Yeni Üyelik
16.
Bölüm

16.Bölüm: Pişmanlıklar

@_mysterybooks

Keyifli okumalar ✨

•••

Yıllar önce büyüklerin bizi kontrol altında tutmak için söylediği cümleler vardı; okulda, yurtta, bizden birini gördükleri herhangi bir yerde. Konuşurlardı bize, öğüt verirlerdi. Saygılı olun, sesinizi yükseltmekten kaçının, büyükleriniz bir şey diyorsa onlara uyun, sözden çıkmayın... Onlar için amaç bize doğruyu göstermek değildi. Onların istediği benim gibi kimsesi olmayanların baş kaldırmayı öğrenmemesiydi. Çünkü biz ayaklanırsak, sorgularsak, bizimle baş edemezlerdi.

 

Bize hep doğru olanı gösterdiler, yalan umut satılar, dünyanın biz iyi olukça iyi bir yer olduğuna inanmamızı istediler. Bunları söylerken de yaptıklarıyla öyle çeliştilerdi ki hepimiz onların söylediği gibi bir dünya olmadığını bilir ama susardık. Bir çoğumuz onlara uyum sağlamayı seçerlerdi, inandık sayardı. Çünkü büyüklerin dünyası o kadar alçaktı ki fark ettiğimiz gerçeklerden korkar, inanmayı seçerdik. Benim de o zamanlar inanmak istediğim bir şey vardı onların öğrettikleri; yaptıklarının cezasını mutlaka çekersin, diye. Tecelli ettiğini henüz görmemiştim ama bugün, ona söyleyip canını yakmak istedim. Canımı çok yaktığı için, canı yansın istedim. Ona bela okumadım, kötü bir temennide bulunmadım. Ben sadece ona bunu hatırlattım.

 

Ayıptı belki. Yanlıştı. Can yakıcıydı. Yaralayıcıydı.

 

Gökçe'de olan gözlerini bana çevirdi. Baktım, gördüm. Şimdi karşımdaki adam ne kadar dağılmışsa bende o kadar dağılmıştım. Düşündüm. Kalp kırmak böyle yaralayıcı bir şeyken neden bu kadar kolaydı? Bilmiyordum. Kalbinin kırılmasının ne denli yaralayıcı olduğunu bilen bir insan, başka birinin kalbini neden kırardı onu da bilmiyordum. Ama benim asıl anlamadığım, bir insan, bile isteye birinin kalbini kırdığında neden canı yanardı? Benim yanıyordu. O benim canımı acıtırken, kalbi sızlamamışsa da benim sızlıyordu işte. Ağır konuşmuştum.

 

Bu muyum?

 

Pişman mıyım?

 

Gözlerimi kapattım. Pişmanlık, zor bir duyguydu. Bir başkasına gerek kalmadan, insana yaptıklarının bedelini ödetir ve geçen her saniye canına okurdu. Çünkü pişmanlık tamamen insanın kendi yaptıklarının sonucuydu. Çektiği için kızabileceği kimse yoktu. Tıpkı, şimdi benim yaptığım şeyin benim canımı acıtması ve bunun hesabını sorabileceğim kimse olmaması gibi.

 

Hesap sorulmaya hazır olarak tüm duygularımı yok saydım. Gözlerimi açtım ve bana kaçamak bakışlar atan Gökçe'ye baktım. Ellerini arkasında birleştirmiş, benden uzakta, benden bir adım bekliyordu. "Küs müyüz?"

 

Sorduğum soruya cevap vermedi. Başını çevirip yukarı doğru baktığında ona doğru bir adım atmak istedim ama tek yapabildiğim birkaç santim ilerleyebilmekti. Kötü durumdaydım. Dengemi sağlayabilmek bile çok zorken onun yanına gidebileceğimi sanmıyordum. Az önce ağzıma geleni söylerken de zaten kalan son gücümü tüketmiştim. "Gökçe," dedim elimi ona doğru uzatıp. "Gel biraz konuşalım."

 

"Kaç gündür bekliyor çocuk," diyen Kaya'ya baktım. "Şimdi mi aklın başına geldi?"

 

"Gelemedim," diye mırıldandığımda güldü ve içeri girip bana doğru doğru yürüdü. Kollarını göğsünde birleştirip, yarım ağız gülerek bana baktı.

 

"Neden gelemediğini sorabilir miyim hazretleri?" Diye alayla konuştuğunda gözlerimi arkasında kalan Gökçe'ye çevirdim. "Hayır o mükemmel işini bilmesek, devlet meselesiyle falan mı uğraştın da bir yarım saat uğrayamadın diye soracağım ama, biliyoruz."

 

Boş bakışlarımı Kaya'ya çevirdiğimde, "Uzatma Kaya," diyen babasına baktı ve "Yalan mı baba?" diye sordu. "Çocuk kaç saat buna bir şeyler hazırlamaya uğraştı ama," deyip bana döndü ve küçümseyici bir bakış attı. "Değmeyeceğini bilemedi tabii."

 

"Kaya tamam," diye konuştu Asya. "Lütfen anneciğim. Bugün tartışma istemiyorum rica edeceğim odana geç sen."

 

"Ben niye odama geçiyorum sürekli?" Diye sordu yükselttiği sesiyle. "Yanlış bir şey mi söylüyorum ben? Bir soru soruyorum, merak ediyorum neden gelmediğini. Hayır," deyip bana baktı. "Telefonunu falan da bir yerlerden bulduk, bir şey oldu sandık, o da yok."

 

Neden bilmiyorum ama birden ağzımdan "Olmasını mı isterdin?" diye bir soru çıktı. Gözlerimi ondan ayırmadan cevabını beklerken onun da gözleri benim üzerimdeydi. Cevabı duruşundan belliydi aslında, o gün yaptığım şeyden sonra belki de tek istediği canımın yanmasıydı.

 

"Tabi ki istemezdi," diye onun yerine annesi cevapladı ama Kaya böyle düşünmüyordu. "Kaya hadi oğlum sen git odana hadi."

 

Kaya annesini umursamadan bana iğrenircesine bakmaya devam etti ve konuştu. "En azından bir sebebin olurdu." Vardı.

 

"Kaya," diye konuştu uyarı dolu sesiyle Asya. "İyice saçmaladın."

 

"Saçmalamadım," deyip annesine baktı. "Saçmalamıyorum da. Çünkü saçma olan benim tepkilerim değil, sizin tepkisizliğiniz. Ama kusura bakmayın," deyip arkasında kalan Gökçe'yi gösterdi. "Bu kızın keyfinden dolayı bu çocuğun ne kadar üzüldüğünü ben gördüm. Ne yengem ne abim ne siz, hiçbiriniz bir şey demiyor olabilirsiniz ama ben susmam. Madem gelmeyecekti," deyip bana baktı öfkeyle. "Söz de vermeyecekti."

 

Elimde olmayan nedenlere rağmen sebep olduğum şey için üzgündüm. Bu yüzden ona karşılık vermek yerine, "Çekil önümden," dedim Gökçe'yi görebilmek için. "Seninle konuşmayacağım."

 

"Gökçe'yle de konuşmazsın," dediğinde gözlerimi kapatıp bıkınca nefesimi dışarı verdim. Ayakta bile zor duruyorken ona laf yetiştirmek istemiyordum. Tek istediğim Gökçe'yle konuşup bu evden bir an önce gitmekti ama belliki bu hiçbir zaman mümkün olmayacaktı.

 

"Sen mi karar vereceksin buna?"

 

"Ben karar vereceğim," deyip üzerime yürüdü. "Bir itirazın mı var?"

 

"Kaya yeter," dedi Cihan. "Uzatma."

 

"Aslı size yeter!" Diye bağırıp Cihan'a döndüğünde dudaklarım aralandı. "O gün olanlardan sonra bu kız hala bu eve nasıl girebiliyor abi? Evi yaktı ya, seni bıçakladı bu kız! Kendi kızını nasıl bununla görüştürebilirsin sen?!"

 

"Kime bağırıyorsun lan sen?" Diye sordu Cihan. "Siktir git odana!"

 

"Yok abi yok," diye kendi kendine konuşarak ellerini saçlarından geçirdi. "Kafayı yediniz hepiniz! Başka açıklaması olamaz, kafayı yediniz!"

 

"KAYA!" Serhat bey bağırdıktan sonra ona döndü Kaya burnundan soluyarak. Sonra da delici bakışlarının hedefi ben oldum. Sinirden göğsü inip kalkarken bir şey demeden hızlı bir şekilde yanımdan geçti. Geçerken de sert bir omuz atmayı ihmal etmedi.

 

Normalde olsa beni sadece bir adım geriye götürecek hamlesi, şu an için büyük bir darbeydi. Sırtımı arkamdaki duvara çarpıp kendimi acıyla yerde bulduğumda, gözlerimi sımsıkı kapatarak tepki vermemeye çalıştım ama canım fazlasıyla yanıyordu.

 

"Abartma lan!" Diye yüksek sesle bağırdığında, acıdan dolayı dolan gözlerimle ona doğru baktım. Gün geçtikçe büyüyen nefreti gözlerinden akıyordu. Son yaşananlar bana dokunduğu kadar ona da dokunmuş olmalıydı ve o gün atamadığı öfkesi bugün beni hedef alıyordu. Bana doğru eğilip parmağını salladı yüzüme doğru. "O kadar sert çarpmadım! Kalk ayağa, oyun oynama!"

 

Ben dişlerimi sıkmış, acımı zapt etmeye çalışırken Kaya'nın ateş çıkan gözleri bana kilitlenmişti. Serhat bey, "Yeter Kaya!" deyip onun kolundan tutup benden uzaklaştırdığında elimi yere bastırıp ayağa kalkmaya çalıştım ama ciddi anlamda gücüm yoktu. Kaya, sadece bir çarpma etkisiyle böyle davrandığımı düşündüğü için iyice delirdi ve kolunu babasından kurtarıp bir hırsla yanıma geldi.

 

"Amacın ne senin kalk şurdan!" Diye bağırıp sol kolumdan tutarak beni sertçe kaldırmaya çalıştığında dayanamadım ve acıyla "Bırak!" diye bağırdım. "Ah!" Kolumu ondan kurtarıp bağırarak yere çöktüğümde, elimi sol tarafıma doğru atmıştım çünkü yaptığı hamle yaramı zorlamıştı. Ortalık birden karışırken, ben dizlerimin üstüne kapandım ve inleyerek yumruk yaptığım elimi yere vurdum. Sırtımdaki yara o kadar canımı yakıyordu ki içinden çıkartmış olmamıza rağmen o kurşunu hissediyordum sanki.

 

Birinin yavaşça kolumdan tuttuğunu hissederken gözlerim kapalıydı. "İzin ver," diyerek beni doğrultmaya çalışan kişinin Cihan olduğunu anlamam uzun süremedi. Ona bakıp kendimi uzaklaştırmaya çalışsamda bu kez bana müsade etmedi ve tek hamlede beni kucaklayıp ayağa kalktı.

