Yeni Üyelik
15.
Bölüm

15.Bölüm: Mahrum

@_mysterybooks

Keyifli okumalar ✨

 

Florian Christl- Reminiscence

Mor ve Ötesi - Daha Mutlu Olamam

 

•••

 

 

Boktan bir hayatı olmasına rağmen, insan ölmekten neden korkar? Yaşayamadıkları için mi? Yoksa yaşanacağını düşündüğü şeylerin hayalini kurduğu için mi?

 

Ah, hayaller.

 

Fazla hayal kurarsan ya hayalperest olursun ya da mahvolursun.

 

Benim hayallerim beni tam anlamıyla mahvettiler.

 

Kurdum, kırdım, sonra durdum.

 

Ben neden böyle biri oldum?

 

Şimdi korkuyorum, ama sebebi ne bilmiyorum.

 

Bana niye böyle yaptınız diye sormak istiyorum.

 

Beni niye böyle birine dönüştürdünüz?

 

Ölmekten korkmak için sebebi olmayan biri olmak istemiyorum.

 

Ben, neden ölmek istemeliyim bilmiyorum.

 

Ölmek istememek, neden bu kadar gurursuz hissettiriyor bana, bilmiyorum.

 

Bunu niye ruhuma işlediniz diye sormak istiyorum.

 

Boktan bir hayatı olmasına rağmen, insan, ölmekten neden korkar? İnsan belki de denildiği gibi; ölmekten değil, hiç yaşamadan ölmekten korkar. Benim sorunum da bu; daha hiç yaşamamış olmak.

 

Ben hiç yaşamadım ki.

Ne ölmesi?

 

"Korkma sakın halledeceğim her şeyi."

 

Arkamızdaki toprağa saplanan kurşunlar, yerdeki toprak parçalarının sıçramasına sebep olurken, bir kısmı üzerime düşüyordu. Vücudumdaki acı nefesimi kesiyor, bende tüm gücümle bağırarak haykırma isteği uyandırıyordu. Sungur beklemeden o an için en doğru hamle olarak beni sürükleyerek kapıdan çıkarttı ve duvarın arkasına geçmemizi sağladı. Onun çekişleri, acı dolu iniltilerimi artırırken benden sayısız kez özür diledi. Yapacağı tüm hamleler canımı yakacağı için, özür dilemeyi bir an olsun kesmeden beni omzuna doğru yatırdı ve ayağa kalktı. Sağ kolu bacaklarımı kavrarken, sol eliyle duvara yasladığı tabloyu aldığında; ben acımı kontrol edebilmek için yumruk yaptığım elimi dişlerimin arasına koymuş kendimi zapt etmeye çalışıyordum. Sungur oldukça hızlı bir şekilde adımlarken, onun attığı her bir adım benim boğazımdan derin bir inleme dökülmesine sebep oluyordu. Ve o en başından beri yaptığı gibi, bana özürlerini fısıldamaya devam ediyordu.

 

"Bize doğru yaklaşın," dediğini duydum. Bense sesimi çıkartmıyordum. Çünkü eğer ağzımı açarsam biliyordum ki acıdan var gücümle bağırmaktan alıkoyamazdım kendimi. Bu da ormanın içinde olduğumuz yeri ifşalamama sebep olurdu. O yüzden olabildiğince kendimi kasıyor, yanlış bir hamle yapmamak için olağan gücümle çaba sarf ediyordum.

 

Bana asır gibi gelen birkaç dakikanın ardından onların yanına vardığımızda, Semih tabloyu alıp arabanın kapısını açtı. Sungur beni içeri bırakırken hissettiğim acı yüzümü buruşturmama sebep oldu. Gözlerimi sıkıca yumarak dişlerimi sıktığımda kapıyı kapattı ve sonra diğer yanıma geçti.

 

"Bas hadi bas," diyen Yakup'un sesini duyduktan sonra araba hareketlendiğinde sağ elimle yüzümdeki maskeyi çıkartıp yere fırlattım. Tüm suratım ter içindeyken, zar zor yutkunduğumda "Bu siktiğimin herifi hani gelmeyecekti?" diye dişlerimin arasından konuştum.

 

"Orospu çocuğu öyle söyledi sabah bize," diyen bagajda oturan Semih'ti.

 

Sungur, "Çıkart şunu da yarana bakayım," diyerek üzerimdeki ceketin kolundan tutup çektiğinde sızlanarak ona yardım ettim.

 

"Aldığı bilgiyi sikeyim onun," diye acıyla konuşup başımı öndeki koltuğa yasladım. Sırtımdaki acı dayanılmaz bir boyuta ulaşırken, Sungur, "Semih şuraya bir ışık tut," dediğinde kolumum üzerinde gezdirdiği eline bir anlam veremedim. "Kolundan vurulmadın mı sen?" Siyah badim ve karanlık araba yaramı gizliyordu ama o, sesindeki korkuyu gizleyememişti. "Bir şey söylesene kızım, nerenden geçti sıyırdı bu kurşun?!"

 

Ben ağzımı açmadan Semih sol tarafıma doğru feneri tuttuğunda, Sungur kurşunun sıyırıp geçmediğini kendi gözleriyle görmüş oldu. "Bakma öyle," dedim sağ elimle oturduğum koltuğu sıkarken. "Çıkart şunu."

 

"Nasıl çıkartayım kızım delirdin mi sen?!" Diye bağırdı ne olduğunu anlamadığım bir şeyi sırtıma bastırırken.

 

Bu yüzümü buruşturarak inlememe sebep olurken, "Daha önce yapmadın mı sanki," diyerek ona doğru başımı yan bir şekilde koltuğa yasladım. "Hadi," dedim bir anlık onun yüzünü bulanık görürken. "Yap şunu."

 

"Kolay mı sanıyorsun Uğru," dediğinde gözlerimi yumdum. Arabanın her hareketi canımı yakıyor, boğazımdan bir hırıltı çıkmasına sebep oluyordu. Ve o kurşun orda olmaya devam ettiği sürece bu böyle olacaktı. "Ne kadar can yaktığını bilmiyorsun, yapamam!"

 

"Sungur saçmalama da dediğini yap!" Diye konuştu Refik.

 

"Yapsam bir şey mi değişecek?!" Diye bağırdı öfkeli sesiyle. "Kurşunu çıkartınca bitiyor mu?! Ne kadar derinde bilmiyoruz, ne kadar zarar verdi bilmiyoruz! Bir anda kötüleşirse ne olacak? Arabanın içindeyiz hiçbirimiz bir bok yapamayız! Kafayı mı yediniz lan?!"

 

"Başka çare mi var lan?!" Diye bağırdı Refik'te onun gibi. "Gözde farklı bir şey mi yapacak sanki?!"

 

"Hastaneye götür," dedi delirmiş gibi. "Başka türlü olmaz çok riskli hastaneye sür."

 

"Kafayı mı yedin amına koyayım!"

 

"Hastaneye sür dedim!"

 

"Ulan elimde olsa götürmez miyim deli deli konuşma!"

 

"Elinde ya lan araba!"

 

Sesli bir şekilde güldüğümde bana baktı ve "Gülme lan!" diye bağırdı bu seferde. Onun bu hali birkaç gün öncesinde Tuna için endişelenen halimi hatırlattı. "Gülme! Ne yapayım istiyorsun? Yaran ağırken seni başka nereye götüreceğiz Uğru?!"

 

"Güldürme o zaman," dedim söylediği saçmalığa bir son vermesi için. Hastaneye gidemeyeceğimizi hepimiz biliyorduk. O da farkındaydı ama tıpkı benim Tuna için o gün bunu düşünmem gibi, şimdi o da benim için düşünüyordu. Konu kendi sevdikleri olunca insanoğlunun değişebilmesinin sınırı yoktu. Sungur o gün ne kadar soğukkanlıysa bugün bir o kadar panikti. O gün bana hastanenin olmayacağını söyleyen kendi değilmiş gibi şimdi başka yolu yok diyordu. "Kendine gel Sungur. Bunun olmayacağını sende biliyorsun."

 

"O adamı arayalım o zaman," dedi birden tüm netliğiyle. "Tuna'yı götürdüğün adam kimse onu arayalım Uğru, ver telefonunu!"

 

"Hayır." Dedim ve başımı yaslandığım yerden kaldırdım. "Asla!" Bu hareketim bedenime büyük bir acı yaydığında "Ah!" diye inleyerek geriye yaslandım ama Sungur acımı umursamadan bağırmaya başladı. Ya da acımı umursadığından. "Ya sikeceğim hayırını, ne hayır kızım?! Öleceksin lan, öleceksin! Bir bokumuz yok bizim! Nasıl kurtulacağını sanıyorsun Uğru? Ayıksın diye bir bok olmaz mı sanıyorsun?! Ne sanıyorsun? Bayılacaksın birazdan kızım! Sen görmüyorsun ama ben görüyorum. Gözlerin gidiyor Uğru..." Nefeslendiğinde dudaklarımı araladım ama benden önce konuştu, daha sakin. "Ver hadi telefonu bana. Sıkıntı çıkarırlarsa sonrasında beraber hallederiz ama sen iyi olursun. Ver hadi aptallık yapma."

 

Kendi sözlerim kulağıma doldu. Öleceğimi bilsem bile kapına gelmem artık. O adam, benim için bir seçenek bile değildi. Ölme ihtimalim bile yaşattıkları kadar kötü hissettirmiyordu. Ona böyle söylememiş olsaydım bile, tüm yaşananlardan sonra yine aramazdım. Bana yardım edeceği an bu an değildi çünkü. Bana yardım edeceği an o andı, ben çaresizce onlardan medet umarken durmak yerine bir şey yapması gereken o an. Çünkü ben orda beklemiştim. Cihan benim elimi kolumu bağlarken ben o ikisinin gözlerine bakarak çok şey istemiştim.

 

Bazen aslolan dile getirerek istediklerimizin gerçekleşmesi değil, konuşmadan anlaşılmak istemekti. Düşünüyorum demek değildi, seviyorum demek değildi; düşünmekti, sevdiğini yaptıklarınla göstermekti. Onlar söyledikleriyle bu kadar ayrışmışken, ben, onlardan ne kendim için bir şey isteyebilecek yüzü bulabilirdim ne de onları bir şey isteyebileceğim kişilerin arasına koyabilirdim. Benim gururum elverse kırgınlığım elvermezdi buna.

 

Elimi sırtıma doğru götürüp akamda kalan ceketin cebinden telefonumu almaya uğraşırken, Sungur'un dediği gibi gözlerimi tutmakta zorlandığımı fark ettim. Bu telefondan bir an önce kurtulmazsam eğer, ben tamamen gözlerimi açamaz hale geldiğimde onun arayacağını biliyordum. "Uğru hadi," diye yakındığında telefonu elime almayı başardım ve bir an bile düşünmeden, araladığım camdan dışarı fırlattım.

 

"Uğru sen ne yaptın?! Delirdin mi sen, kafayı mı yedin?!" Diye öyle yüksek sesle bağırmaya başladıki gözlerimi yumdum. Acıdan dolayı nefes almak gittikçe zorlaşırken gözlerimi araladım ama ona bakmıyordum. "Refik arabayı çek, geri dön hemen!"

 

"Nasıl geri dönsün herif çok arkada kaldı-"

 

"KES LAN! GERİ DÖN DEDİM!"

 

"Sungur yeter!" Diye bağırdım acı içinde. "Yeter."

 

"Niye yaptın lan?" Diye yakınırcasına sorduğunda ona baktım. Gözlerinde gördüğüm doluluk kalbimi sızlatırken devam etti. "Niye yaptın, ne olacak şimdi? Ne olacak Uğru?!"

 

"Sungur," dedim artık en baştaki gibi normal konuşamazken. "Kurşunu al artık," Bir nefeslik durup devam ettim. "Canımı yakıyor."

