Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17.Bölüm: İkilem

@_mysterybooks

 

Keyifli okumalar ✨

Toygar Işıklı - Kayıp Çocukluğum

•••

 

 

Bu dünyaya gözlerimi daha kaç kere açacaktım bilmiyorum ama bu defa uyandığımda bir hastane odasındaydım. Etrafım kalabalık, zihnim bulanıktı. Bir süre olan biteni kavrayamamıştım, doktorun sorduğu sorulara verdiğim cevapları bile hatırlamıyorum. Yorgun, uyuşuk ve hissizdim o gün. Sonrasında bir kaç test yapılmış ve kontrol amaçlı bir gece daha hastanede kalmıştım. Bu süreçte etrafımdan bir an olsun ayrılmadılar, ben istemeden ihtiyacım olabilecek tüm şeyleri düşünüp benim için yaptılar. Benimle konuşmaya çalıştılar, sessiz kaldığım her seferinde üzerlerine yakışmayan bir anlayışlaya konuyu uzatmadılar.

 

Ertesi sabah ben uyandığımda taburcu işlemleriyle ilgileniyorlardı. Ne olup bittiğini sormamıştım, daha doğrusu soracak gücü bulamamıştım. Dün uyandığımdan beri gücümün yettiği tek şey gözlerimi açıp kapatmak ve gerektiğinde verdiğim tek kelimelik cevaplardı. Doktor, verdiği ilaçlardan dolayı birkaç gün halsiz olabileceğimi söylemişti ama üzerimdeki bu ağırlık, halsizlikten fazlaydı.

 

Hastaneden çıktığımda da aynı şekildeydim, arabaya bindiğimde de. İsteğim, kendi evime gitmekti ama hastanedeyken, beni kendi evlerine götüreceklerine dair bir şeyler söylemişlerdi. Ben de ne kabul etmiştim ne de reddetmiştim. Çünkü istemediğimi söylemenin bir fayda etmeyeceğini artık biliyordum. Her ne kadar dünden beri daha anlayışlı olsalar da ben böyle bir durumdayken, beni bırakmazlardı ve benim de boşa sarf edecek kelimelerim yoktu şu durumda. O yüzden ses çıkartmadan, yönlendirdikleri şekilde hareket ettim.

 

O eve girerken, kendi sözlerim beni yalnız bırakmamıştı. Bu eve bir daha girmeyeceğime dair konuştuğum, düşündüğüm her cümle; sanki bir düşmanın sözleri gibi kulağımda çınlamıştı. Kendimle verdiğim bu mücadele, kendime öfkelenmeme aynı zamanda acımama sebep oluyordu. Çünkü kendi sözlerimi yutmak ve hepsini yaşamak, benim gibi biri için oldukça gurur kırıcıydı. Üstüne bir de istemediğim bir şey için çabalamamış olmak yanlış geliyordu ama bir yandan da biliyordum. Bazen, en çokta kendim için durmam en doğrusuydu.

 

"Daha iyi misin?" Diye soran Sedef'e baktım ve başımı salladım hafifçe. Benim için hazırladıkları odada Sedef'le beraberdik ve sanırım diğerleri dinlenmek için ya da ben rahat edeyim diye gitmişlerdi bilmiyorum. Çünkü hastanede tam olarak bu yüzden odaya çok girmemişlerdi. "Bir şeye ihtiyacın olursa çekinme."

 

Bir şey demedim, merak ettiğim başka bir şey vardı. "Bana neden kızgın değilsin?"

 

"Ne için?"

 

"Cihan'ı bıçakladım," diye konuştum düz bir sesle.

 

"Hak etmiş," dediğinde dudaklarım aralandı. "Ne?" Diye mırıldandığımda omuz silkti. "İkinizin arasında olanlara karışacak değilim. İlişkiniz beni ilgilendirmez, sadece abartma yeter." Güldü. "Ne de olsa çocuğumun babası."

 

"Sen ciddi misin?"

 

"Üzgünüm tatlım, seninle klasik yenge görümce ilişkimiz olmayacak." Deyip güldüğünde göz devirdim, şaka gibi bir insandı. "Bu arada, Gökçe seni görmek istedi ama hastaneden yeni çıktığın için dinleneceğini söyledim."

 

"Görmek mi istedi?" Diye sordum anlam veremeyerek. Çünkü Kaya'nın o gün bağırarak söylediklerinden sonra benden korkar ve yanıma gelmek istemez diye düşünüyordum.

 

"Evet," dedi oturduğu koltukta öne doğru kayarak. "Hatta hastaneye de gelmek istedi ama getirmedim."

 

"Gerçekten mi?"

 

Sedef burukça gülümsedi ve başını salladı. "Bunu söylemekten nefret ediyorum ama," deyip gözlerini ellerine çevirdi. "O bunlara alışık bir çocuk."

 

Kaşlarımı çattım. "Nasıl yani?"

 

"Yani," deyip bana doğru baktı. "Cihan'ın başına bir şeyler gelmesine, aile içindeki tartışmalara veya uğraştıkları işlerin getirdiği kargaşa ortamlarına..." Beş karış bir suratla omuz silkti. "...falan, filan."

 

Ne diyeceğimi bilemedim o an. Gökçe'nin böyle şeylere alışık olması ve hayatında bunların normalleşmesi korkunçtu. Ben, öğrendiklerinden sonra benim yanıma gelmeye bile korkacağını düşünürken; onun bunu normal olarak görmesini asla beklemiyordum. Daha doğrusu böyle bir şey düşünmemiştim. Çünkü her ne kadar kirli işlerle bağları olduğunu anlasamda bunun daha ne boyutta olduğunu bilmiyordum.

 

Merak ederek sordum. "Uğraştıkları işlerden kastın ne Sedef," Bunu sormamı beklemiyordu ama artık bazı şeyleri bilmem gerekli gibi hissediyordum. "Bana biraz anlatır mısın?"

 

"Bu konuşmanın sırası mı bilmiyorum." Dedi gözlerini üzerimde gezdirerek. "Sen iyi olduğunda uzun uzun anlatırım ama şimdi-"

 

"Bir şeyleri dinlemek için iyi olmaya ihtiyacım yok." Dediğimde bana baktı. "Üstelik en doğru ve en sakin zaman gibi duruyor."

 

Sesli bir nefes verdi ve koltukta geriye yaslandı. "Peki o zaman," deyip kollarını göğsünde birleştirdi ve "Sen merak ettiklerini sor," dedi. " Ben de cevaplayayım."

 

"Sadece basitçe anlat," dedim kendimi yorgun hissettiğim için. "Henüz karşılıklı konuşabilecek kadar iyi değilim."

 

"Tam olarak bu sebeple sonra konuşalım demiştim ama tamam, ben anlatıyorum sen dinliyorsun." Sedef göğsünde birleştirdiği kollarını açtı ve ellerini kucağına yerleştirdi. "Nerden başlasam..." diye mırıldandı. "En iyisi dedenden başlayalım, Azim Baturgan." Sedef yüzünü buruşturdu. "Bu ailenin karanlık tarafı onunla cereyan ediyor."

 

Duraksadığında, aklına gelenle hafifçe güldü Sedef. "Aslında oldukça dindar bir ailede büyümüş. Babası kendi malını dağıtan, birçok ihtiyaç sahibine bakan, öğrencilere burs veren bir adammış. Gösterişten uzak dururmuş, kendi ailesininde böyle davranmasını istermiş. Yani anlayacağın tüm aile günahtan kaçınan, iyiliğe yönelen, maddi zenginliği olmasına rağmen tevazu içinde yaşayan insanlarmış." Deyip başını yana doğru eğdi. "Gelgelelim böyle ailelerin en büyük sorununa; çocuklarınında onlar gibi olması, onlar gibi düşünmesini istemeleri..." başını iki yana salladı. "Maalesef Azim Baturgan hiçbir zaman babasının istediği gibi biri olmamış."

 

"Nasıl bir aile baskısıyla büyüdüğünü az çok tahmin edersin. Eh Azim Beyde hiçbir konuda aşağıda kalmaz tabii. Babası ne kadar istemediyse, o daha çok onun istemediği gibi biri olmuş. En başlarda muhafazakar aile hayatına uymayan şeyler yapmış ama sonra sonra işlerin boyutu değişmiş.

 

"İnançlı ailenin, inançsız oğlu olabilecek tüm kötülükleri yapmış. Babası da zaten rahatsızmış ve yaşananlardan sonra kalp krizinden ölmüş. Bu da Azim Beyin pek tabii işine gelmiş. Hem babasının işlerini, hem kendi karanlık işlerini büyütmüş. Şimdi elinin uzanmadığı yer yok. Ülkedeki bütün pis işlerde bir parmağı, parmağı yoksa bile bir bilgisi elbet var."

 

"Sonrası babadan oğula yani?"

 

"Pek sayılmaz," dediğinde kaşlarımı çattım hafifçe. "Bir bakıma yaşattığını yaşamış aslında." Dudak büktü. "Bir yere kadar."

 

"Nasıl yani?"

 

"Şöyle ki," deyip dudaklarını yaladı. "Baban, deden gibi olmak hiç istememiş."

 

"Anlamıyorum," diye mırıldandım. "Şu an pekte öyle gözükmüyor."

 

"Biliyorum," dedi. "Ben de ilk duyduğumda şaşırmıştım ama olan bu. Baban bir yaşa kadar dedene katlanmış ama bir yerden sonra, daha doğrusu annenle tanıştıktan sonra farklı bir hayat kurmak istemiş. Çünkü kendi hayatı hep bir kavgayla gürültüyle geçmiş. Annesi, kardeşleri, kendisi... hepsi mutsuz bir hayat yaşamış ve o da kendi ailesi böyle olmasın istemiş. Bir süre de her şey istediği gibi gitmiş. Ama..."

 

"Ama?" Diye sordum kısık bir sesle. Açıkçası duyacaklarımdan korkuyordum çünkü içimden bir ses söyleyeceklerinin benimle ilgili olduğunu söylüyordu.

 

Sedef bir süre duraksadıktan sonra devam etti. "Sonra bir gün," deyip nefesini dışarı verdi ve gözlerini kaçırdı. "Büyük bir olay olmuş, aynı gün seni kaçırmışlar." Bana baktığında gözlerim onun üzerindeydi. "Sonrasında baban seni bulmak için her yolu denemiş, dedene gidip ondan yardım istemiş. Yetmemiş ama, ne zaman bulunacak gibi olsan sonrasında yine başa sarıyormuş her şey."