 

"İndir beni," dediğimde sırtımdaki kolunu sağlamlaştırmak için biraz yukarı aldı ve bu elinin tam olarak vurulduğum yere gelmesine sebep oldu. "Ah!" Diye inleyerek gayriihtiyari bir şekilde boynuna sarıldım ve elinin sırtıma olan baskısını azaltmaya çalıştım. "Bas- bastırma!"

 

Nefes nefese konuştuğumda, "Tamam," deyip beni hafifçe omzuna doğru yönlendirip yürümeye başladı. Diğerleri de peşimizden gelirken "İndir beni," dedim nefes nefese. "İndir, yürürüm ben."

 

"Az önce ayağa kalkamıyordun."

 

İğneleyici bir şekilde konuştuğunda inledim ve "Bırak diyorum," diye fısıldadım acı içinde. "Bırak o kadar laf ettim. Hiç mi gurur yok sende?"

 

"Ben size karşı gururumu dokuz yaşında bıraktım." Kaşlarımı çattım, bu ne demekti?

 

Salondan içeri girdiğimizde "Bırak Cihan," dedim artık acıdan ağlayarak. "Canımı yakıyorsun."

 

O hareket ettikçe vücuduma bıçak saplanıyordu sanki. Canım o kadar acıyordu ki kendimi kaybetmeme ramak kalmıştı. "Tamam bitti," dediğinde tüm salonda benim sızlanmalarım yankılanıyordu. "Ah!" diye inledim beni koltuğa bıraktığında. Ne kadar yavaş olsa da bir işe yaramıyordu. Bu saatten sonra da uzunca bir süre sızımın dinmesini bekleyeceğim kesindi.

 

"Sinan'ı ara Baran," diyen Serhat beyi duyduğumda gözlerimi araladım hafifçe. Baran eline telefonunu alıp uzaklaştığında gözlerim Asya'ya kaydı. Korku dolu gözlerle bana doğru bakıyordu.

 

Gözlerimi ondan çekmeme sebep olan şey yüzümde hissettiğim dokunuşlar oldu. "Ateşin var senin," diyerek üzerimdeki cekete uzanan Cihan'ı durdurdum. "Dokunma," dediğimde bir an için gözlerim karardı ve başım öne doğru düştü. Bilincimi kaybetmemiştim ama hareket edebilecek kadar da ayık değildim. Başım Cihan'ın omzunun üzerindeyken bir elini saçlarımın üzerinde hissettim. "Sırtına bakacağım," deyip diğer elini ceketimin yakasına getirdiğinde kolunu tutup "Hayır," diye inledim ağlamaklı bir tonda. Hem canımın yanması hem de şu an olduğum durumun stresi beni bu hale getirmişti ve ben onların önünde bu kadar aciz olduğum için yerin dibine girmek istedim. Güçsüz kaldığım her an olduğu gibi şimdi de bundan utandım. Kimsenin beni bu kadar zayıf ve muhtaç görmesini istemiyordum. Özellikle onlar yokken iyi olduğumu söyledikten sonra, onların önünde olmazdı. "Bir şeyim yok," dedim. "Beş dakika dinleneyim geçer."

 

"Neden ben öyle görmüyorum," diye sessizce konuşup, beni dinlemeden üzerimdeki ceketi çıkarttığında her hareketi acıyla inlememe sebep oldu. Bu durum diğerlerini iyice telaşlandırırken en net duyduğum cümle, "Direkt hastaneye mi götürsek?" oldu. Cevaben ne dediklerini duymadım çünkü tam o anda Cihan badimin eteklerinden tutup yukarı doğru sıyırdı. "Ah!" diye inleyip kollarımı kendime doğru sararak onu durdurmak istedim ama "Zorlama," diyerek badimi yavaş hareketlerle başımın arkasından öne doğru getirdi. O andan sonra da gizlemek için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Ben söylemesem de herkes ne olduğunu öğrenecekti.

 

Cihan beni kendine doğru çekerken uzaklaşmaya çalışsamda izin vermedi. Omzumun üzerinden sırtımdaki yaraya uzandığında gözlerimi kapattım. Yaranın üzerindeki bezi kaldırdığında, yaraya yapışan sargı bezi sanki derimi sıyırıyormuşcasına bir acı hissetmeme ve "Yapma!" diye inlememe sebep oldu.

 

"Kurşun yarası bu," diye fısıldadığında titrek bir nefes alıp gözlerimi araladım. Cihan sargı bezini tekrar örtüp, badimi başımdan geçidi ve ona bakmam için beni kendinden uzaklaştırdı. Islak göz kapaklarımın arasından ona bakarken, başını iki yana salladı. "Ne yapacağız biz seninle böyle?"

 

Benden bir cevap beklemeden ayağa kalktı ve "Sinan'ı ara yola çıkmasın," dedi Baran'a bakarak. "Hastaneye gidiyoruz."

 

"Hastane falan olmaz." Diye boğuk bir sesle itiraz ettiğimde beni umursamadı ama bu önemliydi. Silahla vurulmuştum ben, işin içine polisin karışmamasının ihtimali yoktu ve bu da başımı belaya sokardı.

 

Cihan, babasına doğru döndüğünde "Ne olmuş?" diye sordu Serhat bey. Az önce benim tam önümde olduğu diğerleri ne olduğunu tam olarak görmemişlerdi ve şimdi ondan gelecek cevabı bekliyorlardı.

 

"Vurulmuş."

 

"Ne?"

 

"Ne vurulması?"

 

Serhat bey "Ne demek vurulmuş Cihan, emin misin?" Diye sorduğunda, "Vurulmuş işte baba," deyip bana döndü Cihan. "Hadi."

 

"Gitmiyorum hastaneye falan, polise açıklama yapamam."

 

"Polis karışmayacak," deyip bana uzandığında elimle onu durdurdum.

 

"Başı derde girecek olan kişi sen değilsin tabii," diye konuştuğumda kaşlarını çattı. "Rahat bırak beni, bir şeyim yok toparladım ben."

 

"Başın derde falan girmeyecek," deyip kolunu belimin arkasından geçirmek istediğinde kolunu ittirdim. "Rahat dur! İyi değilsin, hastaneye gitmen lazım."

 

"Korkma kızım, polisi biz hallederiz." Diyen Serhat beydi. "Sen yeterki iyi ol, düşünme bunları."

 

"İstemiyorum sizin yardımınızı." Dedim baskılı olduğunu düşündüğüm bir tonda. "İyiyim." Beni umursamadan kucağına alıp yürümeye başladığında, baskılı ses tonum bir işe yaramamışa benziyordu. "Bir kere de dediğimi yapın," diye konuştum yorgunca. Ne yaparsam yapayım bu saatten sonra beni dinlemeyecekleri ve benimde karşı gelemeyecek kadar güçsüz olduğum aşikardı. Herkes bir telaş peşimizden gelirken, kapanmak üzere olan gözlerim salonda kalan tek bir kişiye kaydı. Kaya, dirseklerini dizlerine yaslayarak başını ellerinin arasına almış bir şekilde koltuğa çökmüştü.

 

 

Karan Baturgan

 

Kalabalık bir ailede büyüdüysen sessiz kalman gereken yerleri bilirdin. Büyükler konuşurken susardın mesela... Ya da bir tartışma varken, bir olay üzerine düşünülüyorken, fikrinin sorulmadığı yerde veya biri ağlıyorken. Aslında düşününce, bizim ailede çoğu zaman susardın. Çünkü herkes konuşursa gürültü çıkartı. Ve dedem gürültüden nefret ederdi.

 

Babam da dedemin oğluydu.

 

Biz, böyle yetiştirilmiştik. Dışarıda sustuğumuzda, içeride konuştuğumuzda tokat yerdik. Bu yüzden çocukluktan beri kendi meselemiz olmayan hiçbir konuda araya girmezdik. Girdiğimizde de bir bakış susmamıza yeterdi, yetmezse bir şekilde yetirirlerdi.

 

Ama kimsenin baş edemediği biri vardı şimdi. Günlerdir çıkan gürültünün kaynağı, bu defa sessizdi. Günce arabaya binmeden hemen önce Cihan abimin kucağında bayılmıştı. Onu nasıl hastaneye getirdik, nasıl o sedyeyle yerleştirip gitmesine izin verdik bilmiyorum. Senelerce bekleyen biz değilmişiz gibi şimdi bir hastane odasında, hepimiz, sanki hiç yaşamadığımız bir hissin o karanlık dumanı altında boğuluyorduk.

 

Annemle babam bir köşeye çekilmiş, tıpkı eskiden olduğu gibi soyutlanmışlardı bizden. Cihan abim kontrolü sağlayamamanın sinirinden odanın içinde dönüp duruyor; Baran abim koltuğa oturmuş, ne yapacağını bilemez bir halde yeri seyrediyordu. Yine herkes aynı odanın içinde başka dünyalara dağılmıştı ve bunun verdiği his yıllar öncekiyle aynıyla. Ailen yanındayken yalnız olmak. Bu talihi kırdığımızı düşünmüştüm ama yanılmışım. Kendimizi kandırmaya gerek yoktu, bir kişi bile eksik olduğumuz sürece hiçbir zaman tam bir aile olamayacaktık.

 

"Baba," diyen Cihan abime doğru baktığımda elindeki telefonu gösterdi. "Dedem yine arıyor."

 

"Aç konuş," dediğinde abimin yüzündeki isteksizliği gördüm. Yine de bir şey demeden telefonu açtı ve odanın en köşesine geçip dedemle konuşmaya başladı. Gözlerimi babama çevirdiğimde içimdeki öfkeye engel olamadım. Onun çoğu şeyi abimin sırtına yük etmesi benim zoruma giderken, abimin tek kelime etmeden yapması gözümde çok büyük bir şeydi. Annem ve babama bir kez bile karşı çıkmamıştı bugüne kadar. Haksızlığa uğrasa bile sesini çıkartmamıştı. Onun saygınlığı bu ailenin en üst safındaydı belki ama bedelini bugün yüzüne vurulduğu gibi, kötü bir adam olmakla ödüyordu.

 

Abim konuşmayı bitirdiğinde ona döndüm tekrar. Babama bakarak konuştu. "Dedem hallettiniz mi diye sordu yine."

 

"Sen ne dedin?" Diye sordu babam.

 

"Aynı şeyleri söyledim. Günce'nin görüşmek istemediğini ve biraz daha zaman gerektiğini."

 

"Dedem?" Diye sorarcasına konuştuğumda, bıkınca devam etti. "Verdiği iki hafta neyimize yetmediğini ve birkaç gün sonra bize gerek kalmayacağını, söyledi."

 

Dedem o akşam Günce'yi ikna edip onunla tanıştırması için babama iki hafta mühlet vermişti ama durumlar malumdu. Günce'yi ikna etmek için konuşmayı geç, biz onu günlerce bulamamış ve konuşmak için karşımıza bile alamamıştık. Şimdiyse dedemin istediği şeyin mümkünü olmayan bir durum yaşıyorduk.

 

"Dedem bu işin peşini bırakmaz," dediğimde babam sesli bir nefes verdi. "Zaten geçen hafta zor durmuştu."

 

"Günce bir iyi olsun, sonra dedenize anlatacağım her şeyi. Durmayacağız artık," dedi babam. "Bu iş çok uzadı. Daha fazla zarar görmesine izin veremem."