 

"Sikeyim," diye fısıldayıp en sonunda yapacak bir şeyinin kalmadığına karar verdi ve "Tamam," dedi nefesini seslice bırakarak. "Tamam."

 

Kelimelerin dudaklarından çaresiz bir mecburiyetle dökülüşü, ses tonundan o kadar barizdi ki ona bakmak istemedim. Sungur üzerimdeki badiyi ne kadar dikkat etsede canımı yakarak çıkartırken arabayı dolduran sızlanmalarıma engel olamıyordum. Başımı öndeki koltuğa yasladığımda "Şu kolonyayı da ver arkaya," dediğini duydum Refik'in. Sungur, badimle yaramın etrafını temizlerken sürekli sesli soluklar alıp veriyor; duygusal anlamda tamamen çökmüş olmasına rağmen, iyi hissedeyim diye diğer eliyle sırtımı okşuyordu. Yakup "Al," diyerek kolonyayı ona uzattığında, tedirgin bir nefes aldım.

 

Ben, gözlerimi sımsıkı kapatıp birazdan yaşayacağım acıya zihnimi hazırlamaya çalışırken; yan taraftan gelen sesler, Sungur'un bıçağa kolonya döktüğünü gösteriyordu. "Şunları da al," diyerek bir şeyler daha uzattı Yakup. Sonra Semih "Bunu ben tutayım," dedikten sonra sırtımda bir acı hissettim. İnleyerek gerildiğimde "Yavaş ol," dedi Sungur. "Aşağıya doğru bastır hafifçe."

 

Gözlerimi sıkıca yumduğumda "Tamam," dedi Semih. Ardından biri braletimin sol askını omzumdan dikkatlice sıyırdığında nefeslerim sıklaşmıştı. Birazdan canımın hiç olmadığı kadar yanacağını bilmek nabzımı hızlandırırken elimle öndeki koltuğa tutundum. Sungur koltuğa yasladığım başımı oynatmadan açıkta kalan yüzümü sildikten sonra başımdan tutarak dudaklarını saçlarıma bastırdı. "Buna dayanamayacağını düşünseydim eğer yeltenmeyeceğimi biliyorsun değil mi?" Dudaklarını başımın üzerinden çekmeden fısıldadığında tek yaptığım sesli nefesler almaktı. "Kendini bırakma sakın."

 

Sungur geri çekildikten sonra dudaklarımın arasına ne olduğunu anlamadığım bir bez parçası sıkıştırdığında diğer elimi de koltuğa koydum. Ardından sırtımda hissettiğim metalin soğukluğu, saniyeler içinde yerini keskin bir yanmaya bıraktı. Parmaklarımı tutunduğum koltuğa geçirirken çektiğim acının iki katına katlanması, benden bağımsız olarak boğazımdan acılı bir feryat dökülmesine sebep oldu. Ben olduğum yerde istemsizce kasılırken, hareket etmemem için omuzlarımdan tuttular. Sungur bıçağın ucunu daha derine bastırdıkça, acıya alışmak yerine daha da ağır hissediyordum.

 

Derinden gelen ağlamaklı bir sesle olduğum yerde inlerken sabit durmak çok zordu. Başımı olabildiğince yasladığım yere bastırırken, öndeki koltuğa daha çok sarıldım. Acı çekerken, bedenim kendiliğinden kıvranıyordu ama omuzlarımdaki baskı güçlüydü. Yapabildiğim tek şey koltuğu kavrayıp parmaklarımı geçirmekti ama koltuğun sert yapısı bunu da pek mümkün kılmıyordu.

 

"Beni tut," diyerek elimi tuttu önde oturan Yakup. Tuttuğu gibi de istemsizce etine geçirdim parmaklarımı. Titreyen ellerimi sabitlemeye çalıştı ama bu denli acı çekerken bu çok zordu. "Az kaldı sabret."

 

Zaman sanki aynı saniyenin içinde asılı kalmış gibi geçmek bilmiyordu ve ben artık çektiğim acıdan dolayı gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum. Sungur'un en küçük hareketi bile canımı yakıyor, boğazımı parçalarcasına bağırmama sebep oluyordu. Kendimi kaybedeceğimi düşündüğüm bir an için, sımsıkıya kapattığım gözlerimi gevşettim. Ellerimdeki tüm güç çekildi. Ben sanki tüm gerçeklik algımı o an yitirdim. Etraftan duyduğum sesler önce boğuklaştı sonra değişti. Anlamlandıramadığım bir çocuk sesi duydum. Ne olduğunu anlayamadığım cümleler kulağımda uğulduyordu.

 

"Mistik Orman'ın derinliklerinde, birbirinden renkli ve farklı hayvanların yaşadığı büyülü bir dünya var."

 

Gözlerimin kapalı olduğunu biliyordum ancak olduğum yeri görebiliyordum. Bir yerde uzanıyordum, neresi olduğunu bilmediğim. Tavandan aşağı sarkan yıldızlar vardı sanki. Bir şeyler süzülüyordu aşağı doğru. Sonra etrafa bakındım. Ama göremedim. Ne etrafımı ne de konuşmaya devam eden çocuğu.

 

"Minik Tavşan, en sevdiği oyuncağı olan renkli topunu kaybetti."

 

Sırtımın acısını hissettim, gözlerimi sıktım ama yıldızları görmeye devam ettim.

 

"...kaybettiğimiz şeyler bizi bir araya getirir."

 

Duyduğum erkek çocuğu sesi sağ taraftan geliyordu ama baktığım yerde kimse yoktu. Çocuk konuşmaya devam etti, söyledikleri netliğini yitirdi, sonra tekrar anlamlandı.

 

"Bilge Bay Baykuş, ormanın kuzey ucunda, hiç kimsenin cesaret edemediği eski bir mağara olduğunu anlattı."

 

Sırtımdaki acı azaldı. Olduğum yerin neresi olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama artık yattığım yerin yumuşaklığını hissedebiliyordum. Bana iyi gelmenin yanında sanki güvende olduğumu da hissettiriyordu.

 

"Büyük macera..."

 

Çocuğun sesini her duyduğumda daha iyi hissediyordum. Sesi; senelerdir kalbimde var olan ağrıyı hafifletiyor, sanki içime bir neşe serpiyor ve yüzümdeki mutsuzluk izimi hiç çabasız siliyordu.

 

"...aralarındaki bağ daha da güçleniyordu."

 

"Mağaranın içi karanlık ve gizemliydi..."

 

"...birlikte, hiçbir şeyden korkmuyorlardı."

 

"Mağaranın en derin noktasında, bir ışık hüzmesi gördüler..."

 

"...hazine altın veya mücevher değildi."

 

"Birlikte geçirilen zaman."

 

"Sıkıca bağlı bir aile."

 

"Günce..."

 

"Günce'm."

 

"Hiç uyumadın mı?"

 

"Uykun yoksa buraya gel."

 

"Sana gösterecek çok şeyim var."

 

"Abim."

 

"Günce,"

 

"Güzelim..."

 

"Uyan."

 

"Uyan ne olur."

 

"Aç gözlerini, geldik."

 

"Geldik Uğru."

 

"Uğru."

 

Gözlerimi çok hafif araladığımda karanlık bir yerdeydim. Hissettiğim sallantı ve biraz olsun netleşen görüntüler hala arabada olduğumuzu gösterirken; sırtımdaki acıyı hissetmediğini fark ettim. Acımın azalmamış olduğuna emindim ama ben artık hissedemeyecek kadar uyuşmuş olmalıydım.

 

"Sungur," diye mırıldandığımda ne kadar kısık ve pürüzlü konuşmuş olsamda beni duydu. Omzuna yaslı başımı oynatmadan bana doğru baktı ve sırtımda olan elini orda tutup, boşta olan eliyle yüzümü okşadı.

 

"Uğru," diye konuştu titrek bir sesle inanamıyormuş gibi. "Geldik Uğru," dedi hızlıca. "Geldik bak, geldik korkma. Sen benden bir şey mi istedin? Söyle bana hadi. Ne istediğini söyle."

 

Yarı açık yarı kapalı gözlerle görebildiğim kadarıyla birkaç dakika içinde mekanda olurduk ama ben oraya gidene kadar gözlerimi açık tutabilir miydim bilmiyorum. O yüzden diyeceklerimde hızlı olmalıydım.

 

"Eğer," dedim tek nefeste ve soluklandım. "Ölürsem..."

 

"Hayır," dedi defalarca. "Olmayacak öyle bir şey." Başımın üstünden öptü. "Böyle konuşacaksan sus konuşma."

 

"Sungur,"

 

"Sen tanıdığım en güçlü kadınsın Uğru." Dedi devam etmemi istemeyerek. "İyi olacaksın." Fısıltısındaki çaresiz emin olamayışı hissettim. "Gitmeyi aklından bile geçirme."

 

Az önce gördüğüm rüyanın bana hatırlattığı birisi vardı ve gerçekler ortadaydı. Benim hayatım şu an varla yok arasıydı ve ben, arkamdan küskün bırakamayacak kadar sevmiştim o çocuğu.

 

"Yine de," diye söze başladığımda gözlerimi açık tutmayı beceremedim. "Eğer-"

 

"Söyleme Uğru."

 

"Bir şey olursa..." O kadar kesikli konuşuyordumki beni anlayıp anlamadığından bile emin değildim. Ama yinede son bir güçle devam ettim. "Yapman gereken bir şey var."

 

"Uğru," diye konuştu isyan eder gibi. "Yaparım, yaparım ama gidecekmiş gibi konuşma bana."

 

"Gökçe," dedim yutkunarak. "Gökçe Baturgan." Durup devam ettim. "Onu bir şekilde bul," tekrar yutkundum. "Gelemediğim için, beni affetmesini söyle."

 

İsmimi yakındı tekrar.

 

"Ha bir de," deyip soluklandım defalarca. "Resmini," Duraksadım. Bir an devam edemeyeceğimi düşünsemde bilincimi kaybetmeden hemen önce cümlemi tamamlamayı başlardım. "Resmini buzdolabıma astığımı söyle."

 

 

 

Bir hafta sonra'

 

Derin bir ağrı hissiyle yüzümü buruşturduğumda gözlerimi açmak istesemde yapamadım. Tüm bedenimi saran ağrı ve üstüne eklenen acı, inlememe sebep olurken birinin konuştuğunu duydum. Boğuk bir ses kulağıma doğru yaklaşarak arttığında, cümleleri anlamak yerine ses daha çok kulağımda yankılandı ve başıma bir ağrı saplanmasına sebep oldu. Dudaklarımı aralayıp ondan susmasını isteyecekken boğazımda hissettiğim kuruluk daha büyük bir istekle doldurdu içimi.

 

"Su."

 

Kısa bir süre sonra dudaklarıma değen suyu kana kana içtim. Rahatladıktan sonra gözlerimi hafifçe açmayı başardığımda, elindeki su şişesiyle başımda bekleyen Gözde'yi gördüm.

 

"İyi misin?" Diye sordu. "Ağrın var mı?"

 

"Her yerim," dedim tek nefeste.

 

"Olacak o kadar," deyip ilerideki masaya doğru yürüdü. Suyu oraya bırakıp, dönen sandalyeye oturdu ve ayaklarıyla iterek yanıma doğru geldi. "Ölümden döndün kızım. Hayatta kalman büyük şans."

 

"Nasıl hallettiniz?"

 

"Sana uyumlu bir kan bulduk bir şekilde birinden." Deyip derin bir nefes aldı düşüncelere dalarak. "Yaranı da ben diktim, pansuman yaptım. Sonra da ne ilaç varsa bastım." Ardından bana baktı. "Sen iyisin ama değil mi? Farklı bir şey yok? Hissettiğin tuhaf bir durum falan."