 

"Hal böyle olunca, baban çok daha sıkıntılı insanlarla muhattap olmuş. Her pisliğe bulaşmış, gözünü karartmış. Hatta Cihan, o olay olmadan önceki halini unuttuğunu söylemişti bana bir kere, o kadar değişmiş. Yani," deyip başını iki yana salladı. "Yapmadığı şey kalmamış, herkesin korktuğu birine dönüşmüş, zalimliğiyle nam salmış ama... bir türlü..." Sedef devamını getiremedi. "Kulağa anlamsız geliyor ama sana yemin ederim, benim gördüğüm kadarıyla bile bu aile senin için haddinden fazla çabaladı Günce."

 

Bir şey demedi bekledi ama anlattıklarını sindirmek kolay değildi. "Belki inanmıyorsun söylediklerime ama gerçekler bunlar," diye mırıldandı. "O dönem başka şeyler de yaşanmış ve gerçekten hepsi o kadar ağır ki... Eminin öğrendiğinde sen de hak vereceksin onlara."

 

Sesli bir nefes verdi ve "Neyse," deyip devam etti. "Neyse... Bu süreçte, Cihan ve Baran'a dedeniz bakmış, maalesef. Onların zihnine ilmek ilmek işlemiş intikam hırsını, kötülüğü, düşmanlığı... Üç yıl kadar, ne Asya anneyi ne de Serhat babayı görmüşler. Sonrasında bir yıl kadar daha bir o ev bir bu evde kalmışlar. Yavaş yavaş aile bir araya gelmiş ama hiçbir şey eskisi gibi olmamış. Cihan bana anlatırken şöyle demişti; O gün annemle vedalaştım, üç yıl sonra başka biriyle tanıştım."

 

Sedef'in gözleri yerde kaldı, burukça gülümsedi. "Asya anne çok değişmiş o günden sonra." Gözleri bana değdi. "Eskiden çok neşeli bir kadınmış. Yani siz çocukken hep gülermiş, yaramazlıklarınıza hiç kızmaz sizinle eğlenirmiş. Hayat dolu bir kadınmış ama," İçli bir nefes... "Üç yıl sonra geri döndüğünde o eski neşesi yokmuş. Çok durgunlaşmış, sakin bir ruh haline bürünmüş. Eskiden kahkahalarla gülen kadın, yeri geldiğinde sadece tebessüm eden birine dönüşmüş." Sedef, anlamam için yalvaran gözlerle baktı bana. "Asya bir anneydi ve devam etmek zorundaydı. Bir şekilde abilerin için çabalaması gerekiyordu, onların hayatından çıkamazdı. Kendini iyileşmeye zorladı, başardı ama düzen çoktan değişmişti."

 

"O yaşananlardan sonra zaten abilerin ona bir sorun çıkartmamak için ellerinden geleni yapmışlar. Muhtemelen, sadece Asya iyi olsun yeterdi onlara. Bu yüzden de kendi başlarının çaresine bakmayı çok küçük yaşta öğrendiler, daha doğrusu öğrenmişler." Sedef yüzünü buruşturdu. "Açıkçası bu konuda Cihan öne atıldığı için, kardeşler arasındaki sorunları o sırtlamış. Bana bunlardan bahsettiğinde diğer herkese kızmıştım ama o, muhtemelen şahit olduğu şeylerden dolayı, anne babasının üstüne bir de kendilerinin yük olmasını istemediğinden bahsetmişti. Babası bir ton şeyle uğraşıyordu, annesi yeni yeni hayata dönüyordu... baktığın zaman yapılacak en doğru şeyi yapmıştı ama bu da bir süre sonra sadece küçük şeyleri değil, büyük şeyleri de sıralamasına sebep oldu. Zaten belli bir yaştan sonra da babasının yanındaki yerini aldı, ailedeki ağırlığını arttırdı. Şimdi de o ağırlık o kadar büyük ki ne taşıyabiliyor ne de bırakabiliyor."

 

Tırnaklarıyla oynamaya başladığında bir şey demem gerekiyor gibi hissettim ama kırık bir ses tonuyla konuştu. "Bak ben onu anlıyorum," ağlamamak için gözlerini yukarı doğru kaldırdı. "Anlıyorum ama onun her seferinde ailesi için kendini yok saymasına katlanamıyorum artık. O kadar yanlış doğruları var ki... Bunlar onun canını sıksa bile, doğru bildiği için yapmaya devam ediyor. Ben artık," deyip başını iki yana salladı ve bana baktı. "Ben artık dayanamıyorum..." dudağını ısırıp güldü hafifçe. "Dayanamıyorum ama ne kadar denesemde bir türlü bırakamıyorum."

 

Anladığım şeyin doğru olup olmadığını teyit etmek için birkaç saniye bekleyip sordum. "Sen, boşanmayı mı düşünüyorsun?"

 

Sedef önce sesli bir şekilde güldü, sonra da zaten gözünün ucunda bekleyen yaşlara ağlamaya başladı. "Özür dilerim," diye mırıldanıp ellerini yüzüne kapattığında, sorduğum için çoktan pişman olmuştum. Bir şey demek için dudaklarımı araladım ama ne diyeceğimi bilmedim. Sedef titreyen elleriyle yüzünü sildi yavaşça ve derin bir soluk bıraktı. "Kusura bakma, gerçekten," deyip dudaklarını birbirine bastırdı. "Ben..." gözlerini kapatıp bekledi ve devam etti. "Benim sinirim bozuldu birden."

 

"Sorun değil," dedim bu haline endişe ederek. "Ben yanlış bir şey mi söyledim?"

 

"Seninle bir ilgisi yok," deyip ayağa kalktı ve "En iyisi sonra konuşalım." Dedi. "Sen hastaneden yeni çıktın ve ben," yüzünü buruşturup başını iki yana salladı hafifçe. "Konuyu saçma sapan bir yere getirdim. Seni de yordum-"

 

"Hayır, Sedef."

 

"Öyle," deyip başını salladı ve kapıya yöneldi. "Bir şeye ihtiyacın olursa; kapının önünde yardımcılardan biri var, ona seslen tamam mı? Zaten sizinkilerin odası da burda, sıkıntı olursa hemen gelirler."

 

Bana gülümseyip odadan çıktığında, başımı geriye yasladım ve kaşlarımı çatarak neden bir anda böyle olduğunu sorguladım. Kendi bildiği kadarıyla olanları anlatıyordu ama konu Cihan'a gelince, birçok duyguyu aynı anda hisseder gibi bakmıştı bana. Anlaşılan onların ilişkisi göründüğü gibi değil, fazlaca iniş çıkışlıydı. Her ne kadar Sedef'i tam anlamıyla iyi tanımsamda, bu ilişkinin sıkıntılı tarafının Cihan olduğunu anlamak için buna gerek yoktu. Onun gibi biri ilişkide oldukça zor olmalıydı.

 

Yaslandığım yerde kendime dikkat ederek hafifçe kaydım ve gözlerimi kapattım. Hissettiğim yorgunluk beni mayıştırıyordu ama bir yandan da Sedef'in anlattıklarını düşünüyordum. Bu ailede bilmediğim daha bir çok şey vardı ve ben, bir yandan merak ediyor bir yandan da hiçbir şey bilmemek istiyordum. Çünkü öğrendikçe, onları anlamaya başlayacağımı biliyordum. Ben ilk andan beri bundan korkuyordum ve şimdi, artık, olanlardan sonra onları anlamak demek; içimde bir yerlerde affetmeye hazır bekleyen çocuğa bir umut demekti.

 

Bu yüzden, ben henüz onları anlamadan önce zihnime kazımalıydım. Onların tek bir yaralayıcı hareketinin bende bin olduğunu unutmamalıydım. Yoksa bu kez kendi kendime ihanet eder, çocukluğumu ben hayal kırıklığına uğratırdım.

 

Bu, belki gerçeklerden kaçmaktı. Belki kendime yaptığım en büyük yanlış, ihanetti. Ama... geçmişimdeki kırıkları silebilecek bir belirsizlik yerine, geleceğimde kırıklara müsade etmemek doğru geliyordu. Benim tek istediğim artık canımın acımamasıydı. Ben geçmişimi kabullenmiştim. Kırgınlıklarım, yaşadıklarım benimdi artık ama geleceğimdeki herhangi bir yaraya hazır değildim. Bundan sonraki hayatım için ruhuma alacağım başka darbeleri ne kaldırabilir ne de sonrasında kabullenebilirdim. Çünkü o kotayı çoktan doldurmuş biri için; geçmişin iyileşmesi değil, geleceğin hasarsız olması gerekliydi.

 

Pek tabii geçmişin öfkesini de acısını da hala hissediyordum ama bunların varlığı, yenilerini almaktan daha az korkutucuydu. Varlığına alıştığım yaramın kabuğu kalktığında canımı ne kadar acıtacağını da biliyordum beni ne kadar süründüreceğini de ne kadar öfkelendireceğini de. Ama onları anlamadığım şu seviyede bile, kalbimi kırabilecek kadar güçlü insanlardan, ilerleyen zamanda alabileceğim herhangi bir yaranın beni ne hale getireceği bir muammaydı. Belli olan tek şey; onlardan bir yara alırsam beni mahvedeceğini anlamak için, bunu yaşamama gerek olmadığıydı.

 

Her şeyi öğrendiğim o ilk gün dahi farkında olduğum bu gerçek; belki de benim onlara karşı en büyük korkum, geri duruşumun en bariz nedeniydi.

 

•••

 

Aldığım ilaçlıların verdiği yorgunlukla ne kadar uyudum bilmiyorum ama kapının ağzından gelen anlamsız sesler gözlerimi aralamama sebep oldu. Odanın sessizliği kapalı kapı arkasındaki fısıltıları net bir şekilde duymama sebep oluyordu.

 

"Bence girmeyelim." Bu Kaya'ydı.

 

"İstemiyorsan siktir git tutan mı var?" Bu Baran.

 

"Onu mu diyorum ben? Uyanıksa falan..."

 

"Uyanık olsa bağırırdı heralde gidin diye." Bu da, Karan.

 

"Fısıldıyoruz oğlum duyuyor mudur ki?"

 

"Duymuyor mudur?"

 

"Duyduğunu düşünüyorsan niye fısıldıyorsun abi?"

 

"Ne bileyim lan, siz fısıldıyorsunuz diye!"

 

"E ne yapıyoruz şimdi?"

 

"Girip bir bakalım, en kötü iki laf söyler yollar."

 

"En kötü mü? Ömür boyu hissetmek garanti ama."

 

"Ne yapıyorsunuz siz?" Diye normal bir sesle konuşan Cihan'dan sonra kısa bir sessizlik oldu. Yeni gelmiş olmalıydı.

 

"İçeri girip girmemeyi tartışıyoruz abi."

 

"Giriyorsanız girin, girmiyorsanız çıkın gidin kapının ağzından."

