine yaşamak kolay değildi. Beni hayatta tutan, beklerken ettiğim umut ve yıkılan beklentimin ardından yaptığım hırs olmuştu. On sekiz yaşıma gelene kadar her bir gün gelirler diye umut etmiştim. İşe yaramayınca da büyük bir nefretle hayata karşı, belki onlara karşı, hırslanmıştım. Çünkü başka türlü olmazdı. Başka türlü ben yaşayamazdım, bu geçmiş beni öldürürdü.

 

Ben, bu kadar kırıklarla dolu bir geçmişe rağmen onlar için kalbimde bir yer ayırmıştım ama onlar kalbimi bir çöp gibi ezmişlerdi. Her şeye rağmen kalbimde var olan insanlar, hiçbir şeye değmediklerini göstermişlerdi bana. Hemde hep birlikte. Bir tanesi bile beni haksız çıkartmamıştı, bir tanesi bile beni yanıltmamıştı. Ben biliyordum bilmesine ama içimdeki çocuk çok hazırlıksızdı. Bana inanmamıştı, beni ikna edecekti.

 

Ama elinden aldılar.

 

Gözlerimi kapattım ve başımı gökyüzüne doğru kaldırdım. Titreyen çenemi zapt edemiyordum. Tıpkı gözümden akmak için çabalayan göz yaşlarımı zapt edemediğim gibi. Çünkü her ne olursa olsun, yaşadığım şeyler Uğru'ya bile ağırdı. Ne kadar güçlü olsamda, ne kadar istemesem, ne kadar böyle yaşamaya alışsamda; her kimsesiz gibi, derinlerimdeki yaraları iyileştirememiştim. Alışmıştım ama üzerine basan onlar olunca, acıya savunmasız kalmıştım.

 

Hafifçe burnumu çektim ve elimi cebime atıp, her yanı buruşan fotoğrafı elime aldım. Dudaklarımı birbirine bastırırken, bir damla yaş burun kenarımdan dudaklarıma doğru süzüldü. Fotoğrafı dizime yaslayıp, iki elimle düzeltmeye çalışırken kendi kendime güldüm. O an parçalara ayırmak istediğim fotoğrafı, şimdi onarmaya çalışıyordum. Fotoğraftaki bebeğin huzurlu olduğu üç beş anıdan biriydi bu çünkü. Onu da mahvetmemeliydim. Düzeltmek istedim, iyi olsun istedim. Ben sadece iyi olmak istedim.

 

Senelerdir tek bir zerresini bile düşünmemeye çalıştığım çocukluğum zihnime doluyordu şimdi. Ellerimde tuttuğum, onun geçmişiydi. Anne, babasının ve abilerinin yanında olduğu bir geçmiş. Sıcak, sevgi dolu, güvenli, ait... Tek bir anısı yoktu belki hafızamda, ama hissettirdikleri hala içimdeydi. Neden bu kadar inançlı olduğumu sorguladığım anların cevabı elimdeki fotoğraftaydı. Sevildiğini hisseden bir bebeğin çocukluğuydu yaşadığım, bu yüzden emindi. Bu yüzden emindim. Geleceklerine de beni bir gün o delikten alacaklarına da koşulsuz inanmıştım. Tüm yıkımımın sebebi buydu.

 

Fotoğraftaki Cihan'ın, bebekliğime bakışında takılı kaldım bir süre. Düşünmekten alıkoyamadım kendimi. Onlarla büyüseydim, sever miydi beni? Canımı yakmaktan korkar mıydı mesela? Ya da canımı yakan olursa korur muydu beni?

 

Güldüm yavaşça, Cihan bunların hiçbirini yapmaz gibiydi ama kızına da çok farklıydı. Emin değildim, Cihan bana nasıl bir abi olurdu? Diğerleri, bana nasıl bir abi olurdu? Onların Gökçe'ye olan tavırlarını anımsadım. Bende Gökçe gibi güleç olur muydum o evde büyüseydim? Onun gibi sevilir miydim?

 

"Küçücük bir çocuk, ne kadar kötüsünü hak eder?" Diye fısıldadım sol gözümden bir damla yaş resmin üstüne düşerken.

 

Gökçe gibi sevilir miydim bilmiyorum ama böyle de olmazdım. Belki yine sevilmezdim ama bu kadar canım yanmazdı. Tüm bunları yaşamazdım, tüm bunlarla tek başıma mücadele etmek zorunda kalmazdım. Gökçe gibi mutlu olmazdım belki ama en azından yüzüme işlenmiş bir mutsuzluk izi olmazdı.

 

Belki, işte o zaman severlerdi beni. Belki bende, kendimden bile saklamazdım onları sevdiğimi. Belki, o zaman bu kadar yakmazlardı canımı. Dördümüzün beraber olduğu tek fotoğraf bu olmazdı.

 

Belki...

 

"Bak, gördün mü, acıttılar canımızı?" Diye fısıldadım küçüklüğüme bakarak.

 

Oysa o çok emindi ailesinin onu koruyacağına. Çok emindi artık mutlu olacağına. Söylemiştim ona, kimseye güvenmememiz gerektiğini söylemiştim. O da biliyordu... yine de inanmak istiyordu. İçimde kalan çocuk yanım, ailesi onu korur sanıyordu. Kendi kendimi ikna etmek için çabalasamda yaşadığım yıkım bana, hiçbir şeyi beceremediğimi gösteriyordu.

 

Fotoğrafı dikkatlice cebime bıraktıktan sonra sigaralarımdan bir tanesini elime alıp dudaklarımın arasına koydum. Ellerimi üzerimde gezdirerek çakmağımı aradım ama olmadığını hatırlayıp sessiz bir küfür savurdum. Dudaklarımın ucundaki sigarayı parmaklarımın arasına aldığım esnada bir ses duydum. Daha doğrusu ayak sesleri...

 

Kaşlarımı çatıp geriye doğru baktığımda gelen kişiyi görmek anlık bir sinirle ayağa kalkmama sebep oldu. Dudaklarını aralayıp bir adım gerilediğimde durdu. Gözleri yüzümde gezindiğinde kaşları hafifçe çatılmıştı.

 

"Ne işin var senin burda?" Diye sordum, artık bu karşılaşmaların bir tesadüf olmadığını düşünerek. Parmağımı ona doğrultup "Bak eğer," diye konuştum sinirle. "Eğer onların adamıysan, eğer seni onlar yolluyorlarsa..."

 

"Kimsenin adamı falan değilim," diye sözümü kesip bana doğru adımladığında "Yaklaşma!" dedim elimi dur anlamında kaldırarak. Gözleri bir anlık elimi bulduğunda dudakları aralandı. "Beni takip etmeyi kes," dedim elimi kendi yanıma bırakarak. "Defol git."

 

"Takip falan yok. Ben zaten buradaydım," deyip eliyle ileriyi gösterdi. "Arabam orda bak." Birkaç metre ötedeki arabayı gördüğümde konuşmaya devam etti. "Arabayla buraya gelseydim, bir ses duyardın heralde değil mi?"

 

Gözlerimi arabadan çekmedim. "Buradaydım," diye tekrar ettiğinde ona baktım. "Arabada oturuyordum. Nefes almak için indiğimde seni gördüm. Tanıyınca gelmek istedim, hepsi bu."

 

Doğru söylüyor gibiydi, gözleri yalansızdı. Sürekli karşılaşmamız normal değildi ama aksine bir kanıtta yoktu. Sessiz kalıp gözlerimi etrafta gezdirdiğimde "Tamam mı?" diye mırıldandı. "Sakin misin?"

 

Sesi kontrollü çıkıyordu. Temkinli davranmaya çalıştığını görebiliyordum ama bu defa yardımını istemiyordum. Bana doğru yaklaştığında "Uzak dur," diye mırıldandım.

 

Gözlerime anlayışla bakıp, "Korkma sana zarar vermeyeceğim." dedi sakince.

 

"Korkmuyorum," dedim kendimden emin bir tonda. "İstemiyorum sadece."

 

"Anladım," dediğinde bakışları ellerime takıldı. Gözlerini ellerimden çekmeden, "Ne oldu sana?" diye sordu. "Kim yaptı bunu?"

 

Avuçlarımı kendim görecek şekilde hafifçe kaldırıp baktım. İçli bir soluk verip omuz silktim. "Ben," dedim. "Ben yaptım."

 

Bir bakıma doğruydu. Onların beni soktuğu durumdan kurtulmak için kendi kendimi yaralamıştım. Ama o ipi bileğime geçiren onlardı.

 

"Yalan söyleme," deyip bana doğru bir adım attı ve elime uzandı ama geriye çektim elimi. "Bu izleri tek başına yapamazsın."

 

"Kimin yaptığının bir önemi yok. Beni rahat bırak."