 

"Ne bileyim kızım," diye konuştum hafifçe kaşlarımı çatarak. "Ağrım var sadece."

 

"Uyandığına göre," deyip tereddütle konuştu. "Bir şey olmaz herhalde."

 

"Hah," diye bir nida döküldü dudaklarımdan. "Herhalde?"

 

"Neyse bak ne diyeceğim," deyip sandalyeyi yattığım yere doğru kaydırdı. "Eczane soymuş seninki."

 

"Ne?" Diye sorduğumda güldü ve başını salladı. "Öyle valla," deyip kapıya doğru baktı. "Başındaydı hep, ayrılmadı bir an olsun. Delirdi valla çocuk öleceksin diye. Şimdi Façacı çağırdı da ona gitti. Gelir birazdan."

 

"Façacı ne dedi?" Diye sordum elimi boğazıma götürüp. "Neler oldu anlatsana."

 

"Adama nasıl yakalanırsınız diye payladı hepsini."

 

"Sikik herif," diye konuştum sinirle. "Yanlış bilgi vermemiş gibi konuşmuş bir de."

 

"Ne olursa olsun yakalanmamanız gerekiyormuş falan bir şeyler zırvaladı." Dedikten sonra sandalyesini hafif yana kaydırıp, yattığım yerin yanında duran çekmecenin üzerindeki ilaçlarla bir şey yapmaya başladı. "Ayrıca o evine girdiğiniz adam son anda planını değiştirmiş sanırım. Normalde gerçekten gitmesi gerekiyormuş."

 

"Bunlar hep ihtimaldi zaten," deyip gözlerimi ondan çekip karşıma diktim. "Elli kere dedim ama," deyip başımı iki yana salladım. "Kimsenin yapacak bir şeyi yoktu da zaten."

 

"Ha bir de," deyip bana baktığında ona döndüm. Elindeki şırıngayı koluma bağladığı seruma enjekte etti. "Para falan da vermeyecekmiş size sanırım."

 

"Bir bu eksikti," deyip ofladım. Şimdi evin kirası, faturalar, taksitler ve diğer her şey için ekstra para bulmam gerekecekti. "Gerçekten hayatım mükemmel gidiyor."

 

"Öyle deme be kuzum," deyip bıkkın bir nefes verdi ve eliyle yüzüme gelen saçlarımı kenara doğru itti yavaşça. "Ölümden döndün, bak hayattasın, yaşıyorsun. Daha da iyi olacaksın. İkinci bir şans gibi düşün bunu. Herkese verilen bir şey değil."

 

"İkinci bir şans demeyelim de kaldığımız yerden devam diyelim biz şuna." Dediğimde bana onaylamaz bir bakış attı. "Ne verdin bana?"

 

"Ağrını azaltsın diye," dedi hafifçe gülümseyerek. "Bir şey değil, uyutur seni biraz o kadar."

 

"Günlerdir uyuyor gibiyim zaten," dedim yorgun bir halde. Günlece uyumuş ama bir türlü dinlenememiş gibi.

 

"O zaman sana kötü bir haberim var," dedi bir omzunu yukarı kaldırıp. "Zaten bir haftadır uyuyorsun."

 

 

 

O andan sonra tekrar uyumuştum ama bu sefer uyandığımda günler değil yalnızca saatler geçmişti. Gözde'nin verdiği ilaçtan sonra çok daha iyi hissederek uyanmıştım. Bu defa uyandığımda Sungur'da yanımdaydı. Sonra diğer herkes de gelmişti. Yakup gerzek gerzek konuşup o gün olduğu gibi sinirimi bozmuş, bana medyum muamelesi yaparak beni delirtmişti. Diğerleri sadece geçmiş olsun diyip çıkmış daha sonra da Tuna yanıma gelmişti. Son gördüğüm haline göre oldukça iyiydi ve benimle saatlerce ilgilenip, orda kaldığım süre boyunca yanımdan ayrılmamıştı. Onunla eskisi gibi konuşup normal olabilmek güzeldi ama olan sadece gibi kısmıydı. Çünkü yaşanan her şey ve araya giren mesafeler olduğu halde duruyordu. Onları artık ne o ne de ben geçebilirdik ki zaten ne o ne de ben geçmek istiyorduk. İkimiz de artık birbirimiz için eski hatıralardan başka bir şey değildik.

 

Uyandıktan sonra kendimi ancak toparlayabildiğim üç gün boyunca orda kalmıştım. Metruk mahallemizin bir çok ölüme tanık olmuş revirinde. Normalde basit yaralanmalar için kullandığımız bir binaydı ama bazen, benimde olduğum gibi, ağır yaralanmalar sonrası da kullanıyorduk. Hiçbirimizin gidecek başka yeri olmadığı için mecburen buraya geliyorduk ama çoğu zaman, hem malzeme eksikliği hem de doktorsuzluktan dolayı pek bir faydası olmuyordu. Benim hayatta kalmam, Gözde'nin de dediği gibi şans eseriydi.

 

"Sen geç," dedi arabayı durduran Sungur. "Ben de arabayı park edip geleyim."

 

"Tamam," deyip arabadan indim ve apartmanın önünde durdum. Soğuk hava içime içime işlerken kollarımı birbirine dolayarak onu beklemeye başladım ama soğuğa fazla dayanamayıp içeri girmeye kadar verdim. Zaten gördüğüm kadarıyla arabayı da birkaç metre öteye park etmişti bile.

 

Apartmana girip bir kat yukarı çıktıktan sonra cebimdeki anahtarla kapıyı araladım ve içeri doğru bir adım attım. Gözlerimi etrafta öylesine gezdirirken bir şeylerin tuhaf gittiğini anlamam uzun sürmedi. Yerlere baktığımda koridor boyunca var olan ayak izlerini görmek devam edip etmemekte kararsız bıraktı beni. Eğer içeride tehlikeli biri varsa, onunla bu halde karşılaşmak aptalca olurdu. Bu yüzden bir adım geri giderek apartman boşluğuna doğru göz attım. Alt kapının açılma sesini duyduktan sonra merdivenlerde gördüğüm Sungur, beni gördüğünde anlam verememiş olacak ki "Ne oldu?" diye sorup hızlandı. Olduğum kata geldiğinde "İçeride biri olabilir," diye mırıldandım sessizce. "Ayak izleri var."

 

"Bekle burda," diyerek yanımdan geçip içeri girdiğinde kapı eşiğinden ona baktım. Önce oturma alanına doğru ilerleyip kontrol ettikten sonra geriye dönüp bu sefer de banyoya ve benim odama girdi. İçeriye bir müddet baktıktan sonra odadan çıktığında sorgularcasına ona baktım. "Kimse yok."

 

"Bizden biri gelmedi değil mi buraya?" Diye sorup içeri girdim. "Bir durum olsa kendim gelirdim, kimseyi yollamadım." Diye konuştuğunda kapıyı kapattım ve içeri doğru yürürdüm. "Kontrol et bir eşyalarını, hırsız falan mı girdi amına koyayım?"

 

Güldüm ve "Ne ironik ama," diye konuşup yanından geçerek odama girdim. Kendim için ayırdığım paralara ve genel olarak eşyalara baktığımda eksilen hiçbir şey göremedim. Ki zaten basit bit soygun olsa evim bu kadar toplu kalmazdı. O halde kimdi?

 

Aklıma gelen ilk ihtimaller kendi kendini çürüttüğünde, geriye sadece tek bir olasılık kalıyordu. Olduğum yerde gözlerimi kapatıp sinirle solumama sebep olan insanları düşündükçe beynime dolan diğer ihtimaller odamdan çıkarak içeri yürümeme sebep oldu. İçeride bulduğum Sungur gözleriyle etrafı tararken, ben perdeyi araladım ve camı komple açarak aşağı doğru baktım. Baturganların en son kaybolmamda tüm teşkilatı ayaklandırdığını hatırlarsak, bu defasında boş duracaklarını düşünmek aptallık olurdu. Ki, yanılmamıştım.

 

Caddenin diğer tarafında, kaldırım kenarında park halinde duran siyah lüks araç; sinirli bir soluk vermeme sebep oldu. Sanki tüm taşlar yerli yerine oturmamış gibi, arabanın ön tarafındaki camın aşağı inmesiyle gördüğüm yüz başka bir ihtimalin varlığını sıfırladı. Bana doğru bakan adam, o evde gördüğüm adamlardan biriydi; bana verdikleri odanın altında dikilen, bir yerden tanıdığıma emin olduğum o mavi gözlü adam.

 

"Nereye bakıyorsun?" Diyen Sungur'a döndüm ve "Birazdan geleceğim," diyerek ilerlemeye başladım.

 

"Uğru nereye bu halde?"

 

"Bekle geleceğim iki dakikaya." Deyip evden çıktığımda en son sabır çektiğini duymuştum ama merak etmesine gerek yoktu. Birazdan döndüğümde ona tüm olan biteni anlatacaktım.

 

Apartmandan çıkıp gözlerimi karşıya diktiğimde arabanın hala orda olduğunu gördüm. Karşıya geçmek için yoldan geçen arabaları birkaç saniye bekledikten sonra ilerlediğimde, o adam arabadan inmişti. Kapıyı kapatıp bir elini diğer elinin bileğine sabitleyerek beklediğinde karşısına dikildim.

 

"Patronunu ara."

 

Adam bir şey demeden cebinden çıkarttığı telefonu açarken gözlerim arabada oturan diğer adama kaydı. Ona baktığımda sebebini anlamadığım bir şekilde o da arabadan indi ve diğer tarafta hazır olda bekledi. Gözlerimi devirmemek için zor dururken konuşan adama döndüm.

 

"Serhat Bey, Günce Hanım sizinle görüşmek istiyor." Dedikten sonra karşı tarafı dinleyip telefonu bana uzattı. "Buyurun."

 

Telefonu elime alıp kulağıma götürdüm ve "Sen ne yaptığını sanıyorsun?" diye konuştum hızlıca. "Evime adamlarını mı soktun sen? Derdin ne senin kafayı mı yedin?!"

 

"Nerdesin sen günlerdir?" Diye sordu dediğim hiçbir şeyi umursamadan. "Her yerde seni aradık! Sen," dedikte sonra bir yere vuruyormuş gibi bir ses yükseldi. "Nerdesin?!"

 

"Sen o şansı kaybettin," dediğimde anlamadı. Zaten anlamasına da fırsat vermeyerek, "Bana bak," diye devam ettim. "Benim evim dingonun ahırı değil tamam mı? Öyle kafana göre adamlarını sokamazsın!"

 

"Günlerdir senden haber alamazken ne bekliyordun?!"

 

"Eskiden ne yapıyorsan onu yapmanı." Diye tükürürcesine konuştuğumda telefonun arkasında sessizleşti ve daha sakin devam etti.

 

"Abin girdi içeriye, başkalarını sokmadım."

 

"Çok fark etti bak!" Deyip güldüm seslice. "Çünkü diğer adamlarından çok farkları var değil mi abim olarak?"

 

"Günce..."

 

"Karşımdaki adam kimse, sizde osunuz! Anla artık şunu." Sesli bir soluk verip deva ettim. "Uzatmayacağım. Hiçbirinizle bir daha muhattap olmak istemiyorum. Aklından buraya gelmek gibi bir düşünce geçiyorsa sakın deneme. Bu adamlarını da al kapımın önünden hemen. Yoksa sana yemin ederim, kendimi yakacak olsam bile polis çağırırım buraya. Duydun mu beni?"

 

Cevap vermesini beklemeden telefonu karşımdaki adamın eline tutuşturdum. "Arkamı döndüğümde sizi burada görürsem o zaman görüşürüz."

