Yeni Üyelik
14.
Bölüm

14.Bölüm: Operasyon

@_mysterybooks

Keyifli okumalar ✨

Yorumlarınızı bekliyorum :)

 

No Land - Düşünme Kaybolursun

Crystal Castles - Leni

 

 

•••

 

 

Savunmasız hissediyordum.

Bir anda açığa çıkan gerçek yavaş yavaş tüm salonu etkisi altına alırken, ben; sanki tüm çıplaklığımla onların karşısındaydım. Kalbim deli gibi çarparken neden bu kadar tedirgin olduğumu sorguluyordum kendi içimde. Görülmemeye alışıktım ama görünür olmak bana çok uzaktı. Ne çocukken ne de sonrasında insanlar beni fark etmiş ya da fark etmek istemişti. Belki de bunun yabancılığıydı üzerimdeki, bilmiyorum. Çünkü şimdi herkes, sırasıyla beni görmek için kaçamak bakışlar atıyor; olanlar salonda bir dalga misali yayılıyordu.

 

Tedirginliğin hakim olduğu bakışlarım tekrar Kandemir'i bulduğunda, bu kez az öncekinin aksine bir şeyleri oturtmuş gibiydi. Yüzüme yansıyan paniği fark edip görüşümü kapatacak şekilde yanıma doğru yaklaştı ve "Sakin ol," dedi duyabileceğim şekilde. "Çıkalım burdan."

 

Elini belime doğru yerleştirip ilerlemem için hafif bir baskı uyguladığında, eş zamanlı olarak avucumun içinde minik bir el hissettim. Gökçe'nin bana bakan elalarına döndüğümde, gözlerinde gördüğüm doluluk "Yapma böyle," diye mırıldanmama sebep oldu. "Gitmem lazım benim."

 

Gözlerini kapatıp açtığında yanaklarına doğru süzülen yaşları görmek içimi parçalıyordu. Bir şey demeden elini çekip yanaklarını sildiğinde dayanamadım ve ona doğru eğilip ben sildim yaşlarını. "Gökçe," dediğimde bana baktı masumca. Gitmem gerek dediğim için sesini çıkarmıyordu ama onu üzdüğümü bilmek sanki ayaklarımı bağlıyordu. "Söz seni görmek için geleceğim."

 

"Söz verme," dedi dolu olduğu için parlayan gözleri bana bakarken. "Beraber uyuyacağız diye de söz vermiştin..." Yanımıza doğru gelen Sedef'i fark ettim ama ondan çekmedim gözlerimi. "Ama uyumadık hiç."

 

"Gökçe," diyerek omzuna dokunup onu hafifçe geriye çekti Sedef. Sonra da bana "Burada ne arıyorsun?" Diye sordu. Benimse zihnimde duyduklarım doluydu. Gökçe'nin unutmadığı sözüm, şimdi taşıyamadığım bir yük olmuştu. Ne diyeceğimi bilemedim. Yine de şu an için çok yanlış olsa da bildiğim tek bir şey vardı, o da; hiçbir çocuğu kendime bu kadar kırık bırakamayacağımdı.

 

"Amcamlar fark etti," diyen Karan'ın sesini duysamda odağım Gökçe'nin bana beklentiyle bakan gözleriydi. "Gitmen lazım," diyerek kolumdan tuttuğunda ondan kolumu çektim ve doğruldum. "Herkesin öğrenmesini mi istiyorsun?"

 

Onu umursamadan Sedef'e döndüm çünkü şu an umursadığım tek şey Gökçe'nin benim yüzümden ağlamış olmasıydı. Her zaman ilk önce kendini düşünen benim tek zaafım çocuklardı. Ve ben şimdi tüm bu kargaşanın içinde bile ruhumdaki emarelerin getirisini geri plana atamıyordum. Kendi kırıklarımın yanına yaklaşmadığını bilsem bile asla bir çocuğun kırgınlığı olamazdım. "Onu eve götürebilir miyim?"

 

Sedef ne diyeceğini bir anlık bilemedi ama dudaklarını araladığında da cevabı olumlu olmadı. "Olmaz Günce," dediğinde yeni bir alternatif sundum. "Sende gel."

 

Başını olumsuz anlamda sallayarak "Yapamam," dedi. "Kusura bakma."

 

"Görmüyor musun ne kadar üzüldüğünü?" Diye sordum sinirlenerek. "Büyütecek bir şey değil bu. Evim tekin bir yerde, bir sorun çıkmaz."

 

"Üzülmesini istemiyorsan sen gelebilirsin."

 

"O gün olanlardan sonra o eve girer miyim ben," diye sert bir tonda konuştum. "Beni o eve alırlar mı sence?"

 

"O ne demek Günce?" Diye kızar bir tonda konuşan Karan'dı. Bir anlık şaşırsamda gözlerimi ona çevirmedim, tepki vermedim. "Gelip gelmemek senin kararın," dedi Sedef, Gökçe'nin elini tutup. "Orası senin de evin, kimse seni kovamaz."

 

"Gitmemiz lazım," dedi yanımdaki Kandemir. "Erhan amca buraya geliyor."

 

Dediği isim hakkında en ufak bir fikrim yokken, "Bir karar ver artık," dedi Sedef. "Gelen Erhan amca, düğünün sahibi yani senin amcan oluyor. Seni görürse her şeyi öğrenir, hoş, bir şey değişecek mi orası meçhul."

 

"Çabuk ol."

 

Doğrusu yanlışı umrumda olmayan bir karar verdim o an. Fazla düşünmedim. Zaten ne kadar düşünürsem düşüneyim, yanlış olduğunu bilsem bile, tek yol buysa vereceğim kararda bu doğrultuda olurdu. Karan'ın konuşmasından sonra "Tamam," dedim. "Tamam ama kimseyle muhattap olmam. Sadece Gökçe için."

 

Gökçe'ye baktığımda bana gülümseyerek bakıyordu ve bu tüm sıkıntılarıma değerdi. Kandemir'in yönlendirmesiyle hızlı adımlarla ilerledim ve o kapıdan çıkıp, merdivenlerden inmeye başladık. Gözlerim bahçede içkilerini yudumlayıp kahkaha atan insanların üzerinde anlık gezinirken, ikimiz de hiç duraksamadan ilerlemeye devam ettik. Kandemir telefonuyla birini arayıp, arabasını istedikten birkaç dakika sonra da yola çıkmıştık.

 

Zihnimin içinde binbir farklı düşünce dolanırken gözlerim kapalı bir şekilde geriye yaslanmıştım. Evden çıkarken kafamın dağılacağını düşünürken, bu olanlar hayatın artık benimle dalga geçtiğini düşünmeme sebep oluyordu. Bu kadar saçmalığın bir açıklaması olamazdı. Ben bir şekilde, sürekli kendimi onların yanında buluyordum. Tıpkı şu an o eve gidiyor olmam gibi, bazı sebepler beni buna gerekli kılıyordu ve bunun mecburiyetinden bir türlü kurtulamıyordum. Şimdiki mecburiyetimin sebebi de bendim. Hem Gökçe'ye verdiğim söz hem de bu sözü yıkamayışımın sebebi olan çocukluğum.

 

Dakikalar süren sessizliği en sonunda bozarak, "Oraya gitmek istediğine emin misin?" diye sorduğunda "Evet," dedim gözlerimi açmadan.

 

"Sana..." deyip devamını getiremediğinde gözlerimi aralayıp ona baktım. Hafif çatılmış kaşlarla yola odaklanmıştı. Kafasının içinin dolu olduğunu fark edebiliyordum. Muhtemelen tüm olanları düşünüp parçaları birleştiriyordu ve görünen o ki vardığı sonuçtan hiç memnun görünmüyordu. Bunu kasılmış çenesinden ve ifadesinden rahatlıkla anlayabiliyordum.

 

"Söyle," diye mırıldandığımda bana baktı ve "Tüm olanların sebebi onlar mıydı?" diye sordu içten içe bilmesine rağmen. "O yüzden mi bana anlatamadın?"

 

"Bir şeyi değiştirmeyecekti."

 

Birkaç saniye gözlerime bakıp bir şey demeden yola döndü. Sesli bir nefes alıp, "Aklım almıyor," diye mırıldandı. "Senelerdir seni arıyorlar. Nasıl olur da böyle davranabilirler?"

 

"Baş edilmesi zor biriyimdir belki," dedim gözlerimi karşıya dikerek. "Bu dilden anlıyorumdur, belki."

 

Başını bana doğru çevirdiğinde ona bakmadım. Söylediklerimin sebebi onların imaları ve duyarsızlıklarıydı. Dün yaşananlardan sonra Cihan beni bağlayarak baş edebileceğini düşünmüş, diğerleri de buna sessiz kalmıştı. Yıllarca çocuklarını arayan bir aile elbette böyle yapmazdı. Ama benim gösterdiğim tepkiler onların nezdinde ancak bu şekilde durdurulabilir olmuştu belliki. Anladığım dilden konuşmuşlardı. Her insan gibi, gerektiği zamanda, gerekeni yapmışlardı.

 

Kabullenilmek dünyanın en zor gerçeğiydi ve her şeyinle kabul görüldüğün tek kişi de insanın kendisiydi. Çünkü her insanın bir tahammül sınırı vardı. Aşıldığında karşındaki yıllardır aradığın kızınmış, değilmiş umrunda olmuyordu. Bu yüzden herkes için her zaman bir yanılma payı bırakılmalıydı. Yoksa, yaptığın bir hatada beklemediğin yerden yediğin o darbenin sende bıraktığı hayal kırıklığının iziyle ölene kadar yaşamak zorunda kalırdın.

 

Bir şey söylemeden arabayı yolun kenarına çektiğinde bakışlarımı ellerime çevirdim. İkimizde eldivenlerin altında kalan yara izlerimi gördük. Kandemir elini uzatıp elimden tuttuğunda ona baktım.

 

Belki de ondan uzak durmasam da olurdu. Bir şeyler bilmeden yanımda kalabilirdi. Saklardım ondan yaptıklarımı, öğrenmemesi için çabalardım. Eğer bana hep böyle iyi hissettirecekse saçma sapan bir sürü şeyle uğraşırdım.

 

"Hiçbir şey sana bunu yapmalarını açıklamaz." Dedi baş parmağını bileğimin üzerinde gezdirerek. "Ne yapmış olursan ol."

 

"Altında kalmadım merak etme."

 

Hoşuna gittiğini anladığım bir gülümsemeden sonra gözlerini yüzümde gezdirdi. "Sana bakıp nasıl anlamadım ben?" Asya'ya olan benzerliğim şimdi dikkatini çekiyordu. "Bu kadar tanıdık hissederken bir kere bile aklımdan geçmedi."

 

"Nerden tanıyorsun onları?"

 

"Serhat amca babamla yakın arkadaştı. Beraber büyüdük."

 

"Ne kadar eski," diye sorduktan sonra o cevap vermeden asıl merak ettiğimi sordum. "Beni hiç görmüş müydün?"