 

"Beni peşinden gönderdiğini düşündüğün kişiler yaptı değil mi bunu?" Başını eğdi hafifçe. "O gün sokağın ortasında ağlamana sebep olanlar da onlardı." Gözlerimi ondan çekip birkaç adım uzaklaştım. Kollarımı kendime sardığında devam etti. "Seni yalın ayak yolda bulduğumda da onlardan kaçıyordun."

 

Hepsinin sebebi onlardı; gerçek ailem.

Hayır.

Yalan ailem.

 

Güldüm kendi kendime. Ne aile ama... Eminim ki o, aklının ucundan bile bana bunları yapanın ailem olduğunu geçirmiyordur. Onun düşündüğü bana takıntılı olan bir adam olabilir, belki bulaştığım kötü insanlar olabilir ama aile olmaz. Gerçek bu olsa bile.

 

"Bak bana," deyip yanıma doğru geldiğinde ona baktım. "Korkmana gerek yok. Eğer polise gidemiyorsan, bana anlatabilirsin. Ben korurum seni."

 

Hafifçe kaşlarımı çattım. "Kahraman olmaya falan mı çalışıyorsun," diye sordum ona bakarken. "Sen kimsin ki beni koruyacaksın? Ya da şöyle sorayım. İki kere karşılaştığın birini niye korumak istiyorsun?"

 

"Gözümü mü kapatayım?" Diye sordu hafif sert bir sesle. "Ne yapayım çekip gideyim mi seni böyle bırakıp?"

 

"Git," dedim beklemeden. "Herkesin yaptığını yap. Kapat gözünü, görme."

 

"Görüyorum ama." Dedi sesini yükselterek. "Ne yaşıyorsun bilmiyorum ama seni görüyorum." Bir anlık bekledi ve daha sakin bir şekilde devam etti. "Herkes gibi yapamam. Bu şiddete gözümü kapatıp gidemem üzgünüm."

 

"Düşündüğün gibi değil," dedim kafasında dönen senaryoları durdurmak için. "Şiddet gören bir kadın değilim, benim meselem başka." Kısmen.

 

"Her dediğimi yalanlayabilirsin ama gözlerinde görüyorum ben. Gözlerinin içindeki acıyı görüp arkamı dönüp gidemem." dedi başını hafifçe iki yana sallarken. "Öyle bir adam değilim yapamam."

 

Gözlerime gelen yanma hissini durduramayınca bakışlarımı ondan çekip ufuk çizgisine doğru baktım. O da hiç tanımadığım bir yabancıydı. Tıpkı onlar gibi... ama onların göremediğini görüyordu şimdi. Ne dersem diyeyim görüyordu. Onlar niye görememişti? Güldüm hafifçe. Onlar kendi acılarını görmekten beni göremiyorlardı ki... Zaten en başından beri, beni acılarını dindirmek için yanlarında istemiyorlar mıydı? Onların beni görmesini beklemek bile saçmalıktı. Tüm o sözlerin hepsi birer yalandı.

 

"Hele ki burada," deyip eliyle ileriyi gösterdi. "Dibi kayalık olan bir yamacın başında asla."

 

"Korkma," dedim kısık bir sesle. "Kendimi öldürmeye gelmedim buraya. Sadece biraz yalnız kalıp, sakinleşmek için geldim."

 

O evden bir hışımla çıktıktan sonra bulduğum ilk minibüse binip buraya gelmiştim. Yolun devamında, ormanın arkasında kalıyordu burası. Daha önceden bilseydim eğer, sürekli geldiğim bir yer olurdu ama ben daha yeni, minibüsün camına yapıştırılmış kayalık sahili yazısı ile öğrenmiştim. Bundan sonra da unutmazdım.

 

"Yani," diye mırıldanıp ona baktım. "İzin verirsen biraz yalnız kalmak istiyorum."

 

Bir süre bekledikten sonra konuştu.

 

"Emin misin?" Diye sorduğunda başımı salladım. "Peki, tamam. Ama en azından ellerini temizlememize izin ver. Sonra seni yalnız bırakacağım."

 

Bir şey söylememi beklemeden arabasına doğru ilerledi. Gözlerimi ondan çekip etrafta gezdirdim ve derin bir soluk verip banka oturdum. Neden bana yardım etmek istiyordu bilmiyorum. Kimse bir çıkarı olmadan başka birine yardım etmezdi ama o karşılaştığımız her seferinde bana yardım etmişti. Elimde kalan sigarayı cebime yerleştirirken başımı geriye çevirip ona baktım tekrar. Arabanın içinden bir şeyler alıyordu. Bir anlık buraya doğru baktığında göz göze geldik. Beni kontrol edip işine geri döndü. Adını bile henüz bilmediğim bir adam, başımın dertte olduğunu anlamasına rağmen benden uzaklaşmıyor ve yardım etmek istiyordu. Dünkü konuşmamızı anımsadım. Yağmurdan ıslandığım gün beni tek bıraktığına pişman olduğunu söylemişti. Bana acıdığını düşünmüştüm ama o, sadece desteğe ihtiyacı olan birine yardım edememenin pişmanlığını yaşadığını dile getirmişti. Sanırım bu defa aynını yapmamaya niyetliydi.

 

Önüme döndüm. Sırtımı geriye yaslayıp gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Unutmam gerekiyordu. Tüm bu olanları zihnimde küçültmem gerekiyordu. Çünkü eğer önemsemeye devam edip kendimi daha fazla hırpalarsam dönüşü olmayan bir karanlıkta boğulurdum. Tıpkı eskiden de yaptığım gibi, şimdi, canımı acıtan her şeyin yavaş yavaş üstünden geçecektim. Tüm olanları kendi içimde sindirip, köşeme çekilip olabilir diyecektim. Sonra, geçecekti.

 

"Bunları bulabildim," diyen sesini duyduğumda gözlerimi açtım ve bana doğru gelen adama baktım. Yanıma gelip elindekilerin bir kısmını oturduğum bankın boşta kalan yerine bıraktıktan sonra eline aldığı su şişesiyle beraber tek dizinin üzerinde önüme çöktü. "Ellerini şöyle uzatabilir misin?"

 

Ellerimi ona doğru uzattığımda bakışlarının odağı değişmişti. Gözleri boynumdaki çizikte gezinirken, elini uzatıp çenemi hafifçe yukarı kaldırdı. "Bu..." diye mırıldandığında "Sorma." dedim. Çattığı kaşlarının arasından bana doğru bakarken, sinirle gözlerini yumup nefesini dışarı üfledi. Kim bilir neler düşünüyordu şimdi ama ona bir şeyler açıklayacak gücüm yoktu. Bilmese de olurdu.

 

"Canını yakmamaya çalışacağım," diye mırıldandı ve elindeki şişenin kapağını açıp hafifçe dökmeye başladı. Diğer eliyle, ellerimin üzerindeki kanı özen göstererek çıkartmaya çalışırken bana baktı. "Acımıyor değil mi?"

 

O, gözlerime bakmaya devam ederken başımı hafifçe iki yana salladım. "Kuruduğu için zorluyor," deyip bakışlarını ellerime indirdi. "Dikkat etmeye çalışıyorum." Sağ avucumu kendine doğru çevirdiğinde gördüğü kesik bir anlık duraksamasına sebep oldu ama bir şey demeden nazikçe temizlemeye devam etti.

 

Parmakları bileklerimde varla yok arası gezinirken söylemek istediklerini yuttuğunu görüyordum. Arada bir gözleri bana değiyor, sonra bakışlarını kaçırıp dudaklarını birbirine bastırıyordu. Deli gibi sormak istediğinin farkındaydım ama ondan önce ben konuştum.

 

"Neden yapıyorsun bunu?"

 

Gözleri beni buldu ve sonra elindeki şişeyi kenara bırakıp "Yardım ediyorum sadece," diyerek ayağa kalktı. Bankın üzerindekileri eline alıp yanıma oturduğunda ona baktım.

 

"Bir sebebi olmalı."

 

"İhtiyacın var," dedi ve bana baktı. "Benim için yeterli bir sebep."

 

"Bir şeylere ihtiyacı olan bir sürü insan var," dediğimde araya girip konuştu.

 

"Ama benim karşıma çıkan sensin." Deyip elini uzattı bana doğru. "Elini uzatır mısın?"

 

Sol elimi ona doğru uzattığımda büyük bir yara bandını bileğimin kenarına dikkatlice yapıştırdı ve "İp izi değil mi bu?" diye sordu bana bakmadan. "Bu kesiklerin sebebi de bundan kurtulmaya çalışman."

 

"Öyle," diye itiraf ettiğimde bana baktı. Gözlerinin içinde tuhaf bir duygu vardı. Benim için üzüldüğünü görebiliyordum ama anlam veremiyordum. O kadar uzun zamandır, başkalarının acısına üzülen insanlar görmüyordum ki. Tuhaf geliyordu, altında bir şey arama isteği uyandırıyordu.

 

"Bana anlatabilirsin," dedi yumuşak bir tonda. "Dinlerim seni."

 

"Niye," diye sordum. "Kimsin ki sen? Sana niye anlatayım ben bunu?"