 

"Ben girmiyorum," diyen Kaya'dan sonra hepsi yavaş yavaş kapının önünden uzaklaştı. Sesler kesildikten sonra gözlerimi kapıdan çektim ve tavana doğru baktım. İçeri girmeye cesaret edememişlerdi ve normalde olsa işime gelecek bu durum şu an nedensiz bir şekilde canımı sıkmıştı. Siktiğimin ilaçları, zihnimi öyle uyuşturmuşlardı ki tüm dengem altüst olmuştu resmen. Üzerimde manasız bir sakinlik, yumuşaklık ve duygusallık vardı. Umarım ben bu ruh halindeyken bana yaklaşmazlardı.

 

Dakikalar sonra odanın kapısına iki kez vurulduğunda gözlerimi oraya çevirdim. Yavaş bir şekilde aralanan kapının arkasından, elinde bir tepsiyle beraber Asya girdi. Bana hafifçe gülümsüyordu ama tedirgin olduğu açık bir şekilde görülüyordu. Kapıyı kapatıp yanıma doğru gelirken dudakları aralanmıştı.

 

"İlaçlarını getirdim ama önce bir şeyler yemen gerekiyor," deyip elindeki tepsiyi yatağın yanındaki komodine koydu. "Kalkabilecek misin?"

 

Yatakta tam olarak uzanmıyordum zaten ama yine de dikleşirken biraz zorlanmıştım. Bu yüzden kolumdan tutarak bana destek oldu ve arkamdaki yastığı düzeltti. Yerim sağlamlaştığında yatağın boşta kalan kısmına oturup tepsiyi kucağına aldı.

 

"Ben hallederim," dediğimde "Lütfen," diyerek itiraz etti ve tepsideki kaşığı çorbaya daldırdı. Şu durumda buna itiraz etmek gereksiz bir tepki olacağı için sessiz kaldım ve müsade ettim. Aslında biliyordumya, ben istemesem şimdi de buna izin vermezdim ama bunu yapmak bir an çok zor geldi. Bilmiyorum... sanırım ilgisini istedim, buna ihtiyacım var gibi hissettim, bu duyguyu engelleyemedim. Ah, ilaçlar.

 

Asya bir kaşık çorbayı bana uzatırken; ona bakmak demek, kendimi gurursuz hissetmekti ama ona bakmamak da imkansız gibiydi. Ben, annemin elinden bir şey yiyordum. Bunu görmek istedim. Nasıl hissettirdiğini bilmek, yaşamak istedim. Belki kendime yanlış yaptım; ama bunu kendim için yaptım.

 

Dudaklarımı yavaşça araladığımda, çenem titriyordu. Asya bunu gördü, gözleri doldu ama benim gözlerime bakmadı asla. Uzattığı kaşıktaki çorbayı yuttuğumda sağ gözümden bir damla yaş düştü. Bunu da gördü, dolu gözlerinde biriken yaşlar süzüldü ama yine bakmadı gözlerime. Sonra devam ettik böyle... İkimiz de sesimizi çıkartmadık, ikimiz de ağladık ve ikimiz de yıllar sonra eksik bırakıldığımız bir şey yaşadık.

 

Yemek bitti, bana içmem için ilaçları verdi, tepsiyi kenara bıraktı ama kalkamadı. Bir süre daha sessizce ağladık ikimizde. Ben başımı diğer tarafa doğru çevirdim, o yere doğru eğdi. Bizim aramızdaki ilişti artık tam da böyleydi. Olanlar; onun başını yere eğmesine, benimse ona yüz çevirmeme sebep olmuştu.

 

Bir süre sonra "Rahatsız olursun diye yanına gelmiyorum," diye mırıldandı sessizce. "Gelmiyoruz..." diye devam etti. "Ama kapının önündeyim, kulağım hep sende."

 

Bir şey demedim, yavaşça gözlerimin altını sildim. İnsan hastalanınca neden böyle oluyordu bilmiyorum ama ben hiçbir duygumu kontrol altında tutamıyordum şimdi.

 

"Onlarda merak ediyor seni," dediğinde bakışlarımı yorganın üzerindeki elime getirdim, parmaklarımla oynadım. "Geliyorlar sürekli ama sen istemezsin diye girmeye çekiniyorlar. Seni kaybetmek üzere olmak," derken sesi titredi. "Her anlamda kendimizi sorgulamamıza sebep oldu ve bundan sonra senin için daha dikkatli davranacağız." Bunun için böyle mi olması gerekiyordu? "Geçte olsa."

 

Gözlerimi ona çevirdim hafifçe. Yatağa yan bir şekilde oturduğu için sırtı bana döküktü, beni görmüyordu. Birbirine kenetlediği ellerinin parmaklarıyla oynuyordu.

 

"Ya buraya hiç gelmeseydin..." diye konuştu kısık bir sesle. "Günler sonra bir başına o evde..." başını iki yana salladı ve titrek bir nefes aldı. "Ben," dedi. "Özür dilerim." Anlamsız.

 

"Her şey için, tüm yaşananlar ve izin verdiğim tüm hatalar için. Sana istediğin alanı tanımadığım, bir şekilde olsun da sonrasını sonra hallederiz dediğim her şey için..." Eliyle gözyaşlarını sildi. "Bir şey söylemiyorsun ama bu bile artık bir öneminin olmadığını çok net gösteriyor. Biliyorum, biliyorum ama yine de pişman olduğumu bilmeni istiyorum."

 

"Biliyorum zaten," dediğimde sırtı gerildi. "Ben de bir çok şeye pişmanım ama, zaman geri dönmüyor."

 

Başını salladı ağır ağır. "Haklısın," dedi. Haklı olmak içimdeki kırgınlıkları geçiremiyor diyemedim.

 

Asya gitti. Ben yine yalnız kaldım. Uyudum, uyandım. Gün bir türlü bitmedi. Akşam oldu. Olduğum yer dar geldi. Kalkmak istedim, kendimi suyun altına atıp arınmak istedim. Odadaki banyoya girdiğimde ne yapacağımı bilemedim. Elim kolum zor kalkıyordu, sırtımda ameliyatlık bir yara vardı. Bir yanım uğraşmadan gidip yatmamı söylüyordu ama bir yanım da bunun bana iyi geleceğini biliyordu. Bu yüzden suyu açıp küveti yarısına kadar doldurdum ve tamamen soyunup içine girdim. Böylece sırtımdaki yara etkilenmedi, ben de suyun içinde kendimi arındırdım.

 

Ne kadar geçti bilmiyorum ama yavaşça kapıya vurulduğunda; elimle oynadığım su serinlemiş, ilk girdiğimde aydınlık olan banyo iyice kararmıştı. Başımı yatırdığım dizimden kaldırıp kapıya doğru baktığımda Asya'nın sesini duydum. "Kızım," dedi içeriye doğru seslenerek. "İyi misin, yardıma ihtiyacın var mı?"

 

Kollarımı vücuduma doladım. "Hayır."

 

"Bekliyorum burda."

 

"Bekleme, işim uzun." Diye konuştum tekrar başımı dizlerime yaslayarak. "Git sen."

 

"Neden?" Diye sordu sesindeki bariz çekingen tınıyla. "Bir sorun yok değil mi?"

 

"Yok," dedim bir anda üzerime çöken anlamsız duygusallıkla. Neden böyle oluyordu bilmiyorum ama onunla konuşurken içim burkuluyordu sanki. Ağlamak üzereydim, öyle bağıra bağıra değil ama... usul usul. Tüm hayatıma ve yıllarca beklediğim annemin şu kapının ardında oluşuna rağmen, benden çok uzakta olmasına.

 

"Kızım," dedi yorgun bir sesle. "Biliyorum, benden hiçbir konuda yardım istemiyorsun. Ama hastaneden yeni çıktın sen. Ayakta zor duruyordun. Eğer bir şey olduysa söyle yardım edeyim sana. Biliyorum sen halledersin, biliyorum bir şekilde yaparsın ama... şu durumda çok zorlanırsın. Lütfen, müsaade et yanında olayım."

 

Bu zamana kadar hiçbir zorlukta bana destek olan biri olmamışken, şimdi onun böyle söylemesi benim gibi birini intihara sürüklemekten başka bir şey değildi. Herhangi bir zorlukta yanımda birinin olmasına alışmak demek, daha sonrasında o kişiye hep ihtiyaç duymak demekti ve ben bunu yapamazdım. Onun benim hayatımda bir yeri yoktu ki... Beni böyle bir şeyin varlığına inandırmamalıydı. Ben onu hayatıma almamayı kafama koymuştum çünkü bunun yanlışlığının farkındaydım. O yüzden, ona alışmamalıydım. Tek bir şeyle mi? Evet, tek bir şeyle.

 

Küvetten destek alarak ayağa kalktığımda sudan çıkmak içimi ürpertti. Asya içeri gelmek için izin isterken, sağ ayağımı temkinli bir şekilde fayansa koydum. Kaymayacağıma emin olduğumda diğer ayağımı da çıkarttım ve hemen sağ taraftaki raflarda duran temiz bornozu alıp üzerime geçirdim. Bornozla kendimi iyice sararken, "Anneciğim lütfen," dediğini duydum ve ilerleyip kapıyı açtım. Asya beni böyle görmeyi beklemiyordu, şaşırdı ve "Kızım madem yıkanmak istiyordun, bana neden söylemedin?" diye sordu hafif bir sitemle. "Nasıl yaptın, yaran ne oldu? Bakayım," diyerek uzandığında bir şey demeden yanından geçip içeriye doğru yürüdüm. "Yavrum dur bir bakayım, açılmış olabilir."

 

"Dikkat ettim," dedim ve yatağın ucuna oturdum yavaşça. Biraz dinlendikten sonra üzerimi giyinmeyi düşünürken, Asya karşıma geçmiş sıkıntılı bir ifadeyle bana bakıyordu. "Ne?"

 

"Bak tamam," dedi başını sallayarak. "Tamam anlıyorum. Yardım istemiyorsun, özellikle benden gelen hiçbir şeyi istemiyorsun artık, tamam ama..." sıkıntılı bir nefes verip başını yana doğru eğdi. "Kızım kendine eziyet etmeye değer mi? Eğer, yanlış anlayıp yumuşadığını falan sanarım diye düşünüyorsan," bekledi ve yorgun bir nefes verip devam etti. "Düşünme. Çünkü şu an kendinde güç bulabilsen burada bir dakika bile durmayacağını biliyorum ben. Ya da bana izin verdiğin herhangi bir şeyde, yaşananları unutmayacağını biliyorum." Burukça gülümsedi ve sesli bir nefes alıp "O yüzden," diyerek hareketlendi. "Şu an yapman gereken şeyi yap ve sadece kendini düşün. İyileşmenin tek yolu bu."