 

Başıyla onayladı beni. Bir şeyler demesini bekledim ama söylemedi. Zaten sonra da birinin cama vurmasıyla, ikimizinde bakışları oraya döndü. Gördüğüm kişi, sert bir ifadeyle Kandemir'e bakan Baran'dı. Sesli bir nefesle bakışlarımı çektiğimde Kandemir camı araladı.

 

Baran "Ne oldu?" Diye sorduğunda, yukarıdan güneşliği açtım ve aynadan geriye doğru baktım. Birkaç araba arka arkaya dizilmişti. Anlaşılan hepsi arkamızdan geliyordu.

 

"Bir şey olmadı."

 

"Niye durdun lan o zaman?"

 

Baran'ın bu tavrı ona bakmama sebep olurken, "Hesap mı vereceğim ben sana?" Diye sertçe konuştu Kandemir.

 

"Arabanda kardeşim varsa vereceksin."

 

Kandemir onun bu tavrından sonra, emniyet kemerini açıp kapıya yeltendiğinde kolundan tutup onu durdum.

 

"Camı kapat gidelim."

 

"Bırak insin," dedi Baran birkaç adım geriye gidip. "İnsin bakalım ne yapacak?"

 

"Kandemir hadi," dedim Baran'ı umursamadan ama Kandemir benim aksime onu umursuyordu. Bana "Arabada kal," deyip aşağı indiğinde sinirle gözlerimi kapatıp açtım.

 

Kandemir kapıyı sert bir şekilde kapatıp "Derdin ne lan senin?" diye konuştuğunda dışarıdan Cihan'ın sesini duydum. "Baran," diye bağırdı. "Sırası değil, buraya gel."

 

Baran gözlerini arkadaki arabadan çekip Kandemir'e döndü ve "Hızlı sür," dedi parmağıyla yolu göstererek. "Sonra siktir ol git evine."

 

Baran uzaklaşırken Kandemir sabır dilercesine bir nefes alıp arabaya bindi ve hızla ilerlemeye başladık.

 

"Ne var aranızda?"

 

"Boş ver." Dedi gözleri yola odaklanmış bir şekilde. Kendi aralarındaki bir mesele olduğunu düşündüğüm için üstelemedim. Yol boyu sessiz kaldığında ona uydum.

 

 

Gözlerim tanıdık evin demirliklerine kitlenmiş bakarken, güvenlikteki adamlardan biri yanımıza doğru geliyordu. Kapıyı açmamaları sinirimi bozarken, Kandemir'in de benimle aynı fikirde olduğunu görebiliyordum. Adam onun camından "Kandemir Bey, herkes Sevda Hanımın-" derken, beni görmesiyle "Kusura bakmayın efendim, hemen açıyorum." deyip bir işaret verdi ve kapı açılmaya başladı.

 

Bu evden dünkü çıkışımdan sonra adamların bugün beni bu şekilde içeri alması gerçekten tuhaftı. Tüm olanlardan sonra Sedef'in beni buraya çağırması, salondaki Karan'ın tepkisi, şimdi adamların hiçbir şey yokmuş gibi davranması... hepsi garip geliyordu. Yaptığım o kadar şeyden sonra hiçbir tepki konulmayacak mıydı? Ya da, belki de birazdan tüm olanların hesabı sorulacaktı.

 

Kandemir arabayı girişi ortalayan dairesel alanın etrafından döndürerek, kapının önüne park ettiğinde gözlerim evin üzerindeydi. Dün yaşananlar birer birer zihnime dolarken nefesimi dışarı verdim ve artık yapacak bir şeyim olmadığını kendime hatırlattım. Bir karar vermiştim ve aksini yaparsam şimdi hissettiklerinin çok daha kötüsünü hissedeceğimi biliyordum. Bu yüzden üzerinde düşünmemeye çalışarak ona döndüm. Kandemir'in gözleri benim üzerimdeydi.

 

"Seninle gelmemi ister misin?"

 

"Gerek yok," dedim. "Gökçe'yle ilgileneceğim zaten."

 

Başını sallayıp telefonunu eline aldı ve açıp bana uzattı. "Numaranı kaydet, seni arayayım."

 

"Ne için?" Diye sorsamda telefonunu aldım ve numaramı kaydedip ona uzattım.

 

Telefonunu alıp beni ararken, "Gerektiğinde araman için." diye konuştu ve bana baktı. "Merak ettiğimde ulaşmak için."

 

"Kandemir," dediğimde gülümseyişine de gözündeki parıldamaya da şahit oldum. "Fazla ilgili değil misin sence de?"

 

"Gayet yerinde," dedi kendinden emin bir şekilde. Sonra da konuyu yine eski yerine getirdi. "Seni bir daha o şekilde bulmak istemiyorum." Gözleri yüzümde gezinirken yüz ifadesi durgunlaşmıştı. "Bundan sonra hep bu akşamki gibi gülerek karşıla beni."

 

"Sen gerçekten fazla fazla davranıyorsun," dedim başımı aşağı yukarı sallayarak. "Çok içtin galiba bu gece."

 

"Gayet yerinde," dediğinde güldüm ve gözlerimi etrafta gezdirdim. Bu halleri bu kadar hoşuma gitmemeliydi ama artık kendimi durdurmak falan istemiyordum. Devam edebilirdi.

 

Gözüme çarpan far lambaları onun tarafından bakmama sebep oldu. İçeri giren arabalar, gecenin can sıkıcı bölümünün devam ettiğini gösteriyordu.

 

"Evim buraya çok yakın," dediğinde çarpan kapı seslerinden arabalardan indiklerini anlıyordum. "Canını sıkarlarsa beni ara." Elimin üstünde varlığını hissettiğim eli ona bakmama sebep oldu. "Tamam mı?"

 

"Tamam."

 

 

Ben arabadan indikten sonra Kandemir diğerlerine başıyla selam verip uzaklaştığında gözlerimi onlara çevirdim. Aradığım kişinin bana doğru geldiğini gördüğümde, onlara karşı nefretle bakan yüzüm yumuşadı ve gülümsedim. Neşeyle bana gelen Gökçe "Geldiğin için teşekkür ederim halacığım." deyip elimden tuttu ve merdivenlere doğru çekmeye başladı beni. "Hadi gel, benim odama gidelim."

 

"Gidelim bakalım," diye mırıldanıp peşinden ilerlediğimde ne kadar zorlandığımı fark ettim. Sanki ayaklarım gitmemek için direniyor, beni geriye doğru çekiyordu. Bu kadar zorlanırken ileriye doğru adımlamamı sağlayan tek şey elimden tutan minik kızdı. Bana yeminimi bozduran da ancak bir çocuk olabilirdi.

 

Kapı eşiğine gelirken, yardımcının açtığı kapıdan hızla içeri girdi Gökçe. Yan taraftaki pufa oturup ayakkabılarını çıkartmalarını beklerken, ben eşiğin arkasında kendimle mücadele ediyordum. Gözlerimi kapatıp kendimi bir adım atmaya zorladım ama yapamadım. Ellerim kendi kendine yumruk haline geldiğinde bunun sebebi içten içe kendimi kasmamdı. Çünkü bu ev şu an o kadar olmamam gereken bir yerdi ki, sanki bedenim bir şekilde beni uzaklaştırmak için çabalıyordu.

 

Gözlerimi açtığımda, yumruk yaptığım elimin gevşemesine sebep olan, hiç şüphesiz elimden tutup bana doğru gülümseyerek bakan kız çocuğuydu. Beni içeri çekebilecek güçte olmasa bile ufacık bir yönlendirmesiyle beni içeri alabilecek güçteydi. Öyle de oldu. Onun hafif çekişiyle, bir daha adımımı atacağımı düşünmediğim eve girmiş oldum.

 

"Oyun da oynarız değil mi yatmadan?" Diye sorduğunda merdivenlere doğru ilerliyorduk. "Resim de çizer miyiz?"

 

Ben bir şey söylemeden önce, "Sen çık güzelim," diyerek araya girdi Baran. "Bizim konuşacaklarımız var. Sonra gelir halan."

 

Ona dönmeden sinirle burnumdan bir soluk verdim ve Gökçe'ye dönerek "Hepsini yaparız," dedim. "Önce üzerini değiştirelim."

 

Gökçe ilerleyip ilerlememekte kararsız kalınca, "Gel hadi," diye mırıldandım ama Baran bu defa "Günce," deyip beni durdurmak istedi. Umursamadan ilerlediğimde ise kolumdan tutup beni kendine doğru çevirdi. "Konuşacaklarımız var."

 

Serhat Bey, "Baran bırak, sonra," diye konuştuğunda kolumu kendime çektim ve Gökçe'nin elini daha sıkı tuttum.

 

"Hayır hayır," dedi anlam veremediğim bir tepkiyle. "Önce bir söylesin, o herifin yanında ne aradığı bir söylesin. Benim içimi bir rahatlatsın, sonra gider."

 

Kandemir'le arasında ne vardı bilmiyorum ama onun yanında olmam bile onu çileden çıkartmışa benziyordu. Kandemir'e yakın olmam için bir sebep daha. Ona cevap vermeyecektim. Hatta hiçbiriyle konuşmaya niyetim yoktu. Günlerdir konuşmam bir işe yaramamıştı ve bundan sonra kendimi boşuna yormaya niyetim yoktu. Suratına bakarak "Gidelim Gökçe," dediğimde gözündeki seğirmeye şahit oldum.

 

Önüme doğru döndüğümde, "Bana cevap ver!" diye bağırıp bu defa daha sert bir şekilde kolumdan çektiğinde ona çarptım. Sinirden dişlerimi sıksamda ağzımı açıp tek bir kelime söylemeden onu yüzüne baktım. "Sinirleniyorum."

 

Bu halinin keyfimi yerine getirdiğini bilmesi için gülümsediğimde, dişlerini sıkarak kolumu bıraktı ve küfrederek salona doğru ilerledi. Onun arkasından da Kaya, "İnsanı delirtirsin sen." diyerek içeri yürüdü.

 

Az bile yapıyordum.

 

Kimseye bakmadan Gökçe'yle beraber yukarı odasına çıktığımızda Sedef'te arkamızdan gelmişti. Olanlarla ilgili bir yorum yapmadan, Gökçe'yi odasındaki başka bir kapıdan içeri götürdü üzerini değiştirmek için. Bende onun odasında pencerenin önüne yaslandım. Sessizce onları beklerken gözlerim camdan dışarıya kaydı ve içeri giren arabaları görmüş oldum. Hafifçe kaşlarımı çatıp perdenin arkasından içeri giren sayısız arabaya baktığımda bir şeylerin ters gittiğini anlamam uzun sürmedi.

 

"Sedef," diye içeriye seslendiğimde gözlerim arabalardan inen insanların üzerinde geziniyordu.

 

"Geliyorum şimdi."