 

"Ne yapacağız baba?" Diye sorup güldü Baran abim sinirle. "Kızın elini kolunu mu bağlayacağız yine? Ya da bir yere kapatalım bu sefer, saat başı kontrol ederiz ne dersiniz?"

 

"Sende yemeklerini götürürsün," dedi Cihan abim. "O ipi getirdiğin gibi."

 

Baran abim ona döndü. "Sen istedin abi."

 

"Sen de yaptın."

 

"Sana karşı mı gelmeliydim?" Diye sordu Cihan abimin sakinliğine karşı oldukça hararetli bir şekilde.

 

"Zamanında gelmiştin."

 

Cihan abimin konuşmasından sonra Baran abim hırsla ayağa kalktı. "Allah benim belamı versin o zaman."

 

O kapıyı sert bir şekilde çarpıp çıktıktan sonra babam konuştu. "Kaç yaşında adam oldunuz ama sesinizi nerde kesmeniz gerektiğini bir bilemediniz."

 

Ortamın gerginliğinden dolayı çıkmak için ayaklandığımda annem dirseklerini dizlerine dayayıp başını elleri arasına aldı ve "Cihan git kardeşine sahip ol ne olur," dedi abime bakarak. "Kendi kendine delirir şimdi."

 

Bizi yine bir şekilde kendi aramıza bırakıp, odada yanız kaldıklarında kendime dönüp baktım. Bizi yok saydıkları diğer tüm zamanlar gibi sorguladım kendimi. Ama yine kızamadım onlara çünkü yine hak verdim, yine anladım.

 

Aileni anlamak bazen çok büyük bir yük oluyordu insanın içine. Öfkelenemiyordun bile. Çünkü kendin için onlara öfkelendiğin her an, yaptığın bencillik içini pişmanlıkla dolduruyordu. Onların acısının büyüklüğü, kendi acını küçümsetiyordu sana. Öfkelenmeye de kızmaya da haksız bırakıyordu. Abimlere doğru baktım. Baran abim yere oturmuş, yumuk yaptığı elini hırsla yere vuruyor; Cihan abimde onu durdurmaya çalışıyordu. Sırtımı arkamdaki duvara yaslayıp gözlerimi kapattım.

 

Belki de biz her seferinde, onlara hiç kızamamanın bedelini ödüyorduk.

 

 

Koridordaki koltuklara oturmuş, ne kadar zaman geçti bilmeden beklerken Sinan abinin yanımıza gelmesiyle ayaklandık. Yüzündeki ifade bir şeylerin ters gittiğini açık bir şekilde gösterirken Cihan abim, "Sinan," deyip sorgulayan gözlerle ona baktı. "İyi mi?"

 

Sinan abi yüzündeki olumsuz ifadeyi bozmadan, "İçerde açıklayayım," diyerek odaya doğru yürüdü ve kapıyı aralık bırakarak içeri girdi.

 

"Bir şey olmuş," diye fısıldadığımda Baran abimin tedirgin nefesini duymak beni daha da gerdi. Beraber içeri girdiğimizde, annemle babam kalkmış Sinan abiye bakıyorlardı.

 

"Bir şey söylesene Sinan," diye konuştu annem. "İyi değil mi, bir sorun yok?"

 

"Pek iyi şeyler söyleyemeyeceğim."

 

"Yapma Sinan," dedi başını iki yana sallayarak. "Yapma düzgün bir şey söyle bana."

 

"İyi bir şeyler söylemek isterdim ama maalesef durum sandığımızdan kötü."

 

"Ne gibi?" Diye sordu babam kaşlarını çatarak.

 

"Şöyleki," deyip elindeki dosyaları sıktı ve devam etti. "Yarayı alalı günler geçmiş ve işleme bakacak olursak saçma sapan bir şekilde halledilmiş."

 

"Enfeksiyon falan mı?"

 

"Aslında bakarsan onunla ilgili bir problem değil, yani biz ufak bir operasyonla tekrar o bölgeyi profesyonel bir şekilde tedavi ettik. Ama," deyip gözlerini bizim üzerimizde gezdirdi. "Sizde bilirsiniz ki bu o kadar küçük bir yaralanma değil. Muhtemelen hayatta tutabilmek için olur olmadık ne buldularsa kullanmışlar ya da kullanmış. Vücudunda oldukça fazla toksik madde birikimi var. Bunların aldığı ilaçlardan dolayı olduğunu düşünüyorum. Zaten başka türlü günlerce bu acıya katlanamazdı. Muhtemelen çok ağır ilaçlar aldı."

 

Annemin titrek bir nefes alıp babama tutunduğunu gördüm. Sinan abinin cümlesi nereye varacaktı bilmiyorum ama herkesin yüzündeki korku onun konuşmasını zorlaştırıyordu. "Bu ilaçların gösterdiği reaksiyonlar bir çok sisteme zarar vermiş durumda. Biz şimdi hem bunu kontrol altına almaya uğraşıyoruz hem de vücudunu bu ilaçların kalıntılarından arındırmaya çalışıyoruz. Tedaviyi buna göre planladık ancak bünyesi düşük birine göre oldukça ağır bir tedavi bu. Bu yüzden bir süre yoğun bakımda tutacağız. Vücudunun kendini toparlamasını bekleyeceğiz, ama..."

 

"Ama?" Diye tekrar etti babam her cümlenin seyrini değiştiren o kelimeyi. Susup sormasa daha iyi olurdu belki de, devamının iyi olmadığı belliydi. Kardeşimle ilgili daha fazla kötü haberi duyacak gücüm yoktu. Felaket üstüne felaket yaşamaktan bıkmıştım. Her gün bir önceki günü arar olmuştuk ve ben şimdi, yarın olmasından korkuyordum.

 

Sinan abi bir anlık çekinerek bekledikten sonra güç bir şekilde konuştu. "Direnemeyebilir."

 

O andan sona başka bir kelime duymadım. Sanki kulaklarım tıkandı, herkes soyutlandı. Söylediği şeyin getirileri çok ağırdı ve bunların düşüncesi bile mahvolmama yetmişken, gerçekleşirse ne yapardık bilemedim o an. Bildiğim tek bir şey varsa o da; gözünü açmadığı her gün, bizim yaptıklarımızın da yapamadıklarımızın da bedelini ödeyeceğimizdi.

 

Boğulduğumu hissederek odadan çıktığımda adımlarım güçsüzdü. Korkuyordum. Onu daha yeni bulmuşken, daha hiç doyasıya sarılamamışken, hiç abilik yapamamışken, hiç mutlu edememişken, geçirdiğimiz her anı ona zehir etmişken, korumamışken, savunmamışken, bir çok şeye bu kadar pişmanken... onu kaybetmekten, deli gibi korkuyordum şimdi.

 

Karşı duvara omzumu yasladığımda, ağlamamak için zor tutuyordum kendimi. Tüm olanlara inanamıyordum artık. Onun, bizi bulmasına rağmen her şeyle bu kadar kendi başına mücadele ediyor olması bile bizim suçumuzdu. Geçmişine yararımız yoktu ama bugününde vardık ve buna rağmen bize gelmemişti. Bunun sorumlusu hepimizdik. Biz, hepimiz, bir gün onu bulacağımızı hayal ederdik ama onu bulduktan sonra kaybedeceğimizi hiç düşünmemiştik. Biz şimdi onu her anlamda kaybediyorduk ve bunun gerçeği kendimi gebertmek istememe sebep oluyordu.

 

Cebimde titreyen telefonu elime aldığımda gözlerimi kapattım. Bugün olanların üstüne ben ona nasıl durumu anlatacaktım bilmiyordum. O ettiği laflardan sonra duyacakları, yaşayacağı vicdan azabının yükü olacaktı ve küçük kardeşim bugünkü öfkesinin altından kalkamayacaktı.

 

"Kaya,"

 

"Abi ben," deyip bir anlık duraksadıktan sonra devam etti. "Kızma ama merak ettim. Ne yaptınız? O, iyi mi?"

 

Başımı yaslandığım duvara dayayıp gözlerimi kapattım, konuşamadım. "Abi?" Ne o duymaya hazırdı ne de ben söyleyip kabullenmeye hazırdım. Bunu dillendirmek bile ağır geliyordu bana, yapamıyordum. "Abi, kötü bir şey mi oldu?"

 

"Kaya," diye konuştum en sonunda zar zor çıkan sesimle. "Buraya gelsen iyi olur abim."

 

Telefonu kapattıktan sonra duvara sırtımı yasladım ve bizimkilere doğru baktım kapıdan. Görebildiğim Cihan abimin Sinan abiyi uzaklaştırmış muhtemelen detayları öğrenmek için konuştuğu ve babamın da anneme sarılmış onu sakinleştirmeye uğraştığıydı. Her zaman olduğu gibi annem için babam, aile için abim ayakta duruyordu ama ikisinde iyi olmadığı çökmüş omuzlarından belliydi.

 

Onların yaşayacağı pişmanlıkları düşündüm. Yaptıkları yanlışlara susmanın bedeli bile bu denli ağırken, onların altından kalkamayacakları yükler vardı şimdi sırtlarında. Her zamanki doğrularına uymak onların beklerkenki cehennemi olacaktı. Çünkü bazen doğru olanı yapmak en büyük hataydı. Onların doğruları günlerdir yanlıştı.

 

Aslında kendilerine göre Günce'yi birçok konuda alttan almışlardı. Ama onlara söylemiştim, bu yeterli değildi. Bu kadar hırçınken, öfkeliyken ve bu kadar kırgın bakıyorken ona çok daha anlayışlı davranmalıydık. Onun istediği şekilde ilerlemeliydik. Ama hiçbir konuda sabrı kalmayan ailem onun tüm bu duygularını çok daha yüksek seviyeye taşımış, onunla başa çıkmak için çok yanlış yollar seçmişti. Bizim tek yapmamız gereken başından beri onu dinlemek olmalıydı. Onun istediği kadar ve istediği şekilde onunla görüşmeliydik. O gün de söylediği gibi, arada sırada görüşmek yerine neden bunu yapmıştık? Madem istemiyordu durmalıydık.

 

Biz sadece, yanımızda olursa bizi anlar sanmıştık. Belki yeniden aile oluruz, yeniden beraber yaşamaya alışırız sanmıştık. Hem onun yalnızlığı diner hem bizim senelerdir çektiğimiz özlem son bulur, sanmıştık. Her şeyi daha da bok etmeden önce, tüm bunlar için onu bir süre istemediği bir hayatta yaşatmak doğru gelmişti. Ama o, her zaman söylediğinde çok haklıydı. Biz birbirimize yabancıydık. Onu tanımıyor ve vereceği tepkileri bilmiyorduk. Bunu yaşayarak görmenin bedeli de onu daha kazanamadan kaybetmek olmuştu.

 

Şimdiyse yapılan hataları telafi etmek için belki de hiç şansımızın olmayacağı bir bilinmezin içindeydik. Sonuçlarının düşüncesinin bile ölüyormuş gibi hissettirdiği bir bilinmezlik. Her şey için bir dönüm noktası da olabilirdi, cümlenin sonunu getiren o son nokta da. Bunu yaşayarak görecektik.