 

Duvarın arkasında kalan tarafa doğru yürüdüğünde gözlerimi kapattım. Haklılık payı vardı ama anlamadığı şey; böyle davranma sebebimin içimdeki hırs değil de korku olduğuydu. Ben kendimden korkuyordum, kendi içimdeki çocuktan. Çünkü o annesine de ailesine de, yaşananlara rağmen hala çok hevesliydi. Onu ikna etmeleri kolaydı. Ama onun ikna olması demek, bir yanımın hep acaba olmasına sebep olacaktı ve bu da şu anki beni çıkamayacağı bir ikileme sokardı.

 

Asya elinde birkaç parça kıyafetle yanıma geldiğinde ona doğru baktım. "En azından buna müsade et," dedi ve eşyaları yanıma bıraktı. Kıyafet giymek beni zorlayacağı için uzatmadan hafifçe başımı salladım ve sadece "Kapıyı kilitle," dedim.

 

Onun yardımıyla getirdiği pijama takımını giyindikten sonra sırtımdaki bandajın biraz açıldığını söylemişti. Ben de sırtımı ona dönecek şekilde yatağa bağdaş kurarak oturmuş, söylediği gibi tamamen kendimi düşünerek bunu düzeltmesine müsade etmiştim.

 

Onun şefkatli dokunuşlarını bu kadar yakından hissetmenin beni rahatlattığını fark etmek içten içe beni rahatsız etti. Bu zamana kadar bana dokunmasına en çok izin verdiğim kişi oydu ama onun bana sarıldığı o ilk andan sonra hiçbiri bu denli yoğun hissettirmemişti. Onun benimle ilgileniyor oluştu bile şu an bana iyi geliyordu, ben bunun farkındaydım ama farkında olduğum diğer bir şey de, az önce kendime yanlış olduğunu hatırlattığım şeyi yapıyor olduğumdu. Bütünüyle korkuyordum. İzin vermediğim şeylerin beni hep yaralı bırakmasından, iyileşememekten... Ve aynı zamanda izin verdiğim şeylerin beni iyileştirip, sonrasında daha çok yaralamasından.

 

Asya pijama üstünü omzuma doğru çıkarttığında, önden açık olan birkaç düğmeyi iliklemeye başladım. Ne yaptığını göremesemde yataktan kalkmadan çekmeyeceye uzandığını anlamıştım. Saniyeler sonra başımda sarılı olan havluya dokunduğunda ona dönmek istedim ama beni durdurup, "İzin ver," diye konuştu yumuşak bir sesle. "Bu halde hasta olmak istemezsin."

 

O böyle mantıklı konuşunca itiraz etmek aptalca geliyordu. Bu yüzden onu durdurmak yerine önüme döndüm ama içim rahat değildi. Kendimle çelişkilerim hareketlerimin dengesizliğine sebep oluyordu ve ben bir türlü bunu engelleyemiyordum. Bir yanım şu an için doğru olanın bu olduğunu söylerken diğer yanım sonrası için oldukça yanlış olduğunu söylüyordu. Yine de işin sonunda, bir şekilde, sonrasını düşünmeden hareket ederken buluyordum kendimi. Bunun canımı okuyacağını bile bile, şimdi içimdeki yorgun kızın iyileşmesini istiyordum sadece. Çünkü anlaşılan o iyileşmeden, ben pişman olmaya bile güç bulamayacaktım.

 

Bu yüzden düşüncelerimi susturdum. Bu evde ilk defa bir şeyleri koyvermek istedim. En azından gerçekten iyi hissedene dek, sonrasında pişman olup olmamayı bir kenara bırakarak, belki sadece bu gecelik; kendime ve tüm zayıf yanlarıma müsade ettim. Ve tüm bunlar için kendimi yargılamayı yasakladım.

 

Başımdaki havluyla nazik bir şekilde saçlarımın nemini alırken "Bebekken banyo yapmaktan nefret ederdin," diye mırıldandı kısık bir sesle. "Her seferinde ağlar, seni sudan çıkartana kadar durmazdın. Sonra bir gün," deyip hafifçe güldü. "Sen yine kıyameti koparırken, abilerin yanıma gelmişti. Seni güldürüp, böyle şebekliler yapmışlardı." Şu anki halleriyle şebeklikler yaptıklarını hayal edince yüzümü buruşturdum. "Ondan sonra da ne zaman seni yıkamak istesem yanımdalardı. Ağlamana kıyamazlardı." Tabii, hiç kıyarlar mı? "Sen banyodan sonra uyumayı severdin. Ben saçlarını tarardım, mayışırdın. Sonra Cihan masal okurdu, hevesliydi bu konuda, sen tamamen uyurdun." Havluyu omuzlarıma bıraktı ve saçlarımı eliyle açtı. "Bir gün Baran okumayı yeni yeni öğrenmiş, tutturdu ben masal okuyacağım diye. Başladılar Cihan'la kavga etmeye. Bir süre sonra Cihan dayanamadı, kabul etti. Baran bir hevesle başladı okumaya ama," hafifçe gülerek duraksadığında devamını merak etmiştim. "Kem küm okuyor, bir şey de diyemiyorum. Sen normalde hemen uyursun ama Baran kitap okudukça yüzün değişiyor. Ağladı ağlayacaksın. Sonra Cihan diğer yarısını okumayı teklif edince kabul etti de öyle uyudun. Bir zaman sonra onunda okuması güzelleşti ama sen her seferinde masalı Cihan devralınca uyuyordun. Baran'da çok bozuluyordu. En sonunda bir gün sana küsüp, kitap okuma işini Cihan'a bırakmıştı."

 

"Küstü mü?"

 

"Sen uyanana kadar." Deyip hafifçe güldükten sonra eliyle düzelttiği saçlarımı taradığını hissettim. Yavaş hareketlerle tarağı saçlarımdan geçirirken gerilmiştim ama durdurmak için bir hamle yapmadım bu defa. O da az öncekinin aksine sessizleşmiş, hareketleri durgunlaşmıştı.

 

Dakikalarca saçlarımı taradı. Çoktan bitmesi gerekirken, sanki bırakmak istemiyormuşcasına defalarca başa sardı. Engel olmadım ona, yeter demedim. Çünkü ona yetmediği gibi bana da yetmiyordu. İkimiz de bunun bir sonu olduğunu biliyorduk ama bu an bozulmasın diye çıtımızı çıkartmıyorduk. Bir süre sonra bu anın sonuna geldiğimizi hissederken kısık bir sesle konuştu. "O gün son kez saçlarını taradığımı bilmiyordum," Bu defa biliyorsun. "Ama..." duraksadı. "Bilmemek mi daha acı yoksa bilmek mi, emin olamıyorum."

 

Burukça gülümsedim. Son olduğunu bilmenin acı verdiği tek kişi o değildi. Ben, bunu kendime itiraf etmiştim belki ama ona söylemeye niyetim yoktu. Saçlarımın altındaki havluyu alıp, ayağa kalktığında yutkundum. Eksikliğini senelerce hissettiğim bir şeyi yaşamıştım ama mutlu değildim. Çünkü bundan sonra, bunu bir daha yaşamayacağımı bilerek devam edecektim. Dışarıdan bakıldığında tamamen benim elimde olan bir şey gibi görünsede öyle değildi. Ben şimdi bir çok şeyi yok sayarak buna izin vermiştim ama her şey yerli yerindeydi ve var olmaya devam ediyordu. Geçmiş buradaydı, onlar ve ben de. O yüzden hiçbir şey, sadece hissedilen gibi olamazdı.

 

Asya yatağın üzerindeki şeyleri kaldırdı ve omuzlarıma dokunup "Hadi kalk bakalım," diye mırıldandı. "Uyu, dinlen biraz."

 

Sessizce ayağa kalkıp yatağın baş tarafına doğru yürüdüğümde; benim için yorganı kaldırmış, yastığı düzeltiyordu. "Geç bakalım," deyip geri çekildiğinde bir anlık ona baktım ama göz göze gelince bakışlarımı kaçırdım. Sonra da yatağa oturup, sağ tarafıma doğru uzandım. Asya yorganı üzerime doğru örttükten sonra yere çömeldi. Yüzlerimiz birbirinin hizasına geldiğinde "Utanmana gerek yok," diye fısıldadı ve bir anlık çekinerek de olsa, elini saçlarıma getirip okşadı. "Ben neyin ne olduğunun farkındayım." Gözlerime bakmadan saçlarımı sevmeye devam ettiğinde, kendimi ondan gizlemek için gözlerimi kapattım. "Senden bir beklentim, bu yaşadıklarımızdan bir umudum yok." Saçlarımı okşaması gitgide beni mayıştırırken, sakin sesi de huzur veriyordu. "Ama eğer, olurda yanında olmamı istersen ben sorgusuz sualsiz burdayım."

 

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama bir süre sonra, ben uyumak üzereyken, Asya yavaşça saçlarımdaki elini çekti önce. Saniyeler sonra da yerini dudaklarıyla doldurdu. Derin bir nefes alıp, kısıkça fısıldadı. "İyi geceler bebeğim."

 

Odadan çıkıp kapıyı kapattıktan saniyeler sonra garip bir huzurla uyumuştum. Tıpkı, benim hatırlamadığım o eski günlerdeki gibi.

 

 

•••

 

 

Ertesi sabah gözlerimi açmama sebep olan şey duyduğum seslerdi. Kaşlarımı çatıp elimle gözlerimi ovarken kendi kendime homurdandım ve göz ucuyla odayı kontrol ettim. Hafif aralık kapının arkasındaki fısıltılar gözlerimi devirmeme sebep olmuştu. Birinin bu aptallara fısıltılarının hiçbir işe yaramadığını söylemesi gerekiyordu.

 

"Uyuyor diyorum işte," dedi Karan. "Girmeyelim en iyisi."

 

"Emin misin?" Diye soran Baran'dı.

 

"Abi bunu nasıl yanlış görebilirim?"

 

"Onu mu diyorum ben? Numara falan yapıyor belki."

 

"Numara yapıyorsa zaten girmemizi istemiyor demektir," dedi Kaya. "Can güvenliğimiz için sessizce uzaklaşalım."

 

"Lan bir siktir git sende ne zaman kapıya gelsek bir bok buluyorsun girmemek için."

 

"Ben onu mu diyorum Karan abi?"

 

"Ya ne diyorsun bir söyle bakalım?"

 

"Oğlum bir kesin sesinizi lan. Çekil bir de ben bakayım."