 

Bugün tanıştığım Kutay'ı ve sonra da gelinliği üzerinde Sevda'yı gördüğümde, "Siktir," diye bir küfür savurdum. "Herkes burda."

 

"Ne," diyerek içeri girdi ve aşağı baktığımı görünce yanıma geldi. "Siktir."

 

"Ne işi var herkesin burda?"

 

"Konuşulanlar duyulmuş," dedi ve başını iki yana salladı. "Görüntülerin silinmesi de emin olmalarını sağladı demek ki."

 

"Ne görüntüsü?" Diye kaşlarımı çatarak ona baktığımda bana döndü.

 

"Çakmadan önce, Serhat babam herkesin telefon kayıtlarını sildirdi. Senin bir görüntün yayılmasın diye."

 

Hiç düşünmediğim bu ihtimalin paniğiyle "Ya silmeyen olduysa?" diye sordum. Herhangi bir şekilde yayılırsa işin içinden çıkamazdım.

 

"İmkansız," dedi. "Tek bir görüntü yayılırsa, kimin yaptığını anında bulacaklarını bilir herkes. Cesaret edemez kimse. Ayrıca bununla tek tek ilgileniliyor şu an, korkmana gerek yok."

 

"Şimdi ne olacak peki?" Diye sorduğumda, başını olumsuzda sallayıp. "Bilmiyorum," dedi. "Yakın akrabaların hepsi burda gibi görünüyor."

 

Aşağıdan gelen sesle ikimiz de kapıya doğru döndük. Gür bir erkek sesi bağırıyordu ama ne dediğini duyamıyordum. Sedef'in ilerlemesiyle arkasından yürüdüm. Kulağını kapı girişine yaslayarak kapıyı hafifçe araladı ve bana baktı. Biraz dinledikten sonra kapattı ve "Azim Baturgan," diye konuştu. "Dedeniz yani. İşler karışacak gibi görünüyor. Ben aşağı iniyorum, sen buradan çıkma bir süre."

 

"Kimseyle muhattap olmak istemiyorum Sedef."

 

"Şu an görüştüreceklerini sanmıyorum zaten, ama," deyip dudak büzdü. "Ama ne, ama?" Diye sordum kaşlarımı çatarak. "Görüşmem kimseyle ben."

 

"Bak seni anlıyorum ama işler öyle sandığın gibi yürümüyor. Aşağıdaki insanlar kim, en ufak bir fikrin bile yok. O Azim Bey varya," deyip sinirli bir soluk verdi. "Herkese her şeyi yaptırabilecek biri. O yüzden dua et de halledebilsinler."

 

Sedef bir şey dememi beklemeden odadan çıktığında kısık bir küfür savurdum. Gözlerimi kapatıp elimi kapıya vurduktan sonra Gökçe'yle vedalaşmak için odadaki ikinci kapıya doğru yürüdüm. Çünkü gidecektim. Gitmem gerekiyordu. Onlar bile bana fazla gelirken, diğerleriyle tanışmayı asla ama asla istemiyordum.

 

İçeri girdiğimde Gökçe'yi masaya oturmuş bir şeyler karalarken buldum. Yanına doğru yaklaştığımda beni fark etti ve yaptığı şeyi gizlemeye çalıştı. Oturduğu sandalyenin yanına çöktüm ve onun gülen yüzüne baktım. Hafif sarı saçlarını sevdiğimde biraz daha kapandı yaptığı şeyin üzerine.

 

"Bakma şimdi tamam mı?"

 

"Bana mı yapıyorsun?" Diye sordum, bana yaptığını anlasamda.

 

"Evet, bitecek şimdi." Deyip mavi rengi eline aldığında nefesimi dışarı verdim ve "Gökçe," diye mırıldandım.

 

"Dur dur bakma bitiyor şimdi."

 

Dudağımı dişledim ve "Sana bir şey söylemem lazım," deyip saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdım. "Benim çok önemli bir işim çıktı. Gitmek zorundayım ama sözüm aklımda."

 

Resmi boyayan eli bir anlık duraksadıktan sonra başını sallayıp boyamaya devem etti. "Baran amcam seni üzdü diye gidiyorsun değil mi?" Sorduğu soru beni şaşırtsa da "Hayır," diye mırıldandım. "Yani o da var ama, önemli bir durum olduğu için gidiyorum."

 

Kalemi bırakıp bana döndü. "Yarın gelir misin peki?" Ela gözleri, sanki yalan söyleyip söylemeyeceğimi kontrol ediyor gibi gözlerimden ayrılmazken hafifçe başımı salladım. Bu eve onun isteği için gelmiştim ve gerçekleştirmezsem yaşananlar anlamsız olacaktı. Belki yarın da onları görmek zorunda kalacaktım ama değerdi. Özellikle de şimdi gördüğüm gülümseme için.

 

"Bak seni çizdim," deyip önündeki kağıdı bana doğru uzattığında aldım ve güldüm hafifçe. Siyah bir elbise ve eldivenlerle şu an olduğum halimi çizmişti.

 

"Bayıldım buna," deyip ona baktım. "Buzdolabına asacağım eve gidince."

 

 

Gökçe'yi sarılıp öptükten sonra temkinli olmaya çalışarak odasından çıktım. Aslında düşündüğüm iç taraftaki merdivenleri kullanmaktı ama duyduğum sesler beni diğer tarafa yönlendirmişti. Her adımımda ses yapan ayakkabılarımı elime almış, sırtımı duvara yaslamıştım. Salona bakan galeri boşluğunun tam yanındaydım.

 

"Burda değil öyle mi?" Diye sordu duyduğum bir erkek sesi. "Neden arkasından çıktınız o zaman Cihan abi?"

 

"Ne yaptığımızın hesabını sana mı vereceğim ben Can?"

 

"Bana vereceksin ulan." Diyen başka biriydi. Daha tok ve pürüzlü sesi ihtiyarın bu olduğunu gösteriyordu. Başımı çok hafif çevirerek aşağı baktım. Oldukça kalabalık salonda bir çoğu ayakta bekliyordu. İhtiyar baş köşeye yerleşmiş çatık kaşlarla onlara bakıyordu. "Nerde torunum?!"

 

"Burda değil," dedi Serhat Bey. "Bizimle yaşamıyor."

 

"Nasıl yani?" Diye sordu orta yaşlı bir adam. "Neden?"

 

"İstemiyor bizi," dedi umursamazca Kaya. "Kendini bir şey sanmakla meşgul."

 

"Kaya!" Diye konuştu uyarı dolu sesiyle Serhat Bey. "Çık git odana!"

 

"Bizim sülalede doğru konuşan neden dokuz köyden kovuluyor acaba?" Diye konuşan kıza çevirdim gözlerimi. Bu o kızdı. Davette bana gözdağı vermeye çalışan ahmak.

 

"Bir şey mi söyledin Sidelya?" Diye sordu Cihan sakin ama her zamanki gibi etkisi büyük olan o ses tonuyla.

 

"Diyorumki," deyip kollarını birleştirdi. "Bizim dahi bulunduğundan haberimiz olmayan canım kuzenimden, Kandemir'in nerden ve nasıl haberi oldu?"

 

"O mesele başka," dedi yanındaki Kutay, kızın kolundan hafifçe çekerek. "Sırası değil."

 

"Neden başka olsun?" Diye sordu gülerek. "Hayır gerçekten merak ediyorum çünkü, bu kız kaç zamandır buralarda da Kandemir onu koluna takıp düğüne getirebiliyor?"

 

"Ne diyorsun lan sen?" Diyerek ayaklanan Baran, kızın üzerine doğru yürüdüğünde kız da ona döndü. "Canımı sıkma benim."

 

"O zaman söyle," dedi öfkelenen ifadesiyle. "Düşmanınla kardeşini kim tanıştırdı?!"

 

"Ne bilelim lan biz," diye bağırdığında onu ilk kez bu kadar öfkeli görüyordum. "Tanışmışlar işte bir şekilde! Ne duymak istiyorsun?!" Kızın kolundan tutup sarstı. "Derdin ne lan senin?!"

 

"Yeter!" İhtiyarın bağırmasıyla, Baran kızın kolunu savurdu ve burnundan soluyarak uzaklaştı ordan. "Benim olduğum yerde siz kimsiniz lan?! Çıkın gidin hepiniz, pezevenkler!"

 

Baran ağzının içinde bir şeyler geveleyip, bahçe kapısına yürüyüp çıkarken; diğerleri de yavaş yavaş peşinden gidiyordu ki birini fark ettim. Yaslandığı duvardan bana doğru bakarak gülümseyen birini... Yirmilerinin ortasındaki adam birbirine bağladığı kollarını gevşetip bana göz kırptı ve diğerlerinin peşinden o da çıktı.

 

Kendi kendime bir küfür mırıldanıp geriye yaslandım ve yürümeye başladım. Beni ifşalamamış olması birazdan ifşalamayacak olduğu anlamına gelmezdi. Bu yüzden hızlı adımlarla koridorda ilerleyip diğer merdivenlerden inmeye başladım. Aşağı indikçe netleşen sesler, salonda kalan büyüklerin bu konuyu konuşmaya devam ettiğini gösteriyordu. Oyalanmadan temkinli bir şekilde koridora adımladım ve ilerledim.

 

Evin sol tarafına açılan bahçe kapısını hatırladığımda, adımlarımı oraya çıkabileceğini düşündüğüm odaya çevirdim. Girdiğim odanın kapısını sessizce kapatıp, ışıkları açmadan cama doğru ilerlediğimde; tahmin ettiğim gibi dışarıya açılan bahçe kapısını buldum. Perdeyi hafif aralayıp, gözlerimle etrafa baktıktan sonra kapıyı açıp başımı uzattım hafifçe. Bir kaç adam dışında görünürde kimsenin olmadığını fark edince kapıyı arkamdan çekip ön tarafa doğru yürümeye başladım.

 

Hızlı adımlarımın sebebi bu defa etraftaki adamlar değil, akraba adı altındaki sorunlarımdı. Onlardan biriyle karşılaşmadan bu evden çıkabilirsem bu geceyi sorunsuz atlatmış sayacaktım kendimi. Şu an için tek problem eve nasıl döneceğimdi ama onun için de bu kez farklı bir planım vardı.

 

Evin çıkışına doğru yaklaştığımda gözlerim bekçi kulübesinin önünde bekleyen adamların üzerindeydi. Amacım onlardan birinin beni bırakmasını istemekken, gözüme çarpan far lambaları dışarı doğru bakmama sebep oldu. Girişin birkaç metre ilerisindeki arabanın farlarını kısmasıyla, araçta oturan Kandemir'i görmüş oldum ve bir kez daha onunla eve döneceğimi anladım.

 

"Bir şey mi istemiştiniz?" Diye soran korumalardan birine "Hayır," deyip çıkışa doğru yürüdüm. İçlerinden birinin benim için açtığı kapıdan geçip, geriye doğru kısa bir bakış atarak ilerledim ve hızlıca arabaya bindim.