 

Gözlerimi kapattım. Hayatın bize verdiği ikinci şansın ellerimizin arasından kayıp gitmemesi için yeni bir şans diliyordum şimdi, eminim ki diğer herkes gibi. Korkarak, şüphe duyarak, içten içe her hatanın bir bedeli olduğunu bilerek, yüzsüzce. Yemin ettim kendi kendime. Karşıma alacağım kişi kendi ailem olsa bile, kardeşimin istemediği hiçbir şey yaşanmayacaktı bundan sonra. Yanımızda olmasın, sevmesin bizi sorun değildi. Tek istediğim yine gitmemesiydi. Çünkü bu defa giderse tüm umutları da peşinden götürecekti.

 

 

Saatler sonra hastanenin özel yoğun bakım katında sessiz bir bekleyiş hakimdi. Herkes susmuş kendi iç savaşını veriyordu ve bu savaş kolay kolay bitmeyecekti. Günce uyandığında, onun gözünün içine baktığımız her an yaptıklarımız ve yapamadıklarımızın harbi orada olacaktı. Kendi pişmanlıklarımız, bizi kendi içimizde kazananın olmadığı bir yenilgiyle yaşatacak ve her seferinde bir keşkenin içine düşecektik.

 

Gözlerimi camın ardında kendi savaşını veren kıza çevirdim. Hepimiz içimizdeki pişmanlığın acısını onun gözlerine bakarak çekmeye hazırdık ama onun gözlerinin bir daha açılmama ihtimali, kendimizle olan bu savaşı ölene kadar diri tutmaya yeterdi ve ben en çok bundan korkuyordum.

 

Koridorda yankılanan sesler, başımı yasladığım duvardan ayırmadan o yöne bakmama sebep oldu. Sedef abla ve Kaya buraya doğru gelirken gözlerim Kaya'nın üzerindeydi. Yüzündeki ne yapacağını bilemez ifade net bir şekilde anlaşılıyordu. Babama ve abime attığı kaçamak bakışlardan sonra Cihan abim ayağa kalkıp, Sedef ablanın yanına gitmek yerine ona doğru yürüdü. Kolunu omzuna atıp, birkaç adım uzaklaştırdıktan sonra, muhtemelen ona; korkmamasına ve suçlu hissetmemesine dair bir şeyler söylemeye başladı.

 

Sedef abla da annemlerin yanına gidip Günce'nin durumunu sorduğunda gözlerimi tekrar odanın içindeki Günce'ye çevirdim. Kardeşimin solgun yüzü boğazımın düğümlenmesine sebep olurken, onun bu sessizliği içime öyle oturuyordu ki ben sürekli başa sararken buluyordum kendimi. Tekrar kendime kızıyor, yapamadıklarımın hesabını soruyor, engel olamadığım her şeyin bedelini ödüyordum.

 

Yanımda hissettiğim hareketliliğe döndüğümde gözlerim Kaya'yı buldu. Bakışları camın ardından Günce'yi bulduğunda yutkunduğunu gördüm. O kadar böyle bir şey olacağını beklemiyordu ki, bugünkü konuşmasından sonra bu durum Kaya için oldukça zordu. Her ne kadar Günce'ye başından beri sıcak davranmamış olsa da içten içe onu sevdiğini herkes gibi ben de biliyordum.

 

"Abi," diye fısıldadı gözlerini ondan ayırmadan. "Ona bir şey olmaz değil mi?" Ben bir cevap vermeden devam etti. "İnatçının teki," deyip başını iki yana salladı kendine cevap verircesine. "Tek başına olmasına rağmen," deyip bekledi ve "Güçlü..." diye mırıldandı. "Bir şey olmaz yani." Kendini onaylamak isteyerek başını salladı. "Olmaz." Sonra bana baktı ve gözlerindeki emin olamama halini gördüm. "Değil mi?"

 

Bunu benim de bildiğim söylenemezdi ama ona duymak istediği cevabı verdim ve "Olmaz," deyip omzundan tutarak kendime doğru çektim. Kaya'nın kolunu sıvazlayıp iyi hissetmesi için o şekilde kalırken gözlerim herkesten uzaklaşmış olan ikiliye kaydı.

 

Sedef abla, koltuğa oturmuş ona bir şeyler anlatan abimi dinliyordu ama abimin gözleri ona bakmak yerine kendi ellerini izliyordu. Abim ne anlatıyordu bilmiyorum ama Sedef abla en sonunda dayanamadı ve onun yanına oturup abime sarıldı. Abim gözlerini kapatıp başını yengemin göğsüne yasladığında, onun için tek nefes alabildiği anın içindeydi şimdi. Belki sadece birkaç dakika dinlenecekti ama bu abim için, bizi ayakta tutmasına yarayacak o gücü toparlamasına yeterdi.

 

Sedef abla abimin şifasıydı. Aslında bakarsak hem şifası hem yarası... Sedef abla çok zor biriydi. Abimi deli gibi sevdiğini biliyordum ama buna rağmen bazı konularda kendinden asla taviz vermezdi. Bunun getirilerinin bedelini en çok abim ödüyordu belki ama o da en az abim kadar acı çekiyordu çoğu zaman.

 

Gözlerimi onlardan çekip Günce'ye çevirdiğimde, günler önceki kavgalarını anımsadım. Abimin Günce'yle baş etme yöntemi Sedef ablayı çileden çıkartmıştı. Onun senelerdir beklediği umudu yine yitirmesine sebep olmuştu.

 

 

Flashback

Bir kolumu koltuğun koluna dayamış bir şekilde, elimle başımı ovarken gözlerimi evin bahçesine doğru dikmiş oturuyordum. Tüm yaşananların geride bıraktığı enkaz salondan kalkmış, etraf temizlenmişti ama maalesef, Günce'nin geride bıraktığı yıkım sadece evde değildi. Hepimiz, onun evi terk ettiği o anda kalmış; birimiz bile sesimizi çıkartmamıştık o gittiğinden beri.

 

"Ben çıkıyorum," diyen Sinan abinin sesini duydum ama dönüp bakmadım. Günce gittikten bir süre sonra abimin bacağındaki yara için gelmişti ve anlaşılan işi bitmişti. Şimdi de sessiz evde uzaklaşan adım sesleri ve açılıp kapanan kapı, gittiğini ve yine biz bize kaldığımızı gösteriyordu.

 

"Olanları anlatmayı düşünmüyor musun?"

 

Birkaç dakika sonra içerideki odadan gelen ses, Sedef ablaya aitti ve doğrudan abime yöneltilmişti. Hiçbir şeyden haberi yoktu ve aşağı indiğinde gördüğü manzara karşısında şok olmuş, sorgulamaya bile fırsat bulamamıştı.

 

"Gördüğün gibi."

 

"Gördüğüm gibi?" Diye sordu ve histerik bir şekilde güldü Sedef abla. "Tamam," dedi sonra da sakin olmak ister gibi. "Tamam sırayla." Evin tüm sessizliği, onların henüz yükselmemiş seslerini bile net bir şekilde duymamıza sebep oluyordu. Hepimiz beş karış suratla salonda oturmuş, birazdan çıkacak kavgayı beklerken Sedef abla devam etti. "Bu kız, seni neden bıçakladı ordan başla."

 

"Sedef," derken anlatmak istemediği ses tonundan bile belli olan abim, yengemin bağırmasıyla susmak zorunda kaldı.

 

"Neden bıçakladı dedim!" Abim cevap vermediğinde devam etti. "Kimlik yüzünden mi bu kadar gözü döndü bu kızın? Bir şey mi dedin, başka bir şeye mi kızdı? Cihan anlat!"

 

"Boğazına bıçak dayadım."

 

Başımı olan elimle yüzümü sıvazladım ve gözlerimi bizimkilerin üstünde gezdirdim. Yüzlerinden akan çaresizliği gördüm. Yengemin sessizliği, hepimiz o dakikalarda suskunluğuyla eş değerdi. "Yapmazsın." Dedi en sonunda. "Hayır, yapmazsın."

 

Yaptı, yaptık.

 

"Yaptım."

 

"Günce o." Dedi hala anlam veremiyormuş gibi. "Se- senin yıllardır aradığın kardeşin! Ne olmuş olursa olsun bunu yapmazsın sen..."

 

"Kaya'nın boğazına bıçak dayadı Sedef." Derken, yaptığının doğruluğunu sorguladığı ses tonundan belli oluyordu. "Ne olduğunu anlasın istedim."

 

"Anlamak mı?" Diye sordu hızlı bir şekilde. "Cihan bu kız senin kardeşin! Had bildirdiğin adamların değil, sen kafayı mı yedin?"

 

"Kaya'da benim kardeşim, Sedef. Başka ne yapmamı bekliyorsun, alkış mı tutacaktım? Ona zarar verip vermeyeceği bile belli değildi, durup bekleyecek miydim? Ne kadar fevri olduğunu gördün-"

 

"Elinden bıçağı alıp onu sakinleştirebilirdin."

 

"Sakinleşmezdi."

 

"Aynısı yapmak neyi değiştirdi peki?" Diye sordu sinirle. "Anladı mı bari?! Aa, ben ne yapıyorum, dedi mi?"

 

"Sedef!"

 

"Boşuna bana kızma! O kızın ne kadar hırçın olduğu yüz metre öteden belli. Hatta yüz metre öteden belli olan başka bir şey daha var; sana benzediği!"

 

"Bana benzeseydi eğer bunların hiçbiri yaşanmazdı. Eğer biraz olsun aklıbaşında olsaydı, nerde ne konuşacağını bilseydi böyle olmazdı."

 

"Nerde ne konuşacağını bilseydi derken, sana kafa tutmasından mı bahsediyorsun?" Yengem, abimin cevabını beklemeden devam etti. "Sizin ailenin sorunu bu, biliyor musun Cihan? Herkese, her şeye o kadar hükmetmeye alışmışsınız ki, kendi ailenizin içinde bile buna devam ediyorsunuz."

 

Haklıydı. Dedemin getirdiği otoriteyi, babam ve sonra abim devam ettiriyordu. "Ama sana bir şey söyleyeyim mi?" Diye devam etti Sedef. "O kız, senin diğer kardeşlerin gibi, senin içini bilmiyor. Ve o kız, senin diğer kardeşlerin gibi, sana saygı duymuyor."

 

Söylediklerinin doğruluğu sadece abime değil, şu an bu salonda oturan herkeseydi aslında. Bizim yanlış yaptığımız nokta tam olarak buydu işte. Ona, çok fazla bizden biri gibi davranmıştık ama olması gereken temkinli hareket etmekti. Yavaş ve sabırlı davranıp, önce varlığımıza alışmasını sağlamalıydık. Tercihlerine ve isteklerine anlayışla yaklaşmalıydık ama olan, bunun tamamen tersiydi.

 

"Diğerleri seni biliyor Cihan, sen onlarla aranı bir şekilde düzeltirsin ama o kız seni tanımıyor. Ondan saygı görmediğinde, sana kafa tuttuğunda herkese davrandığın gibi davranmaya devam edersen eğer; asla bir kız kardeşe sahip olmazsın.