 

"İlla biri olmam gerekiyorsa," deyip hafifçe dudak büktü. "Tercih etmem ama arkadaş olabiliriz, eğer istersen." Bir şey dememe fırsat vermeden, "Ben Kandemir." dedi ismini söyleyerek. Kandemir.

 

"Bir şeyi değiştirmez," dedim umursamazca. "Arkadaş olduk diye sana olanları anlatacak değilim."

 

Sesli bir nefesle beraber elini geri çekti ve "Adını söyleme ihtimalin, tekrar karşılaşma ihtimalimizden daha zormuş." diye mırıldandı dünkü konuşmaya ithafen.

 

"Anlamadım?" Diye sorduğumda, elimle ilgilenemeye başlamıştı yine.

 

Küçük yara bantlarını parmak uçlarıma yapıştırırken, "Sana adımı söylediğimde," deyip bana baktı. "Senin de adını söylemen gerekirdi ama anlaşılan, söylememekte ısrarcısın."

 

"Hayır," dedim. "Sadece..."

 

"Sadece ne?"

 

"Bilmiyorum," diye mırıldandığımda hafifçe kaşlarını çattı. "Sadece," omuz silktim. "Kim olduğumun, adımın... Bir önemi yok." Gözlerimi avucunun içindeki elime çevirdim. "Sende sorma artık."

 

Anlayışla baktı gözlerime. "Tamam," dedi baş parmağıyla elimin içini hafifçe okşayarak. "Sormam bir daha."

 

Beni anladığını umdum.

 

Kandemir diğer elime ve boynuma pansuman yaptıktan sonra ikimiz de susmuştuk. İkimiz de sessizce karşımızda kalan denizi ve batan güneşi seyretmiştik. Ne o gitmişti ne de ben git demiştim. Şimdi, hafif kararan hava iyiden iyiye soğurken, ona doğru baktım. İzledim onu bir süre, anlamaya çalıştım. Kafamdaki soru işaretlerine bir cevap bulamadım.

 

"Neden hep en çaresiz anlarımda karşıma çıkıyorsun?"

 

Bana doğru dönüp, gözlerime bakarak bekledi bir süre. "Sen neden," diye sordu. "En çaresiz anlarımda karışma çıkıyorsun?"

 

Beklemediğim bir cevaptı bu, şaşırmıştım. "Buradan bakıldığında, hiç çaresiz görünmüyorsun."

 

Güldü hafifçe, buruk bir gülüştü bu. "Sorun da tam olarak bu."

 

Gülüşü yavaşça solarken, ona bu kez gerçekten dikkatle baktım. Gözlerinin arkasında gizlediği hüznü fark ettiğimde bakışlarını kaçırdı.

 

"İyi misin?"

 

"Önce sen." Dedi kısık bir sesle.

 

"Olanlar anlatamayacağım kadar uzun ve karmaşık." Dedim bu kez kestirip atmak yerine.

 

"O zaman nasıl hissettiğini anlat."

 

Derin bir soluk verdim ve bende gözlerimi ondan çekip ileriye doğru diktim. "Yorgun," diye mırıldandım. "Bir yerlerde hep anlaşılmaya çalışmaktan, anlaşılmak istemekten yoruldum. Kimse görmüyor sanki beni, yokmuşum gibi. Kendi varlığımı kanıtlamaya çalışıyorum sürekli.."

 

"Hiç dinlemediler mi seni?" Acıttı.

 

"Bu biraz ağır oldu sanki..."

 

"Ama gerçek gibi?"

 

"Buna katlanamıyorum," diye fısıldadım söylediğini kabul ederek. "O kadar zoruma gidiyor ki."

 

"Ne olduğunu anlat." Dedi başını bana doğru çevirerek.

 

"Hani bir söz vardır ya.. Balığın yeri denizdir, diye. Beni denizimden çıkartıyorlar, çırpınıyorum ama alışır diyorlar." Gözlerimi ona çevirdim. "Olan bu."

 

"Kim neye zorluyor seni?" Bana her şeyi düzeltebilirmiş gibi bakıyordu ama bu imkansızdı. Son yaşananların düzelmesi için bile seneler önceye gidilmesi gerekiyordu. Aslında tüm hayatımın düzelmesi için seneler önceye, o fotoğraftaki halime gidilmesi gerekiyordu. Bu da yirmi iki sene demekti.

 

"Bir önemi yok," dedim tüm gardımı indirirken. "İsimler değişiyor, olanlar değişiyor ama yaşanan hep aynı. Birileri bir şeyleri yazıyor ve ben oynuyorum." İlgiyle dinledi beni. "Söylesene, bir insanın kaderinde ne yazıldıysa hep aynı mı devam eder? Bu hayat zor, tamam ama hep mi böyle zor... ya da herkese mi böyle zor?"

 

Birkaç saniye sessiz kaldı. "Herkese böyle zor mu bilmiyorum ama kimse için kolay olmadığını biliyorum."

 

"Ben artık," değip başımı iki yana salladım. "Başa çıkamıyorum." diye mırıldanıp dudağımı dişledim. "Çabalayacak gücüm kalmadı sanki. O kadar yorumdum ki."

 

"Ağlayabilirsin," dedi sakince. "Kendini tutma." Gözlerini etrafta gezdirdi. "Ağla bak kimse yok burda, kimse göremez seni."

 

"Sen varsın," diye fısıldadım gözlerine bakarak.

 

"Ben ağladığını zaten görüyorum."

 

Burnum sızladı, canım yandı. "Aciz olduğumu düşünüyorsun değil mi?" diye sordum ve devam ettim. "Böyle zayıf biri değilim ben. Beni hep en boktan anlarımda gördün ama yemin ederim, değilim."

 

"Ne aciz olduğunu ne de başka bir şeyi düşünüyorum senin hakkında." Deyip yüzüme doğru uzandı ve rüzgardan dolayı önüme gelen bir saç tutamını kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Düşündüğüm tek şey seni bu denli yıkan şeyin ne olduğu."

 

Akşam maviliğinin içinde yeşillerini seçemiyordum artık ama bana olan bakışlarındaki derinliğin farkındaydım. En başından beri düşündüğüm tüm ihtimallerin yönünü değiştiren bir bakıştı bu. Açıkça gösterdiği ilgisi, bugünkü ısrarının en bariz sebebiydi.

 

"Sordun ya bana," diye konuştu elini saçlarımdan çekip. "Kimsin ki sen, diye. Neden bilmiyorum ama hayatında biri olmak istiyorum."

 

"Beni hiç tanımıyorsun sen.."

 

Hafifçe güldü ve "Adını bile bilmiyorum." dedi beni onaylayarak. "Ama var. Beni sana çeken bir şey, var. Sanki..."

 

"Sanki ne?"

 

"Sanki hayatıma öylesine girmemişsin gibi."

 

"Kader mi diyorsun?"

 

"Tesadüf mü diyorsun?"

 

"Ne olduğunu bilmiyorum ama," deyip dudak büktüm. "Bir daha görüşmeyeceğin biri için fazla anlam yüklediğini görüyorum."

 

Güldü ve başını aşağı yukarı salladı. "Sadece bir his..." diye mırıldandıktan sonra "Ayrıca," diye devam etti. "Bir daha görüşeceğimizi biliyorum."

 

"Nasıl olacakmış o?"

 

"Şöyle ki," deyip dudaklarını yaladı ve "Yarın akşam gerçekleşecek bir davet için bana eşlik etmeni isteyeceğim senden," diye devam etti. "Ve sen de beni kıramayıp kabul edeceksin."

 

"Yerinde olsam bu kadar emin konuşmazdım."

 

"Sadece iki saat..."

 

"Birbirimiz hakkında en ufak bir fikrimizin olmadığının farkında değilsin herhalde sen?"

 

"Gayet farkındayım."

 

Ona baktım bir süre, ne diyeceğimi bilemedim. Hafifçe gülerek bana, benden bir cevap beklercesine bakıyordu. Bulunduğumuz durumun saçmalığına gülmemek için dudağımın içini ısırdım. Birkaç dakika önce ağlamak üzere olan ben değilmişim gibi şimdi gülmek üzere olmam da en az bu durum kadar saçmaydı.

 

"Hiç tanımadığın bir kadını davete çağırıyorsun ama sana kötü bir haberim var," dediğimde başını ne olduğunu sorgularcasına hafifçe yana eğdi. "Dans etmeyi bile bilmiyorum ben."

 

Genişçe gülümsedi ve "Orası kolay," deyip ayağa kalktı.

 

"Ne yapıyorsun?" Diye sordum başımı biraz kaldırıp ona bakarak.

 

"Sana dans etmeyi öğreteceğim."

 

"Saçmalama,"

 

"Bekle burda," deyip ilerlemeye başladığında "Seninle gelmeyeceğim," dedim arkasından. "Boşuna uğraşıyorsun!"