 

Ben çıkarttığım ayakkabıları tekrar giyinirken, Kandemir arabayı çalıştırdı. "Neden gitmedin?" diye sordum ona bakarak. "Hiç gelmeyebilirdim."

 

"Buraya geleceklerinin haberini aldım," dediğinde kaşlarımı havaya kaldırdım. "Salondaki konuşmanızdan kimsenin bir şey bilmediği belliydi. Bende onlarla karşılaşmamak için bir şekilde gitmek isteyebileceğini düşünmüştüm ki yanılmamışım."

 

"Çok iyi yapmışın," deyip derin bir nefes vererek gözlerimi yola çevirdim. Üzerimde kimseyle karşılaşmamanın verdiği rahatlama vardı. Öyle ya da böyle daha büyük sorunlarla günü kapatmamış olmak iyiydi, hem de çok iyi. "Olmasaydın onların adamlarından beni götürmelerini istemek zorunda kalacaktım."

 

"Her zamanki gibi yapmama sebebin, evde olduğumu düşünmen mi?" Diye sorduğunda ona bakıp gülerek göz devirdim. Yolda onunla karşılaşmayacağımı bildiğim için direkt çıkıp gitmediğimi ima ediyordu ve belki de haklıydı. Zihnimde oluşan en kısa ve hızlı plan buydu, sebebi o muydu bilmiyorum. Belki de bu defa kaçtıklarımın onlar olmamasıydı sebep, bunu da bilmiyorum.

 

Düşüncelerime eş değer olarak "Bilmem," dediğimde sırıtıyordu. "Bilinçaltıma sormak lazım."

 

"Bence kesinlikle öyle," dedikten sonra bana baktı ve "Evde," diye devam etti merak ettiklerini sormak için. "Neler oldu? Kimseyle karşılaşmadın değil mi?"

 

"Biri gördü beni," dedim aptallığıma tekrar sinirlenerek. "Siyah, kısa saçlı genç bir adamdı. Cihan'a benziyordu biraz ama onun kadar sert bir mizacı yoktu."

 

"Oğuz'dan bahsediyorsun," dedi yola odaklı gözlerini bir anlık bana çevirip. "Sıkıntı çıkartmaz, merak etme."

 

"Bilmiyorum artık," deyip geriye yaslandım. "Şimdi o bir sorun çıkartmasa bile, bugünden sonra illaki bir şeyler olacak. Durulacak gibi değillerdi, zapt edebilirler mi bilmiyorum."

 

"Sanmıyorum," dediğinde iyice umutsuzluğa kapıldım. Onlarla baş etmek bile yeterince zorken, diğerlerinin eklenme ihtimali iyiden iyiye canımı sıkıyordu. Ben, dünden sonra bir daha onları görmeyeceğime emindim ama hayat bir şekilde, her geçen gün, daha fazla çekiyordu beni o ailenin içine. Geçmişte alabildiğine uzağa sürüklememiş gibi. "Yirmi küsür yıllık bir mesele bu. Azim Baturgan torununu alenen duyurmak ister."

 

"Böyle bir şeye asla müsade etmem." Dedim kendi içimdeki bir çok sebepten. "O aileden olmaya niyetim yok."

 

"Geçmişte yaşananların tekrarlamasından korkuyorsan eğer," diye konuştuğunda "Geçmişte yaşananlar?" diye sordum.

 

"Kaçırılmandan bahsediyorum, konuşmadınız mı?" Tereddüt ederek sorduğu soruya başımı iki sana sallayarak cevap verdim.

 

"Yani konuşmalarından az çok anladım ama detay bilmiyorum." Dudak büzdüm. "Dinlemekte istemedim zaten. Onlardan istediğim tek şey beni rahat bırakmalarıydı ama kabul etmediler, etmiyorlar. Israr ettikleri her seferinde de her şey çok daha kötü bir hal alıyor."

 

"Kolay şeyler yaşanmadı."

 

"Ne kadarını biliyorsun?"

 

"Babam," deyip bana baktı ve ışıklarda durdu. "Serhat amcanın yanındaydı hep, dolayısıyla bende. Çoğu şeye şahit oldum. Çocuktum ama hala dün gibi hatırlıyorum o zamanları. Seni yanlarında istemelerini anlayabiliyorum. Açıkçası hak ettiklerini de düşünüyorum."

 

"İstemediğim şeylere beni zorlamalarına hakları olduğunu mu söylüyorsun?"

 

"Söylediğim bu değil," dediğinde yüzüne yansıyan yeşil ışığı umursamadı. "Ben sadece yaşanan acıların ve çabanın karşılığı olması gerektiğini söylüyorum. Bunu senin sağlamak zorunda olduğunu değil."

 

"Tek yol bu ama." Dediğimde arkadan kornaya basan arabaların seslerini duyuyordum. Kandemir bir cevap vermeyip arabayı sürdüğünde "Hem belki de sebep olduklarının cezasını çekmeleri gerekiyordur." Omuz silktim. "Gerçek şu ki senin baktığın taraftan onlar mutlu olmayı hak ederken, benim baktığım taraftan daha çok acı çekmeyi hak ediyorlar."

 

"Bile isteye yapmadıkları bir şey için mi?"

 

"Bir çok şeye," deyip üzerine bastırarak devam ettim. "Bir çok kötü şeye, sebep oldukları için."

 

"Suçlaman gerekenler onlar mı?" Diye sorduğunda dayanamadım ve "Evet," diye konuştum yüksek sesle. "Tek yapmaları gereken savunmasız bir çocuğu korumaktı ama beceremediler. Bu saatten sonra da herkes alıştığı gibi devam edecek, hayal ettiği gibi değil."

 

Sessiz kaldığında devam ettim. "Yine de onlar için elimden geleni yaptım. Kendime rağmen, o eve gittim ben; o kadın hasta diye yanlarında oldum." Başımı iki yana salladım, hata etmiştim. "Onlar ne yaptı peki? İlk fırsatta ellerine geçen kozu kullandılar, beni avuçlarının içine almaya çalıştılar, kontrol etmek istediler... Eğer istediğim gibi sınırlarını aşmamış olsalardı, ben tüm nefretime ve geçmişe rağmen kendimden taviz verebilirdim. Tıpkı en başta olduğu gibi."

 

Kısık bir sesle konuştu. "Haklısın, özür dilerim." Bana baktı ve ona bakan gözlerimi gördüğünde bakışlarını kaçırdı. "Ne yaşanmış olursa olsun, daha dikkatli davranmalılardı. Dün neler oldu bilmiyorum ama öyle olmanın sebebi onlarken, savunmam yanlıştı."

 

"Dün çok şey oldu," diye fısıldadım kendi kendime. Sonra da sesli bir nefes verip önüme döndüm. "Günlerdir çok şey oluyor, hiçbirine yetişemiyorum."

 

"Olmaya da devam edecek," dedi sıkıntılı bir sesle. "Bilseydim seni oraya asla götürmezdim."

 

Histerik bir şekilde güldüm ve "Senlik bir durum değil," diye konuştum. "Bu hayatla benim aramada. Senelerce uzaklaştırıp, şimdi her seferinde beni onlara daha fazla yaklaştırıyor. Çünkü yetmedi..." Çünkü bitmedi.

 

Burnumda bir sızı hissettim. Hayatın benimle alıp veremediği neydi bilmiyordum. Onca şeye rağmen hala bu kadar zorluk çekiyor olmam adil değildi. Ben de diğer insanlar gibi sadece gündelik dertlerim olsun istiyordum ama olmuyordu. Çünkü yaşadıklarım da çektiklerim de bu hayat için hiç yetmiyordu. Bir sonu da gelmiyordu.

 

"Çünkü bitmedi," dediğinde ona baktım ama durgun bakışları yoldaydı. "Bitmez, yetmez." Dudak büküp başını hafifçe iki yana salladı. "Her seferinde daha fazlasını ister. Alıştın mı? Daha büyüğü, daha zoru. Ona da mı alıştın? Ondan da zoru... Bitmez yani, yetiremezsin."

 

Dünkü konuşmamız geldi aklıma. O da en çaresiz anlarında karşısına çıktığımı söylemişti benim gibi. Vardı onda da bir şeyler. Dışarıdan yok gibi gözükse de bir şeyler vardı bazen yansıttığı. Şu an gözlerinde olan, canını sıkan, yakan, bir derdi vardı. Sormadım ama. Ne soracak zamandı ne de sorulacak. Çünkü anlatacağı an bu değildi, burası değildi.

 

"Sen uzaklaşmak istediğin sürece," diyerek bana baktığında göz göze geldik. "Yakınlaşacaksınız. Çünkü hayat, yakın olmak istediğini en uzağa; uzak kalmak istediğini, en yakınına getirir." Güldü ama yaşananların buruk tebessümüydü bu sanki.

 

"O yüzden en iyisi kendini onları görmeye de diğerleriyle tanışmaya da hazırla." Dediğinde başımı iki yana sallayarak "Hayır," dedim ama devam etti. "Hatta ne kadar erken kabullenirsen o kadar iyi olur. Çünkü o salondaki herkes artık öyle ya da böyle durumu biliyorlar. Açıklanması, duyurulması gerekecek."

 

"Neden böyle bir şey gerekli oluyor?" Diye sordum anlamlandıramadığım için. "Başkalarını neden ilgilendiriyor bu durum?"

 

"Az önce de söyledim. Sizin ailenin en büyük meselesi bu. Yıllardır herkesin dilinde pelesenk oldu... ölü bir çocuğu aradıklarını düşündüler hep." Tepkimi kontrol etmek için bekledikten sonra bir şey demediğimde devam etti. "Hata yaptıklarını söyledi herkes, bazıları güldüler, kendi sonlarını hazırladılar. Sizin ailenin içinde bile kutuplaşmalar oldu, Serhat amca az daha... neyse." Sormama müsaade etmeden devam etti. "Seni nasıl buldular bilmiyorum ama haddinden çok şey yaptılar, çok." Bu çokun altında nelerin gizli olduğunu bilmiyorum ama Kandemir'in bakışlarındaki derinlik, normal şeylerin dönmediğini gösteriyordu. Neler olup bittiğini bilmemek yavaş yavaş zihnimi kurcalamaya başlamıştı. "Tüm olanlardan sonra da seni saklayacaklarını hiç sanmıyorum."

 

"Zaten salondaki çoğu kişi öğrendi demedin mi?"

 

"Baturganlardan önce kimse ağzını açamaz," dediğinde göz devirdim. Bu ailenin bu kadar büyük olup senelerce beni bulamaması saçmalıktan ibaretti. "Değil ülkede, dünyada aklı olan tek bir adam bile o aileye bulaşmak istemez."

 

"Niye?" Diye sordum dalgaya alarak ama içten içe; böyle bir güce rağmen beklediğim onca sene beni bulamamış olmalarına sinirlenerek. "Bulaşan bulaşmış, olan olmuş işte bak."