 

"Kaya'nın boğazına bıçağı dayayan, Baran ya da Karan olsaydı; bir misilleme yapabilirdin, hatta onları dövüp adam edebilirdin ama senin karşında kız kardeşin var.

 

"Senelerdir tek başına bu kız. Ne yaptı, ne yaşadı bilmiyoruz. Sen şimdi onun her hareketinde ona kızarsan, korkutarak bastırmaya çalışırsan; bu zamana kadar yaptığın her şeyi, tüm çabanı boşa çıkaracaksın.

 

"O diğerleri gibi değil, siz birlikte büyümediniz. Onu tanımıyorsun, hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Ona istediğin gibi davranamazsın, alttan almak zorundasın. Sana yanlış gelen bir davranışı olduğu zaman sakin kalmak zorundasın.

 

"Üstelik, ne kadar ileri gidebiliyor hepimiz gördük. Canını sıktığın zaman duru durağı yok. Aynı senin gibi, gözü hiçbir şeyi görmüyor." Birkaç saniye duraksayıp devam etti. "Ama yine de anlamadığım bir şey var. Ne kadar ileri gidecek olursa olsun, seni bıçaklamak onu neden durdurmadı?" Sedef abla sorduğu soruya abimden bir cevap alamadı ama abimi çok iyi tanıması, ona istediği cevabı verdi. "Çünkü seni harekete geçirdi."

 

Abim sesini çıkartmazken gözlerimi annem ve babama çevirdim. Annem gözlerini yere dikmiş kendini ağlamamak için zor tutuyor, babamsa bahçeye açılan camın önünde dışarıya doğru bakıp düşünüyordu. Görünen o ki Sedef ablanın sözleri sadece abime değil, şuna an salondaki herkese, en çokta onlara haddini bildiriyordu sanki. Onun parmak bastığı yer, hepimizin başını yere eğdirmeye yetiyordu şimdi. Çünkü sessiz kalmak masum olmak değildi, hepimiz suçluyduk.

 

Biz başka türlüsünü bilmiyorduk. Başka türlüsünün işe yaradığını görmemiştik. Ailem kendi yöntemlerini en olmaz kişiye uygulamış, bir karşılık bulurum sanmıştı ama bu kez yanılmıştık. Şimdi Günce'nin gözünde biz, ona zarar verebilecek diğer herkesten farklı hiçbir şeydik.

 

"Ne yaptın?" Diye sordu Sedef abla, ses tonundaki bariz soğuklukla.

 

Abimi göremiyordum ama duraksaması bile canının sıkkın olduğunu gösteriyordu. "Bağladım."

 

Sedef abla inanamıyormuşcasına konuştu. "Bağladın?"

 

"Evet Sedef." Dedi abim sert bir sesle. "Bağladım! Çünkü durması gerekiyordu, kendine gelmesi gerekiyordu! Sakinleşip, düşünüp, ne yaptığını tartıp biçmesi gerekiyordu!"

 

"Bir de savunuyor musun yaptığın şeyi?"

 

"Olması gerekeni yaptım."

 

"Olması gereken?" Sedef ablanın sesindeki hayal kırıklığını buradan bile duyabiliyordum. "Cihan," dedi yakarır gibi. "Neden kendin gibi davranmıyorsun sen?"

 

"Çünkü ben buyum, Sedef."

 

"Yapma Cihan!"

 

"Asıl sen yapma. Kabullen artık, ben buyum. Ne olması gerekiyorsa onu yaparım, bir düzen sağlanacaksa-"

 

"Ya sikicem düzenini, ne düzeni be?!" Sedef ablanın bağırışından sonra, babam kapıyı açıp bahçeye çıktı ve ardından annem ayaklanıp gitti. Ne kadar uzaklaşırlarsa uzaklaşsınlar, bundan sonra onların seslerinin duyulmama ihtimali yoktu. Birazdan kızılca kıyamet kopacaktı. "O düzen yüzünden kendini kaybediyorsun, görmüyor musun?! Bu evin tüm yükünü neden sen sırtlıyorsun Cihan?! Neden biri kötü ilan edilecekse, o hep sen oluyorsun?!"

 

"Ailem için ne kadar ileri gidebileceğimi bilmiyormuş gibi konuşma!"

 

"Bilmez miyim?" Diye sorup güldü. "Sen ailen için kendini yitirmeyi bile önemsemezsin! Olması gereken; senin sert olman, duygusuz olman, biri bir kötülük yapacaksa bunu senin yapman, başka türlüsü yok çünkü! Bu evin günah keçisi sen misin ya? O kıza haddini bildirmek sana mı düştü? Ya ayrıca," deyip durdu ve devam etti. "Ayrıca o kız, sizden ya sizden! O da senin ailen! Buna rağmen nasıl bu kadar hoyrat davranıyorsun sen? Annen, baban buna nasıl müsade ediyor?! Hepiniz mi delirdiniz siz Cihan?!"

 

"Başka türlüsünden anlamayacaktı!"

 

"Şimdi anladı mı sanıyorsun?!" Diye bağırdı öfkeden deliye dönmüş bir sesle. "Yaptıysa yaptı, yıktıysa yıktı! Siz böyle onun damarına bastığınız sürece de daha çok yakar o kız buraları! Neden biliyor musun? Çünkü o da aynı sizin gibi, canı yandığında gözü başka hiç kimseyi görmeyen bir Baturgan! Ve siz, onu tekrar kaybetmemek için yanınızda tutmaya çalışmaya eğer bu şekilde devam ederseniz, asla ama asla o kızı kazanamayacağınızı anlamayan ahmak-"

 

"Sedef!"

 

"Üstelik," deyip sinirle güldü cümlesini devam ettirme gereği duymadan. "Üstelik senin bir kızın varken, ona böyle acımasızca davranıyor olman; sana güvenmediğim tüm konularda haklı olduğumu bana tekrar gösterdi biliyor musun?! Tüm acabalarımı, tüm umutlarımı, hayallerimi sildin attın yine! Seninle evlenmemekle en doğru kararı vermişim ben! Tekrar emin oldum, çok teşekkür ederim!" Diye bağırdı öfkeyle ama sonra öfkesi acıya dönüştü. Dakikalar sonra ağlayarak konuştu. Çünkü Sedef abla abimi cezalandırdığı her an için kendi canını da yakıyordu.

 

"Sen onu canından çok seviyorsun ben biliyorum," kırık bir iç çekti. "Ben biliyorum ama sen nasıl böyle bir canavara dönüşebiliyorsun ben anlamıyorum. Cihan sen bu yüzden kaybediyorsun. Ve böyle yaptığın sürece hep kaybedeceksin! Bir gün, yaptıklarının korkusu sana olan sevgimden ağır gelecek. Bir gün..."

 

"Sus."

 

Abimin tek kelimelik yalvarışı, cümlenin devamının gelmesini engelledi ama hepimiz o cümlenin sonunu biliyorduk. Sedef onu mahvedecek o cümleyi kurmadı ama kendi içindeki feveranı da durduramadı.

 

"Yalvarırım artık bir şey yap. Kalbinin içindeki adam gibi davran. Çünkü ben artık kendi içimde seni haklı çıkaramıyorum."

 

•••

 

 

"Gelmedi," dedi babam odadaki sessizliği bozarak. "Az daha ölecekti ama yine de gelmedi."

 

Öleceğimi bilsem bile kapına gelmem artık.

 

O günü hatırladım. Gözlerimi pencereden baktığım gökyüzünden ayırmadım saatlerdir olduğu gibi. Birbirine bağladığım kollarımı sıkarken, herkese arkamı dönük olmak tepkimi kontrol etmek için iyiydi. Herkes yeterince üzgün ve yorgunken, birbirimize edeceğimiz ufak bir laf büyük bir tartışma doğurabilirdi. Bu yüzden kendimi ne konuşmalara ne de başka bir olaya dahil etmek istemiyordum. İstediğim tek şey, artık kardeşimden iyi bir haber gelmesiydi. Çünkü neredeyse sabah olmuştu ama durumu hala tam anlamıyla iyiye gitmemişti.

 

"Bunun sorumlusu biziz." Diye mırıldandı annem. "Hata ettik." Kabullenilmesi güzel.

 

"Öyle," diye devam etti babam. "En başında onu zorlamak yaptığım en büyük yanlıştı. Bana açık açık nasıl olmasını istediğini söylemişti. Nerden bilebilirdim, onu zorlamanın her şeye mâl olacağını."

 

"Benim yüzümden," diye fısıldadı annem. "Onu yanımda istediğim için yaptın. Eğer biraz sabretseydim, bunlar yaşanmazdı. Kızım en azından bizden yardım isteyebilirdi."

 

"Onca yaşadığın şeyden sonra, kızımızı yanında istemen hakkındı."

 

"Onu inciterek değil." Annemin sesi titredi, sesli bir nefes alıp verdi. "Aslında," deyip kendini açıklamak istedi. "En başında her şeyin onun istediği şekilde ilerlemesini istiyordum. Ama sizin anlattıklarınızdan sonra, korktum. Ona ulaşamamaktan, haber alamamaktan, kaçıp gitmesinden, görememekten, sevememekten... Biliyorum bencilceydi ama bir şekilde yanımda olsun istedim." Dayanamayıp anneme doğru baktım. Onun yaşadıklarından sonra ona kızamıyordum bile. Tek istediği bir şekilde kızını yanına alabilmekti ama şimdi, arada sırada bile görememe ihtimaliyle baş başaydı ve suçu yaşananlardan dolayı kendinde buluyordu. "Senden istediği ilk şeyde onu köşeye sıkıştırarak buna mecbur bıraktık, sesimi çıkartmadım. Sinirleneceğini bile bile kimliğini değiştirdik, yine sustum." Yanağına süzülen yaşı sildi. "İşime geldi çünkü. Kızım yanımda olacaktı," güldü. "Onu yaklaştırmak için yaptığımız her hamle, onu bizden uzaklaştırdı ve şimdi bunun sonucu o kadar ağır ki..." Boğazının düğümlendiğini gördüm, konuşamadı.

 

"Sen bir şey yapmadın," diyen babama, başını salladı ağır ağır. "Hemde hiçbir şey yapmadım." Dedi ağlamaklı bir tonda. "Gözümün içine baktı o gün Serhat. Cihan'ı durduralım diye gözümüzün içine baktı. Sen hiçbir şey yapmadın, ben hiçbir şey yapmadım. Kendime inanamıyorum. O an, o kadar karmaşıktı ki... ben eğer giderse onu bir daha hiç göremem diye, kızımın elinin kolunun bağlanmasına müsade ettim."

 

"Korktuğun için yaptın." dedi babam onu teselli etmek isteyerek.

 

"Yapmamış olsaydım ama..." deyip oturduğu yerden kalktı annem. "Gitmesine izin verseydim o gün eğer, belki arardı beni. Belki yardım isterdi, belki o kadar acı çekmez şimdi iyi olurdu."