 

Güldüğünü duyabiliyordum, delirmiş olmalıydı. Kim hiç tanımadığı birini bir yere götürmek isterdi ki? Bu deli acaba hırsız olduğumu bilseydi böyle davranabilir miydi?

 

Kandemir arabasını çalıştırıp oturduğum yerin biraz arkasına park ettiğinde, far lambalarından dolayı gözlerimi kıstım hafifçe. Kulağıma dolan melodi, "Ciddi olamaz..." diye mırıldanmama sebep olurken, o gülerek aşağı indi. İçeri uzanıp müziğin sesini biraz daha açtıktan sonra kapıyı aralık bırakarak yanıma geldi.

 

Bana hadi dercesine elini uzattığında, "Bunu yapmayacağım," dedim. "Çok saçma."

 

"Ne kaybedersin?"

 

"Bir şey kaybetmem ama..."

 

"O zaman," diye sözümü kesip, elimden tutarak ayağa kaldırdı beni.

 

"Ne yapıyorsun?" Diye konuşsamda beni umursamadan belimden tutup kendine doğru çekti ve "Shh!" diye mırıldandı. "Şarkıyı bölme."

 

Boşta kalan sol elimi koluna yerleştirip, "Tek sorun sence şarkıyı bölmem mi şu an?" Diye mırıldandığımda başını hafifçe eğip "Öyle." Dedi gözlerime bakarak.

 

"O kadar önemli bir şarkı yani senin için?" Diye sordum daha fazla uzatmamak için.

 

"Anlamlı."

 

"Neymiş anlamı?"

 

Sözleri dinleyip, "Dünya bize hazır değil," dediğinde, bir anlık duraksadım. "Tek kelimeyle, delirdiğimizi düşünürler."

 

"Çok haklı," dediğimde güldü. "Kim görse aynını düşünür."

 

"Ayaklarımı takip et," dediğinde gözlerimi ayaklarına çevirdim. "Bana bak."

 

"Bir kadar mı versen?" Diye kızarak yüzüne baktığımda fazla yakın olduğumuzu fark ettim. Ama o bunu umursamadan, "Gözlerin bende olsun," diye konuştu. "Hareketlerimi takip et."

 

Ona uyum sağlamaya çalışırken aynı zamanda yakınlığımızı umursamamaya çalışıyordum ama bu çok zordu. Burnuma dolan erkeksi kokusu, belimi kavrayışı ve gözlerimden ayırmadığı gözleri beni etkilemek üzereydi. "Şimdi geri," dediğinde bir adım geriledim ve sonra onun komutu olmadan hafif öne çekişiyle ileri adımladım. "İşte böyle." Diye fısıldayıp, "Birazdan uzaklaşacağız," dediğinde kendimi buna hazırladım. "Ve sonra hafifçe dönerek bana doğru geleceksin."

 

Onu başımla onayladıktan sonra ellerimizi bırakmadan birbirimizden uzaklaştık. Ardından beni kendine çekmesiyle, dediği gibi dönerek ona yaslandığımda hafifçe başımı kaldırdım. "Oldu mu?" Diye sorduğumda fazlasıyla yakındık, gözleri dudaklarıma kaydı. Hafifçe yutkunduğunda ani bir hareketle, tekrar elimi bırakmadan beni kendinden uzaklaştırdı ve sonra yine kendine doğru çekti. Elini belime bastırıp beni kendi gövdesine yasladığında müzik yavaşça sonlandı. "Oldu."

 

Gözlerimizi birbirimizden ayırmadan öylece beklerken etraftan ağaç sesleri ve rüzgarın uğultusundan başka ses gelmiyordu artık. Araba farlarının arasında oluşumuz, birbirimizi net görmemizi sağlarken ben onun elalarının yeşiline bakmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Bu işin sonu nereye gidiyordu bilmiyorum ama bir yerde dur demem gerekiyordu. Yakınlığımızı bozmadan önce "Acaba," diye mırıldandım. "Beni evime bırakabilir misin?"

 

Bir anlık duraksadı, bu defa direkt evime bırakmasını istememe şaşırmıştı. Sonrasında hafifçe gülümsedi ve başını olumlu anlamda sallayıp "Gel," dedi başıyla arabayı göstererek.

 

Ben bir şey demeden arabaya yerleşirken, o şişeyi ve sağlık malzemelerini toparlayıp öyle geldi. Eşyaları bırakıp arabayı çalıştırdıktan sonra ısıtıcıyı açtığında, üşüdüğümü fark ettim. Kollarımı birbirine dolayıp geriye yaşlandığımda sürmeye başlamıştı.

 

 

 

Yol boyu yaşadığımız şeyi düşündüm. Böyle bir şey yapacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Hayatımda daha önce hiç dans etmemiştim ve bunu ilk kez adını bile bugün öğrendiğim bir adamla yaşamıştım. Üstelik o benim adımı bile bilmiyordu.

 

Gözlerimi ona çevirdiğimde gülümsediğini gördüm. "Niye sırıtıyorsun?" diye sorduğumda gülüşü genişledi ve dudağını ısırıp, başını iki yana salladı. "Bilmiyorum."

 

"Bilmiyorsun?" Diye sorduğumda göz ucuyla bana baktı ve "Sen adını bile bilmiyorsun, onu ne yapacağız?" diye sordu.

 

Güldüm, haklıydı.

 

O yola döndüğünde, evimin önüne gelene kadar gözlerimi ondan çekmedim. Hoş adamdı ama bizim hayatlarımız farklıydı. Ne ben ona uyardım ne de o bana. Bu yüzden, hoşuma gitmiş olsa bile ona uzak olmak en doğrusuydu. Çünkü yakınında olursam, yakınlaşmamız kaçınılmaz olurdu.

 

Arabayı kaldırımın kenarında durdurduğunda, "Uğur benim adım," diye konuştum fazla düşünmemeye çalışarak.

 

Yıllar sonra kendimi Uğur diye tanıtmıştım birine. Bugün değiştiği için kendimi paraladığım ama aslında tek bir insanın bile bana bu isimle seslenmesini istemediğim ismimle.

 

Ondan bana Uğru demesini isteyemezdim, aptal değildi anlardı. Günce? Asla. Bu yüzden, en doğrusu buydu. Sürekli görüşmeyeceğimiz için ondan bu ismi fazla işitmeyecektim zaten. Hatta belki de bir daha hiç duymayacaktım.

 

Gözleri hızla beni buldu. "Uğur..." diye mırıldandı. Ağır ağır başımı sakladığımda hafifçe gülümsedi. "Memnun oldum, Uğur."

 

"Bende, Kandemir."

 

Derin bir nefes aldım. "Ama fark ettiysen," deyip hafifçe gülümsedim. "Tekrar karşılaşma ihtimalimiz, adımı söyleme ihtimalimden daha zor artık."

 

Ona dolaylı yoldan yarınki davete katılmayacağımı söylemiştim. Yüzündeki bariz düşüşü görebiliyordum. "Neden?" Diye mırıldandığında gözlerimi ellerime çevirdim. Sağ elimin parmak uçlarına sarılı yara bantlarına baktım. "Gelmemen için bir sebep yok."

 

"Çok sebep var," diye mırıldandım. "Belki başka zaman."

 

"Yani hiçbir zaman..." diye fısıldadığında ona baktım. Yapabileceği bir şey yoktu ve o da bunun farkındaydı. İstemeyen birini görüşmeye zorlayamazdı. "Senin istediğin gibi olsun."

 

"Bugünkü her şey için teşekkür ederim," dediğimde bir şey demedi. "İyi geldin, sağol."

 

"Bir daha bu kadar yaralı olma yeter."

 

 

 

Eve girip kapıyı kapattıktan sonra, üzerimdeki deri ceketi çıkarttım. Ceket parmak uçlarımdan kayıp, sesli bir şekilde parkenin üzerine düştüğünde gözlerimi kapattım ve bende yere çöktüm. Omzumu ve ardından başımı kapıya yasladığımda dudaklarımın arasından sesli bir nefes döküldü. Yorulmuştum.

 

Açmadım gözlerimi, dakikalarca oturdum orda. Madem gücüm yoktu o zaman kalkmayacaktım ayağa. Bazen beklemek gerekiyordu bu hayatta. Bekleyip, dinlenip öyle kalkmak gerekiyordu. Bedenim hareket etmek istemiyorsa, etmeyecektim. Kendimi dinlemezsem hiç iyileşemezdim.

 

Bir süre sonra gözlerimi araladım. Dayak yemiş gibi bir ağrı vardı üzerimde. Buna rağmen zihnim kendini topluyordu yavaş yavaş. Ellerimi yere bastırarak ayağa kalktım. Canımın acısı yüzümü buruşturmama ve ellerime bakmama sebep olmuştu. Sıcak bir duş almak istiyordum ama gördüğüm sargı ve bantlardan sonra bunu ertelemeye karar verdim. Botlarımı ayağımdan çıkartıp odama geçtikten sonra üzerimdekilerden kurtuldum ve kendimi yatağıma bıraktım.