 

Yolu kontrol edip karşıya geçerken, camdan bana doğru bakan Sungur'u gördüm. Benim geldiğimi gördüğünde pencereyi kapatmadan içeri girdi. Eve girmeden hemen önce omzumun üzerinden geriye doğru kısa bir bakış attığımda gittiklerini görmek, rahat bir nefesin dudaklarımdan süzülmesine sebep oldu. En azından söylediklerimi ciddiye alıyordu.

 

Eve çıktığımda kapıyı açmış beni bekleyen Sungur, benden bir cevap istercesine yüzüme baktığında ona, "Her şeyi anlatacağım," diyerek içeri girdim. Oturma odasında koltuğa kendimi bırakırken uzun bir konuşmanın beni beklediğini biliyordum.

 

Sungur'a tüm olanları anlattığımda başta inanmakta zorlanmıştı. Benim için bile hala gerçek dışı gibi gelen yaşananlar onun tarafından da pek normal karşılanmamıştı. Yüzündeki ifade birinden bile haz etmediğini gösteriyordu. Cihan'la olan tartışmalarım onu öfkeden deliye döndürmüştü ama her şeyin sonunda, şimdi o da bende dinginleşmiştik. Ben başımı koltuğa yaslamış sessizce dinlenirken, o da diğer tarafa oturmuş anlattıklarımı düşünüyordu. Uzağa bakan gözleri dakikalar sonra beni buldu.

 

"En başında," diye konuşmaya başladığında ona bakıyordum. "Neden istemedin onları? Tamam, seni paket etmişler falan ama tek sebebi bu mu?"

 

Dudaklarımı bükerek yere doğru baktım. "Düzenimin bozulmasından korktum," dudaklarımı yaladım ve alt dudağımı ısırıp bekledim bir süre. "Nasıl insanlar olduklarını bilmiyordum. Hayatıma almak kumar oynamak demekti. Sonuçta öylesine birileri değil onlar. İstemediğim şeyler olursa nasıl tepki veririm, ne yaparım bilmiyordum. Onları hayatıma alıp, kırılmaktan korktum." Ona baktım. "Ben onları senelerce bekledim Sungur. O yetimhanenin penceresinde büyüdüm."

 

"Sonra vazgeçtin?"

 

"Sonra vazgeçtim." Dedim başımı hafifçe sallayarak. "Sungur beni gördüğün ilk anı hatırlıyorsun değil mi?"

 

Başını salladı. Titrek bir nefes alıp gözlerimi ellerime çevirdim. Parmak uçlarımda geçmeye yüz tutmuş minik kesiklerin izlerine baktım. "Ben o gün onlardan vazgeçtim, kendimden vazgeçtim. Başka biri olmak için tüm kırgınlıklarımı yok saydım. Değiştim. Kendi ayaklarımın üzerinde öyle ya da böyle, iyi ya da kötü durabilmek için her şeyi yaptım. Onlara dair olan tüm beklentilerimi, hayallerimi, düşlerimi her şeyi sildim ben. Çünkü kabullenmeden bir beklenti içinde yaşamak o kadar zordu ki. Ben de artık hayata direnmedim. Yoksa yok dedim, farklı bir şey aramamayı seçtim. Eskiden bir gün geleceklerine kendimi nasıl inandırdıysam, o günden sonra da gelmeyeceklerine ve yalnız olduğuma kendimi inanadırdım."

 

Sessiz kaldığında ona bakıp devam ettim. "Sungur ben, neden bilmiyorum ama o ilk gün bile büyük bir öfke doluydum onlara karşı. Hele de onları öyle güçlü gördüm ya..." güldüm ve dudaklarımı birbirine bastırıp bekledim. "Bilmiyorum, kırıldım da galiba."

 

Sesli bir soluk verip "Öyle işte," diye mırıldandım. "Ama en büyük neden, onların daha o gün bile beni yerle bir edebileceklerini anlamam oldu." Güldüm sonra da. "Baksana, ne kadar çabalasamda bir şey de değişmedi zaten."

 

"Oluyor değil mi?" Diye sordu dudaklarını büküp. "Yani ne kadar öfkeli olursan ol, ne kadar alışmış olursan ol; yine de, en ufak bir şey dokuyor değil mi?"

 

"Dokunuyor," diye fısıldadım gözlerim uzaklara dalarken. "Hele o gün varya bu son olay... O gün hepsinin gözünün içine baktım ben, durdursunlar istedim. Onlar sadece öfkemi gördü."

 

Bir süre sessiz kaldıktan sonra "Ne yapacaksın bundan sonra peki?" diye sordu. "Bırakacak gibi durmuyorlar baksana. Adamı bıçaklamışsın, evi yakmışsın ne bileyim o kadar arıza çıkartmışsın ama hala bırakmıyorlar. Ne yapmayı düşünüyorsun, bunlarla baş edebilecek misin?"

 

"Ne yaparlarsa yapsınlar bundan sonra onlarla işim olmaz. Geberseler gitmem yanlarına. O en baştaki Uğru yok artık."

 

"Zor kullanırlarsa ne yapacaksın Uğru?"

 

"Bulurum bir yolunu," dedim söylediklerinin sıkıntısı üzerime çökerken. "Zehir ederim hayatlarını."

 

"Uğru," dediğinde ona baktım. Söyleyip söylememekte kararsız kalırken konuştu. "Ya da sadece siktir edip yeni bir hayata başlasan iyi olmaz mıydı? Ne bileyim kurtulurdun bu bok çukurundan."

 

"Hiç tanımadığım insanlarla yaşayamam," deyip daha fazla konuşmak istemediğim için yavaş hareketlerde koltukta doğruldum. "Bu yaptıklarından sonra bunun imkanı da yok zaten."

 

Bir şey demediğinde ona bakıp, "Yardım eder misin?" diye konuştum. Ayağa kalkmama yardım ederken "Yatacak mısın?" diye sordu.

 

"Duş almak istiyorum," deyip ilerlerken özellikle koridorda belirgin olan ayak izlerini görünce homurdandım. "Batırmışlar evi de."

 

"Silerim ben," dediğinde ona döndüm başka bir şey istemek için. "Sungur," dediğimde "Hım," diye mırıldandı. "Saçımı yıkamama yardım eder misin?"

 

Bir anlık afallasa da başını sallayıp "Olur," dediğinde "Sağol," diye mırıldanıp odama doğru ilerledim.

 

Kendim için giyecek kıyafetler alıp banyoya geçtiğimde içerideydi. Elimdekileri kenara bırakıp küvete doğru ilerlediğimde sessizce beni bekliyordu. Suyu ayarladıktan sonra yanıma geldi. Başımı küvete doğu eğerek onun saçlarımı yıkamasına izin verdim. Sungur, acelesiz ve nazik bir şekilde saçlarımı yıkarken hiç konuşmadık.

 

Onun benim için yaptığı her şey gibi bu da diğerleri arasında yerini alıyordu şimdi. Sungur'un benim için yaptığı bir çok şey, aslında onun kendi içindeki sevgisinden dolayı olsa da; bunları bana yapıyor olması, sebebi ne olursa olsun bir minnetle dolduruyordu içimi. Onu sevmem için bana yalvaran gözlerini görmek, bazı zamanlarda kendime kızmama sebep olurdu. Sungur benim için değerliydi ve çoğu zaman onun benim için üzülmesine dayanamıyordum. Eğer onunla tanıştığımda hayatımda Tuna olmasaydı her şey çok farklı olabilirdi. O zamanlar hem Tuna'dan başka tanıdığım kimsenin olmadığı bir yerde olmam hem de Tuna'ya deli gibi takıntılı olmam, hiçbir şekilde ondan başkasını gözümün görmemesine sebep oluyordu. Hoş, Tuna olmasaydı biz Sungur'la tanışabilir miydik o da ayrı bir konuydu ama ben, biliyordum ki Sungur bu kadar şeyi başka bir kadına yapsaydı çoktan bir karşılık bulurdu. Ben sadece, ona ilk andan beri farklı bir gözle bakamamıştım. Bunu denemiştim ama olmamıştı.

 

O saçlarımı yıkadıktan sonra ben de sırtıma su gelmeyecek şekilde bedenimi yıkamıştım. Günler sonra temizlenmek bedenime iyi gelmiş, beni rahatlatmıştı. Ben banyodayken Sungur'da söylediği gibi parkeleri paspaslamış sonra ikimize tost hazırlamıştı. Duştan çıktıktan sonra onunla beraber tostları yemiştik ve ben, o ne kadar istese de gece yanımda kalmaması için onu yollamıştım. Çünkü burada kalırsa uyumayıp gece boyu bekleyeceğini biliyordum. Her ne kadar belli etmemeye çalışsada günlerdir benimle ilgilenmek onu yormuştu ve gidip dinlenmesi gerekiyordu.

 

Gecenin ortasında ağrılarla uyandığımda onu yollamanın aptallık olduğunu anlamam uzun sürmedi. Yatmadan önce içtiğim ilaçlar bir işe yaramamışa benziyordu çünkü hem sırtımda hem de midemde büyük bir ağrı vardı. Geçmesi için bir süre daha uzanıp beklemeye devam ettim ama ağrım azalmak yerine artıyordu.

 

Uzanmanın bir faydası olmadığına kadar verip yatakta doğruldum ve kollarımı karnıma sararak bir süre de öyle bekledim ama işe yaramadı. Sonrasında midemde hissettiğim bulantıyla beraber ayağa kalkıp hızlıca banyoya girdim.

 

İki büklüm bir şekilde, yediğim içtiğim her şeyi kusarken kasılan sırtım canımı fazlasıyla yakıyordu. Banyoda yankılanan öksürme seslerime sızlanmalarım da eşlik ettiğinde, sol elimin tersiyle dudaklarımın üzerini silerek nefeslendim. İki elimle tutunduğum klozetin önünde gözlerimi kapatıp kendime gelmeyi beklerken soluklarım gittikçe sıklaşıyordu. Midemi boşaltmak beni rahatlatmaktan ziyade daha da kötü bir hale sokarken başımın döndüğünü hissederek yere oturdum ve sırtımı küvete yaslayarak kendime gelmeyi bekledim.

 

Dakikalar sonra ağrılarım biraz olsun azaldığında gözlerimi araladım ve acelesiz bir şekilde yerden destek alarak ayağa kalktım. Klozetin sifonunu çektikten sonra lavabonun kenarına dirseklerimi yaslayarak suyu açıp ellerimi yıkadım. Ardından vücudumda hissettiğim sıcaklığı azaltmak için yüzümde ve boynumda su gezdirdim. Birden bire bana ne olmuştu bilmiyorum ama şimdi aynaya baktığımda gördüğüm yüzüm bir şeylerin ters gittiğini gösteriyordu.

 

Bir bez ıslatıp banyodan çıktıktan sonra odama geçmek yerine salona doğru yürüdüm. Mutfak tezgahında duran ilaçlardan ağzıma atıp içtikten sonra içeri doğru yürüdüm. Kendimi koltuğa bırakıp ıslattığım bezi alnımın üstüne bıraktığımda gözüm duvarda asılı olan saate ilişti.

 

 04.23

 

Hava hala karanlıktı ama dışarının ışığı evi aydınlatıyordu. Başımı koltuğun sırt kısmına yaslayarak bir süre anlamsızca gözlerimi etrafta gezdirdim. Bacaklarımı kendime doğru çekip, kollarımla karnımı sardım. Gözlerimi kapatıp, bana her ne oluyorsa bir an önce geçmesini dileyerek beklemeye koyuldum.

 

Saat yediye doğru gelirken artık evin içini aydınlatmalar değil, sabahın o loş maviliği dolduruyordu. Uyuyamamış ve bir süre daha o rahatsız edici ağrıları çekmiş olsamda şimdi daha iyi hissediyordum. Tek sorun kustuğum için midemde hissettiğim yanmaydı ve ona da daha fazla katlanamayacaktım. Bu yüzden ne kadar halsiz hissetsemde ayağa kalkıp mutfak kısmına geçtim.