 

"Asya farazi ihtimaller üzerine konuşmak bir işe yaramayacak," dedi babam anneme bakarak. "Geç otur, tansiyonun düşecek şimdi iyice kötü olacaksın."

 

"Oturtamıyorum Serhat," dedi annem başını iki yana sallayarak. "Kızım bu haldeyken ben oturtamıyorum. Yaptıklarımız, yapamadıklarımız, her şey üzerime üzerime geliyor. Bir şey olurda onu kaybederim diye ödüm kopuyor."

 

"Olmayacak bir şey," dedi babam gerginlikten dolayı sesinin tonuna hakim olamayarak. "Şimdi ya otur şuraya ya da arayayım adamlardan birini eve götürsün seni."

 

"Asla gitmem," dediğinde babam ayağa kalktı ve ona doğru yürüdü. "Aklının ucundan bile geçirme böyle bir şeyi."

 

"Tamam," dedi babam annemin kolundan tutup onu koltuğa doğru yönlendirerek. "Sen de yerine otur ama, saatlerdir uyanıksın, bir şey olacak diye korkuyorum."

 

Annem yeniden kalktığı yere oturduktan sonra, pencereye yaslandım ve onlara doğru döndüm tamamen. Koltukların birinde uyuyan Kaya'da gezdirdim gözlerimi. Sonra Baran abim ve Sedef ablanın yanında oturan Cihan abime baktım. Birazdan bir şeyler söyleyeceğine emindim. Öyle de oldu, Cihan abim konuştu. "Bir suçlu arıyorsak, kimse boşuna kendini yormasın."

 

Dün akşama doğru Günce'nin kaldığı odanın olduğu kattaki bir odaya geçmiştik. Arada sırada onun yanına gidiyor, biraz bakıyor, sonra hiçbir şey yapamamanın çaresizliğiyle geri dönüyorduk. Şimdi de bu odada hepimiz oturmuş, olanlarla kendi iç hesaplaşmamızı yaşıyor ve anlaşılan artık bunu yavaş yavaş dışa vuruyorduk.

 

"En başından hırçınlaşmasının sebebi benim." Dedi sakin bir şekilde ama içten içe mahçup olduğu belli oluyordu. "Benim tahammülsüzlüğüm."

 

"Tek sorumlusu sen değilsin." Diyen Sedef abla, abimin elini tuttu gözlerini ondan ayırmadan. "Herkesin hataları var."

 

"Evet Cihan," dedi annem koltukta ona doğru dönerek. "Söylediklerim seninle ilgili değildi, bu benim kendimle olan problemim."

 

"Bunların başlangıcı benim." Dedi abim net bir sesle. "Onun bizden olduğunu öğrendiğimiz gün, o kadar sinirlenmeseydim eğer karşımızda daha sakin bir Günce olacaktı. İşte asıl o zaman, bunlar yaşanmazdı."

 

"Olan oldu," diye konuşan babamdı. "Sen yaptıysan da bizde müsade ettik. O yüzden bir suçlu aramanın anlamı yok. Artık bundan sonrasına bakacağız. Sedef'in de dediği gibi," deyip Sedef ablaya baktığında, Sedef ablanın şaşırdığı belli oluyordu. "Ona nasıl davrandığımıza dikkat edeceğiz. Bir şey söylerken durup düşüneceğiz, istemediği hiçbir şeye zorlamayacağız." Babam sesli bir soluk verdi. söyleyecekleri sanki boğazına takılıyor gibiydi. "Ben kızımı seneler sonra bulmuşken, bir daha kaybedemem. Eğer," deyip yutkundu. "Eğer bir şansımız daha varsa, eğer verdiği savaşı kazanırsa... işte o zaman gerçek bir baba gibi davranacağım. Birinizin bile onu üzmesine izin vermeyeceğim, onu üzmemek için ne gerekiyorsa yapacağım. İşte o zaman, o zaman onu üzen biri olduğunda gelebileceği bir babası olacak."

 

Babam devam edemedi. Sözleri ona ağır geliyordu çünkü bir süre önce böyle bir şansı vardı ama o değerlendirememişti. Şimdi her şey için belki de çok geçti. Hayat tam da böyle bir şeydi; kaybetmek üzere olmadan sana gerçekleri göstermez ve tam o anda seni bir de yaptıklarınla sınardı. Şimdi babam, hem kızını kaybetmekle hem de kızına yaptıklarıyla sınanıyordu. Aslında hepimiz gibi.

 

Babam odadan çıktığında herkese arkamı döndüm ve başımı pencereye yaslayıp aşağı doğru baktım. İçli nefesimin cama bıraktığı buğudan sonra gözümden akan tek damla yaş, babam söylediklerini ya yapamazsa diyeydi.

 

•••

 

"Baran, buraya gel."

 

Cihan abimin seslenmesinden sonra ayağa kalkan Baran abimin peşinden bende odadan çıktım. Saatlerdir bir Günce'nin yanına gidiyor bir odaya geliyordum ama henüz ondan iyi ya da kötü bir haber gelmemişti. Sinan abinin tek söylediği uyanmasını beklememiz gerektiğiydi. Bu yüzden belki Cihan abim Günce'yle ilgili bir haber verir diye düşünerek onların yanına gittim ve daha o konuşmadan ben sordum. "Bir haber mi var?"

 

"Günce'nin durumuyla ilgili değil." Diye kısaca açıklayıp Baran abime döndü. "Başka bir mesele."

 

"Ne oldu abi?" Diye sordu Baran abim ciddiyetle.

 

"Herifin biri evin kapısına dayanmış." Dediğinde kaşlarımı çattım. "Git bir ilgilen, derdi neymiş öğrenelim."

 

Baran abim başını salladı. "Tamam, bende."

 

"Ben de geliyorum. Yoksa burada kafayı yiyeceğim."

 

"Tamam," dedi Cihan abim. "Çok oyalanmayın."

 

Baran abimle hastaneden çıkıp arabaya geçtiğimizde, gözlerinde gördüğüm kararmayla konuştu. "Her kimse çok yanlış zamanda gelmiş, yazık oldu." Öyle.

 

 

Eve vardığımızda kapıda sigara yakmış bizi bekleyen Murat'ı gördük. Ona doğru yürürken elindeki yarım sigaradan son bir nefes çekip yere attı ve adımlarımıza ayak uydurarak yanımızdan yürümeye başladı evin arkasına doğru.

 

"Abi herif kafayı yemiş."

 

"Bunu zaten biliyorum Murat." Dedi Baran abim. "Bu evin kapısına dayanabiliyorsa ya canına susamıştır ya da kafayı kırmıştır. Başka bir şey söyle."

 

Arka bahçeden uzaklaşıp, yerin altındaki depoya giden merdivenlerden inerken konuştu. "Bizim çocuklara bir isim vermiş. Onlarda yok öyle biri falan deyince arıza çıkartmış puşt."

 

Karanlık koridorda ilerlerken devam etti. "Ben gelince durumu anladım ama çoktan paket etmişlerdi herifi. Siz gelmeden de salmayayım dedim."

 

"Ne salması Murat?" Diye konuştuğumda, koridordaki adamlardan biri ilerideki demir kapıyı açtı ve içerinin ışığı etrafı aydınlattı. "Doğru düzgün anlat, kim bu herif?"

 

"Herif Uğru'yu sormuş abi." Dediğinde kaşlarımı çatarak içeri girdim. "Yani Günce hanımı. O yüzden emin olamadım. Tanıdığı mı yoksa belalı bir tip mi bilemediğim için..."

 

"Nerde bu sikik?" Diye sordu Baran abim onun sözünü keserek.

 

Murat ilerideki mahzene doğru yürüyüp "Burada abi," dedi ve kapının yanındaki korumalardan birine kafasıyla işaret verdi. "Aç şunu."

 

Baran abim kazağının kollarını sıvayıp deponun içinde volta atarken, ben kenarda beklemeyi tercih ediyordum genelde olduğu gibi. Kollarımı göğsümde birleştirip çıkan kişiye bakarken kaşlarımı çattım. İki adam, herifin kollarının altından tutmuş içeriye doğru getirirken; başka biri ortaya bir sandalye çekti ve adamı oturttular. Ağzı gözü kan içindeki adamı tam çıkartamasamda gözüm bir yerden ısırıyordu ve Günce'yle ilgili gözümün ısırabileceği tek bir kişi vardı. O da o gün motoruna binip gittiği herif.

 

Murat "Bağlayın şunu," dediğinde adamlardan biri sandalyenin arkasına doğru kollarını çekti. "Bırakın lan!" diye bağırdığında bağlanmamak için direniyordu. "Bırak amına koyarım senin!"

 

Baran abim kenarda duran sandalyelerden birini çekip sürüyerek herifin önüne doğru götürmeye başladığında, çıkan sesle beraber debelenmeyi kesip gözlerini ona çevirdi. Abim gürültülü bir şekilde sandalyeyi onun karşısına bırakmıştı. Yaslandığım yerden doğrularak onların yanına doğru yürümeye başladığımda, abim onun karşısına oturdu ve sağ ayağını dizinin üzerine koyarak konuşmaya başladı.

 

"Anlat," dedi. "Üç kelime hakkın var."

 

Bu adamın Günce'nin tanıdığı olduğunu söylemek için "Abi," diye araya girmiştim ki konuştu.

 

"Uğru'yu kaçırdığınızı biliyorum."

 

Baran abim önce kaşlarını çattı, sonra şuh bir kahkaha attı. "Ne saçmalıyorsun lan sen?"

 

"Abi bu herif o parktaki," dediğimde bana baktı ikisi de. "Kavga ettiğim varya, o işte bu."

 

Abim, adının Sungur olduğunu hatırladığım herife döndü ve "Ne sikime bu eve gelip olay çıkartıyorsun lan sen?" diye sordu. "Hayatın bu kadar değersizse git köprüden atla oğlum, bizi niye yoruyorsun?"

 

"Sizinle bir derdim yok," dedi boğuk bir sesle. "Uğru'yu getir, burda olduğunu biliyorum."

 

"Nerden biliyorsun?" Diye sordu ve ayağını yere indirip dirseklerini dizlerine dayadı. Ellerini birleştirip ovarken, durdurmazsam eğer birazdan onları kullanacağını biliyordum. "Kaçırdığımızı falan?"

 

"Yapmadığınız şey değil." Bu herif resmen kaşınıyordu.

 

"Öyle mi?" Baran abim parmaklarını kıtlatarak devam etti. "Onun hakkında bu kadar şey bildiğine göre," deyip biraz daha eğildi ve kararmış gözlerini ondan bir an bile ayırmadan sordu. "Nasıl vurulduğunu da biliyorsundur herhalde?"

 

Belli etmemeye çalışsa da bunu beklemediği aşikardı. Yutkunup cevap verdi. "Siz nerden biliyorsunuz?"

 

Baran abim güldü ve doğrulup sağ elini karşısındakinin ensesine atıp konuştu. "Bak koçum, benim soruma soruyla cevap verme." Ensesindeki elini sertçe sıktı. "Yoksa benim canım sıkılır," deyip sertçe onu bıraktı. "Ve benim canım sıkılırsa, sonuçları çok ağır olur." Abim onun yüzüne hafif iki tokat vurup devam etti. "Anladın mı?" Sungur el mecbur başını varla yok arasında salladığında, "Güzel," diyerek yerinde geriye yaslandı. "Şimdi anlat."