 

Ertesi sabah berbat bir baş ağrısıyla uyandıktan sonra dakikalarca yataktan çıkmadım. Ölü gibiydim ama bir yerde de bundan kurtulmam gerektiğinin bilincindeydim. Bu yüzden en sonunda zorda olsa kendimi yataktan çıkartmayı başarıp banyoya girmiştim.

 

Suyla doldurduğum küvetin içinde gözlerim kapalı bir şekilde uzanmadan önce, kendime hiçbir şey düşünmemeyi telkinlemiştim ama bunda hiç iyi değildim. Zihnim tüm yaşananları gözümün önüne getiriyordu ve ben şimdi çok daha sakin bir şekilde olanları kafamda tartıyordum.

 

Yaptığım her şeyi hak ettiklerinin hala arkasında olsamda Kaya'nın boğazına bıçak dayamanın içimi sızlatmasını engelleyemiyordum. Hele de orda, tüm ailesinin karşısında çaresizce onlardan medet umarken; annesinin ona bir şey yapmayacağımı söylediğindeki tepkisi, o velet için üzülmeme sebep oluyordu. O anki korkusunu ve hayal kırıklığını anımsadım. Benden korkması, ne yapıp yapmayacağımı kestiremediği içindi ve bu da sebepsiz yere içime oturuyordu şimdi. Hayatın benden çaldıklarının arasında birde kardeşim vardı artık.

 

Sesli bir nefes verdim ve kendimi acaba diye düşünmekten alıkoyamadım yine. Acaba hiç kaybolmamış olsaydım nasıl bir hayatım olurdu? Kaya beni seviyor olur muydu ya da ben onlara abi diyor olur muydum şimdinin aksine? Gözlerimi kapattım. Asla bir cevap bulamayacağım soruları düşünmemeli, bir şekilde buna engel olmalıydım çünkü sürekli kafamı kurcalıyor ve olduğum andan uzaklaştırıyordu bu düşünceler beni. Zaten karamsar olan ruhum daha da karamsar bir hale bürünüyordu. Böyle devam edersem hiç istemediğim bir döngünün içine girip kendimi istemediğim kadar dibe çekerdim. Bundan bir an önce kurtulmam gerekiyordu.

 

Kendi kendime düşünürken, içeriden duyduğum sesler gözlerimi açmama sebep oldu. Birinin evin kapısını zorladığını fark ettiğimde hızlıca ayağa kalktım ve küvetin içinden çıktım. Kenarda hazır beklettiğim bornozumu üzerime geçirirken kalbim deli gibi atıyor ve eve girmeye çalışanın kim olduğunu düşünüyordum. Önceden anahtar verdiğim için aklıma gelen tek isim Sungur'du ama onun olmama ihtimali beni panikletmişti.

 

Banyo kapısını açtığımda aralanan kapıdan içeri giden Sungur'u görmek içimi rahatlatırken "Aklım çıktı gerizekalı!" Diye konuştum sinirle. Onunda pek bir farkı yoktu, hatta daha sinirli görünüyordu. "Nerdesin kızım sen?" Diye bağırıp kapıyı sertçe kapattı. "Delirtmek mi istiyorsun beni sen? O siktiğimin telefonuna niye bakmıyorsun?!"

 

"Bağırma," dedim sert bir tonda. Evime gelip bana bağırması sinirimi bozmuştu. Yine de beni merak edip böyle yaptığını bildiğim için bir şey demeyecektim. "İçeri geç beni bekle."

 

Elimi banyo kapısına attığımda "Uğru!" Diye bağırdı oldukça güçlü bir şekilde. Sinirle bana doğru yürüdüğünde burnumdan bir nefes verdim ve ona baktım. "Beni delirtme!" Dedi dişlerinin arasından. "Sana bir şey oldu sandım! Şu sikik telefonu açmak bu kadar zor değil!"

 

"Ben ne zamandan beri senin telefonunu açmak zorundayım Sungur?"

 

Güldü ama gözündeki kırılmayı gördüm. Bunu yapmak istemiyordum ama yapmazsam eğer bu hesap sormaları devam edecekti. "Haklısın," dedi daha sakin bir tonda ama yüzü oldukça asıktı. "Ama en azından bir mesajla iyi olduğunu söyleyebilirdin. Ben..." duraksadı. Gözleri boynuna kaydığında hızlıca çenemi kavrayıp başımı sola doğru çevirdi. "Bu ne?"

 

Elini kendimden uzaklaştırdım. "Önemsiz bir şey." Dediğimde gözlerindeki endişeyi görüyordum. "Ne demek önemsiz bir şey?" Diye sordu hızla. "Ne oldu sana?"

 

"Sungur..."

 

"Uğru soruma cevap ver!" Dediğinde gözlerimi kapattım ve tekrar ona baktım. Ne diyecektim ki ben şimdi ona? Doğru düzgün bir açıklama yapmadığım sürece hiçbir dediğime inanamazdı. "O Tuna piçi yüzünden bulaştığın adamlar değil mi? Ne yaptılar? Başka bir şeyin var mı..? Bir cevap versene kızım!"

 

"Bir sakin olsana," dediğimde elini saçından geçirip sırtını döndü. Ağzının içinden bir şeyler söylerken, "Önemli bir şey yok," dedim. Sinirli yüzünü bana çevirdiğinde, delirdiğimi düşünüyormuş gibi bakıyordu. "Gerçekten."

 

"Ne demek bir şey yok?" Diye sordu. "Boğazına bıçak dayanmış, bir şey yok mu diyorsun sen bana?"

 

"Sungur üşüyorum," dedim çok alakasız. Bana kaşlarını çattığında, üzerimi gösterdim. "Islağım farkındaysan," dediğimde üzerimde gezinen bakışları anında bana döndü. "Geç içeri bekle," dedim tuhaflaşsan yüzüne sinirlenerek. "O aklındaki düşünceleri de sil hemen."

 

Banyoya girip kapıyı kapattığımda "Kolaydı," diyen sesini duydum. "Boşuna kaçmaya çalışma, bekliyorum seni. Anlatacaksın olanları."

 

Yürüyen ayak seslerini duyduğumda sıkıntıyla nefesimi dışarı verdim ve üzerimdekini çıkartıp hızlı bir duş aldım. Çıktıktan sonra da saçımı bir havluya sarıp, üzerime rahat bir şeyler giyinip yanına gittim. Camları açıp, duvara sırtını vermiş sigara içiyordu.

 

Beni gördüğünde istifini bozmadan sigara içmeye devam ettiğinde gözlerimi devirdim. "Gitmemişsin," diye mırıldanıp sehpanın üzerindeki sigaralardan bir tane de ben aldım.

 

"Bekleyeceğimi söyledim."

 

"Maalesef," deyip sigaramı yaktım ve onun karşısına geçtim. Sigaradan bir duman çektiğimde gözleri üzerimdeydi. "Sana bir şey anlatmayacağım Sungur."

 

Dişlerini sıktığını gördüm.

 

"Düşündüğün gibi bir şey değil ama," deyip omuz silktim. "Sadece," bekledim. "Kendimi hazır hissetmiyorum."

 

Kaşlarını çattı hafifçe. "Şu Genco'nun evinde bahsettiğin şey mi?" Diye sorduğunda hafifçe başımı salladım. "Her ne sikimse benim canımı sıkmaya başladı bak bu durum. İşkilleniyorum."

 

"Anlatacağım ama şimdi değil," deyip mutfak kısmına doğru yürüdüm. "Bir de," deyip ona baktım. "Bugün işe çıkamayacağım. Kafam yerinde değil, sorun yaratırım."

 

"Siktir et işi," deyip biten sigarasını aşağı fırlattı. "Başın belada mı açıkça söyle bir."

 

"Değil."

 

"Emin misin?" Pek sayılmaz.

 

"Eminim," dedim. "Öyle bir durum olsa direkt sana gelirim zaten. Bu başka bir şey."

 

"Anladım," deyip başını aşağı yuları salladı. "Ama sen ne olduğunu söylemediğin sürece benim aklıma bin türlü şey gelecek ve kafayı yiyeceğim. O yüzden en azından şu telefona arada sırada bak ve bana bir haber ver."

 

"Tamam."

 

 

 

Sungur gittikten sonra bir şeyler atıştırıp ortalığı toplamıştım. Ardından kendime bir film açıp karşısına geçmiştim ama benim kafamda başka bir film oynuyordu her zaman olduğu gibi. Gözlerim sehpaya bıraktığım fotoğrafın üzerindeydi. Filmin başrolü bu bebekti.

 

Koltukta duran küllüğe biten sigaramı bastırdım diğer onlarcası gibi. Sonra koltukta duran bacaklarımı yere indirip dirseklerimi dizlerime yasladım. Kumandayla neredeyse sonuna gelmiş filmi durdurup fotoğrafı elime aldığımda kapı çaldı.