 

Önce buzdolabına bakındım ama hızlıca ağzıma atabileceğim bir şey göremedim. Zaten dolapta birkaç kahvaltılık dışında pek bir şey de yoktu. Bu yüzden kapıyı örtüp tezgahtaki poşeti açtım ve biraz ekmek böldüm. Ada tezgahtaki sandalyelere oturup, bir bardakta su doldurduktan sonra elimdeki ekmekten küçük parçalar bölerek yemeye başladım.

 

Neden bilmiyorum ama içtiğim suya rağmen ağzımdaki ekmek büyüdü durdu, o büyüdükçe de sanki içime bir şey oturdu. Eski yıllarım geldi aklıma, o yetimhanedeki. Yalnızlığın en çok koyduğu zamanlardı. En acıttığı, en canımı yaktığı, en çok ağlattığı. Şimdi birden, sanki o an hissettiğim ne varsa öyle hissediyordum uzun zaman sonra. Böyle hastayken bir başıma karanlığın içinde ekmek parçaları yemek, bir çocuğun muhtaçlığını hissettirdi bana. İlgisizliğin kırgınlığı vardı üzerimde. Halbuki böyle hissetmek için çok büyümüştüm. Çok şey görmüştüm, bazı şeylerin olmayacağını anlamıştım. Ben alışmıştım. Ama işbu ki ben bir anda on altı yaşıma geri dönmüştüm.

 

 

 

O saatten sonra pek uyuyamamış, bir film açıp koltukta oturmuştum saatlerce. Çoğu zaman daldığım düşünceler filmi yarım yamalak anlamama sebep olsada zaman öldürmeye yaramış ama yetmemişti. Televizyonu kapatıp kumandayı yanıma bıraktığımda saat öğlene geliyordu. Uykusuzluk yavaş yavaş kendini gösterirken biraz yatmak için ayağa kalktım ama kalktığım gibi gözüm karardı. Olduğum yerde koltuktan destek alarak durdum ve bir elimle göz pınarlarıma bastırdım.

 

"Ne oluyor anasını satayım," diye kendi kendime söylenirken çalan kapı zili kaşlarımı çatmama sebep oldu. Kendime gelmek için gözlerimi açıp kapatırken, gelenin kim olduğunu düşünerek kapıya doğru ilerledim.

 

Apartman kapısını açtıktan sonra evin kapısını da açarak kapı eşiğine yaslandım ve gelen kişiyi beklemeye başladım. Saniyeler sonra gördüğüm kişi dudaklarımın aralanmasına sebep olurken, kapıyı kapatmak için hareketlendim ama ben kapatamadan hızlı bir şekilde atılıp kapıyı tuttu.

 

"Çok merak ettim seni, beş dakika göreyim ne olur." Diye konuştuğunda kapıyı kapatmaya uğraşıyordum ama oldukça güçlü tutuyordu. "Günce lütfen. Kaç gündür yoksun merak ediyoruz hepimiz seni."

 

Kapıya güç vermemesine rağmen ona direnmek beni zorladığında daha fazla uzatmadım. Burnumdan sesli bir soluk vererek kapıyı, "Defol git Karan." diyerek araladığımda ela gözleri beni buldu. "Seninle uğraşacak gücüm yok, uzatma git."

 

"Ne oldu sana," diye sorup, elini bana doğru uzatarak içeri adımladığında geri çekildim. "Bir şey olmuş belli. İyi görünmüyorsun sen, hasta mısın?"

 

"Bir şeyim yok çık şurdan." Dedim elimle kapıyı göstererek. "Çık git sıkma benim canımı."

 

"Kaç gündür seni arıyoruz." Dedi uzanıp kapıyı kapatarak. "Sadece biz değil tüm teşkilat seni arıyor ve sen ortada yoksun. Günce nasıl olurda seni bulamıyoruz ben anlamıyorum."

 

"Niye?" Diye sordum boş gözlerle ona bakarak. "Yıllardır aynı terane dönmüyor mu sizin evde? Nesini anlamıyorsun?"

 

"Aynı şey değil," dedi buruk bir tonda. "O zamanlar senin yaşayıp yaşamadığın bile belli değildi. Bizim elimizde bir resimin bile yoktu sende biliyorsun."

 

"Neyse ne," dedim onunla konuşmak istemediğim için. "Gördün işte git hadi."

 

"Telefonunu getirdim," deyip cebinden çıkarttığı telefonu bana uzattığında kaşlarımı çatarak ondan aldım. "Yenisini istemezsin diye yaptırdık sadece." Bunu nasıl bulduğunu sorgularken o konuştu. "Seni ararken, yolun kenarında parçalanmış halde bulduk Günce." Konuşurken zorlandığını gördüm. "Neler düşündüğümüz hakkında bir fikrin var mı?"

 

Bir şey demedim, telefonu fırlatırken böyle bir şey olacağı aklımın ucundan dahi geçmemişti. "Annem kafayı yedi," diye devam ettiğinde dayanamadım ve sinirle konuştum. "Annem, annem, annem!" Elimle kendimi gösterip, "Bana ne oğlum sizin annenizden?" diye sordum. "Benim," diye konuşup parmağımı ona doğrulttum bu sefer. "Senin annen için yapacak bir şeyim kalmadı artık anlıyor musun? Gelme kapıma millete yaranmak için."

 

"Sana her yaklaştığımda illa bir çıkar uğruna bunu yaptığımı düşünmenden bıktım." Dedi kendini anlatma ihtiyacıyla. "Kimse için gelmedim buraya ben senin için geldim. Seni merak ettiğim için geldim." Ona inanmıyordum, onun benim için bu kadar iyi olmasına inanmıyordum. "Kimsenin haberi de yok zaten buraya geldiğimden." Diye devam etti. "Ben sadece olanları anlatmak için konuşuyorum. Dinleseydin eğer babamın da nasıl merak ettiğini öğrenirdin. Ya da diğer herkesin." Bana doğru bir adım attığında, "Yaklaşma," diye uyardım onu. "Günce sen istesen de istemesen de bizim ailemizdensin ve biz seni merak ediyoruz. Nerdesin, ne yapıyorsun, iyi misin, güvende misin, aç mısın, tok musun hepsini merak ediyoruz biz. Sen bizim sürekli aklımızdasın. O evde belki seni sevmediğini düşündüğün Kaya bile merak ediyor seni."

 

"Birkaç hafta öncesine kadar benden bir haber alabiliyor muydunuz Karan?" Diye sordum tüm bu isyanına karşı. "Ya daha düne kadar siz benim yaşayıp yaşamadığımı bilmiyordunuz... şimdi gelmiş, benden sürekli size hesap vermemi istiyorsunuz. Hayır anlamıyorum, bunca yıl nasıl yaşadıysanız bundan sonra da öyle yaşamak bu kadar mı zor?"

 

Burukça güldü ve "Hiçbir şey bilmiyorsun," diye mırıldandı başını hafifçe iki yana sallayarak. "Ne sanıyorsun, düşünüyorsun bilmiyorum ama biz öyle sandığın gibi bir hayat yaşamadık. Tamam hep ağlamadık ama sürekli de gülmedik. Biz de en az senin kadar eksik yaşadık."

 

"En az benim kadar." Diye mırıldanıp başımı salladım aşağı yukarı. Eksik yaşamış olabilirlerdi ama eksik ve kimsesiz yaşamamışlardı.

 

Onunla daha fazla konuşmak istemiyordum ama uzatmadan gitmeyeceğini de anlamıştım. Bu yüzden "Git Karan," dedim ona arkamı dönüp ilerlemeden hemen önce. "Uyuyacağım ben." Odamın kapısını açıp ona döndüğümde memnuniyetsiz ifadesini gördüm. "Uyandığımda burda olma sakın."

 

Odamın kapısını kapatıp kilitledikten sonra yatağa uzandım. Verdiği telefonumu açıp hiçbir şeye bakmadan, Karan'ın telefonumu getirdiğini ve işine bakıp, gelmesine gerek olmadığına dair bir mesaj attım Sungur'a. Sonra da telefonu kenara bırakıp gözlerimi kapattım. Gece saatlerinden beri uyanık olmam ve güçsüz düşen vücudum, uykuyu benim için zorlaştırmadı. Birkaç dakika içinde duyduğum kapı sesi, bilincimin açık kalması için gerekli hiçbir şey bırakmadığında kısa süre içinde uyumuştum.

 

Saatler sonra uyandığımda sanki tüm kemiklerimde bir hasar varmış gibi hissediyordum. Yatakta doğrulup ayağa kalkmaya çalışırken her hareketimde vücuduma bir şeyler batıyor, her yanım sızlıyordu. Oturduğum yerde elimi alnımda ve boynumda gezdirdiğimde, hissettiğim sıcaklık sesli bir nefes bırakmama sebep oldu. Anlaşılan süründürmeden bitmeyecekti.

 

Telefonumu cebime attıktan sonra ayağa kalıp banyoya girdim önce. Elimi yüzümü yıkayıp, kendime bir bez hazırladım yine. Bezi boynuma asıp göğüslerime doğru indirdiğimde soğukluk sızlanmama sebep oldu. Bezden akan su damlalarının vücudumdan süzülmesine küfrederek içeri doğru ilerledim.

 

Koridorda ilerlediğimde burnuma dolan yemek kokusu kaşlarımı çatmama sebep olurken mutfağa girdiğimde gördüğüm tencere ifademi donuklaştırdı. Ocağa doğru yürüyüp tencerenin kapağını açtığımda gördüğüm çorba dudaklarımı aralamama sebep oldu. Bir elimde tencere kapağı, gözlerim çorbanın üstünde, öylece kaldım orda. Kıpırdayamadım.

 

Neden, diye düşündüm. Neden yaptı ki şimdi bunu?

 

Tencerenin kapağını sert bir şekilde bırakıp geriye dönerek tezgaha yaslandım. Sonra da iki elimle tezgahı kavrayıp başımı kaldırdım tavana doğru. Bir anda tüm dengemi altüst etmeyi başarmış, beni, mantığımın çözemeyeceği bir soruyla baş başa bırakmıştı. Kalbimi sızlatmış, ağrıtmış aynı zamanda sıcacık etmişti. Canımı yakmış, acıtmış ve ben anlamadan üfleyip, geçsin diye merhem sürmüştü. Karan, beni kendine hem öfkelendirmiş hem de ona karşı içimi tarif edemediğim bir hisle doldurmuştu.

 

Ama hayır.

 

Hayır.

 

Hayır bir sebebi olmalı, neden?

 

Hasta olduğumuzu anladığı için belkide.

 

Tamam... ama yine de bu normal mi?

 

Bilmiyorum, o gün bize yardım etmedi.

 

Çok kırıldın değil mi Uğur?

 

Çok kırıldım Uğru... Güvenmiştim ben onlara.

 

O zaman şimdi neden beni şüpheye düşürüyorsun?

 

Bilmiyorum, bir insan başka neden düşünür ki birini?

 

Çıkarları için.

 

Sadece biz biliyoruz ama başkaları yok burda.

 

Bize yaranmak için.

 

Peki ya gerçekten sadece düşündüğü içinse?

 

Sen güvenir miydin ona?

 

Ben hep yanıldım Uğru, ama...

 

Ama?

 

Ama güvenmek istiyorum.