 

"Biz," deyip gözlerini bir anlık bana çevirdi ve devam etti. "Biz bir soygundaydık. O esnada ev sahibi geldi, kaçarken Uğru'yu vurdu."

 

"Sadece ikiniz miydiniz?"

 

Bekledi. "Evet."

 

Abim onun suratına sert bir yumruk attı. "Yalan söyleme lan."

 

"Söylemiyorum," dedi ağzına dolan kanı tükürüp. "İkimizdik. Para lazımdı. Bizde bir eve girdik ama sonra adam geldi. Kaçarken silahını çıkartıp Uğru'yu vurdu."

 

"Bu kadar basit yani, öyle mi?"

 

"Başka ne olsun istiyorsun?"

 

Baran abim ayağa kalktı ve Sungur'un saçlarından kavrayıp başını geriye doğru çekti. "Bana bak lan," deyip diğer eliyle çenesini kavradı ve sert bir şekilde sıktı. "Sizin basit iki hırsız olmadığınızı biliyorum. Bu kızın kıytırıktan bir grubun elemanı olmadığı her halinden belli ve sen de onunla soygun yapıyorsan eğer, sen de aynı şekilde öylesin. O yüzden, bana adam akıllı nerede ne bok yediğinizi anlatacaksın! Yoksa burda hayatını sikerim kimsenin ruhu duymaz!"

 

"Ne anlattıysam o!" Diye bağırdığında başımı iki yana salladım. Abimin elinde kalmasa iyi olacaktı. "Nerde Uğru?!"

 

"Ben sana göstereyim nerde olduğunu," deyip suratına öyle bir yumruk attı ki, Sungur sandalyeyle beraber yere düştü. Arkadan Murat'ın "Of," diyen sesini duyduğumda, Sungur'da yere düşmenin etkisiyle inliyordu. Baran abim öfkesini atamamış olacak ki birkaç kez de karnına doğru tekme savurdu. Bu işin devamının gelmemesi için yanına doğru yürüdüğüm sırada "Ağzına sıçtığımın sikiği seni!" diye konuşup kafasına bir tekme geçirecekti ki onu tuttum.

 

"Abi dur tamam," dediğimde "Bırak lan daha sinirimi atmadım," diye konuştu. "Az daha döveceğim."

 

"Fazla bile oldu," dediğimde bana baktı. "Bu herif öylesine biri değil bak. Günce uyandığında ağzımıza sıçar, yeter bu kadar."

 

"Tamam," dediğinde hala tutuyordum onu. "Tamam bırak lan!"

 

Onu bırakıp arkama doğru döndüm ve yerde nefeslensen adamı sandalyeyle beraber kaldırıp doğrulttum. "İyi misin lan?" Diye sorduğumda bana baygın bakışlarını gönderip sinirli bir soluk verdi. "Oğlum bu bana benzemez bak, bir anda ölürsün anlamazsın bile ne olduğunu."

 

Murat'ın gülen sesini duyduğumda bir anlık ona bakıp geri adama döndüm. "Sungur'du değil mi?"

 

Başını salladığında elimle omzuna vurdum ve "Olan biteni adam gibi anlat," dedim. "Anlatta biz de kimden hesap soracağımızı bilelim Sungur."

 

"Anlattığım gibi." Dediğinde bıkkın bir nefes verdim. Bu işin bu kadar basit olmadığına Baran abim gibi bende emindim ama anlaşılan söylememekte ısrarcıydı. O zaman konuşturmak için başka bir yol deneyecektik.

 

"Anlattığın gibi..." diye mırıldandığımda bana baktı. "O zaman bende sana şöyle söyleyeyim. Senin ortalık sikilmesin diye gizlediklerin yüzünden Uğru şu an burada değil."

 

"Ne demek istiyorsun?" Diye sordu bir bana bir abime bakarak. "Nerde Uğru?"

 

"Hastanede."

 

"Ne demek hastanede?" Diye sordu hızla. "Ne oldu ona?!"

 

"Ne mi oldu?" Diye sordu Baran abim inanamayarak. "Ulan bir de ne oldu mu diyorsun sikik?! Kız vurulmuş, günlerdir ne bok halde kim bilir, gelmiş bana ne oldu mu diyorsun?!"

 

"İyiydi, toparlıyordu! Ne oldu birden?!" Diye sıraladı hızlıca. "İyi mi şimdi?!"

 

"Önce sen bir bizim istediğimiz cevapları ver."

 

"Lan söylesenize!" Diye bağırıp oturduğu yerde debelendi. "İyi mi lan bir şey deyin?!"

 

"Değil," dediğimde bana döndü gözlerindeki korkuyla. "Kritik bir süreçte şu an, uyanmasını bekliyoruz ama..."

 

"Hayır," diye fısıldadı ve başını eğdi yere doğru. "Sikeyim."

 

"Öyle," deyip ona doğru adımladı Baran abim. "Ve sen de hala olanı biteni saklıyorsun ya, benim senin gırtlağını sıkasım geliyor biliyor musun?"

 

"Sen ister anlat ister anlatma," dediğimde başını kaldırdı yavaşça. "Biz olanı biteni elbet öğreneceğiz, o sikik çukurunuzu da bulacağız. Bu iş kimsenin yanına kalmayacak."

 

"Ama sen," deyip ona doğru eğildi Baran abim. "O çeneni kapalı tuttuğun için Uğru hakkında hiçbir şeyden haberdar olamayacaksın."

 

"Yapma abi." Dediğinde başını salladı Baran abim kesin bir tavırla. "Yapma, ben..."

 

"Aslında ben seni konuşturmayı bilirdim, bilirdim de dua et kardeşimin canını sıkmak istemiyorum." Bu çok doğruydu. "Yoksa burda seni ağzını açamayacak hale getirir; o vermediğin cevapları, gösterdiğim harflere göz kırparak verdirtirdim sana."

 

Sungur bir süre bekledi ama hali tavrı ne yapacağını bilemez gibiydi. Birazdan konuşacağını biliyordum, bu hep böyle olurdu. Bu yüzden ona süre tanıdık, bir süre bekledik. Kendi iç hesaplaşmasını bitirip gözlerini bize getirdiğinde Baran abim karşısına yerleşmişti tekrar.

 

"Her şey," deyip sesli bir nefes verdi ve "Tam olarak anladığınız gibi." diyerek konuşmaya başladı. "Büyük bir çetenin, tenhadaki bir parselindeyiz. Başımızda Façacı denilen bir herif var. Bize işleri o getiriyor, onun için çalışıyoruz. Karşılığında da biraz para ve kalacak yer veriyor."

 

Kısa bir duraksadığında konuştum. "Devam et."

 

"Ben çetede çok daha eksiyim." Dedi yutkunup. "Uğru birkaç sene önce geldi, onu Tuna getirdi. Sonra işi öğrendi, hızlı kavradı öne çıktı. Façacı onu da iyi para getiren işlere sokmaya başladı." Bana baktı, abime baktı. "İsmi Uğur'du ama bir süre sonra Uğru oldu. Tam anlamıyla her işte var olmak için çabaladı, para getiren ne varsa öne atıldı. Çünkü kafası farklı çalışıyordu." Gözlerini yere indirdi ve geçmişe dalmış gibi devam etti. "Bizim gibi orda kalmak istemiyordu. Kendine ait bir yeri olsun istiyordu. Yaptı da. Kendine bir ev buldu, bir süre eşyası bile yoktu ama bizimle kalmamak için o boş evde yattı." Sonra durdu ve gözlerini kapatıp açarak bize döndü. "Yani bir şekilde kendini öne çıkardı. O günden beri de sadece kapkaç yapmak yerine, daha zor işlerde olmaya başladı. Bu iş de onlardan biriydi ama biraz ters gitti. Adam eve geldi, bizi fark etti. Sonra bir şekilde kaçmayı başardık ama Uğru çoktan vurulmuştu."

 

"Bu Façacı dediğiniz adam kime çalışıyor?" Diye sordu abim ciddiyetle.

 

"Topal diye bir herif var, arada sırada mekana gelir. Façacı'dan kıdemli ama onun da büyükleri var. Başka da bir şey bilmiyorum."

 

"Anlaşıldı," deyip ayağa kalktı abim. "Murat, şunları bir araştır bakalım. Bu arkadaşta sana yardımcı olsun. Sessiz sedasız öğrenelim bunlar kimmiş, neymiş."

 

"Tamamdır abi."

 

"Ben," diyen Sungur'a döndü bakışlarımız. "Size istediğinizi verdim." İkimizin üzerinde gezdirdi gözlerini. "Sizde Uğru'yu gösterin bana."

 

Kaşlarını kaldırdı Baran abim. "O kadar kolay değil."

 

"Yapma abi! Her istediğini anlattım, yardım da edeceğim. Daha ne yapayım istiyorsun?!"

 

"Bir şey daha istiyorum," dedi abim buraya ilk girdiğimizde sıvadığı kollarını düzelterek. "Bundan sonra," deyip ona baktı. "Bizim, gözümüz kulağımız, sen olacaksın."

 

Sungur kaşlarını çattı. "Ne?"

 

"Ne anladıysan o," dedi sertleşen bakışlarını ondan bir an olsun çekmezken. "Uğru hakkında olan biten ne varsa bize haber vereceksin. O çetede bir sıkıntı mı çıktı, hemen arayacaksın. Başı mı belada, yanlış bir şeye mi bulaştı, anında haber vereceksin. Biri canını sıktığında, bilmemiz gereken en ufak bir durum olduğunda, kısacası ne olup biterse haberimiz olacak. Yani," deyip öne doğru kaydı ve onunla göz hizasına geldi. "Bundan sonra, bizim adamımızsın."

 

"Abi-"

 

"Ha yapmazsan eğer," diyerek sözünü kesti ve ona öldürücü bir şekilde bakarak devam etti. "İşte o zaman gerçekten bir Baturgan'la tanışmanın ne demek olduğunu anlarsın."

 

 

•••

 

 

Sungur ondan istediğimiz şeyi kabul ettiğinde; onu orda bırakıp evden çıkmış, hastaneye geçmiştik. Biz vardığımızda hava kararmış, akşamın karanlığı odayı çoktan sarmıştı. Herkes bıraktığımız gibiyken, Sinan abiden gelen haber Günce'nin vücudunun toparlandığına yönelik ancak hala kritik olduğu şeklindeydi. Bu bir bakıma güzel bir haberdi ama hala var olan ihtimallerden dolayı doğru düzgün sevinememiş, biraz soluklandıktan sonra abimle beraber olan biteni anlatmaya başlamıştık.

 

Sungur'un, Günce'nin normal hayatında da var olması oldukça işimize gelmişti. Çünkü onun hakkında o çetedeki ve normal yaşantısındaki önemli bilgileri alabilecektik artık. Böylece tam da Günce'nin istediği gibi hem onu sıkıştırmamış olacak hem de bizim içimiz rahat olacaktı.