 

Kimin geldiği umrumda değildi, bu yüzden umursamadan resme bakmaya devam ettim. Elimden dolayı bulaşan kan lekeleri silsemde çıkmamıştı. Bu kesikler bir gün geçecekti ama ben bu fotoğrafa her baktığımda çıkmayan kan lekelerini görecek ve yaşadıklarımı hatırlayacaktım. Aslında hatırlamak için fotoğrafa ihtiyacım da yoktu. Yaşananlar asla unutulmamak üzere hafızama kazınmıştı.

 

Israrla çalan kapı zili, fotoğrafı bırakıp ayağa kalkmama sebep oldu. Küfrederek kapıya yürüdüm ve delikten baktım. Daha önce görmediğim bir adam, elinde bir kutuyla duruyordu ama kargocuya falan da benzemiyordu.

 

"Kimsiniz?" diye sorduğumda, "Uğur Yılmaz?" diye karşılık verdi. Emin olmasamda "Evet," diye sorarcasına konuştuğumda elindeki paketi yere bıraktı ve gitti.

 

"Ne oluyor amına koyayım ya," diye mırıldanıp kapıyı açtım. Yerdeki büyük kutuya bakarken alıp almamakta kararsızdım ama en sonunda dayanamayıp aldım.

 

Siyah büyük kutuyu, oturma alanının parkesine bırakıp ayakta dikildim. Bu kutunun neyin nesi olduğunu düşünürken en sonunda dayanamadım ve kutunun kapağını açtım. Karşımda küçük bir not vardı şimdi. Beyaz kağıda yazılmış notu elime almadan önce yere oturmuştum.

 

Yaralarını göstermeyi sevmeyen kadına, onunla tekrar dans etmek için yanıp tutuşan adamdan... Tekrar karşılaşma ihtimalimiz zor olsun ama imkansız olmasın. Akşam yedide kapında olacağım. Dilediğin kadar beklet ama gel.

 

Kandemir Karaer

 

 

Kutunun içindeki pelür kağıdı açtığımda gördüğüm siyah elbise dudaklarımı aralamama sebep oldu. Gözlerimi elbisenin yanındaki bir çift siyah eldivene getirdiğimde hafifçe gülümsedim. Elime aldığım eldivenler düşünülmüş bir incelikti ve hoşuma gitmişti.

 

Kutuyla beraber elbiseyi alıp odama götürdüm. O davete gitmeye niyetim hala yoktu ama güzel siyah bir elbiseye asla hayır demezdim. Gitmeyecek olsam bile bir defa üzerimde görmek istiyordum.

 

Kutusundan çıkardığım elbiseyi beklemeden giyindim. Dolabımdan aldığım siyah topuklu ayakkabılarımı da ayağıma geçirdim ve aynanın karşısına geçtim.

 

 

 

Kendi görüntüme gülümseyip, dudağımı dişlerken buldum kendimi. Elbise enfesti ve vücuduma tam oturmuştu. Belimi sarıp, tüm hatlarımı belirginleştirmişti. Gözlerimi kendimden alamıyordum, çok beğenmiştim. Uzanıp eldivenleri de alıp taktım ve bir de böyle baktım. Saçlarımı düzelttim, bir parlatıcı sürdüm. Her zaman bu tarza şeyler hoşuma giderdi. Bizimkilerle dışarı çıkıp eğlendiğimiz günler olurdu. O günlerde süslenmekten asla çekinmezdim. Kendimle ilgilenmek beni hep keyiflendirir, yaşadığımı hissettirirdi. Tıpkı şimdi olduğu gibi.

 

Boy aynasından kendime bakarken bir anlık düşündüm. Acaba evde oturup kendi içimi kemirmek yerine, o davete gidip birkaç saat güzel vakit geçirsem nasıl olurdu? Evet, belki hiç keyfim yoktu şimdi ama bunu sürdürmeyi seçmek yerine, kafamı dağıtacak bir yere gitmek mantıksız mıydı? Üstelik bana o kadar yardımı dokunmuş birinin ricasını da kırmamış olurdum. Kendi kendime düşünmeye devam ettim. Kandemir'in de dediği gibi; ne kaybederdim?

 

Anlık bir kararla hazırlanmaya başladım. Güzel bir makyaj ve saç yapmak iki saatimi almış olsada ortaya çıkan sonuç beni tatmin etmişti. Ayağa kalkıp vücudumu baştan aşağı süzdüm. Kendimi hiçbir konuda hafife almadığım gibi bu konuda da alamayacaktım. Oldukça güzel olmuştum.

 

Telefonumu alarak saate baktığımda yediyi yirmi geçtiğini gördüm. Eğer o kağıda yazdığı gibiyse, şu an burada olmalıydı. Merak ederek içeriye yürürdüm ve pencereden her zaman park ettiği yere baktım. Arabasını orda göremeyince gözlerimi etrafta gezdirdim ve tam aşağıda olan arabasını gördüm.

 

Hafifçe gülümseyip içeri geçtim geri. Bir çantaya gerekli eşyalarımı koyduktan sonra makyaj masamın üzerinde duran en pahalı parfümü elime aldım. Bunu zengin bir Barbie'den çaldığım çantanın içinden araklamıştım. Sıktığım zaman tenime işleyen kokusu, geçtiğim her yere güzel bir koku bırakıyordu.

 

Birkaç fıs parfüm sıktıktan sonra ayırdığım ceketi alıp giyindim ve fazla oyalanmadan evden çıktım. Apartmanın kapısının önüne geldiğimde, cam kapının arkasından onu görebiliyordum. Arabadan inmiş ve ön tarafına geçip yaslanmıştı. Kolundaki saate baktığını gördüğümde güldüm. Eğer tam yedide geldiyse otuz beş dakikadır gelip gelmeyeceği bile belli olmayan bir kadını bekliyordu.

 

Onun gözleri dairemin penceresine doğru kaydığında daha fazla beklemeden kapıyı açtım. Anında buraya doğru bakıp beni gördüğünde yüzü keyiflenmişti. Dışarı çıktığımda beni baştan aşağı süzdü ve dudaklarından "İşte şimdi hak ettiğin gibi görünüyorsun." diye bir cümle döküldü.

 

"Neymiş hak ettiğim," diye sordum bende onu süzerken. Takımının içine giydiği beyaz gömleğin birkaç düğmesini açık bırakmıştı ve bu haliyle fazla etkileyici görünüyordu. "Pahalı bir elbise mi?"

 

"Yüzünün böyle gülmesi," dedi bana doğru gelerek. "Hak ettiğin bu."

 

Bir şey demeden gözlerine baktım. İlk andan beri etkilendiğim gözleri şimdi bir başka hoşuma gidiyordu. Dün ondan uzak durmamı kendime telkinlemişken bugün davet ettiği yere gitmek yaptığım en büyük aptallıktı ama bundan çok fazla haz alıyordum şimdi.

 

"Geleceğini biliyordum," diye mırıldandığıda "Ya, tabii..."diyerek başımı salladım onu dalgaya alarak. "Az önce beklerkenki yüz ifadeni görmesem, belki bu dediğine inanabilirdim."

 

Ufak bir kahkaha attı ve uzatmadan "Gidelim mi?" diye sordu.

 

"Gidelim."

 

 

 

Yaklaşık elli dakikalık bir araba yolculuğundan sonra görkemi bir binanın önünde durduğumuzda, gözlerim etrafı taradı. Binanın girişindeki merdivenlerin önünde bekleyerek çekim yapan kameraları gördüğümde panikle ona döndüm.

 

"Bu kameralar ne anlama geliyor?"

 

"Basının ilgisini çeken bir düğün," diye konuştu. "Bir sorun mu var?"

 

"Görüntü vermek istemiyorum." Dedim bir açıklama istememesini umarak. Çünkü herhangi bir yerde yayınlanması olası olan görüntülerim bir çok açıdan başıma bela olabilirdi. Bunlardan en önemlisi de kapkaç yaptığım birinin beni tanıması olurdu.

 

"Tamam," dedi sorgulamadan. "Bahçe tarafından gireriz, ayarlarım şimdi."

 

Başımı salladığımda telefonundan birini aradı ve arabayı binanın ilerisine doğru sürmeye başladı. Gözlerimi içeri giren insanlara çevirdim. Böyle büyük bir davet olduğunu düşünmemiştim ve şimdi bu beni biraz germişti. Bir sorun çıkmamasını umuyordum.

 

Kandemir telefondan biriyle konuşup bir adam yollamasını istedikten sonra arabayı park etti. Bana baktığını hissettiğimde ona döndüm.

 

"Birileri sorarsa kız arkadaşım olduğunu söyleyeceğim."

 

"O kadarını tahmin edebiliyorum," diye mırıldandığımda hafifçe güldü. "Kameralar biraz beklenmedikti."

 

"Merak etme, seni sıkıntıya sokacak bir şey yapmam. İnsanlarla da çok muhattap olmamanı sağlayacağım." Deyip gözlerini camdan dışarıya çevirdi. "İnelim."