 

"Abi sana da aşk olsun ya! Uyuyor diyorum işte," deyip kapıyı beni görebilecek şekilde açtı Karan. "Al bak-"

 

Yüzlerinin aldığı ifadeyi görmek, beni istemsizce güldürürken yanaklarımı ısırdım. Özellikle Karan'ın surat ifadesi işimi oldukça zorlaştırıyordu ama kendimi tuttum ve tek kaşımı kaldırıp ne var dercesine onlara baktım.

 

"Uyuyor demiştin değil mi?" Diye ağzının içinden konuşan Baran, Karan'ın ensesine bir şaplak geçirdikten sonra bir adım öne çıktı. "İçeri girebiliyor muyuz, yoksa kapı eşiği iyi mi?"

 

Gözlerimi ayaklarına doğru çevirdiğimde, tam kapının ardında durduğunu görmek keyfimi yerine getirmişti. Eh, benden bir tık çekiniyor olmaları hoşuma gitmedi desem yalan olurdu. Üstüne bir de onlardan beklenilmeyecek medeniyetten sonra, ters bir tepki vermedim. "Girin."

 

İkisi rahatça içeri girerken, kapı eşiğinde duran biri vardı. Bir süre baktı yüzüme, sonra da "Geçmiş olsun," deyip gitti. Anlaşılan Kaya, öğrendiklerine rağmen bana hala kendi içinde kızgındı. Zaten o yaşadığımız şeyden sonra da tersini beklemek olmazdı.

 

"Ona takılma sen," dedi Baran. "Dayanamaz gelir daha sonra."

 

"Takılmıyorum." Gözlerimi diğerlerine çevirip doğrulurken "Evet," dedim. "Ne vardı?"

 

"Seni görmek istedik," dedi Karan, oturduğu koltukta öne kayarak. "Daha iyi misin?"

 

"Gördüğün gibi."

 

"İyisin iyi," dedi başını sallayarak. "Ben biliyordum zaten iyileşeceğini."

 

"Ne demezsin," diye ağzının içinde konuşan Baran'ın bacağına vurdu kendi bacağıyla. "Ne var? Bir halt bildiğimiz yoktu. Bir şey olacak diye aklımız çıktı."

 

Karan onun suratına hafif sitemle bakarken "Çok üzüldüm diyeceğim ama," diye konuşup yapma bir gülümseme gönderdim. "Beter olun."

 

İkisi de bana ayıp ediyorsun der gibi baktı ama göz devirdim. "Samimiyetinize," iki parmağımı birbirine yaklaştırdım. "Şu kadar inanmıyorum desem?"

 

"Haklısın," dedi Baran bu defa gerçekten bozuk bir surat ifadesiyle. "Olanlardan sonra, inanmaman normal. Ama emin olabilirsin," deyip hafifçe güldü. "Gerçekten bedelini ödettin."

 

Sadece yüzüne bakmakla yetindim. Baran o gün, kollarımın bağlanması için bir an bile düşünmeden hareket edip bana acımamıştı ama şimdi benim için canının acıdığını söylüyordu. Ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. Neye inanmam gerektiğini de. Bu yüzden devam etmedim, sustum.

 

"Her neyse," dedi Karan. "Şimdi iyisin ve önemli olan da bu."

 

"Önemli olan sadece iyi olmam mıydı?" Diye sordum kaşlarımı kaldırıp. "Öyleyse ben bir süre önce de iyiydim ama size yetmemişti hatırladığım kadarıyla."

 

"Yargı mod aktif ha?" Diye sorup güldü Baran. "Hiç acıma, yolla ama hepsini bir seferde alalım mümkünse, zamana yayılınca sıkıntı çıkıyor."

 

"Aptal," diye konuştum gözlerimi kısıp.

 

"Ama abinim ben senin be güzelim!"

 

"Yani?"

 

"Biraz saygı lütfen."

 

"Saygı hak edene verilir, bilir misin?"

 

Karan güldüğünde ona baktım ters ters. Aynı şekilde Baran'da "Kaşınma istersen Karan," dedi benim gibi ona ters bir şekilde bakıp.

 

"Tamam," dedi ellerini havaya kaldırıp. "Bir şey demedim kızmayın."

 

Ortam bir süre sessizleştiğinde bahçeden gelen köpek havlama sesi odayı doldurmuştu. Baran yavaşça ayağa kalkıp pencereden aşağı bakarak "Dozer kudurmuş yine," diye konuştu ve pencereyi açıp aşağı doğru bağırdı. "Oğlum! Yerine geç, bekle beni!" Köpek bir kez daha havladığında "Bak ya," diyerek güldü ve camı kapattı. "Bu da bize benzedi iyice."

 

Yabancılık çekmediği içindir, diye düşünüp kendi kendime güldüğümde beni gördü ve gözlerini kısarak bakıp "O aklından geçenlerin ucu sana da dokunuyor yalnız haberin olsun." diye konuştu.

 

Ona göz devirip "Köpeğin adını Dozer mi koydunuz?" diye sordum garip geldiği için.

 

"Evet," dedi sırıtarak. "Ben koydum."

 

"Bununla övünmen de ayrı garip."

 

"Nesi garip?" Diye konuştu ve koltuğa oturdu yine. "Benim boyumda köpeği Minnak diyerek mi çağırsaydım? Dozer gibi köpeğe, Dozer denir."

 

"Bu konuda tartışmaya girme derim." Diyerek kaşlarını kaldıran Karan'a kıstığı gözlerle bakıp, "Sen bugün ayrı bir kaşınıyorsun bak," diye bir uyarı çekti. "Dikkat et, kaşımayayım."

 

"Kaşıyorsan da," deyip kapıyı gösterdim. "Mümkünse dışarda kaşı. Bugünlük bu kadar sizi görmek yetti bana."

 

"Kovulduk mu?"

 

"Aşk olsun ama ya," deyip başını yana doğru eğdi Karan. "Kaşıyorsan kaşı ne demek? Ben, sen beni korursun sanıyordum."

 

"Abartma lan sen de ," deyip ayağa kalktı Baran. "Odaya aldığına dua et önce."

 

"Doğru diyorsun," deyip o da ayağa kalktı ve çıkmadan önce bana döndü. "Bu arada, istediğin bir şey var mı?"

 

Ona hayır diyecekken aklıma gelen şeyle konuştum. "Telefonum."

 

"Telefon?" Diye sordu Baran gövdesini karşımda duran makyaj masasına yaslayıp. "Ne yapacaksın telefonunu? Birini mi arayacaksın?"

 

"Ne yapacaksam yapacağım," dedim ve tek kaşımı kaldırdım. "Seni ilgilendiren ne tam olarak?"

 

"Merak?"

 

"Etme."

 

"Ettim ama."

 

Sesli bir nefes verdim. "Ne duymak istiyorsun?"

 

"Abi daha sonra konuşuruz," deyip kapıyı gösterdi Karan ama o bana bakmaya devam etti. "Hadi."

 

"Söyle," dedim üsteleyerek. "Bir doz atalım, kavgasız bitirmek bize yakışmaz."

 

"Yok, hayır," dedi başını iki yana sallayarak. "Kavga etmek değil niyetim, bir şey de demeyeceğim. Sadece," duraksadı "Emin olmak istiyorum. Sen ve," yutkundu "Kandemir... siz gerçekten sevgili misiniz? Onu aramayı falan mı düşündün?" Histerik bir şekilde güldü. "Hoş, öyleyse seni hiç aramadı bilgin olsun da... belki tekrar bir gözden geçirirsin."

 

"Neyi?" Diye sordum gayet anlasamda. Muhtemelen o davetten sonra bir şekilde söylediğimiz yalanı öğrenmişti ve şimdi de büyük bir çaba göstererek, o günün aksine sakin bir şekilde bunu soruyordu. Aralarındaki şeyi hala bilmiyordum ama bu konu aklına geldiğinde bile Baran'ın nabzı hızlanıyor gibiydi.

 

"Sen ne olduğunu anladın," dedi ve kollarını göğsünde birleştirdi. "Bir şey var mı yok mu onu söyle."

 

Kaçamak bir cevap verdim. "Varsa ne olacak?"

 

Güldü ve başını sallayarak kollarını çözdü. "Anlaşılan konuşamayacağız," deyip kapıya yöneldi. "Ben çıkayım en iyisi."

 

"En iyisi," dediğimde bana bakıp sesli bir soluk verdi ve bir şey demeden odadan çıktı.

 

Gözlerimi Karan'a çevirdiğimde masanın çekmecesini açıp telefonumu çıkartıyordu. Elinde telefonumla yanıma doğru gelip bana uzattı ve "İkisinin arası pek iyi değildir," dedi ben telefonu elime alırken. "Sen de anlamışsındır zaten ama basit bir kıskançlıktan fazlası var. O yüzden çok kızma ona."

 

Asıl meselenin benimle ilgili olmadığını az çok anladığım için sadece başımı salladım ve uzatmadım. Karan bana hafifçe gülümseyip "Bir şeye ihtiyacın olursa seslenmen yeter," dedi. "Odam karşıda, gelirim hemen."

 

Samimi ifadesi beni bir çok kez olduğu gibi yine düşündürdü ama bu defa diğerlerinin aksine, gerçek olabilir mi diye düşündüm. Bu zamana kadar hep bir çıkarı olduğunu, bu samimiyetin de gösterdiği şefkatin ve sevginin de bir nedeni olduğunu düşünüdüm ama şimdi... belki de bana yaptığı o çorbadan sonra bilmiyorum, içimde bir acaba vardı. Acaba Karan bu zaman kadar tanıdığım insanların aksine bana çıkarsızca yaklaşmış olabilir miydi? Yoksa, yaptıkları da söyledikleri de gerçek miydi?

 

Bilmiyordum. Ben hala daha emin değildim ama yine de şimdi bana böyle içten bir şekilde konuşunca kendimi tutamadım ve çıkmadan önce, "Karan," diyerek durdurdum onu.

 

Kaplıdan çıkmadan önce bana doğru döndü "Efendim?" diyerek.

 

"Şey..." diye konuşup hafifçe yutkundum çünkü söylemek istesem de zor geliyordu bana. Aslında basit bir teşekkür edecektim ama sanki böyle ona karşı bir adım atıyormuşum gibiydi ve bu da bana yaşananlardan sonra ağır geliyordu.

 

"Çekinme söyle," dedi bir şey isteyeceğimi düşünerek. "Hallederim hemen."

 

"Bir şey istemeyeceğim," dedim hemen ve düşünmeden devam ettim. "Ben... sana teşekkür ederim." Evet, yaşananalar ağır geliyordu ama o bir şekilde, en azından kendi yüklediği ağırlığı hafifletmek için çabalamıştı. Bu yüzden ne kadar zorlansamda, içimden gelen şeyi yapmak istedim. İçimde kalsın istemedim. "İçtiğim en güzel çorbaydı."