 

Bana baktığında gözlerindeki hüznü gördüm ve ne kadar dalgaya alırsam alayım, içten içe buna kırıldığımı fark ettiğini anladım. "Artık," diye konuştu şüphe duymamam için. "Artık dokunamazlar."

 

"Yanılıyorsun," diye konuştum kısık bir tonda. "Kaybedecek bir şeyi olmayan insanlar; her zaman, herkese, her şeyi yapabilirler."

 

 

 

O andan sonra ikimizde sessiz kalmıştık. Kandemir beni evime bıraktıktan sonra ihtiyacım olduğunda arayabileceğimi söyleyip gitmişti. Onu daha birkaç gündür tanımama rağmen, ilk andan beri karşılıksız yaptığı iyilikler ve açıkça belli ettiği ilgisi bana iyi hissettiriyordu. Bir sorun olduğunda onu aramayacak olsamda bunu demesi bile yeterliydi. Öylesine söylemiyordu. Sanki gerçekten ara diyordu, ara da ben geleyim. Onu iyi tanımasam bile hissettirdikleri böyleyken; onu tanımak istememek, elimden gelecek bir şey olmayacaktı. Bunu çok net görebiliyordum.

 

Kısa bir duştan sonra biraz oturmuş, Gökçe'nin benim için yaptığı resmi buzdolabına asmış ve sehpanın ortasında duran fotoğrafa bakıp, öfkemi ve inancımı diri tutmam gerektiğini kendime hatırlattıktan sonra yatmıştım.

 

Ertesi sabah gözlerimi aralamama sebep olan telefonumun sesiydi. Odanın içinin hala karanlık olması saatin çok erken olduğunu gösteriyordu. Bir şey olduğunu düşünerek hızlıca yatakta doğrulup telefonu elime aldığımda Sungur'un aradığını gördüm. Kaşlarımı çalarak telefonu açtığımda, uyku mahmurluğu boğuk çıkan bir sesle konuştum.

 

"Bir şey mi oldu?" Diye hızlıca sorduğumda adımı söyledi önce. Sonra da uykulu halimden eser bırakmayacak o cümleyi kurdu. "Mekana gel hemen, operasyonu bu gece yapıyoruz."

 

 

Hiçbir şeyi sorgulamadan telefonu kapattıktan sonra hızla hazırlanıp çıkmıştım. Evden çıktığımda hava hala karanlık, etrafta tek tük insanlar vardı. Saat sabah beş civarıydı ve benim kafamın içinde bir sürü soru dolanıyordu. Mekana gelene kadar nedenini, nasılını düşünüp dursamda bir cevap bulamamıştım. Operasyonun daha çok başındaydık ve kim ne derse desin bu karar alınabilecek en yanlış karardı.

 

Mahalleye geldikten sonra toplandığımız binaya doğru yürüdüm ve içeri girdiğimde hepsinin masanın başında bir şeylerle ilgilendiğini gördüm. "Kafayı yemediysek biri bana bu saçmalığın nerden çıktığını anlatsın." Dediğimde hepsinin gözleri bana döndü. Diğerleri işe devam ederken, Sungur ellerini dayadığı masadan uzaklaşarak bana doğru yaklaştı.

 

"Adam bu gece yurt dışına çıkacakmış," deyip çenesindeki hafif çıkan sakallara dokundu. "Façacı, en doğru zamanın bu olduğunu söylüyor."

 

Gülerek başımı iki yana salladım. "Doğru zaman, bu zaman mıymış?" Kendininde onaylamadığını gösteren bir bakış attı. "Daha sadece iki gündür bu iş üstündeyiz biz. Ne doğru zamanı, kafayı mı yedi bu herif?"

 

"Ne yapalım gidip konuşalım mı?" Diye sordu Yakup dalga geçse bile altındaki siniri gizleyemeyerek. "Bizde gidip konuşacak göt yok. Sende varsa git konuş, hepimiz rahatlayalım."

 

"Ben ondan mı bahsediyorum sence?" Diye sordum, içeride yanan odunların verdiği sıcaklıktan dolayı ceketimi çıkartırken. "Daha iki gündür iş üstündeyiz biz." Ceketi masaya bırakıp onlara doğru yaklaştım. "Ne biliyoruz Yakup? Evde birinin olmayacağının garantisi var mı?"

 

"Yalnız yaşıyor,"

 

"Ya ne fark eder?" Diye sordum arkamda kalan Sungur'a bakıp. "Belki bırakır birini, bir şey olur, ne bileyim gitmez? Ayrıca adamın evine de girmedim ben. Aptal gibi resmi mi arayacağız evin içinde? Hiçbir bok bilmiyoruz."

 

"Uğru yeter," diyen Semih'e döndüm. "Ne yapalım kızım? Yapacak bir şey mi var? Adam gireceksiniz diyor, nokta diyor. Götün yiyorsa gitme diyor. Ne yapalım istiyorsun yani?" Havaya kaldırdığı elini masaya koydu. "Boş boş konuşup milletin canını sıkma da geç otur şuraya. Ne yapacağımızı konuşalım."

 

"Konuşmayıp yok saydığımızda olacak ihtimaller toz olup uçmuyor," deyip masaya oturdum ve evin planını önüme doğru çektim. Olanların saçmalığına ne kadar sinirlensemde o da haklıydı. Bir şekilde bu işten sıyrılmak istiyorsak güzel bir planlama yapmalıydık. Bu yüzden fazla uzatmadan "Neyse," diye mırıldandım. "Dün neler yaptınız?"

 

 

Saat öğlen on iki civarıydı ve ben biraz mola vermek için dışarı çıkmıştım. Daha doğrusu nefes almak için. Çünkü üzerimde tuhaf bir his vardı. İçimi saran, kanımda dolanan, böyle boğazıma kadar bir sis gibi vücudumda dağılan bir his. Sanki bedenime bir karanlık çökmüştü ve beni kendi içimi göremez hale getiriyordu. Vücudumu saran bu his, beni nefes alırken boğuyordu.

 

Elimdeki sigarayı dudaklarıma götürürken, sırtım binanın duvarına yaslı, gözlerim etraftaki insanlardaydı. Karamsarlığımın nedeninde, yaptığımız yanlışın etkisi olsa bile tam olarak sebebi bu değildi. İçimdeki kötü his benimle ilgiliydi ve ben, zaman ilerledikçe bunu çok daha fazla hissediyordum. Sigaranın dumanını dışarı üflerken gözlerimi kapattım. İnsan öleceği günü hisseder, derler. Ölecek miydim bilmiyorum ama boynumdan parmak uçlarıma kadar boğulduğumu hissediyordum.

 

"Sana da bir çay getireyim mi?"

 

Refik'in sesini duyduğumda gözlerimi aralayıp ona baktım. "Olur," diye mırıldandığımda kafa sallayıp ilerledi. Onun arkasından bakarken sesli bir nefes alıp verdim ve kafamdaki bu sikimsonik düşünceleri silmeye çalıştım. Her zaman en başta olumsuzu düşünen beynime dur deyip, hiçbir şeyin olmama ihtimalini de kendime hatırlatıp içeri girdim.

 

Bitmeye yakın sigaramı dudaklarıma götürürken, "Tamam," dedi Semih. "Sistemin devre dışı kalmasını sağlayan yazılım hazır."

 

"Tüm kapılar ve kameralar için değil mi?" Diye sordu Sungur, ben onlara doğru yaklaşırken.

 

"Hepsi," dedi Yakup. "Ama sistemin kendini yenileme özelliği var. En son girdiğimiz adamın evindeki gibi aynı. On beş dakika içinde kapanan tüm sistem kendini yeniliyor."

 

"Yani on beş dakikamız var." Dedi Sungur.

 

"Tabi eğer kameralara görünmezseniz." Semih'in konuşmasından sonra kaşlarını çattı. "Kameralar kontrol edilebilir özellikte. Yani olağan dışı bir hareketlilikte uyarı veriyor. Göründüğünüz andan sonra muhtemelen birkaç dakika içinde güvenlik sistemi alarm verir."

 

"Girer girmez sistemi devre dışı bırakırsak çok az zaman kalır."

 

Sungur konuştuktan sonra biten sigaramı yere atıp yanlarına ilerledim ve bilgisayara doğru baktım. "O zaman hızlıca, en efektif planı uygulayabileceğimiz bir taslak oluşturalım. Bizim çektiğimiz fotoğrafları açsana," diye konuştuğumda Yakup resimlerin olduğu sayfaya geldi. "Ormanın içindeki giriş, bu," deyip fotoğraftaki kapıyı gösterdim. "Diğer taraftan yol geçiyor, burdan girmek en mantıklısı."

 

Uzanıp resmi değiştirdim ve o gün kafamda kurduğum planlamadan bahsettim. Bahçedeki heykeller ve süs ağaçları işimize yarayacaktı. Bazı kameralar bu alanları görmüyordu. On beş dakikayı kapsayacak hızlı ve bir o kadar da temkinli ilerleyebileceğimiz bir plan oluşturmalıydık. Bizim için en büyük sorunsa evin içiydi. Çünkü yeterince gözlem yapamamıştık ve eve öncesinde girememiştik. Bu da evin içinde aptal gibi o tabloyu arayacağımız anlamına geliyordu. On beş dakikalık bir süre içinde de bu çok zordu.

 

"Yani biz evden çıkarken muhtemelen sistem devreye girmiş olur," dedim kollarımı göğsümde birleştirerek. "Maskeleri takmak şart, çıkarken lazım olacak. Tabii yine de kameraların görmediği yerleri aklınıza kazıyın siz, hiç görüntü vermemek en sağlıklısı."

 

"Bu çektikleriniz dışında beş yerde daha kamera var ama," diye konuşan Semih'in gözleri içeri giren Refik'e takıldı. "Sistemde on yedi kamera görünüyor."

 

"Dışarıda sadece on iki tane." Dedim kaşlarımı hafifçe çatarak. "Bundan eminim."

 

"O zaman evin içinde de kamera var." Diye mırıldandı Sungur.

 

Refik çayları masaya bırakırken, "Muhtemelen biri giriştedir." Dediğinde Yakup kafa salladı ve "Üç tanesi de dijital kapısı olan odalardadır." diye konuştu.

 

"Bir tane kalıyor," diye mırıldandı Sungur. "Farklı bir giriş olma ihtimali?"

 

"Çok mantıklı," dedim. "Giriş katında değilse evin bir alt katı daha olmalı."

 

"Girdiğimiz an biri bunu kontrol etsin," dedi Refik. "Hatta üç kata bölünmek en mantıklısı olur."

 

"Başka bir kat daha olabilir," deyip dudak büktüğümde Semih sıkıntılı bir nefes verip, "Böyle boktan işlerin ben amına koyayım." dediğinde hepimiz ona baktık ama bir şey demedik. Hepimiz aynısını düşünüyorduk. O kadar farazi hareket ediyorduk ki düşünmediğimiz her ihtimal başımıza bir ton iş açabilirdi. Ben, "Aşağı inen merdiven olursa, iki kişi ineriz," diye konuya devam ettiğimde başlarıyla onayladılar. "İki kişi de yukarı çıkar."