 

Dudaklarımın arasından sesli bir nefes döküldüğünde bakışlarımı karşıya doğru çevirdim. Gözlerim ada tezgahın üzerine kaydığında ufak bir iki adımla oraya yürüyüp, altında ne olduğunu bilmediğim örtüyü kaldırdım. Dilimlenmiş iki ekmek, bir kaşık ve başka bir tabakla kapatılmış bir kase vardı. Tabağı hafifçe kaldırıp tahmin ettiğim gibi altındaki çorbayı gördüğümde, dudaklarım titredi. Aciz kalan tüm yanlarıma sövdüm. Sövdüm çünkü şimdi tüm gardımı düşürmeme sebep olan tam olarak buydu, çoğu şeye aciz büyüyen geçmişim.

 

Gözlerimi kapatıp birkaç saniye bekledikten sonra titrek bir nefes vererek sandalyeye oturdum ve tüm bunların yanına konulmuş bir not kağıdı fark ettim.

 

"Sana hiç abilik yapamadım ama bundan sonra bu böyle olmayacak. Bir şeyin olmadığını söyledin ama ben öyle görmedim abiciğim. Çorban soğuduysa ısıtıp iç olur mu, o sana iyi gelir.

Bir de, o gün elimden bir şey gelmediği için beni affet."

 

Sağ gözümden bir damla yaş kağıdın üstüne damladığında gözlerimi kapatıp bekledim bir süre. Onlara olan bu zayıflığım bir elimi yumruk yapıp tezgaha vurmama sebep oldu. Ben aslında içten içe onlardan gelecek ufacık bir incelikle bile dağılabiliyordum ve bu kendime kızmama sebep oluyordu. Onlar benim nefretime sahip olsalar bile, ben kendi içimde onlara hep bir sıfır yenik oynuyordum. Çünkü zihnim ne derse desin benim kalbim farklı hissediyordu. Kırılmış, dökülmüş, parçalara ayrılmış olsa bile vazgeçmiyordu.

 

"Halledememişim."

 

Fısıltım kulaklarımda yankılandığında, bunu artık çok daha iyi anlıyordum. Anlıyordum anlamasına ama hak veremiyordum. Hani vazgeçmiştim herkesten? Hani tek başıma daha iyi, daha güçlüydüm ben? O zaman neden şimdi önüme konan bu çorbayı yıllardır bekliyormuş gibi hissediyordum? Kendi çorbamı kendim yapmam yetmemiş miydi bana? İnsan kendi duygularını nasıl zapt edemezdi? Neydi bu, kimsesizliğin yükünü atamamış ezik yanım mı? Neyini eksik bıraktım senin?

 

Kasenin üzerindeki tabağı kaldırıp kenara aldım gözlerimin yandığını hissederken. Tabağın yanına konulmuş kaşığı aldığımda elim titriyordu. Kaşığı kaseye daldırdığımda boğazımda bir yumru hissettim. Sonra bir bir döküldü tuttuğum gözyaşları yüzüme doğru. Ben, hafifçe eğilerek doldurduğum kaşığı dudaklarıma doğru götürürken, bir yanım tüm çorbayı çöpe dökmemi söylüyordu. Ama bu sefer içimdeki diğer duyguları bastırabilecek güçte değildim. Öyle olsun istemedim.

 

Çorbadan aldığım ilk kaşığı yutmak çok zordu. Ben onların yanında, o evde de çorba içmiştim ama böyle zor olmamıştı. Bu başkaydı. Yalan ya da değil, çıkar uğruna ya da değil, düşünerek ya da değil. Bilmiyorum ama ne olursa olsun bu çorba, hastayım diye bana yapılan ilk çorba.

 

Sessizce ağladım çorba bitene kadar. Ama o son lokmada bir hıçkırık koptu dudaklarımın arasından. Elimdeki kaşık tabağın içine düştüğünde tutmadım kendimi, düşünmeden ağladım. Kendime, geçmişime, hiç yaşayamadıklarıma. Atlattım sanıp, hala buramda bir yumru olarak kalan her şeye.

 

Ben, geçti diye düşünüp ama yoksunluğu içimde kalan tüm yaşanmamışlıklara ağladım, bu yaşanmamışlıkların benim içimdeki ukde kalışına öfkelendim. Kendime yetememiş olmakla yüzleştim. Bir çorbaya bile mahrum hisseden geçmişimin yüzsüzlüğüne kızdım. Kendimi dövmek, parçalamak, canımı acıtmak istedim. Çünkü ben, neden bir çorbaya hüngür hüngür ağladım?

 

Ağlıyorum.

 

Ama bir neden ver.

 

Neden bir çorbaya muhtaç bir hayat yaşıyorum?

 

Kendi hislerimi yaşamaktan korkuyorum ben.

 

İnsanın kendinden bile sakladığı duyguları olur mu ki?

 

Bir insan, sadece bir çorba içmek istediği için kendine kızar mı?

 

Cevaplarını bildiğim daha bir sürü soru gibi, bunlarda kendime değil beni bu hale getiren herkeseydi. Aslında benim için sorudan ziyade serzenişti. Ama hep olduğu gibi ben duydum, yine kendime hesap sordum. Ben zaten hep kendime vurdum.

 

 

Dakikalar sonra ağlamanın geride bıraktığı ve asla geçmeyen aptal bir iç çekişle ayağa kalktım. Anlık bir göz kararması yaşasamda toparladım ve ağır hareketlerle, iç çekmeye devam ederek, bulaşıkları lavabonun içine yerleştirdim. Sabun döktüğüm süngerle uğraşmadan yıkadığım bulaşıkları kenara bırakırken, bu kadar basit bir iş bile oldukça zor gelmişti. Alışkanlıkların esiri olmak, gebereceğimi bilsem bile peşimi bırakmıyordu. Güç hareketlerde ocakta kalan çorbayı alırken düşündüğüm, bir an önce koltuğa geçip uzanmaktı.

 

Çorbayı yerleştirmek için buzdolabını açtığımda, gördüklerim dudaklarımı aralamama sebep oldu. Çorbayı boş olan bir yere koyduktan sonra dolabıma konulmuş yiyeceklerde gezdirdim gözlerimi. Az yediğim için çoğunlukla boş olan dolabım şimdi tıka basa doluydu. O an gelen, karşı koyamadığı iç çekişten sonra nefesimi sesli bir şekilde dışarı verip "Aptal." diye fısıldadım. Çorba hazırladığı yetmemiş gibi bir de dolabımı doldurmuştu.

 

Dolabın kapağını kapatıp, tezgahtaki ilaçlardan içtikten sonra koltuğa geçtim. L koltuğun köşesine yerleşip, her zaman üzerine bıraktığım pikeyi aldım ve sarıldım. Başımı koltuğa yaslarken; kemiklerimdeki sızılar inlememe sebep oluyor, en ufak hareketim yüzümü buruşturmama yetiyordu.

 

İçtiğim ilaçların etkisini göstermesini beklerken, telefonumu çıkartıp açtım. Ekranda Sungur'dan gelen bir mesaj vardı. Mesajı açtığımda, işleri olduğunu ama yine de kötü bir şey olursa yazmam gerektiğini söylemişti. Onun mesaj kutusundan çıktıktan sonra, telefonuma gelen önceki bildirimlere baktım. Serhat Baturgan'dan gelen aramalar ve mesajları görmezden gelerek diğer mesajlara baktığımda, bir hafta öncesinde Kandemir'den gelen bir mesaj gördüm.

 

Kandemir: Beklesem kayalık sahiline gelir misin? (23.18)

 

O saatte beni niye çağırmış olabileceğini düşünürken karnımda hissettiğim ağrı telefonu koltuğa bırakıp iki büklüm olmama sebep oldu. Olduğum yerde kıvranırken, bu halde olup bir de hastalık kapmış olmama küfrettim. Muhtemelen bir hafta boyunca sadece yatmış olmak beni zayıf düşürmüş, uyandıktan sonra da bir şekilde mikrop almıştım. Belki de orada yediğim içtiğim şeyler dokunmuştu bilmiyorum ama zaten vücudumdaki yara yeterince canımı yakarken, üzerine tüm vücudumda hissettiğim diğer ağrılar beni oldukça zorluyordu.

 

 

 

Yaklaşık yarım saat çektiğim sancıdan sonra, sanki uzun bir uykudan uyanmamışım gibi uyuyakalmıştım koltukta. Ertesi gün uyandığımda oldukça bitkin ve güçsüz hissediyordum kendimi. Duvardaki saat öğleden sonrayı gösterirken, dün akşamdan sonra bu kadar saat uyumam normal değildi. O kadar ilaç içmeme rağmen hala bu denli kötü olmamın normal olmadığı gibi.

 

Uyuşuk hareketlerle elimi kaldırıp, terlediğim için yüzüme yapışan saçlarımı geriye iterken "Ah!" diye inledim. Omzuma yakın bir yerden vurulmuştum ve kolumu hareket ettirdiğimde canım fazlasıyla yanıyordu. Üzerine bir de koltukta uyumam eklenince, yaramın olduğu yer iyice acı çekmeme sebep oluyordu şimdi.

 

Gözlerimi sımsıkı kapatıp kendi sebep olduğum acının geçmesini beklerken aynı zamanda dişlerimi sıkıyordum. Yaşadıklarımın beni ölmekten beter ettiğini düşündüm o an. Bir türlü geçmek bilmeyen bir acı döngüsüne hapsolmuştum ve bir doktor olmadan nereye kadar böyle gidebileceğimi bilmiyordum artık. Çünkü bu gidişle, o an ölmemiş olsam bile, sanki her an bir yerde düşüp kalacak ve bir daha kalkamayacakmış gibi bedenimin tükendiğini hissediyordum.

 

Dakikalar sonra ben hala aynı haldeyken telefonum çalmaya başladı. Onu umursamadan tamamen kendime odaklanmış, ağrılarımın geçmesi için kendimi sıkıyor ve bekliyordum. Ama telefonum ben ne kadar açmamakta ısrarcıysam, aynı şekilde ısrarla çalmaya devam ediyordu. Kapanıyor ve sonra yine çalıyordu.

 

En sonunda dayanamayarak gözlerimi araladım ve bir küfür mırıldanıp telefonu elime aldım. Telefonu kapatıp kenara atmak cazip gelsede, bilmediğim bir numaranın bu denli ısrarcı olması sorgulamama sebep oldu ve telefonu açıp kulağıma götürdüm. Üzerimdeki pikeyi ayaklarımla iterken ses vermeden beklediğimde telefonun arkasından anlamsız sesler çıkıyordu. Sonrasında cılız bir ses duydum.

 

"Alo?"

 

Duyduğum ses yerimde doğrulmama sebep olduğunda hafifçe inledim ve "Gökçe?" Diye mırıldandım emin olmak isteyerek. "Sen misin?"

 

"Hani gelecektin?"

 

Sesine yansıyan hayal kırıklığı telefonun ucundan bile hissediliyordu ve bunda o kadar haklıydı ki. Ona verdiğim hiçbir sözü tutamamıştım. Gözlerimi kapattım ve sadece "Ben," diye fısıldadım ne diyeceğimi bilemeyerek. Bir çocuğun kalbini kırmak büyükler için neden bu kadar kolaydı ki?

 

Ağlamaklı sesiyle, "Küstüm seninle." dediğinde çaresizce gözlerimi araladım. "Gökçe," diye yakındığımda devam etti. "Bir daha sana inanmayacağım."

 

Telefonun arkasından gelen hışırtılarla beraber gözümden bir damla yaş süzüldü. Titrek bir nefes aldığımda telefonun ucunda başka bir ses duydum.

 

"Günce, benim Sedef." dedikten sonra devam etti. "Kusura bakma, çok istedi dayanamadım."

 

Kısık bir sesle "Önemli değil," dedim.

 

"Kötü bir durum yok değil mi?" Diye sorduğunda "Yok," dedim konuşurken bile beni zorlayan ağrılarımı yok sayarak. "Ortadan kayboldun resmen, bir şey oldu sandık hepimiz."

 

"Gökçe bilmiyordu değil mi?" diye sordum işaret parmağımla, baş parmağımı kazırken.