 

Karan öylece baktı bana. Bunu beklemediği açıktı ve ne diyeceğini bilememekten ziyade şaşkınlıktan konuşamıyor gibiydi. Gözleri hafifçe dolduğunda dudaklarım aralandı ama benden önce konuştu. "Gerçekten mi?"

 

Bu sefer ne diyeceğini bilememe sırası bendeydi. Gözlerinde gördüğüm sahicilik; emin olmayan yanlarımı şüpheye düşürüyor, beni kendi içimde derin bir sorguya itiyordu. Bunun üzerinde kesin bir yargıya varmak benim için çok zordu. Çünkü ona inanmak demek aynı zamanda güvenmek demekti ve ben, birine güvenmek konusunda hiçbir zaman iyi olmamıştım.

 

Hafifçe başımı salladım. "Evet..." deyip omuz silktim. "Elin lezzetliymiş." Ah, anlaşılan ne diyeceğimi hala bilmiyordum.

 

Sesli bir şekilde güldü ve eliyle gözlerindeki doluluğu silip başını salladı. "O zaman," deyip gülümseyerek baktı bana. "Bu akşam yemeği de benden."

 

"İyi de ben senden böyle bir şey istemedim ki..." diye konuştum hızlıca ama o buna daha çok keyiflendi ve "Olsun," dedi. "Benim içimden yapmak geldi."

 

"Karan..." diye konuştum uyarır gibi ama söyleyeceklerimin devamını bilir gibi beni susturdu.

 

"Merak etme hayal falan kurmuyorum," dedi hareketlenirken. "Mesela ileride benden direkt olarak bir yemek pişirmemi istediğini hayal etmedim ya da beraber yemek yaptığımızı..."

 

"Pişman etme Karan," dediğimde bana aldırmadan kapıdan çıkıyordu.

 

"Ellerine sağlık canım abim, diyerek boynuma sarıldığını hiç hayal etmedim... ve en çok benim yemeklerimi sevdiğin için diğerlerini kudurttuğumuzu da."

 

Odadan çıktığında arkasından bağırdım. "Diğerlerine anlatmayı aklından geçirme!"

 

Uzaktan gelen bir sesle "Ta-mam!" diye bağırdığında gülerek göz devirdim. Ve sonra durdum, gülüşüm yavaşça solarken, bu evde olmayı en başından beri neden istemediğimi bir kez daha anladım.

 

Gözlerimi kapatıp sesli bir soluk verdim ve elimde tuttuğum telefonu yatağa bırakıp ayağa kalktım yavaşça. Aralık kalan kapıyı örtüp, banyoya girip yüzümü yıkadıktan sonra tekrar odaya gelip aklımdaki şeyi yapmak için telefonumu elime aldım. Odada kendimi zorlamadan turalarken, telefonuma gelen aramalara ve mesajlara göz gezdirdim. Sonrasında da beklemeden beni defalarca arayan kişiye geri döndüm.

 

Sungur birkaç saniye sonunda telefonu açtı. "Uğru?"

 

"Öncelikle iyiyim," dediğimde derin bir nefes verdiğini duymuştum. "Olanları da anlatacağım ama önce mekanda bir sıkıntı var mı yok mu onu söyle."

 

"Uğru sen iyi misin?" Diye sordu beni umursamadan. "Bana nasıl olduğunu anlat."

 

"İyi olduğumu söyledim zaten," dedim ve sorumu tekrarladım. "Bir sıkıntı var mı? En son işi batırdık diye sinirliydi."

 

"Hayır," dedi bıkkınlıkla. "Façacı'ya iyi olmadığını ve bir süre ortalıkta olmayacağını söyledim."

 

"Umursamadı tabii," diye mırıldanıp göz devirdim. Çaptan düşen bir hırsız kimin umrunda olurdu ki zaten? Benim bir an önce toparlanıp işe geri dönmem gerekiyordu yoksa oradaki diğer ahmaklardan bir farkım kalmazdı.

 

"Tabii ki umursamadı Uğru," dedi sinirle. "Bırak şu siktiğimin işini de neler olup bittiğini anlat." Kısa bir an duraksadı. "Sen... neredeydin?"

 

Ona olan biteni kısaca anlattım. "Hastaneden sonra da buraya getirdiler işte dün."

 

"Peki, iyiler mi sana karşı?"

 

"Yani," deyip olduğum yerde durdum ve pencereye doğru baktım. "Canımı sıkacak bir durum olmadı şimdiye kadar."

 

"Daha ne kadar kalacaksın orda?"

 

"Bilmiyorum," dedim tekrar dolanmaya başlarken. "Henüz o kadar iyi değilim ve bunlar şu an her ne kadar anlayışlı görünseler de ben bu haldeyken gitmeme müsade etmezler. Benim de kaçıp gidecek gücüm yok henüz." Kendi kendime omuz silktim. "O yüzden muhtemelen birkaç gün burada kalırım ama belli de olmaz, malum..."

 

"Tamamen iyileşene kadar orda kalman en iyisi." Dedi düz bir ses tonuyla. "Ne bileyim bir şey olur falan en azından doktora ulaşabilirsin." Haklılığına bir şey demediğimde devam etti. "Seni tanıyorum. Gurur falan yapıp, tam anlamıyla iyileşmeden ordan bir şekilde kurtulursun ama yapma Uğru. Kendini düşün, böyle bir imkan varken kullan."

 

"Bilmiyorum," deyip sesli bir nefes bıraktım. "Bu ev hiçbir şey yokken bile beni yoruyor Sungur."

 

"Dediğimi yap," konuşurken arkadan bir kişinin onu çağırdığını duydum. "Beni habersiz bırakma. Kapatmam lazım şimdi."

 

"Tamam," dedim telefonu kapatmadan önce. Sonra da birkaç saniye elimdeki telefona bakıp yatağa fırlattım. Neden bilmiyorum ama ses tonunda bir gariplik sezmiştim. Duraksamaları ve ondan beklenilmeyen sakinliği beni düşündürmüştü ama kendime bir cevap da bulamamıştım.

 

Kendi kuruntum olduğunu düşünüp pencereye doğru ilerledikten sonra bir süre bahçedeki insanları izledim. Kendi normallerinde hareket eden çalışanların birçoğunun yüzü artık tanıdıktı bana. Bunun hiçbir önemi olmasa da onların hayatlarını merak ettim. Başkasının köpekliğini yaparken benim gibi tek tabancalar mıydı yoksa aileleri var mıydı? Mesela eşi ve çocuğu olan bir adam böyle bir iş yapabilir miydi? Aslında bakarsak bazı adamlar, eşi ve çocuğu için böyle şeyler yaparlardı. Benim gördüğüm; kendi hayatını başka bir ailenin hayatı için hiçe sayan bir adamken, belki de olan kendi ailesi için hiçe saydığıydı.

 

Kapının tıklatılmasıyla bakışlarımı oraya çevirdim. "Gelebilir miyiz?" Diyen Asya'nın sesiydi ama kullandığı çoğul eki yalnız olmadığını gösteriyordu. Dünden beri görmediğim Serhat bey ve Cihan olma ihtimali beni germişti. Tereddütte kalışımdan dolayı birkaç saniye oluşan sessizlikten sonra "Kahvaltını getirdim..." diye devam etti. "Müsait misin yavrum?"

 

"Evet," dedim en sonunda. "Gelebilirsin." iz.

 

Kapıyı açan kişi tahminimi doğruladığında, kalçamı pencereye yaslayıp gözlerimi yere indirdim. Hastanede uyandığım günün akşamı, uykuyla uyanık arası olduğum bir vakit Serhat bey başucumda oturmuş kendi kendine konuşuyordu. Beni aramak, ölmekten nasıl daha kötü bir seçenek oldu böyle, diye fısıldamıştı. Cevap verememiştim o an ama ikimiz de bunun nedenini, nasılını iyi biliyorduk.

 

"Günaydın," diye tok bir sesle konuştuğunda ona cevap vermeyip başımı sallamakla yetindim ama başka biri daha "Günaydın," diye mırıldandı. Anında başımı kaldırdığımda minik Gökçe'yle göz göze gelmiştim. Dedesinin elinden tutmuş, küçük ela gözleriyle bana bakıyordu. Çekingen hali beni yerle bir ederken, Sedef'in aklıma gelen sözleri ona bir adım atmama sebep oldu.

 

"Barıştın mı benimle?" Diye kaçamak bir soru sorduğumda başını salladı. Başımı hafif yana eğip ona doğru ellerimi uzattım. "Gel o zaman, neden uzakta duruyorsun?"

 

Serhat beyin elini bırakıp bana doğru adımladığında, yere doğru eğilemeyeceğim için yatağa oturdum ve karşıma geçtiğinde beklemeden sarıldım ona. "Seni beklettiğim için özür dilerim," diye mırıldandım verdiğim söze ithafen. "Ben gerçekten gelecektim ama..."

 

"Hasta olduğun için gelememişsin annem söyledi." Dedikten sonra bana baktı. "İyi misin artık?"

 

"Şimdi daha iyiyim," deyip güldüğümde o da güldü. E geri neşeli haline büründü. "O zaman kahvaltı!" diye bağırdığında ben de "O zaman," deyip burnunun ucundan öptüm. "Kahvaltı!"

 

Gökçe kıkırdayıp yatağın diğer tarafına doğru giderken onu izliyordum. Koltuğun önündeki sehpada duran tepsiye ve sonra da bizi izleyen ikiliye baktım. Asya, "Yardım edeyim mi?" diye sorduğunda başımı olumsuz anlamda salladım ve dikkat ederek ayağa kalktım. Gökçe'nin yanına oturmaya giderken "Daha iyi misin?" Diye sordu Serhat bey.

 

Ona bakmadan "Evet," deyip koltuğa oturduğumda devam etti. "Biraz iyi olduğunda kendi evine gitmene müsade edeceğim." Dedi. "Daha doğrusu buna karışmayacağım, sana engel olmayacağım."

 

Hafifçe güldüm ve tepsideki ekmekten kopartıp üzerine bal sürdüm. "Sen beni hala tanıyamadım galiba," diye mırıldandım ve ekmeği Gökçe'ye uzattım. "Ben istersem bu evden bir şekilde çıkarım." Omuz silktim ve devam ettim. "Sadece gücümü toplamaya çalışıyorum." Donuk bir ifadeyle ona baktım. "Üstelik bir süre önce beni zorla bu evde tutmaya çalıştığınızı da unutmadım. O yüzden şimdi, beni durmak için zorlamayacağını söylemen sadece komik geliyor."