 

"Neyseki evde sadece üç dijital kapı var." Dedi Sungur. "O resim bu kadar değerliyse o odalardan birindedir."

 

"Aynen," dedi Refik. "İlk olarak bunları arayıp bakalım, bulamazsak diğer odalara gireriz."

 

Herkes onayladığında, içeride yapacaklarımızı detaylandırmaya başlamıştık. Aslında sabahtan beri de yaptığımız buydu. Planlar kurup, onları çürütüp; yeni planlar kurup, üzerine düşünüyorduk. Her seferinde yeni bir ihtimal doğuyordu ve bizde hepsine bir çözüm üretmeye çalışıyorduk. Kabataslak hepimizin kafasında az çok var olan planın, son şeklini alması ve tüm detaylarını konuşup ayarlamamız akşamı bulmuştu. Hava karardığında mahalledeki yemekhaneye geçmiş, önümüze ne konduysa onu yemeye oturmuştuk.

 

Önümdeki çorbaya daldırdığım kaşıkla oynarken zihnim kendimle meşguldü. Her ne kadar planı olabildiğine kusursuzlaştırmış olsak dahi, içimi kemiren hislerden kurtulamamıştım. Bir şeyler olması gerekenin dışında ilerlediği her zaman huzursuzlanırdım. O akış bozulduğunda, kontrolü ele alamadığım her an vücudum gergin, zihnim dumanlı olurdu. Ama bugünkü başkaydı. Kendime bile tarif edemediğim bir his tüm vücudumu ele geçirmişti sanki. Raylar yerine oturmaya başlamış olmasına rağmen, düzelmek yerine daha da boğucu bir hal alıyordu ve ben böyle bir tedirginlikle nasıl kafamı toparlayacaktım bilmiyordum.

 

"Yesene kızım," diyen Sungur'a baktım. "Sevmediysen başka bir şeyler alayım."

 

"Ondan değil," deyip kaşığı bıraktım elimden. Sırtımı geriye yaslayarak sıkıntılı bir nefes verdiğimde o da kaşığını bıraktı ve "Hala mı yanlış olduğunu düşünüyorsun?" diye sordu.

 

"Hayır," dedim elimle tahta masanın köşesindeki çıkıntıyı kazıyarak. "Plan işler," diye devam ettim, ona bakmadan masadaki tahta parçasını koparmaya çalışarak. "İşler ama..." dudak büktüm. "Bilmiyorum, içimde kötü bir his var." Ve ben son birkaç seferdir hiç yanılmadım.

 

"Korkuyorsan hiç gelme amına koyayım," diyen Yakup'a baktım.

 

"Doğru konuş."

 

Sungur konuştuktan sonra, "O eve tek başıma girip o tabloyu buraya getirebileceğimi buradaki herkesle beraber sen de çok iyi biliyorsun." Dedim gözlerimi onun üzerinden çekmeden. "Yıllardır burada olan senden çok daha fazla işe çıktım ben. Sakın yaptıklarımı küçümseme. Yapacaklarımı da küçümseme. Beni," deyip güldüm. "Hiç küçümseme."

 

"Sabahtan beri zırvalayan sen değil misin?" Diye konuştu gözlerini kaçırarak. "Olabilir yani, bir şey mi dedik?"

 

"Senin kelimelerinin altındaki anlamı ben çok iyi biliyorum Yakup," dedim buradaki çoğu gibi benden haz etmediğini bilerek. Haz etmiyorlardı, çünkü sonradan gelmiştim ve sonradan gelmeme rağmen, bir çoğunun yapmadığını yapıp burada yükselmiştim. Kimseyle bir sorun yaşamamış olsamda bana nasıl baktıklarını pek tabii biliyordum. "Ha o kadar merak ediyorsan da söyleyeyim. Hislerim kuvvetlidir, umalım ki yanılayım."

 

Bir şey demediğinde önüme döndüm ve sinirle kaşığı elime aldım. "Uğru," diyen Sungur'a bakmadan "Hım?" diye mırıldandığımda "Acaba," dedi sadece benim duyabileceğim bir tonda. "Sen gelmesen mi?"

 

Cevap vermeden elimdeki kaşığı masaya sert bir şekilde bırakıp ayağa kalktım ve çıkışa doğru yürümeye başladım. Onun da korktuğumu düşünmesi sinirimi bozmuştu. Ben korkmuyordum, sadece içimde siktiğimin saçması bir his vardı ve bundan kurtulamıyordum. Hırsızlık konusunda hepsinden çok daha iyiydim. Sungur'la Refik böyle işlerde zaten sürekli olmazlardı. Semih'le Yakup'ta, daha çok teknik kısımda iyilerdi. Yani onlara nazaran bu işteki en profesyonel kişi bendim ve bana bu muameleyi çekmeleri, beni öfkeden delirtiyordu şimdi. Alt tarafı bu planın yersizliğini, mantıksızlığını onlardan çok dile getirmiş ve kötü hissettiğimi söylemiştim. Operasyona çıkmamak da ne demekti?

 

"Orospu çoçuklarına bak ya," diye konuştum kendi kendime sinirle. "Yok korkuyormuşum, yok gelmesemiymişim! Şunlara bak!"

 

"Uğru!"

 

"Ne var?" Diye bağırıp sinirle Sungur'a döndüm. Peşimden gelmesi daha da sinirimi zıplatmıştı şimdi. Ona parmağımı doğrultup, "Boş boş konuşacaksan siktir git!" dediğimde uzattığım elimi tuttu ve ikimizin arasına indirdi. "Demeyeceğim bir şey," deyip ufak bir adımla bana yaklaştı. "Senin için söyledim ben, istemiyorsun başından beri."

 

"Çünkü aptallıktan başka bir şey değil!" Dedim dişlerimin arasından. "Her şey olabilir Sungur, her şey. Birine yakalanabiliriz, yetişemeyebiliriz, birimize bir şey olabilir, sana bir şey olabilir." Gözlerimi kapatıp sinirle nefesimi dışarı verdim ve ona baktım. "Şu an hiçbirimiz bu iş için tam anlamıyla hazır değiliz ve ben sizi geçtim, kendime bile güvenmiyorum. Üstelik," deyip ondan elimi çektim ve bir adım geriledim. "Üstelik plan şu an kusursuz görünse bile, hiçbir sorun çıkmayacak olsa bile, benim içimde kötü bir his var. Durduramıyorum tamam mı? O yüzden, suratımın böyle beş karış olmasını çekeceksiniz, kusura bakma."

 

"Bakmam," dedi sakin bir tonda. "Sen bana bak yeter ki." Bana yaklaştı ve iki eliyle kollarımdan tuttu. "Suratının beş karış olması umrumda olmaz. Gözlerin bende olsun yeter."

 

"Sungur," deyip uzaklaşmak için hareketlensemde bırakmadı ve beni kendine doğru çekip sarıldı. Benim kollarım iki yanımda asılı kalırken, o sırtımı okşadı yavaşça. "Uğru ben orda senin korktuğunu falan ima etmedim. Kafan dolu belli."

 

"Ha sorun çıkartırsın diyorsun?"

 

"Bugün her şeyi neden ters algılıyorsun sen?" Diye sorup benden ayrılmadan yüzüme baktı. "Kendini koruyamazsan diye korkuyorum ben. Hani şu yok saydığımız ihtimaller için, senin kadar olmasa da ben de endişeliyim."

 

"Korkma iş üstündeyken dikkatsiz davranmam. Ben sadece," deyip omuz silktim. "Dediğim gibi kötü bir şey olacakmış gibi hissediyorum. Sanki bile bile yanlış yola giriyoruz ve her şeyi batırıyoruz gibi geliyor." Dudaklarını araladığında devam ettim. "Biliyorum, emir büyük yerden. Bende zaten planı iptal edelim demiyorum. Sadece içimde tuhaf bir his var ve bunun getirdiği karamsarlığın yüzüme yansımasını engelleyemiyorum o kadar."

 

"Sen böyle konuştukça, ben de seni götürmeme fikrini engelleyemiyorum Uğru."

 

"Beni sen mi götürüyorsun, gerizekalı," deyip ondan uzaklaştığımda göz devirdi. "Yapacak bir şey yok artık," dedim sonra da. "Bir şey olacaksa da, olcak. Biz en iyisi şu planın üstünden bir kez daha geçelim."

 

"Tamam."

 

 

Saatler sonra...

Arabanın arka koltuğunda oturmuş camdan dışarıyı izlerken, bir yandan da saçlarımı örüyordum. Ne zaman böyle büyük bir iş yapacak olsam saçlarımı örmek isterdim. Bu artık benim için atlamadığım bir aşama haline gelen basit bir iş olmuştu. Hem saçlarım beni rahatsız etmemiş oluyordu hem de kendimi bu şekilde çok daha iyi hissettiriyordu.

 

 

 

(Benzer.)

 

"Tuna'yla hiç konuştun mu?" Diye sordum Sungur'a, gözlerim uçlarını ördüğü saç tutamının üzerindeyken.

 

"Hayır," dedi umursamaz bir sesle.

 

Göz ucuyla soluma doğru baktığımda elindeki telefonla ilgilendiğini gördüm. Kendi işime geri döndüğümde, "Bende hiç konuşmadım. İyidir ama değil mi? Bir şey olsaydı Genco sana haber verildi heralde." diye konuştum. Saç ucumu sonuna kadar örüp, tokasız bir düğüm attığımda "Herhalde," diye mırıldandı. Ona dönüp direkt yüzüne baktığımda "Ne?" dedi umursamazca. "O herifi sürekli kontrol ettiğimi falan mı düşünüyorsun? Ayrıca Genco'nun da kendi işi gücü var. Kimseye bakıcılık yapmıyordur."

 

"Evine gitmiyor mu bu herif? İllaki biliyordur."

 

"Yani," dedi tekrar telefonuna dönüp. "Ölse falan haberi olur."

 

"Sungur!"

 

"Ne?" Dedi uzatarak.

 

"Bir şey sorduk burnumuzdan getirdin." Dediğimde bana baktı başını yana doğru eğip.

 

"Sorma o zaman," dedi sakin bir şekilde. "Şu herifi bana sorma. Merak mı ediyorsun, kendin ara öğren. Hem sen niye aramıyorsun da ikidir bana sorup duruyorsun?"

 

"Biliyorsundur diye soruyorum," deyip göz devirdim. "Normalde aramakta aklıma gelmiyor, ne yapayım?"

 

Uğraştığım şeylerden ne fırsat kalıyordu ne de zaten kafamın doluluğundan aklıma geliyordu. "Ha benim yanımda aklına geliyor yani o herif?" Diye sorduğunda siniri bozulmuşa benziyordu. "İşe bak ya!"