 

Hepimiz biliyorduk ki Günce'yi o çeteden çekip almak istesek bile, bunu onu zorlamadan yapmamızın imkanı yoktu. Özellikle babamın istediği de artık hiçbir konuda ona zoraki bir şey yaptırmamaktı ama bu onu tamamen bir başına bırakacağımız anlamına gelmiyordu. Özellikle bu yaşadığı şeyden sonra ne kadar istese de onu özgür bırakamazdık. Bunu onun canını sıkmadan yapabileceğimiz en iyi yol da buydu.

 

Aptal bir kız değildi. Biz onu sorgulamadığımızda ya da bu olaydan sonra zorlamadığımızda bizden elbetteki şüphelenecekti. Böyle bir durumda peşine adam takıp, onu başka yollardan korumaya çalışırsak bunu fark etmesi kaçınılmaz olurdu. Ama şimdi, zaten yanında olan bir adamdan şüphe etmeyecek; biz de herhangi ters bir durum olursa anında bilgi alabilecektik.

 

Babam bu durumda, dedemin bir süre daha bir şeyleri bilmemesinin iyi olacağını düşünmüştü. Hepimiz Günce'nin değiştiremediğimiz tehlikeli hayatını, en azından bir şekilde kontrol altında tutabileceğimiz için rahatlamıştık ve bu yüzden bir süre bu şekilde, kimse hiçbir şey bilmeden devam etmekte karar kılmıştık.

 

 

Ertesi sabah koltukta uyandığımda, ağrıyan sırtım yüzümü buruşturmama sebep olmuştu. Gözlerimi odada gezdirdiğimde herkesin bir köşede uyuduğunu gördüm ama ayakta olan biri vardı: Cihan abim.

 

Koltukta yavaşça doğrulduğumda beni fark etti. "Saat kaç abi?"

 

"Yediye geliyor."

 

Kaşlarımı kaldırıp, elimle gözlerimi ovuşturdum. "Sen ne zaman uyandın?"

 

Kollarını göğsünde birleştirdi ve pencereye döndü. "Uyumadım."

 

Uyuduğunu düşünmem aptallıktı. Normalde de çok uyuyan biri değildi ama böyle bir durumda abim her şey düzene girmeden uyumazdı. Yine de onun da biraz olsun uyuması gerekiyordu. "Gel biraz sen de uyu abi. Ben kalkıyorum zaten."

 

"Yat sen," dedi. "Bir durum olursa uyandırırım ben."

 

"Kalktım artık uyuyamam daha," deyip koltuğun yanındaki masada duran eşyalarımı aldım. "Bir Günce'yi göreyim, durumunu öğreneyim sonra biraz bahçeye çıkacağım."

 

"Ben sordum daha yeni," dediğinde ona döndüm. "İyiye gidiyormuş, Sinan odaya alacak yanına girebileceğiz."

 

"Gerçekten mi?" Diye sordum sevinmeye korkak bir duyguyla. Çünkü hala uyanmamıştı ve o uyanana kadar ne ben ne de diğerleri gerçek bir sevinç yaşayacaktık. Bizim hayatımızdaki küçük ihtimaller gerçekleşme konusunda iyiydi maalesef ve süregelen bu düzen hiçbir şey için erken sevinmememizin en büyük sebebiydi. "Ne zaman alınacakmış?"

 

"Odayı ayarlıyorlardı en son."

 

"Ben bir bakayım o zaman," dedim kapıya doğru ilerlerken. "Sana haber veririm."

 

"Tamam aslanım."

 

Odadan çıktıktan sonra ilk olarak Günce'nin yattığı yoğun bakım ünitesine doğru ilerledim. Kaldığı yerin önündeki hareketlilik adımlarımı hızlandırmama sebep olduğunda odadan çıkan Sinan abiyi görmek beni ona doğru yönlendirdi. Günce'yi odaya almak için çıkarttıklarını söylediğinde yersiz paniğim biraz olsun dinmiş, peşlerinden ilerlemeye başlamıştım. Odaya doğru giderken de abimi arayıp haber vermeyi ihmal etmemiştim.

 

Dakikalar sonra çok daha geniş bir odaya Günce'yi yerleştirmiş, abimle beraber başında oturmuş onu izliyorduk. Yüzünün solgunluğu, böyle sessizce yatıyor olması içimi parçalıyordu. Şimdi uyansa, karşıma geçip ağzına geleni saysa belki kalbim bu kadar acımazdı. Günler öncesinde, o hırçın halini bir gün tercih edeceğimi asla düşünmezdim ama şimdi karşımda bu kadar güçsüz kalması, o yaralayıcı sözlerini mumla aratıyordu. Üstelik bir tek bana değil, hepimize ve tam şu anda kapının yanına yaslanmış bir saniye bile gözlerini ondan ayırmayan abime de.

 

Cihan abimin gözünden akan pişmanlıkları görmemek imkansızdı. Çoğu zaman yaptıkları için pişmanlık duymaz, gerekli gördüğü her şeyi gözü kapalı yapardı ancak o gün ve önceki günlerde, hem öfkesine hem yıllara hem de kendi içindeki zorunluluklara yenilmişti. Belki sorsam, yine o an öyle yapmak ona doğru gelirdi ama her halinden belliydi ki onun doğru olduğunu sandığı şeyi yapmak, belki Günce'den bile daha fazla onu yaralamıştı. Çünkü abim, onun gerçekten canını yakmıştı.

 

Benim pişmanlığım bile bu kadar ağır gelirken, onun yaşadığı duyguları düşünmek altında eziliyormuş gibi hissettiriyordu bana. Abimin kendiyle hesaplaşması, Sedef ablanın onun yüzüne bazı gerçekleri acımadan vurduğu günden beri artarak devam ediyordu. Günce'yi bulamadığımız o bir hafta boyuncaki gerginliği, hepimizin Günce'ye bir şey oldu korkusundan daha çok olan endişesi de bu yüzdendi. Üstüne şu an yaşadığımız durum da eklenince; her ne kadar karşımda dimdik dursa bile abim gerçekten yıkılmanın eşiğinde olmalıydı.

 

Gözlerimi ondan çekip Günce'ye döndüm tekrar. Yaptıklarım yüzünden değil ama yapmadıklarım yüzünden pişmandım bende. Susmak kimseyi masum yapmıyordu, bende hatalıydım. Bu zamana kadar evde kargaşanın olduğu her ortamda sessiz kalıp işe karışmazdım ve o gün de her zaman olduğundan farklı davranamamıştım. Durdurmak istemiş ama cesaret edememiştim.

 

Hissettiğim mahçupluğa tezat olarak uzanıp onun elinden tuttum. Normalde asla izin vermezdi ama kimin umrundaydı. Ben onun abisiydim, elbette buna hakkım vardı. Hatta sarılmaya, öpmeye, saçlarını okşamaya ve daha bir sürü şeye. Ama hayat bunu bizden almıştı. Benden bir kız kardeş, ondansa kardeş olmanın ve bir abiye sahip olmanın nasıl hissettirdiğini... Onu anlamak bizim için çok zordu. Ne yapsak elimizde patlıyor her şeyi daha da kötü bir hale sokuyorduk. Eğer bir şansımız varsa bundan sonra tek istediğim; planladığımız şekilde davranmak, en azından davranmaya çalışmaktı. Çünkü belkide onun hayatta kalması, bize verilen son şans olacaktı.

 

 

Birkaç saat sonra herkes uyanmış, yeni odaya geçmişti. Bir süre orda kalıp biraz konuşmuş, Günce'nin başında beklemiştik. Bu süre içinde Sedef abla Gökçe için eve gitmiş, giderken de biraz dinlenmeleri için Kaya'yı ve annemi yanında götürmüştü. Ben de bir süre daha orda kalmış, sonra da bahçeye çıkıp biraz dolanmıştım. Çünkü odada her ne kadar Günce'ye yakın olsam bile onu öyle görmek bana hiç iyi gelmiyor, oda üzerime üzerime geliyordu. Aslında birini arayıp dertleşmek istiyordum artık ama babam kesin bir dille olan hiçbir şeyin dışarı çıkmaması gerektiğini söylemişti. Hatta geçen hafta her yerde Günce'yi aradığımız zaman bile kimseye bir şey söylememiş, aileden olanlara durumu anlatmamıştık. Bu da olan biten her şeyin içimde büyümesine sebep oluyordu çünkü ben diğerleri gibi değildim. Konuşup, dertleşmeyi severdim ve buna ihtiyaç duyardım. En azından yakın çevremiz olan biteni bilse iyi olurdu ama olan malumdu.

 

Bahçedeki banklardan birine yerleşip oturduktan yarım saat kadar sonra hastaneye gelen annem ve Kaya'yla beraber tekrar odaya çıkmıştım. Babam, annemin neden biraz daha dinlenmediğine dair ona kızsa da annemin birkaç saatliğine gitmesinin bile mucize olduğunu bildiğinden fazla uzatmamıştı. Sonrasında o ikisi Günce'nin yanına geçmiş, bizde ayrılan diğer bölümdeki koltuklara yerleşmiş o şekilde bekliyorduk.

 

"Bugün uyanır diye düşünüyordum," diyen Kaya'ya baktım göz ucuyla. "Odaya aldılar diye ama..."

 

"Bugün olmazsa yarın," dedi Baran abim onun omzunu sıkıp. "Durumu iyiye gidiyor, uyanacak illaki."

 

Kaya başını salladı yavaşça. "Gökçe," diye mırıldanıp kucağındaki eline çevirdi bakışlarını. "Onu sorup duruyor. O gün onun gözünün önünde olunca her şey..."

 

"Sedef onu yatıştırır merak etme." Dedi Cihan abim onun bu çekingen tavrına. "Ayrıca üzülmeye hakkın yokmuş gibi davranma. O gün öyle yapman doğru olmasada sayende en azından şimdi tedavi oluyor."

 

"Abi ben o gün," deyip gözlerini kapatıp nefesini dışarı verdi. "Çok sinirliydim, aptal gibi davrandım. Eğer," deyip duraksadı. "Eğer ona bir şey olursa ben kendimi asla affetmem."

 

"Saçmalama oğlum," dedi yanında oturan Baran abim onu sarsarak. "Durumu iyi diyorum sana, sabret birkaç gün."

 

"Aynen öyle," diye onu onayladığım sırada babam içeriye açılan kapıdan çıktı ve "Biriniz Sinan'ı arayın çabuk!" Diye konuştu hızla. Hepimiz panikle ayağa kalkarken, cebinden telefonunu çıkartan Cihan abim, "Ne oldu baba?" diye sordu. "Bir sıkıntı yok, değil mi?"

 

Nefesimizi tutmuş, hepimizin gözleri babamın üzerinde beklerken; dudaklarından çıkacak olan o kelime, bize ya rahat bir nefes verdirecek ya da nefesimizi kesecekti. Babam dudaklarını araladığında, kapattığım gözümden bir damla yaşın düşmesine sebep olan o kelimeyi söyledi. Ve hepimiz derin bir nefes verdik.

 

"Uyandı."

 

 

•••

Instagram: _mysterybooks

 

 

Loading...
0%