 

"İnatçısın," dedi başını sallayarak. "Ama bizim sülalemiz baştan aşağı inat. Emin ol sen inatçıysan ben daha inatçıyım. O yüzden eğer çıkmak için uğraşacaksan boşuna deneme. İyileştiğini gözümle görmeden bu evden dışarı adım attırmam. Senin için, sana karşı çıkmam gerekiyorsa çıkarım. Üzgünüm, kızım, tüm ağır laflarına katlanabilirim ama seni kaybetmeye bir daha asla."

 

Almak istediğim cümlelere ithafen konuştum. "Bana gözdağı vermeye kalkma."

 

"Böyle bir amacım yok," dedi. "Sadece sana açık oluyorum. Benden bir anda değişmemi bekleme. İki taraflı bazı şeyleri idare edelim. İyileş ve sonra istediğini yap."

 

Serhat bey odadan çıkarken, Asya bir ihtiyacım olup olmadığı sorup, tepsiye bıraktığı ilaçları içmemi tembihleyip onun peşine çıkmıştı. Kendimi aptal bir sorgu döngüsünde bulmamı engelleyen şey, Gökçe'nin bir salatalığa batırıp bana uzattığı çatal olmuştu. Ona gülümsedim ve uzattığı çataldan salatalığı yiyerek her şeyi kenara bıraktım.

 

 

Saatler geçmişti. Gökçe'yle beraber yatağa uzanmış çizgi film izliyorduk. Kahvaltıdan sonra dizüstü bilgisayarını getirmiş ve bana asla hayır diyemeyeceğim bir teklif yapmıştı. Açıkçası hangi teklifine hayır diyebilirdim onu da bilmiyordum ama şimdi burdaydım ve Karmakarışık isimli animasyonu izliyordum.

 

Gökçe dizlerime uzanmış bir şekilde ilgiyle filmi izlerken ben uyumamak için direniyordum. Evet düne ve önceki güne göre çok iyiydim ama hala tam anlamıyla iyileşmemiştim. Aldığım ilaçlar bana ağır geliyor, uyuşukluk ve uyku yapıyordu. Bu yüzsen şimdi sürekli esniyor, gözümü açık tutarak filmi izlemekte baya bir zorlanıyordum.

 

Gökçe tatlı bir kahkaha attığında nasıl bir sahneye güldüğünü bilmiyordum ama onun gülüşü beni de gülümsetti. Elimi uzatıp saçlarını okşarken, olduğum anın verdiği huzur çok başkaydı. Yavaş yavaş fark ediyordum; Gökçe'ye olan bu sevgim, sadece çocuklara olan zaafımdan kaynaklanmıyordu. Bunun bir sebebi de onunla olan kan bağımdı ve neden bilmiyorum ama bu beni rahatsız etmiyordu. Aksine içimdeki sevgiyi bu denli yoğun hissetmek bana iyi geliyor, onunla vakit geçirmek huzur veriyordu.

 

Ama bu huzur uzun sürmedi. Aklıma birkaç gün öncesinde olanlar geldiğinde, Gökçe'nin saçları arasındaki elim duraksadı. Gözlerim doldu. Gökçe'ye baktığımda kalbim sızladı. Cihan'a söylediğim sözler beni sınıyordu.

 

Onu iki gün önce hastane odasının kapısında birkaç saniye görmüştüm sadece. Ne o gün benimle konuşmuş ne de burada geçirdiğim iki günde yanıma gelmişti. Merak ediyordum. Şimdi benim Gökçe'nin yüzüne baktığımda canımı yakan sözlerim, onun da kızına her baktığında aklına gelip yüreğine dokunuyor muydu acaba? Tabii ki dokunuyordu.

 

Gözümden süzülen bir damla yaşı sildim yavaşça. O an amacım zaten bu olsa da şimdi kendi kendime değdi mi diye sormadan edemiyordum. Hem ona hem de kendime yüklediğim bu ağırlığa değdi mi? Yaptığım şey benim Cihan'a karşı içimi soğutmamıştı. Belki canının yanmasını çok hak etmişti ama canını yakmam bir işe yaramamış, benim kalbimdeki sızıyı daha da artırmıştı.

 

Sözlerimin gittiği yerin ucu bana dokunmuş, sözlerimin dokunduğu kişinin kırıkları beni parçalamıştı.

 

Kendimi bu konuda aptal gibi hissetsemde, Cihan'ın aksine ben onu yaraladığım için üzgündüm. O beni hiç anlamasa da benim canımı yakıp yakmamayı umursamasa da, ben üzgündüm. Belki içimdeki insanlıktan, belki içimden hiç atamadığım o aile tohumundan.

 

"Gökçe," diyen sese döndüğümüzde kendimi toparladım. Kaya, Gökçe'nin aralık bıraktığı kapıdan başını uzatmış bize bakıyordu. "Annen seni çağırıyor güzelim."

 

"Ama neden?" Diye sordu gitmek istemediği belli olan bir ses tonuyla. "Daha bitmedi ki..."

 

Gökçe yatakta oturduğunda, Kaya bir anlık tereddütle kapıyı araladı ve içeri girdi. "Evet ama çok fazla kaldın bu odada," diye konuştu ona bakarak. "Halanın biraz dinlenmesi gerekiyor- muş."

 

"Ama..." Gökçe tereddüt ederek bana ve Kaya'ya doğru baktığında, ben en azından film bitene kadar kalabileceğini söyleyecekken Kaya konuştu. "Ben bunu dondurayım o zaman," deyip yatağın ucundaki bilgisayara doğru yürüdü. "Sonra devam edin olur mu? Yine beraber izlemiş olursunuz."

 

Gökçe istemese de başını salladı ve asık bir suratla bana baktı. "Çabuk iyileş olur mu?"

 

Dudak büküp "Tamam," diye mırıldandım ve sarılıp öptüm onu. Kaya bilgisayarı kapatıp, makyaj masasının üzerine bırakırken Gökçe kapıdan çıkıyordu ve çıkmadan önce bana bakıp el salladı. Hatta sonra elinin içine bir öpücük kondurup bana doğru üfledi. Buna gülümsedim ve öpücüğü havada yakalayıp yanağıma kondurdum. Gökçe'nin asık yüzü gülmeye başladığında da ben de aynını yaptım ve el sallayarak gitmesini izledim.

 

Onun arkasından Kaya'nın da çıkmasını bekliyordum ama durmuştu ve bana bakıyordu. Bir şey söyleyeceğini düşünüp gözlerimi yüzüne getirdiğimde dudaklarını araladı ama hemen konuşmadı.

 

"Çekinme söyle," dediğimde kollarını göğsünde birleştirip gardını almıştı.

 

"Bu kadar aptal olduğunu bilmiyordum." Dediğinde dudaklarımın arasından hah diye bir nida çıktı. "Ölüyormuşsun, gerizekalı." Dedi. "Neden babamı aramıyorsun? Neden aptal gibi elli tane ilaç içiyorsun? Üç yaşındaki çocuk bile bilir her bulduğu ilacı içmemesi gerektiğini."

 

Güldüm. "Ne oldu korktun mu ölürüm diye?"

 

"Ölürsün diye değil de... ölürsen ve hayatımı bir pişmanlıkla yaşarım diye."

 

"Pişmansın yani?" Diye sordum, tamamen kendini düşünmesinin neden yutkunmama sebep olduğunu bilmeden. Bilsemde itiraf etmek zor geldiğinden.

 

"Bir sebebin varmış."

 

"Vardı."

 

Gözlerini kapatıp açtı ve "Bunu söylemediğin için," deyip başını iki yana salladı. "Suçlu ben olmayacağım."

 

Sormama gerek yoktu, aptal gibi konuşmasına rağmen her hareketinden pişman olduğu belliydi. "Ne seni suçladığım için ne de o an inanmadığım için..." Belliydi ve tam da bu yüzden kendini aklamaya çalışıyordu, ama bunu pişmanlığını dile getirerek değil ispat etmeye çalışarak yapıyordu. "Suçlu ben değilim."

 

"Seni suçladım mı?" Diye sordum kaşlarımı çatarak. "Kendi kafanda kurup kurup benim karşıma çıkıp durma."

 

"Belki direkt beni suçlamadın ama suçlu hissetmeme sebep oldun." Derken sesi sertleşmişti. "Eğer bilseydim..."

 

"Bilseydin ne?!" Diye sordum sesimi yükselterek. "Bana olan öfken tuzla buz mu olurdu? Yoksa benim tehlikeli biri olduğumu vurgulayan sözlerinle, ailene bu eve girmemin bir hata olduğunu mu bağırırdın bu defa?"

 

"En azından gelemediğin için sana hesap sormazdım!" Diye konuştu kollarını serbest bırakıp bana doğru bir adım atarak. "En azından," deyip duraksadı ve sinirle gözlerini kapatıp açtı. "O an canının yanmasına ben sebep olmazdım!"

 

"Kaya," dedim sesimi normal tutmaya çalışarak. "Ben ne o an da ne de şimdi seni suçluyorum, anladın mı? Sana yaptığım şeyden dolayı bana öfkeli olmanı da benden nefret etmedi de anlıyorum çünkü!"

 

"Al işte," dedi kısık sesli olmasına rağmen öfkesini hissedebildiğim bir tonda. "Bu yaptığın bile bana kendimi suçlu hissettiriyor anlıyor musun?! Sen, abimlere bile ağzına geleni sayarken şimdi benim suçlu olduğum bir durumda bana bunu söylemiyorsun çünkü daha çok vicdan yapmamı istiyorsun!"

 

Konuşma gittikçe sinirimi bozarken sakin kalmaya çalıştım. "Eğer tersini düşünseydim bunu açık açık söylerdim emin ol!"

 

"Eline böyle bir fırsat geçmişken neden söyleyesin ki?"

 

"Ne fırsatından bahsediyorsun sen ya? Çık git şu odadan sinirimi bozmaya başladın iyice."

 

"Ne fırsatı olacak?" Diye sordu ve güldü sinirle. "Anladın pişman olduğumu, suçlu olduğum için kendimi bok gibi hissettiğimi anladın... buldun bir açık, ordan giriyorsun işte. Güya o gün söylediklerime rağmen beni anladın, yemezler ama! Sırf, kendimi daha çok suçlayayım diye yapıyorsun böyle, daha azı olsun diye değil!"

 

Dudaklarımı konuşmak için aralamışken, sert bir sesle "Kaya!" diyen ben değildim, Serhat beydi. Kapıda görünmüyordu, muhtemelen duvarın arkasındaydı ama önemli olan orda olması değil ne kadar süredir orda olduğuydu.