 

"Abi kafamızı siktiniz yemin ediyorum," diye araya girip radyoya uzanan Yakup'a, "Kes lan!" diye kızdığında güldüm ve geriye yaslandım başımı iki yana sallayarak. Radyonun yükselen sesinden Ferdi Özbeğen'in Gündüzüm Seninle şarkısı arabayı doldurduğunda, Yakup sözlere yüksek sesli bir şekilde eşlik etmeye başladı.

 

"Aşkını biiir sır gibi, senelerdir sakladıığm!" Söylerken yaptığı kafa hareketleri ve nağmeli okuduğu yerler beni anında eğlendirirken, Sungur'un da güldüğünü gördüm. Arkamızdaki bagajda oturan Semih'te şarkıya eşlik edince ortam bir anda keyifli bir hal almıştı. "Geceleri rüyaada ismini sayıkladım!"

 

Şarkının nakarat kısmında "Of of!" Diye bağıran Yakup'a sesli bir şekilde güldüğümde hepsi şarkıya eşlik etmeye başlamıştı. "Sevgiliiimm saçların zannetmeeeğ solmazzz dünyada sevenleeeer benim gibi bahtiyaar olmaaz!"

 

Arabayı kullanan Refik eliyle direksiyona vurarak darbuka gibi ritim tuttururken, Semih arkadan öne doğru eğilmiş şarkıyı bağırıyor, Sungur elindeki telefonla video çekiyordu. Tüm günün gerginliğine ilaç gibi gelen şarkının son nakaratlarını söylerken, hepimiz, adım adım ilerlediğimiz bilinmezliğin tedirginliğini böylelikle yok sayıyor, belki de biraz kendimizi kandırıyorduk.

 

"Aşkını biiir sır gibi senelerdir sakladııım geceleri rüyamda ismini sayıkladım!"

 

 

 

Sessizliğin hakim oluğu ormanın içinde, seri ama temkinli adımlarla ilerlerken; her zaman olanın aksine sakin değildim. Bu defa tedirgindim. Her ne kadar gelirken biraz rahatlamış olsamda şimdi ileriye doğru adımlarken, sanki her adımımda daha büyük bir yanlış yapıyordum. Kafamı bu düşüncelerden uzaklaştırıp, işe odaklanmaya çalışsam bile bu hissin içimde bıraktığı boğucu kaygıdan kurtulamıyordum.

 

"Ortalık sakin görünüyor."

 

Benden biraz önde ilerleyen Refik konuştuğunda, etrafa bakan gözlerimi önüme çevirdim ve görüş açıma giren eve baktım. Bahçe de dahil olmak üzere tüm ışıklandırmaları kapalı olan evi görmemizi sağlayan tek şey ay ışığıydı. Evde gözlerimi gezdirdim. Bu eve girmek için heyecanlı olduğum o ilk gün geldi aklıma. Tuna'nın büyük bir iş olduğunu söylediği ve güzel hasılat toplamak için zengin avlamaya çıktığımız o gün... Hayatımı bu denli değiştireceğini bilseydim eğer kılımı dahi kıpırdatmazdım. Sırf bu işe çıkabilmek için çabaladığım o gün Baran'la karşılaşmış, tüm hayatımı mahvetmiştim. Şimdiyse bu iş göğsümü sıkıştırıyor, tüm olanların hediyesi olmaktan ziyade bir cezaymış gibi karşımda dikiliyordu.

 

Arkamdan duyduğum kırılan bir dal sesi, durup hızlıca geriye bakmama sebep olurken bana gülerek bakan Yakup'u gördüm. Yanımdan "Korkak," diye fısıldayıp geçerken dişlerimi sıkarak ona baktım. Bu aptala verdiğim malzeme yeterdi. Ne kadar tedirgin olsamda artık bir aptal gibi, belki de dediği gibi, bir korkak gibi davranmayı kesip işe odaklanmalıydım. Sadece bu salağın ağzını kapatmak için değil, aynı zamanda sonrasında kendime kızmamak içinde bunu yapmalıydım. Çünkü bugün geçecekti. Geriye dönüp baktığımda bir aptal gibi davranmış olmayı kendime yediremezdim. Bu yüzden ipleri elime almak için hızlı adımlarla ilerleyerek önce onu, sonra da diğerlerini geçtim.

 

Evin ormana açılan küçük demir kapısının ardında bekleyerek içeride gözlerimi gezdirdim ve bir bekçi olmadığına emin olup kapıyı yavaşça araladım. "Bekleyin," deyip hafifçe yere eğilerek ilerlediğimde gözlerimle etrafı taramayı bir an bile bırakmıyordum.

 

"Sistemi devre dışı bırakmak için onay bekliyorum."

 

Kulağımdaki kulaklığa dolan Semih'in sesinden sonra "Daha değil," diye fısıldadım. İlk öncelik kameraların göremediği yerlerden, ilerleyebildiğimiz kadar ilerlemekti. Hem kameraların görüş açısına girmemiş olurduk hem de sistemin kendini yenilemesi için olan kısıtlı süre azalmamış olurdu. Böylece içeride az da olsa zaman kazanarak kendimize avantaj sağlayabilirdik. Çünkü bizim için saniyeler bile çok önemliydi.

 

"Gelelim mi?" Diye soran Sungur'a "Sen gel," dedim. "Sağ tarafa doğru dört adım ilerle."

 

Evin olduğu yükseltide yatma gereği duymadım bu sefer. Çünkü kimse olmaması gerekiyordu. Ne kadar temkinli olmak istesemde kısıtlı bir zaman vardı ve gereksiz hamlelere ihtiyaç yoktu. Bu yüzden yere uzanmadan ilerledim ve çaprazımda kalan ağacın arkasına geçtim. "Sungur sağdaki üçüncü ladinin oraya doğru ilerle ama ayaklanma." Bunların hepsini birkaç saat önce detaylıca konuştuğumuz için hangi ağaçtan bahsettiğimi biliyordu. O, oraya doğru ilerlerken Yakup'a seslendim. "Arkamdan gel."

 

Refik hepimizden uzakta sol taraftaki heykelin arkasına geçtikten sonra "Girelim," dediğinde, arabanın içinde bilgisayarla oturan Semih'e talimat verdim. "Sistemi kapat."

 

"Bekleyin," deyip yirmi üç saniye kadar sonra konuştu. "Hazır."

 

Bir an bile beklemeden olduğumuz yerlerden çıkarak ilerledikten sonra belimdeki palaskaya sabitlediğim maymuncuğu elime aldım. Parmak izi bırakmamak için giydiğim eldivenli elimi rahatça kapı kulpuna koyup, maymuncuğu anahtar deliğine soktuğumda diğerleri de etrafı kolaçan ediyorlardı. Kısa süren işi hallettiğimde, açılan kapıdan çıkan klik sesiyle beraber, beklemeden içeriyi kontrol ederek eve adım attım.

 

Üç adım kadar attığımda gördüğüm aşağı inen merdivenler dudaklarımı birbirine bastırmama sebep oldu. Bunun planlamasını yapmıştık ama fazla kat olması sıkıntıydı. Çünkü daha çok alan demekti ve bu da süre kaybettirecekti.

 

Gözlerimi onlara çevirip, başımla aşağı katı gösterdiğimde; planladığımız gibi, Refik ve Yakup beklemeden oraya doğru ilerlediler. Ben de Sungur'u bu katta bırakarak üst kata doğru yöneldim. Ses çıkartmamaya çalışarak ama hızımı da azaltmadan ilerlerken gözlerimi etrafta gezdiriyordum. Dijital kapıların olduğu katları bilmediğim için ilk önceliğim bu katta bir dijital kapı olup olmadığını kontrol etmekti.

 

Merdiveni bitirdiğimde sırtımı duvara vermiş, gözlerimle katı kontrol ediyordum. Gördüğüm dört adet odada gözlerimi gezdirdiğimde dudaklarım aralandı ve diğerlerinin zaman kaybetmemesi için konuştum. "Dijital kapıların hepsi bu katta."

 

"Güzel," diye mırıldandı Refik. "Burda bir kat daha var, Yakup indi. Yedi sekiz tane de oda var şimdi kontrol ediyorum."

 

"Eksi ikide düşündüğümüz gibi farklı bir giriş kapısı var." Yakup konuşurken, ben merdivenin dayandığı duvarın bitişiğindeki normal tahta kapıyı es geçerek; karşımdaki kapıya yöneldim. Evin tüm kapıları gibi siyah, tahta olan kapının tek farkı; elektronik olan kapı kilidiydi. Elimi kola yerleştirip indirdiğimde açılan kapı gülümsememe sebep olurken, içeri doğru bir adım attım. Gözlerimi ilk olarak odanın tavanında gezdirip, bir kamera aradım ama yoktu. Karanlık, genel hatlarıyla odayı belli etse de etrafı görmek güçtü. Girdiğim yer modern döşenmiş, büyük bir yatak odasıydı. Aradığım tablo burada asılı olabilirdi.

 

Cebimdeki feneri açarak seri hareketlerle etrafta gezinmeye başladım. İlk olarak duvarlarda asılı bir tablo aradım. Göremeyince dolap içlerine kaldırılmış olma ihtimaliyle, gördüğüm tüm dolapları kontrol ettim. Ahşap masanın altında gördüğüm tuvaller beni oraya yönlendirirken tabloyu bulma ihtimali beni heyecanlandırmıştı. Ama kontrol ettiğim tuvallerin hepsi boştu. Hızlıca masanın yanındaki dolabın içini de kontrol ettim ama var olan bir tablodan ziyade, o tabloyu oluşturduğunu düşündüğün boyalar ve fırçalardı. Kaşlarımı çattım. Sonra da masanın üstüne bir fotoğraf gördüm. Yirmili yaşlarda, sarı lüle saçları olan genç bir kız vardı. Fotoğraftan bile kahkahası duyuluyordu sanki, öyle güzel gülmüştü. O an anladım. Ben şu an, ölü bir insandan kalan eşyalara dokunuyordum.

 

Çekmeceyi kapattım ve odadan çıktım. Adamın evinde ölen kardeşine ait bir oda olabileceğini düşünmemiştim. Benim zihnimde, kardeşinin o adama hediye ettiği ve evine astığı bir tabloyu aradığımız vardı. Kardeşi bu evde yaşamışsa, o adama ait bir sürü tablo olması gerekmez miydi? Bu tabloyu değerli kılan neydi?

 

Kolumdaki saate baktığımda sekiz dakika kırk üç saniye kaldığını görmek, beni biraz daha hızlandırdı. Adımlarımı diğer odaya yönlendirip hızla içeri girdim. Girdiğim yer kütüphaneye çevrilmiş bir odaydı. Vakit kaybetmeden içeriye girip gözlerimle etrafı taradığımda bir sürü tablo gözüme çarptı. Hepsini dikkatle incelesemde aradığımız tabloya benzemiyordu hiçbiri.

 

Sıkıntılı bir soluk verip oradan da çıktığımda beş dakika yirmi sekiz saniye kalmıştı. "Kimse bir şey bulamadı mı?" Diye soran Sungur'u duyduğumda Refik cevap verdi. "Bu katta bir tablo olduğunu sanmıyorum. Keyfi hobi odaları falan var. Bakıyorum yine de. Sizde?"