 

Baktığı yere baktığımda bir adamın buraya geldiğini gördüm. Kapıyı açıp arabadan indiğimde, adam Kandemir'den arabanın anahtarını aldı. Gözlerimi etrafta gezdirerek birkaç adım attığımda Kandemir yanıma gelmişti.

 

"Bu taraftan," deyip elini belime yerleştirerek beni yönlendirdiğinde adımlarım onu takip etti.

 

Binanın arka tarafına doğru ilerlediğimizde "İki saat dediğini hatırlıyorsun değil mi?" diye sordum. Gülerek "Elbette," diye karşılık verdi. "Ben unutsam sen unutturmazsın zaten herhalde değil mi?"

 

"Hiç şüphen olmasın."

 

Arka bahçeden içeri girerken fark ettiğim denizde gezdirdim gözlerimi. Mekan denize sıfırdı ve inanılmaz ihtişamlıydı. Burası çok eski dönemlerden kalma bir otel olmalıydı. Dış cephe ve bahçe mimarisi bunu gösteriyordu ve bu kadar özenli bir davet beni bir tık geriyordu.

 

İlerlediğimizde merdivenlerin başından bize doğru bakan bir adam gördüm. Kandemir'e doğru bakan gözleri beni bulduğunda gözlerini üzerimde gezdirdi. Fazla oyalanmadan tekrar Kandemir'e döndüğünde merdivenlerden yukarı çıkmaya başlamıştık.

 

"Nerde kaldın adamım?" Diye gülerek sorduğunda yanına varmıştık. "Bir ara gelmeyeceksin sandım."

 

"Öylesi mümkün mü?" Diye sorup onunla sarıldığında gözlerim ikisinin üzerindeydi.

 

Adam gülerek "Aman Sevda duymasın." Deyip ondan ayrıldı ve bana baktı. "Hanımefendi kim?" Gözleri Kandemir'i buldu.

 

"Kız arkadaşım." Dediğinde adamın gözleri büyüdü ve "Öyle mi?" Diye hafif uzatarak konuştu ve bana baktı. "Çok memnun oldum, Kutay ben." Uzattığı elini sıkıp "Uğur," diye mırıldandım.

 

Elini çekip "İçeri geçelim," dediğinde arkasından ilerlemeye başladık. Kandemir'e doğru yaklaşıp sordum.

 

"Neden bu kadar şaşırdı?"

 

"Seni daha önce yanımda hiç görmediği için. "

 

"Bilir mi normalde," diye sordum gözlerim etrafı tararken. "Hayatındaki kişileri?"

 

"Haberi olurdu," dedi. "Merak etme saçma sapan sorular sormaz."

 

Arka taraftan girdiğimizden dolayı masaların arasından geçerek ilerliyorduk. Bazı insanlar onu tanıdığı için ufak bir selamlaşma oluyordu ama kimsenin benimle ilgilendiği yoktu. Bu iyi bir şeydi. Herhangi biriyle iletişime geçmek istediğim bir şey değildi. Kandemir'in adının yazılı olduğu masaya geldiğimizde gözlerimi masadaki insanların üzerinde gezdirdim. Sanırım arkadaşlarıydı çünkü şimdi hepsiyle gülerek selamlaşıyordu. İçlerinden biri beni sorduğunda Kandemir bana döndü gülümseyerek. "Kız arkadaşım, Uğur."

 

Hepsiyle teker teker tokalaşıp tanıştıktan sonra yerleşmiştik. Kandemir bana bu düğünün bizi karşılayan Kutay'ın ablası Sevda'nın olduğunu söylediğinde, nikah anını kaçırdığımızı da masadaki biri söylemişti. İnsanlar kendi aralarında konuşurken, bazıları ayağa kalkmış içkileriyle beraber gülüşüyorlardı. Gözlerimi Kandemir'e çevirdiğimde bana baktığını fark ettim.

 

"Neden bakıyorsun?" Diye sorduğumda kulağıma eğildi ama çalan müzik hafif bir ritimdeydi. "O kadar güzelsin ki, seni nasıl yalnız bırakabileceğimi düşünüyorum."

 

Hafifçe güldüm ve "O halde nereye gideceksen çabuk dön." diye konuştum bende onun kulağına doğru.

 

Yüzümü görebilecek şekilde hafifçe geri çekildiğinde yakınlığımız kalbimi hızlandırdı. İki gündür tanıdığım bir adam için bu çekim çok fazlaydı ama onunda benden bir farkı yok gibiydi. Yüzümde gezinen gözlerini, ondan uzaklaştığımda gözlerime getirdi. "Gelen olursa benim sevgilim olduğunu söyle."

 

"Ama değilim," dedim tepkisini görmek için.

 

Bana yaklaştı ve "Henüz." diye fısıldayıp ayağa kalktı.

 

O giderken arkasından sırıtarak ona baktım. Bu adamdan bugünden itibaren uzak kalmalıydım çünkü bir şekilde devam edersek bu ikimizinde felaketi olurdu. Benim saklılarım onun için fazlaydı.

 

Gözlerimi etrafta gezdirdim. Beyaz, zarif gelinliğiyle Sevda ve kocasını inceledim bir süre. Ona baktığımda çocukluğumdan beri kendimi hiç gelinlikle hayal etmediğimi fark ettim. Üzerine hiç düşünmesemde diğer insanlar gibi evlenip mutlu bir aile kuramayacağımı biliyordum. Ben bir hırsızlık çetesinin üyesiydim, diğer hepimiz gibi ya bir gün hapse düşüp orda çürüyecektim ya da canını sıktığım bir adam tarafından infaz edilecektim. Benim hayatım yokuş aşağı iniyordu ve bu zamana kadar bir kere bile bir düzlükle karşılaşmamıştım.

 

Yanımdaki sandalyenin çekildiğini fark ettiğimde başımı sağ yanıma doğru çevirdim. Daha önce görmediğim bir kadın iki dirseğini de masaya yerleştirmiş, parmağındaki yüzüklere bakıyordu. Yüz ifadesi oldukça kibirli ve biraz da sinirliydi.

 

"Demir'le olayın ne?" Diye sorduğunda hafifçe kaşlarımı kaldırdım. Demir diye bahsettiği Kandemir olmalıydı. Haline bakılacak olursa da onunla buraya gelmemden hoşnut olmamışa benziyordu.

 

"Anlamadım?" Diye sordum derdini açıkça belli etmesi için. Öyle de oldu. "Şöyle anlatayım," deyip alt dudağını yaladı ve konuştu. "Seni koluna takıp buraya getirdi diye, boşuna heveslenme. Tamam mı tatlım? Sonra üzülürsün."

 

Dediklerine gülerek başımı iki yana salladığımda yüzünün sinirden kızardığını gördüm. "Tamam," dedim ve ekledim. "Tatlım."

 

"Bana bak," deyip, bir anda öfkeden delirmiş yüzünü bana yaklaştırdığında ona küçümseyici bir bakış attım. "Baktım."

 

"Sakın," başını aşağı yuları salladı. "Sakın canımı sıkmaya kalkma," derken oldukça ciddi görünüyordu. "Benim kim olduğumu bilmiyorsun, mahvederim seni." Bu tehditleri oldukça gereksizdi. Benim onu tanımadığım gibi o da beni tanımıyordu. "Onunla dilediğin gibi eğlen. Ama unutma... Demir, benim. Sakın haddinden fazlasına yeltenme. Tamam mı, tatlım?"

 

Gülümseyerek ayağa kalktığında sadece bakmakla yetindim. Tuhaf bir tipti. Başka bir yerde olsak belki onu ağzını açamayacak hale getirirdim ama yeni bir derde ihtiyacım yoktu. Kandemir onun olabilirdi.

 

O gittikten sonra masada duran şarap bardağını elime aldım ve dudaklarıma götürdüm. Bir yudum alıp gözlerimi kapatarak ağzımda dağılmasının verdiği hazzı sonuna kadar yaşadım. İyi şarap, az bulabildiğim bir şeydi. Ve ben az bulabildiğim tüm zevklerimi doyasıya hissetmeyi severdim. Hayat, bana yeterince zehirdi; bir de ben kendime zehir edemezdim.

 

"Bir görüntünün beni böyle mahvedeceğini asla düşünmezdim."

 

Yutkunarak şarabın boğazımdan geçmesine izin verdim gözlerimi açmadan hemen önce. Kandemir sol tarafımdaki boş sandalyesinin başında durmuş bana bakıyordu. "Geç kaldın," dediğimde "Tam zamanında gelmiş gibiydim." dedi.

 

"Kırmızı elbiseli bir kız," dediğimde bakışlarından kimden bahsettiğimi anladığını gördüm. "Senin ona ait olduğunu söyledi."

 

"Sidelya'ya çok takılma sen," deyip yanıma oturdu. "Kafasında fazla kurar."

 

"Belli oluyordu," dediğimde bedenini tamamen bana döndürmüştü. "Değişik bir tip."