 

"Hayır," dedi kısık bir sesle. "Geleceğim dediğin gün erkenden kalktı, senin için kurabiyeler hazırladı. Tüm gün geleceksin diye de pencereden dışarıyı izledi."

 

Dudaklarımın arasından bir ağlamaklı bir inleme döküldüğünde kalbimde derin bir sızı hissetmiştim. Ben, bir gün bir çocuğun hayal kırıklığı olabileceğimi de buna sebep olmanın beni bu denli yaralayabileceğini de düşünmemiştim.

 

"Sahi," dedi Sedef. "Neden gelmedin?"

 

Gelmedim değil, gelemedim.

 

"Bak seni anlıyorum. Kimseyi görmek istemiyorsun, bu eve gelmek istemiyorsun... ama," deyip bekledi bir süre. "O zaman neden söz veriyorsun? Tamam, belki gelmeyi düşündün ve bir işin çıktı. Neden haber vermiyorsun?" Cevap vermediğimde devam etti. "Seni suçlamak falan değil niyetim ama... Gökçe tüm gün pencereden ayrılmadı Günce. Sonraki günlerde de pek bir fark yoktu. Her sabah gelirsin diye bekledi seni. Her kapı çaldığında senin geldiğini düşündü. Ben bu sabah bile gözlerinin pencereye kaydığını gördüm."

 

Sedef'in her cümlesi beni eski anılarıma götürürken sessizdim. Kendi yaşadığım beklentiler, umutlar ve kırgınlıklar bir bir zihnime dolarken tepkisiz kalmak çok zordu. Ağzımı açarsam eğer konuşmak yerine ağlayacağıma emindim. O pencerede her sabah bir umutla başladığım, her akşam bir hayal kırıklığıyla sonlanan günleri de hissettirdiklerini de iyi hatırlıyordum. Bunu bir çocuğa yaşattığım için kendimi asla affetmeyeceğimi de iyi biliyordum.

 

"Kusura bakma," dedi ben sessiz kaldığım için. "Böyle üzerine gelmiş gibi oldum ama benim demeye çalıştığım şey farklı. Ona değer verdiğini ve önemsediğini gördüm. Gelmemene sebep olan bir şey vardır mutlaka. Sadece haberin olsun istedim. Günce... orda mısın?"

 

"Burdayım," diye fısıldadığımda "Kızdın mı?" diye sordu. "İleri gittiysem kusura bakma tekrardan."

 

"Kapatıyorum," dedim sadece ve telefonu kapatıp kenara bıraktım. Derin bir iç çektim. Kapattığım gözlerimin arasından süzülen yaşları hissettim. Ve Gökçe'nin pencereden benim gelmemi beklemesine, ondan çok ben kırıldım.

 

 

 

Bazı anlarda doğruluğunu yanlışlığını bir an bile sorgulamadığım şeyler yapardım sanki sürekli mantığıyla hareket eden ben değilmişim gibi. Bunun nedeni duygularımın beni ele geçirmesi değil, tamamen mantığımın bile duygularımı seçmemi söylemesiydi. Çünkü bazen mantıklı olan, doğru olanı değil de doğru hissedeceğini seçmekti. Ve ben şimdi dışarıdan tamamen yanlış görünen ama asıl yapmazsam en büyük yanlışım olacağını bildiğim bir şey yapıyordum. Bu halde, o eve gidiyordum.

 

Yapmayabilirdim. İyileşince halledebilirdim. Ama yapmazsam eğer, günlerce bunun acısını çekerdim.

 

Böyle bir durumda da mantıksız olan beklemekti. Oraya gidip birkaç dakika onu görsem, konuşup gönlünü alsam; belki sadece ruhuma değil, bedenime de iyi gelirdi. Ne demişler; insanın ruhu hasta olmadan bedeni yatağa düşmezmiş. Belki de benim vücudumdaki yaranın dışında hissettiğim her şeyin sebebi de buydu; ruhum o kadar yaralıydı ki benim vücuduma yansıyordu.

 

Minibüs durduğunda indim ve soğuk havanın getirisiyle ellerimi ceplerime sokarak yürümeye başladım. Artık tanıdık olan yollardan ilk geçtiğim günü hatırladım. Neyle karşılaşacağımı bilmeden ilerlemiştim bu yolları. Her şeye ve herkese yabancıydım. Aslında bakarsak o ilk gün çok cesurdum. Belki korkuyordum ama yine de duygularımı bir şekilde bastırabileceğime emindim. Yanılmıştım. Ne duygularımı bastırabilmiş ne de o anki kadar cesur kalabilmiştim. Ben onların yanında hiç tamamen susup, sessiz kalamamıştım. İçimdeki kırgınlıklar ve kızgınlıklar o kadar bastırılmıştı ki ben kusabileceğim her seferinde durmaksızın akıtmıştım içimi. İstemiyordum ama bunu en başından beri. Çünkü ne bilsinler istiyordum ne görsünler istiyordum ne de tanısınlar istiyordum. Ben çizdiğim gibi uzak bir mesafeden var olmak istiyordum sadece. Açıklamadan, anlatmadan, çabasız, öylesine durmak istiyordum karşılarında. Tüm duygularımı kenara bırakıp, gizlenmek istiyordum. Ama başaramamıştım. Belki içimdeki her şeyi dökmemiştim ama dağılacak kadarını vermiştim onlara. Hoş... Ben kendimi bağırarak anlatsam bile onlar yine de duymamıştı, o ayrı.

 

Dakikalar sonra yeniden o evin önüne geldiğimde oldukça yorgun hissediyordum. Hava buz gibiydi ve ben, halsizliğin getirisiyle her zaman olduğundan daha uzun süre yürümüş ve daha uzun süre soğuğa maruz kalmıştım. Hasta hissetmekten mi bilmiyorum ama soğuk bile sanki her zamankinden daha farklı etkiliyordu beni. Daha acımasız ve daha sert.

 

Kimseyle göz teması kurmadan eve doğru yürüyerek benim için açılan kapıdan geçtim. Bahçede yine kimseye bakmadan sakin adımlarla ilerledim. Zihnimden atamadığım o gün geçti gözümün önünden. Bu bahçede ellerim kana bulanmış bir halde koşarak çıktığım anı anımsadım. Evin içindeki kargaşanın seslerini duydum, eve doğru koşan adamları gördüm. O gün emindim. Bir daha bu evin kapısından geçmeyecektim. O kapı bana bir daha açılmayacaktı. Ve herkes, kaybettiğiyle kalacaktı.

 

Aslında ne ben bu eve geldim diye onlar, ne onlar bana bu kapıyı açtı diye ben kazanan olmuştum. Kaybedilenler hala olduğu yerinde duruyordu. O gün de düşündüğüm gibi; onlar yıllardır beklediği kızlarını, ben de artık aramasam bile bir ailem olabilme ihtimalini kaybetmiştim.

 

Kapıya üç defa vurup bekledim. Saniyeler sonra kapıyı Figen adındaki yardımcı açmıştı. Yüzündeki şaşkınlık ifadesiyle beraber birkaç saniye ne diyeceğini bilemediğinde ben konuştum. "Gökçe'yi çağırabilir misiniz?"

 

"Gökçe evde değil," dedi asla beklemediğim bir şekilde. "Kaya'yla beraber dışarı çıktılar."

 

"Nereye gittiler tam olarak?" Diye sordum bu halde o kadar yol çekmemin boşa gitmediğini umarak. "Gelirler mi yani hemen?"

 

"Film izlemek için atıştırmalık almaya çıkmışlardı. Gelirler birazdan." Dediğinde başımı sallayarak, "Bekleyeyim o zaman biraz," diye mırıldandım. Kadın kapıdan çekilip, "Buyurun," dediğinde göz ucuyla içeriye doğru baktım. Oldukça sessiz görünen ev, her zaman olduğu gibi bir adım gerilememe sebep oldu. "Dışarıda bekleyeyim ben."

 

"Emin misiniz? Hava çok serin, sizde pek iyi görünmüyorsunuz." dediğinde sorun olmadığını söyleyecektim ama duyduğum havlama sesi arkaya doğru bakmama sebep oldu. Kapının önündeki merdivenlerin başında bekleyen tasmasız doberman doğrudan bana bakıyordu.

 

"Saldırgan mıdır?" Diye mırıldandığımda gözlerim köpeğin üzerindeydi.

 

"Yabancıları pek sevmez."

 

"Kim sever ki," diye mırıldandığımda köpek tekrar havlayınca içeri doğru yöneldim. Köpeklerden korkmasamda bahçede tasmasız gezen ve yabancılardan hoşlanmayan bir dobermanın odağında kalmak akıl karı olmazdı.

 

Kadın kapıyı kapattığında olduğum yerde bekledim. İçeri girmiştim girmesine ama ne yapacaktım? Burada beklesem olur muydu, yoksa içeri mi girmeliydim? "Ceketinizi alayım," diyerek uzandığında, "Kalsın," dedim ve yan tarafta duran pufu gördüm. "İşinize bakın siz, burada bekleyeceğim ben."

 

"Ama haber vermedim,"

 

"Daha iyi değil mi sizce de?" Diye sorup pufa yerleştiğimde ne yapacağını bilemedi ama en sonunda "Peki madem," diyerek mutfağa girdi.

 

O gittiğinde derin bir nefes verip başımı geriye yasladım. O kadar yorulmuştum ki buraya gelene kadar... Hazırlanmak, evden çıkmak, o yolu çekmek ölüm gibiydi sanki. Yolculuk esnasında araç her hareket ettiğinde canım yanmıştı ve bu yetmezmiş gibi, evden çıkmadan önce ilaç içmeme rağmen karnıma giren ağrı hala geçmemişti.

 

Gözlerimi ağırca etrafta gezdirirken, kapalı olan salon kapısında durdum ve bir süre izledim. Onlar içeride, ben dışarıda. Her zaman olduğu ve olması gerektiği gibi. Gözlerimi kapattım, karnıma bir ağrı saplandı. Ellerimi karnıma bastırıp dişlerimi sıktım. Geçecek.

 

Geçmedi. Gözlerimi açıp ayağa kalktım çünkü burada kıvranabilecek kadar özgür değildim. Mutfağa doğru ilerleyip, kapı eşiğinden içeri baktım.

 

"Pardon," dedim içerideki çalışanların beni fark etmeleri için. "Tuvalet nerede?"

 

Onlardan biri yanıma gelip, merdivenin arkasından devam eden koridorun ilk kapısını gösterdiğinde hızla içeri girdim ve kapıyı kilitledim. İlerleyip lavabonun kenarlarından tutundum ve yere çömeldim. Bir elimi karnıma doğru çekip inlediğimde, diğer elimle lavaboyu sıkıyordum ama bir fayda etmiyordu. Keşke, diye düşündüm, keşke yanıma ağrı kesicilerden birini alsaydım. Dakikalarca çektiğim ağrı biraz azaldığında kendimi ayağa kalkmaya zorladım. Diğer elimle de lavabodan destek alıp kalktıktan sonra gözlerim aynanın üzerinden kendime kaydı. Berbat durumdaydım. Karan'ın ve o kadının yüzüme bakıp iyi görünmediğimi anlamaları tesadüf değildi. Bok gibi görünüyordum. Yüzüm iyice ufalmış, göz altlarım koyulaşmıştı. Göz altlarıma göre tenim bembeyazdı. Oldukça solgun görünüyordum.

 

Suyu açıp yüzümü yıkadım birkaç kez. Saçlarımı geriye attım, kendime baktım, gülümsemeye çalıştım. Bunu, kendime iyi olduğumu göstermek için yaptım. Elimle yanaklarıma hafifçe vurup kendime gelemeye çalıştım. Yüzümde hissettiğim anormal sıcaklığa rağmen "İyiyim," diye mırıldandım. "İyiyim," başımı salladım aynadaki yüzüme bakarak. "O kadar kurşun yedik. Kolay olmaması normal. İyiyim," dedim tekrar. "Bir şeyim yok."