 

"Yok," dedim diğer odaya girdiğimde. Çalışma odası olduğunu anladığım odada gözlerimi gezdirirken "Burası bodrum gibi, koliler falan var kontrol ediyorum ama değerli bir şeyse burdan da çıkmaz." diyen Yakup'un sesini duydum. Sonra da gözüme duvarda asılı olan tablo çarptı. Masanın önüne doğru yürürken, elimdeki feneri tabloya doğru kaldırdım iyice ve emin oldum. "Gerek kalmadı tablo burda."

 

Yakup, "Şükür." dediğinde Refik konuştu. "Alın gelin o zaman, biz çıkıyoruz."

 

"Yanına geliyorum," diyen Sungur'un sesini duyduktan sonra başka bir ses daha duydum. Ben tabloya doğru adımlamayı kestiğimde, bahçenin aydınlığı odaya vurdu. Sungur "Siktir," dediğinde korktuğum şeyin olduğunu anladım. "Biri geldi amına koyayım! Refik, Yakup aşağıdaki kapıdan çıkın hemen."

 

Herkes küfrederken sinirle elimi yandaki masaya vurdum ve tabloya doğru yürüdüm. "Uğru," diyen Sungur'a cevap vermeden tabloyu yerinden çıkartıp yere indirdim. "Yanına geliyorum."

 

"Aptallaşma sakın!" Dedim dişlerimin arasından. "Resmi alıp camdan çıkacağım ben, sen aşağıdan git çabuk."

 

"Olmaz."

 

"Biz çıkıyoruz," dedi Refik. "Sungur sen dışarıdan kolla Uğru'yu. Gitmenin bir anlamı yok."

 

"Yalnız mı bırakacağız lan?!" Dediğinde Semih'in sesi duyuldu. "Sistemin çalışmasına üç dakika kaldı, arka kapının alarmı ötmeden çıkın ordan!"

 

"Dediğimi yap Sungur," diyerek tabloyu dizlerime doğru yasladım ve içindeki resmi çıkarmak için kenarlarına baktım ama bu dudaklarımın arasından bir küfür çıkmasına sebep oldu. Çerçevenin arkası vidalarla sabitlenmişti. "Sungur evden çıkıp bu odanın altına gel hemen."

 

"Ne oldu?"

 

"Sorgulama çabuk ol!" Dediğimde sinirli soluğunu duydum. Tabloyu iki elimle kaldırarak pencerenin yanına götürdüğümde, perdenin arkasından izlediğim adam; arabanın bagajından bir çanta çıkartıp omzuna doğru aldı. Arabanın kapılarını kilitlediğini gösteren far lambaları son kez yanıp söndüğünde soluğum hızlandı. Adam eve doğru ilerlemeye başladığında nabzımın boynuma vuruşunu hissediyordum.

 

Bir şey olmayacak!

 

Bir şey olmayacak!

 

Bir şey olmayacak!

 

"Uğru adamı görebiliyor musun?"

 

"Eve girecek şimdi." Diye fısıldadım Refik'e. Onun konuşmasından önce de diğerleri kendi aralarında bir şeyler konuşuyordu ama önemsizdi. Hepsi, boku yediğimizin farkındaydı. "Siz görünmeden gidin. Sungur sende ön cama doğru gel. Tablonun arkası vidalanmış, resmi çıkartamadım. Aşağıdan alırsın."

 

"Tamam, ön tarafa doğru geliyorum şimdi."

 

Duyduğum kapı sesiyle birlikte, "Herif içeri giriyor harekete geçin!" dediğimde Semih'in sesi duyuldu. "Uğru hemen çık o evden!"

 

"Ne?" Diye fısıldayarak kaşlarımı çattığımda aceleyle devam etti. "Sitemin açılmasına yirmi saniye vardı daha. Herif anladı kesin, çabuk çık!"

 

Bir küfür savurduğumda evin kapısının kapanma sesini duydum. Adamın dışarıda olma ihtimaline karşı pencereden bakarak kontrol ettikten sonra ses çıkartmamaya çalışarak camı açtım. O sırada aniden odanın kapısından mekanik bir ses geldi. Kalbimin yerinden çıkacağını hissettiğim saniyelerde, sistemin devreye girdiğini anlayarak hızla önüme döndüm.

 

"Sungur nerdesin?!"

 

"Kızım sikeceğim işini atlayıp kaçsana lan!"

 

"Gel şuraya çabuk," derken bir yandan da kapıya bakıyordum. "Buraya kadar geldik almadan gidersek senin becerdiğin iş, bizi becerir."

 

"Kız haklı," dedi Yakup. "İşi bok etmeyelim giderayak."

 

"Kes lan!"

 

"Adamın hangi katta olduğu belli değil," diyen Refik'in sesini duydum Sungur'dan sonra. "Aşağıyı kontrol ediyorsa eğer atlarken sesini duyar. Yerinde kal sen. Sungur sen de dikkatli git hızlı davranma sakın. Pencerelerden gölgeni görmesin herif."

 

"Ya da görsün," dediğinde gözlerimi kapatıp açtım sinirle. "Peşime düşsün. Uğru'da resmi alıp kaçsın. Nasıl?"

 

"Sonra ne yapacaksın aptal?" Diye tısladığımda sesli soluğunu duydum. Cevap vermesine fırsat tanımdan "Nerdesin tam olarak?" Diye sordum.

 

"Geldim," dediğinde göz ucuyla aşağı baktım. İlk başta göremesemde saniyeler içinde camın altındaydı. Beklemeden tabloyu kucakladım ve aşağı doğru uzattım.

 

Tabloya bir şey olmaması için "Dikkat et," diye mırıldandığımda o da bana düşmemem için "Sende." Dedi. Aşağıdan tablonun uçlarına uzanamıyordu ama eline olan mesafe kısa olduğu için "Bırakıyorum," diyerek temkinli bir şekilde elimden bıraktım. Yere düşmeden aldığı tablo derin bir nefes vermeme sebep oldu. Kırılması önemsiz olsa da içindeki resme gelebilecek herhangi bir zarar bize pahalıya patlardı.

 

"Arkandayım," diyerek bir ayağımı pencere pervazına sabitlediğimde, bir iki saniye emin olamasada fazla beklemeden ilerledi.

 

Pencerenin iki yanından destek alarak diğer ayağımı da pencereye çıkarttığımda bir ses duydum. Sağ elimle açtığım pencerenin kulpundan tutup geriye bakmam ve kapının şifresinin girildiğini fark etmem aynı saniye içinde gerçekleşti. O andan sonra bir an bile düşünmeden pencerenin kanadını kendime doğru çekerek aşağı atladım.

 

Yere atladığım gibi koşmayı hedeflesemde duyduğum silah sesi kendimi hızla geriye itmeme sebep oldu. Pencerenin kırılan camları ayaklarımın dibine doğru saçılırken nefesimi tuttum ve üst katın, alt kattan geniş olmasına şükrettim. Altına gizlendiğim yerin üzerindeki odada o adam vardı ve ben, sessizliğin hakim olduğu bahçeden onun ayak seslerini oldukça net duyuyordum.

 

Başımı sol tarafa doğru çevirdiğimde, ilerideki duvarın yanında duran Sungur'u gördüm. Ona baktığımda elini bekmem gerektiğini söyler gibi kaldırdı. Onun olduğu yer, evin yukarısından gözükmediği için şanslıydık. Belliki adamı görüyordu ve bana el işaretleriyle talimat verecekti ama sebebini anlayamadım. Tıpkı konuşmamasına anlam verememem gibi. "Sungur?" Ondan hiç ses çıkmadığında kaşlarımı çatarak elimi kulağıma götürdüm ve kulaklığın olmadığını fark ettim. Yumruk yaptığım elimi arkamdaki duvara doğru savurup gözlerimi yere indirdiğimde, cam kırıklarının arasındaki kulaklığı gördüm. Gözlerimi kapatıp, dudağımı dişleyerek başımı geriye yasladım ve bir küfür savurdum. Tüm aksilikler üst üste geliyordu ve tüm gün peşimi bırakmayan o boğucu his, sanki bir şeyler hala bitmemiş gibi daha da artıyordu.

 

Ne yapacağım?

 

Sırtımı sertçe duvara yasladığımda kalbimin sesini duyabiliyordum. Kafamın içinde dolanan panik dalgası mantıklı düşünen tüm hücrelerimi öldürmüş, bir aptal gibi elimi ayağıma dolandırmaya yetmişti. Onlara söylemiştim... bu yaptığımızın bile bile mayına basmak olduğunu söylemiştim.

 

Gözlerimi dış duvarın girişinden bana doğru bakan Sungur'a çevirdim, beklediğim tek bir işaretti ama tek yaptığı, olduğum yerde durmamı emreden el hareketiydi. Böyle daha ne kadar bekleyebilirdim bilmiyorum ama hissettiğim tedirginlik, tüm gün içimde birikerek kötü bir şey olacağına dair içimi kemiren hissi harlıyordu ve bu da ruhumun daha fazla daralmasına sebep oluyordu.

 

Tarazlı duvara bastırdığım ellerim canımı yakarken yutkunmaya çalıştım ama boğazım öyle korumuştu ki bunu yapamadım. Sessizliğin içinden duyduğum ayak sesleri bedenimi daha da gerdiğinde, ensemden sırtıma doğru inen ter damlasını hissettim. Tüm duyularım tetikteydi ve her bir uzvum benden tek bir emir bekliyordu: koş!

 

Sungur'a doğru baktığımda gözleri benim göremediğim pencerenin üzerindeydi ve sadece üç saniye sonra bana döndü. Gözlerime bakarak iki parmağını kendine doğru çektiğinde bir an bile beklemeden koşmaya başladım.

 

Gözlerim Sungur'da, onun gözleri de arkamdaydı. Ve maalesef, gözlerindeki korkuyu görmem de gördükten sonra korkunun sebebini hissetmem de uzun sürmedi. Arkamdan sol tarafıma saplanan kurşun, bir çığlığın boğazımı yırtarak benden uzaklaşmasına sebep olurken; bedenim sarsılarak yere yığıldı ve ben duvarın altına doğru inen toprağın üzerinde yuvarlanarak, onun ayaklarının dibine serildim.

 

Sungur dizlerinin üzerinde yanıma doğru atılıp "Uğru," diye inledi telaşlı sesiyle. Ona baktığımda gördüğüm tek şey gözlerindeki acıydı. İşte, dünya böyle bir araftı; birinin acımadan vurduğu, bir başkasının acıdan öldüğü olabiliyordu.

 

Sungur'un gözlerinde gördüğüm acı, bir gözyaşı olarak benim yanağıma aktığında benim aklımda tek bir soru vardı: İnsan, öleceği günü gerçekten hissedebilir miydi?

 

 

•••

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%