 

"Ters bir şey söylemeseydin."

 

"Neden?" Diye sorup güldüm. "Sorun eder misin?"

 

"Benimle ilgisi yok," dedi imali bir gülüşle. "Biraz arızadır o. Senin canını sıksın istemem."

 

"Korkma," dedim. "Bana bir şey yapamaz."

 

"Özgüvenin hoşuma gitti," deyip elini saçıma doğru uzattı ve hafifçe geriye aldı. "Ama yine de dikkat et sen. Herhangi bir durum olursa da hemen bana söyle, tamam mı?"

 

"Ne bu uyarılar?" Diye sordum anlam veremeyerek. "Kim ki bu kız?"

 

"Fazla hafife alınmayacak biri olduğunu bilsen yeter." Dedikten sonra gözleri orta alanda dans edenlere takıldı. "Hadi gel," dedi bana dönerek. "Bakalım iyi öğrenebilmiş misin?"

 

"Dün yeterince iyi değil miydim?" Diye sorduğumda güldü ve ayağa kalkıp elini uzattı.

 

"Dün hayatımdaki en iyi danstı." dedi elini tutup ayağa kalktığımda.

 

"Öyle mi?"

 

"Senin?" Diye sorduğunda beraber orta alana geçtik ve dans eden birkaç kişinin arasına karıştık.

 

"Benim ilk dansımdı, unuttun mu?"

 

"İlk ve en iyisi."

 

"Fazla kendini beğenmiş olabilir misin?"

 

"Ne," diye konuştu. "Değil mi?"

 

"En iyisi mi bilemem ama," deyip dudak büktüm. "Belki en unutulmazı olabilir."

 

"En iyi," deyip belimi kendine doğru çekti hafifçe. "Ve en unutulmazı."

 

"Senin için?"

 

"Benim için."

 

Şarkı değiştiğinde tuttuğu elimi boynuna doğru bıraktı. Omzundaki elimi boynuna doğru çıkarttığımda "Bana uyum sağla," dedi. Daha sakin bir parçaydı ve olduğumuz yerde sallanıyor gibiydik şimdi.

 

Sağ eliyle bedenimi kendine iyice yaklaştırdı. Gözleri boynuma kaydığında, sol elinin iki parmağıyla hafifçe kesik olan yeri okşadı. İnce bir çizik olduğu için üzerini fondötenle kapatmıştım ama o yerini biliyordu. Başka kimsenin bilmediği o anlarımı bildiği gibi, yaralarımın yerini de biliyordu.

 

Kulağıma doğru yaklaşıp, "Bunu yapanı bana söyle," dedi. Nefesi tenimin üzerinden akarken, tuhaf bir hisle gözlerimi arkasındaki masaya doğru çevirdim. "Söyle ki sana yardım edeyim. Ne gerekiyorsa yapayım."

 

Ve o an onunla göz göze geldim. Kulağıma doğru sorduğu sorunun cevabı olan kişi şu an tam karşımda duruyordu. Yuvarlak masanın etrafına toplanmışlardı. Göz göze geldiğim Cihan, tek bir mimiğini bile kıpırdatmadan bana bakıyordu.

 

Yanında oturan Baran'a baktığımda onunda beni fark ettiğini gördüm. Neyse ki masanın şekli diğerlerinin görüş açılarını kısıtlıyordu da henüz ikisinden başka biri beni fark etmemişti. Zaten edecek gibi de durmuyordu hiçbirinin yüzü. Hepsinin aklı dolu gibiydi ama yine de bir bakış görülmeme yeterdi.

 

Kandemir'den hafifçe uzaklaşıp yüzüne baktım. Benden istediğini söylememi bekliyordu ama benim gündemim şu an çok başkaydı.

 

"Benim gitmem gerek," dediğimde kaşlarını çattı.

 

"Ne oldu birdenbire?" Diye sordu. "Eğer söylediklerim-"

 

"Hayır," dedim ondan uzaklaşırken. "Sadece iyi hissetmiyorum."

 

Oturduğumuz yere doğru yürürken arkamdan geliyordu. Masaya ulaşıp eşyalarımı alırken kolumdan tuttu. "Ne oluyor?" Diye sorduğunda göz ucuyla karşı tarafta kalan masalara baktım. Hareket yoktu ama Cihan'ın o keskin bakışlarını hissedebiliyordum.

 

"Nereye bakıyorsun sen?" Diye sorup başını çevireceğini anladığımda hızlıca yüzünü kendime doğru çevirdim.

 

"Bir yere bakmıyorum," dedim gözlerine bakarak. "Sen kalacak mısın?"

 

"Gerçekten gidiyor musun?" Diye sorduğunda ceketimi giyindim ve "Evet," dedim.

 

Bir şey sormadı ve masanın üzerine bıraktığı eşyalarını almaya başladı. Muhtemelen dışarı çıktığımızda ne olduğunu sorardı ama şu an diğerleriyle karşılaşmaktansa ona bir şeyler anlatmak zorunda kalmayı tercih ederdim.

 

Masada duran çantamı alacağım sırada, onun tabağının yanına bıraktığı davetiye dikkatimi çekti. Oraya doğru uzandığımda yaptığıma anlam veremiyor gibiydi ama benim gördüğüm yazı dudaklarımı aralamama sebep oldu.

 

Sevda Baturgan & Emre Kayalar

 

"Hassiktir..." diye mırıldandığımda elimdeki davetiyeyi aldı ve "Neler oluyor?" diye sordu sinirli bir ifadeyle.

 

"Anlatacağım," dedim gözlerimi kapatarak. "Ama şimdi hemen çıkmamız lazım."

 

Kandemir sinirli bir soluk verdikten sonra bir şey demeden elimden tuttu ve salona girdiğimiz kapıya doğru yürümeye başladı. Masaların arasından geçip kapıya ulaştığımızda, onların fazlaca geride kalması derin bir nefes vermeme sebep olmuştu.

 

Rahatlamış bir ifadeyle geniş ahşap kapıya doğru ilerlerken gördüğüm simalar erken sevincimi kursağıma dizmeye yetmişti. Olduğum yerde duraksadığımda, Kandemir'de durmuştu ve bu kez baktığım tarafta kimin olduğunu rahatça görebilirdi.

 

Göz göze geldiğim Karan, bana ve ardından hala Kandemir'in avucunun içinde olan elime baktığında; benim gözlerimde onun elini tuttuğu kişiye çevrildi.

 

Gökçe, elindeki şekeri ağzına götürüp gözlerini bana çıkarttığında, bu işten kaçarak sıyrılamayacağım belli olmuştu.

 

"Aaa, halam buradaa !"

 

Karan "Gökçe," diyerek onu tutmaya çalışsada bir işe yaramamıştı. Minik adımlarıyla bana doğru koşup bu sefer en olmayacak yerde "Halacığım!" diyerek bacaklarıma sarıldığında gözlerimi kapattım.

 

Artık yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Gökçe beni fark etmiş ve bana sarılmıştı. Şimdi onu kendimden uzaklaştırıp gitmemin hiçbir anlamı olmadığını ve böyle bir şeyin onu ne kadar fazla inciteceğini biliyordum. Bu yüzden yavaşça yere eğildim ve ona sarıldım.

 

Benden hafifçe uzaklaşıp "Gittin sanmıştım." dedi kolları boynuma dolanmış bir halde. "Babam çok üzüldü sen gidince. Beni asla affetmeyecek dedi. Gerçekten affetmeyecek misin onu? Sen bir daha hiç eve dönmeyecek misin?"

 

Gözlerini gözlerimden bir an olsun çekmezken ne diyeceğimi bilmiyordum. "Ben..." diye mırıldandığımda, "Onu affedersin değil mi?" diye sordu. "Tekrar bizimle yaşamaya gelirsin."

 

"Gökçe..."

 

"Lütfen hala..." sesindeki ağlamaklı ton canımı yakıyordu. Kalbini kırmak, istediğim en son şey bile değildi. "Eve geri dön."

 

Gözlerimi ondan kaçırıp ayağa kalktığımda etrafımızdaki insanları fark ettim. Buraya yakın olan masalardaki sessiz fısıldamalar yutkunmama sebep oldu. Gökçe'nin hala dediğini birçok kişi duymuştu. İnsanlar beni konuşuyordu.

 

Gözlerimi Kandemir'e çevirdiğimde yüzünde olanları kavramaya çalışır gibi bir ifade vardı. Yenilmişlikle iki omzumu yukarı kaldırıp indirdim. Anladığı şey gerçekti. Gizleyemeyeceğim kadar açık ve netti. Yine de o emin olamıyor gibiydi. Yüzümü inceledi. Konuşacak gibi oldu ama ne söyleyeceğini de bilemiyordu. En sonunda, benim için hiçbir anlamı olmayan ama onun için bir şeyler ifade ettiğini anladığım o ismi fısıldadı.

 

"Günce..."

 

 

•••

 

 

 

Loading...
0%