 

Son kez biraz su alıp yüzümde gezdirdim ve musluğu kapattım. Çıkmak için hareketlendiğimde bir anlık kararan gözlerim, olduğum yerde durup beklediğimde geçti. Yutkunup bir şey olmamasını umarak kapıyı açıp dışarı çıktığımda, karşımda ummadığım biri vardı.

 

Yaslandığı duvardan uzaklaşan Asya'yı gördüğümde aralanan dudaklarımı kapattım ve kapıyı çektim. "Kızım," diye konuşup bana doğru bir adım attığında bir şey söylemeden yanından geçtim. Hole çıktığımda Serhat Bey'i kollarını göğsünde birleştirmiş gezinirken gördüğümde sesli bir nefes verdim. Anlaşılan yardımcı kadın sessiz kalmamayı tercih etmişti.

 

"Gökçe için gelmişsin," diye konuştuğunda, Asya'da yanımıza geldi. "Aradım Kaya'yı. Parka gitmişler, getirecek şimdi."

 

Sadece başımı salladığımda Asya bana doğru yaklaştı ve "İçeri geçelim mi?" diye sordu. "Böyle bekleme burda."

 

"İyi böyle," dediğimde, "Lütfen kızım," dedi koluma dokunarak ama kolumu çektim beklemeden. "Konuşacaklarımız var Günce, sen de biliyorsun."

 

"Yok," dedim kollarımı kendimde birleştirip. "Konuşmaya gelmedim buraya. Çocuğu görüp gideceğim."

 

"Kızgınsın biliyorum," dediğinde gözlerimi kapattım ve ona arkamı döndüm. Yemin ederim şu an konuşmaya bile güç bulamıyordum. "Konuşmak istememeni anlıyorum kızım ama açıklamak istiyorum. Başka türlü bizi nasıl anlayacaksın bilmiyorum."

 

"Açıklanacak bir tarafı olduğunu düşünmen bile beni deli ediyor," dedim ona dönüp. "Bence hazır ben sakinken, biz hiç konuşmayalım."

 

"Ne desen haklısın. Bu yaptığımızın izahı yok biliyorum." Dediğinde kollarımı gevşettim ve başımı yana doğru yatırarak ona baktım. "O gün izin vermemin tek sebebi durulmandı. Kendini kaybetmiştin Günce..." Diye konuştu kısık bir sesle. Hemen gözleri buğulanmış, tüm olanlar içine dokunuyormuş gibi bakmaya başlamıştı. Ya çok iyi oynuyor ya da gerçekten oynayamayacak kadar üzgün hissediyordu. "Kendine zarar verdin, Kaya'nın boğazına bıçak dayadın, Cihan'ı bıçakladın... korkunç görünüyordun. Bize bir seçenek bırakmadın."

 

"Benim baktığım taraftan korkunç görünen sizdiniz ama."

 

Söylediklerim onun gözünde biriken bir damla yaşın düşmesine sebep olduğunda, hızlıca o yaşı sildi. Yine de gözlerime bakan kadın ağlamayı kesmedi. Gözyaşları içine doğru aksa bile ben gördüm onu. Tıpkı onun, şimdi bağırıp çağırmıyor olsam bile ne kadar öfkeli olduğumu gördüğü gibi.

 

"Ağlama boşuna, artık o gözyaşlarının bir nebze önemi yok." Dediğimde gözlerini kaçırdı onu görmemem için, ama bunun artık imkanı yoktu. "Buraya da o çocuk için geldim, sevinci kursağında kaldı diye geldim. Sakın kendine pay biçme. Bu son adım atışım bu eve, dediklerimin arkasındayım."

 

"Böyle söyleme," dedi gözlerini kapatıp. "Sonra de, zamanla de, belki de... ama böyle söyleme." Gözlerini açıp bana doğru baktı yalvarırcasına.

 

"Söylenecek bir şey yok artık." Başımı hafifçe iki yana sallayıp devam ettim. "Ben konuştum, sen konuştun, bitti. Bir yere varamayacağımız belli. O yüzden, gerçekten, benim nabzımı yükseltme. Sorun çıkmadan şu evden gideyim."

 

"Ama böyle-"

 

"Asya," diye baskılı bir tonda durdurdum onu. "Lütfen bak, tartışmak falan istemiyorum ama zorluyorsun." Elimle kapının yanındaki pufu gösterdim. "Şuraya oturup bekleyeceğim, çocuğu görüp gideceğim. Ben gelmeden önce ne yapıyorsan onu yap," içeriyi gösterdim. "Git, işine bak."

 

Arkasında duran kocasıyla bir anlık göz göze geldikten sonra ikisinden de gözlerimi çektim. Sırtımı onlara doğru döndüğümde başım döndü. Bir yere oturma ihtiyacı hissettim ama hareket edersem düşeceğime emindim. Bu yüzden elimi başıma götürüp birkaç saniye öylece bekledim. O kendini açıklamak istedi, onu anlamamı istedi, benden af diledi. Yine de ben ağzımı açmasamda o da biliyordu ki sözlerinin hiçbir önemi yoktu. O gün yaşanmıştı ve asla unutamayacağım şekilde içime kazınmıştı. Haklılardı, haksızlardı, haklıydım, haksızdım; bir önemi yoktu. Acıtmış mıydı? Acıtmıştı. Yaralamış mıydı? Yaralamıştı. Bundan sonra izi benimle miydi? Benimleydi. O zaman bir önemi yoktu.

 

Konuşmanın da anlatmanın da anlamaya çalışmanın da tartışmanın da bir önemi yoktu. Olan bir kere olmuştu. Ne o konuşsa ben duyacaktım ne de ben duysam o aklanacaktı. Bazen bunu bilmek ve durmak gerekirdi. Çünkü bazen, bazı davranışların geri dönüşü olmazdı. Bu mesele tamamen kapanmıştı. Artık anlamalıydı.

 

"Tamam," dedi en sonunda. "Tamam." Sonra devam etti. "Bana kızacaksın biliyorum ama... hiç iyi görmedim ben seni. En azından içeride otursan olmaz mı? Söz, konusunu açmayacağım."

 

"Yok," diye konuştuğumda sesimin bu kadar kısık çıkmasına küfrettim. Küfrettim çünkü şimdi üsteleyecekti. Küfrettim çünkü burada olmamalıydı. Eğer onların yanında kötüleşirsem her şey daha da boka sarardı. Belki de zaten çoktan sarmıştı.

 

"İyi misin?" Diye sorup yanıma doğru adımladığını duyduğumda anlık bir refleksle ondan uzaklaşmak istedim ama bu, attığım ilk adımda dengemi kaybetmeme sebep oldu. Yanımdaki duvara tutunarak düşmekten son anda kurtulduğumda Asya'nın panik dolu sesini duydum. "Ne oldu?!" Bacaklarımın üstünde durmamı zorlaştıran başımın dönmesi miydi bilmiyorum ama duvardan tutunmama rağmen düşecek gibi hissediyordum. "Başın mı döndü?" Diye sorup kolumdan tuttuğunda Serhat beyin sesini duydum.

 

"Bana bırak," diye konuştuğunda sırtımda hissettiğim eli, kendimi ondan uzaklaştırmama sebep oldu.

 

"Çek ellerini."

 

"Kızım,"

 

"Çekil!"

 

Kendimi onlardan uzaklaştırıp bir şekilde pufa oturduğumda, ikisi de karşımda dikilmiş bana bakıyordu. Üstelik artık sadece onlar da değil, diğerleri de salondan çıkmış; onların arkasından ne olup bittiğini anlamak için buraya doğru bakıyorlardı.

 

Kimseyi önemseyecek bir halde olmadığım için gözlerimi kapatıp başımı eğdim ve kendime gelmeyi bekledim günlerdir olduğu gibi. Ama bana her ne oluyorsa, yine beklememe rağmen bir şey geçmiyor; aksine daha beter olacak şekilde devam ediyordu.

 

"Ne oldu ona?"

 

"Başı döndü sanırım."

 

"Hastaneye götürelim mi seni?"

 

"Sormaya gerek yok."

 

"Berbat görünüyor."

 

"Dünde hasta gibiydi."

 

"Dün yanında mıydın?"

 

"Telefonunu götürdüm."

 

"Kesin sesinizi.

 

"Kızım, iyi değilsin. Hadi kalk hastaneye gidelim."

 

Onlar konuştukça başıma vuran ağrı dişlerimi sıkarak inlememe sebep olduğunda Cihan'ın sesi ayrıştı. "Kalk hadi," dediğini duydum ve sonra kolumda bir el hissetim. "Gidiyoruz."

 

Gözlerimi hafifçe aralayıp kolumu tutan kişiye baktığımda yanılmadığımı görmek, içimi deli gibi bir hırsa bürüdü. Araladığım dudaklarım sinirden titrerken, "Eğer bir tarafına daha bıçak yemek istemiyorsan," diye konuştum. "Çek o elini."

 

"İyi değilsin, kalk." Ne olursa olsun asla altta kalmayan kişiliği, yaşanan hiçbir şeyi umursamadan; beni tuttuğu kolumdan sertçe çekip ayağa kaldırdığında, bende ne olursa olsun atamadığım öfkemle onun yüzüne sert bir tokat geçirdim. Yüzü yana doğru çevrildiğinde, dudakları şaşkınlıkla aralandı. Beklemiyordu ama bunu çoktan hak etmişti. Şimdi edeceğim lafları hak ettiği gibi... Çünkü ona olan öfkem şimdiye değil, yaşanan her şeyeydi.

 

"Asıl," dedim ve kolumu bir hırsla ondan çekip, yalpalayarak geriye adımladım. "Sen, iyi değilsin." Yana düşen başını oynatmadan bana baktığında fısıldadım. "Nesin biliyor musun? Her şeye sahip olmasına rağmen insanlıktan yoksun bir zavallısın." Güldüm ve omuz silktim. "Senin, için kötü. Kötüsün." Başımı aşağı yukarı salladım, bu doğruydu. "Saf, kötü."

 

Bir şey demeyip sadece başını dikleştirdiğinde, "Niye böyle oldun sen?" diye sordum ona. "Sevmediler mi seni hiç?"

 

"Günce yeter," diyen Karan'ın sesini duydum.

 

Onu umursamadan, "Annen baban yanındaydı halbuki," dediğimde çok hafif güldüğünü gördüğümü sandım. "Ama hiç sevilmemiş olmanın nemrutluğu var sende."

 

Gözlerinin içinde bir şeyler koptu.

 

Ama ona söylediklerim, benim gücüme gitti.

 

Çünkü sevilmek, benim mahrum kaldığım bir duyguydu.

 

"Belkide bu yüzdendir. Bu yüzden kötüsündür." Deyip omuz silktim kendi içimdeki yoksunluğu, her zaman olduğu gibi yok sayarak. "Ama sana kötü bir haberim var." Gözlerimi kısarak düşündüm. "Bu dünya boktan, bu dünya adi, şerefsiz, sikik. Ama bu dünya er ya da geç kötülere de bedel ödetir. Ve sen, umarım," diye fısıldayıp, bir anlık tereddütüme rağmen devam ettim. "Umarım bana yaşattıklarının cezasını kızınla çekmezsin."

 

Dilimin olmayan kemiği, onu yaraladı.

 

O an kapı çaldığında, Cihan gözlerini benden ayırmadan yanındaki kapıyı açtı. Ve Gökçe'nin neşeli sesi, herkes tarafından duyuldu.

 

Dilimin olmayan kemiği, beni vurdu.

 

 

•••

 

 

 

 

Loading...
0%