 

Kaya'ya baktığımda gözlerinden bariz bir korku geçtiğini gördüm. Bana bakmadan kapıya doğru yürüdüğünde, kısık bir sesle "İstemiyorsan çıkma," diye konuştum. Bir an şaşırdı ama bir şey söylemeden odanın kapısını kapatıp çıktı.

 

İçime düşen sıkıntıyla ayağa kalktım. Serhat beyin sesi gerçekten sinirli çıkmıştı ve Kaya'nın da ondan korktuğunu açıkça görmüştüm. Ne yapacağımı bilmiyordum ama burda durup tırnağımı kemirmek yerine dışarı çıkıp en azından ona kızmasını engellemek istedim. Sonuçta bu Kaya ve benim aramda bir şeydi ve karışması doğru değildi.

 

Kararımın bir kararsızlığa evrilmemesi için beklemeden kapıyı açıp dışarı çıktım ama asla beklemediğim bir şey oldu ve Serhat bey, Kaya'ya vurdu.

 

Ani bir refleksle, bir adım geriledim.

 

Kaya sağ tarafa doğru düşen başını hafifçe kaldırdı ve biz göz göze geldik. Düşündüğümün aksine nefretle bakmadı ama bu bakışı, keşke nefretle baksaydı diye düşünmeme sebep olmuştu. Dolu gözlerini görmek ve yutkunamadığına şahit olmak, bu zamana kadar hiç hissetmediğim bir acizlikle doldurdu içimi.

 

Serhat bey bana doğru baktığında yüzünde gördüğüm sertlik beni ilk defa korkutmuştu. Başkalarına ne yapmış olursa olsun o kendi çocuğuna vurmuştu ve bu benim için, karşımdaki insanın kimseye bir sınırının olmadığının göstergesiydi. Birkaç hafta önce düşündüklerim aklıma geldi. Onu ne kadar zorlamalıydım bilmiyordum ama şu an anlamıştım; onun herkese bir noktası vardı.

 

Ben o noktanın etrafında birçok kez gezdiğimin farkındaydım ve belki de henüz benim için koyduğu noktayı aşmadığımdan dolayı kelimelerimde bu denli özgürdüm. Düşündüm. Ben o noktayı geçtiğimde diğer zamanların aksine belki de beni susturabilirdi. Ve benim için konuşmaya korkak bir hale gelmek demek, yenilmek demekti. Pes ettiğim tek bir an varsa o da korkumun, sesimi çıkartmaktan baskın gelmesiydi.

 

Bakışlarını benden çekip parmağıyla karşıdaki odayı gösterdi Kaya'ya. "İçeri geç."

 

Kaya beklemeden gittiğinde gözleri tekrar beni buldu. Düşündüklerimin arkasındaydım ama hislerim şu an çok başkaydı. Tarif edemediğim bir duyguyla doldum taştım. O ilk an, nasıl geri adımlaydıysam şimdi aksine ona doğru yürüyordum.

 

Karşısına geçtiğimde eliyle başını sıvazlıyordu. "Neden böyle bir şey yaptın?"

 

Parmağıyla Kaya'nın girdiği odayı işaret etti. "Sınırını çoktan aştı," dedi öfkeli sesiyle. "Haftalardır sabrediyorum ama yetti. Bu son damlaydı."

 

"Sınır aşmak konusunda bu kadar ince düşünceli olduğunu bilmiyordum." Başımı çevirip sinirle güldüm. "Sen..." dedim ona dönüp ama konuşmakta zorlanıyordum. "Sen ona vurdun." İnanamıyormuşcasına başımı iki yana salladım. "Bu çok fazla."

 

"Ben onu fazlasıyla uyardım." Pişman bile değildi. "Senin hakkında, onu defalarca uyardım ama o," derken burnundan soluyordu. "İlk günden beri sana nasıl davranması gerektiğini bilemedi."

 

"Bilemesin ya, bilemesin ne olmuş yani?" Kaşlarımı çatmış ona bakıyordum. "Ben karşılığını zaten veriyorum. Sen... benim için bunu kendi çocuğuna yapamazsın."

 

"Bak," dedi tok bir sesle. "Ben ondan seni hemen ablası olarak görmesini beklemedim, böyle bir amacım da yok zaten. Ama bu evdeki herkesin bir yeri var, senin de öyle. O yüzden nasıl abilerine saygı duyuyorsa sana da duymasını bilecek. Aksi fikirleri olabilir, kızıp sinirlenebilir ama o saygı duyulacak! Nerede durulması gerektiği, ne konuşulması gerektiği bilinecek!" Dudaklarımı araladığımda beni konuşturmadı. "O benim oğlumsa, sen de kızımsın! Kimse benim kızıma hadsizlik yapamaz, anlıyor musun? Aynı şekilde herhangi biri ya da herhangi biriniz ona bu şekilde hadsizce konuşursa, o zaman da aynı tepkiyi veririm! Bunu o da çok iyi biliyor. O yüzden sen bu meseleye karışma, bu konuyu da uzatma."

 

Birkaç saniye bekledikten sonra "Yanlış yapıyorsun," dedim başımı iki yana sallayarak. "Asla kazanamayacağın biri için... yanındakileri kaybetme."

 

 

Karan Baturgan

 

Sabaha karşı rahatsız bir hisle uyandığımda kaşlarımı çatıp elimle gözlerimi ovdum. Yatağımdan doğrulup telefonuma baktığımda saat 03.54'ü gösteriyordu. Böyle uyanmalarımdan sonra geri uyuyamazdım. Bu yüzden bir sigara içmek için bahçeye çıkmaya kadar verip yataktan kalktım.

 

Telefonumu ve sigara paketimi alıp odamdan çıktığımda, karşı odanın kapısının önünde oturan Cihan abim bakışlarını bana çevirdi. Hepimiz ara ara kontrol etsek de, Günce'nin başında dün gece de o kalmıştı.

 

"Hayırdır?"

 

"Sigara içmeye çıkacaktım da," deyip yorgun yüzünü inceledim. "İsersen sen git, ben burada kalırım. Sabaha az kaldı zaten."

 

"Çık sen," dedi başıyla koridoru göstererek. "Sıkıntı yok."

 

Onu ikna edemeyeceğimi bildiğimden uzatmadım ve ilerledim. Her ne kadar gün içinde Günce'nin istemeyeceğini düşünüp yanına gitmese de, o tam anlamıyla iyileşene kadar geceleri kapının önünde bekleyecek kişinin o olacağını biliyordum. Bu işi hem bizim için üstleniyor hem de deli gibi merak edip ilgilenmek istediği kardeşinin ancak bu şekilde yanında olabiliyordu. Çünkü her davranışın bir sonucu vardı.

 

Bahçeye çıkıp bir sigara yaktığımda, etraftaki birkaç adamın selamını almış; sessiz bir şekilde dolanarak sigaramı içmeye başlamıştım. Sonra bugün sabah Günce'yle olan konuşmamız geldi aklıma. Güldüm kendi kendime ama deli olduğumu düşünmesinler diye kestim sesimi.

 

Ardından akşamki durgunluğu doldu zihnime. Odasına gidip ilaç içmesi için onu uyandırdığımda fazla durağandı. Yaptığım çorbaya ve yemeğe kısa bir teşekkür edip, yedikten sonra ilacı içip tekrar uyumuştu. Ben ondan sabahki gibi bir tepki beklememiştim zaten ama bu durum onun normali de değildi. Belki de sadece ilaçların ve o anki uykulu halinin getirdiği durgunluktu bilmiyorum ama onu böyle durgun ve sessiz görmek içime dert oluyordu.

 

Telefonuma gelen bildirim sesiyle, elimdeki sigarayı dudaklarımın arasına aldım tekrar.

 

Sungur: Evet hallettim bir sorun çıkmayacak

 

Ona cevap vermedim ve telefonu cebime koydum. Ondan, bazı adamlarımızı çeteye sokmasını istemiştik ve anlaşılan sonunda başarmıştı.

 

Aslında bakarsak en başında böyle bir planımız yoktu ama öğrendiklerimiz bizi bu noktaya getirmişti. Ondan aldığımız ve Murat'ın öğrendiği bilgilerle; oldukları çetenin düşündüğümüz kadar basit işler yapmadığını ve oldukça sıkıntılı bağlantıları olduğunu öğrenmiştik. Günce'nin o heriflerle olası bir husumeti yaşanırsa diye de tedbir amaçlı bazı adamlarımızı oraya sokmaya karar vermiştik.

 

Bu öğrendiklerimizden sonra onu oraya göndermek bile bize zor geliyordu ama ona karşı durmanın sonuçlarını da net bir şekilde görmüştük. Bu yüzden alabileceğimiz tüm önlemleri alıp, bir şekilde onu korumalı ve aynı zamanda bunu, onu kırıp dökmeden yapmalıydık. Onun arkasından iş çevirme fikri beni her ne kadar rahatsız etse de onu binbir türlü pisliğin olduğu bir ortama öylece bırakamazdık.

 

İçtiğim sigara bittikten sonra, izmaritini bahçe masasındaki kül tablasına atıp eve girdim. İçeri girdiğim gibi sıcaklık vücuduma nüfuz ederken yukarıdan gelen sesler adımlarımı hızlandırmama sebep oldu. Duyduğum çığlık sesiyle koşmaya başladığımda bir hışımla merdivenleri çıkmış, koridoru bitirmiştim. "Ne oluyor?!"

 

Diğerlerini es geçip Günce'nin bağırışıyla odasına baktığımda ileriye doğru adımladım ama Cihan abim koluyla beni durdurdu. "Uzak dur benden!" Kardeşim tamamen yere çökmüş bir şekilde duvara sığınmış, bir elini kaldırıp babamın ona yaklaşmamasını söylüyordu. "Uzak dur!"

 

Ardından defalarca "Defol!" diyerek aynı kelimeyi tekrarladığında, donmuş bir şekilde odanın ortasında kalan babamı Cihan abim çekip çıkarttı. Günce ayağa bile kalkmadan kapıya doğru dizleri üzerinde hızla geldi ve kapıyı suratımıza kapatarak oldukça sesli bir şekilde "Defol!" diyerek ağlamaya devam etti.

 

Gözlerimi babama getirdiğimde hala aynı ifadeyle durmuş, Günce'nin kapısına doğru baktığını gördüm. Sonra sandalyeye çökmüş anneme, duvara yaslanmış Baran abime, kapısının önünde bekleyen Kaya'ya ve babamı ayakta tutan Cihan abime baktım tek tek. "Ne oldu?" Diye sordum bu defa daha sessiz ama Günce'nin ağlama sesinden duyup duymadıklarına emin olamayarak. "Bir şey söylesenize ne oldu?!"

 

"Baba dedi," diye mırıldandı babam. Başını çevirip bana doğru baktığında yüzündeki ifade soluklarımı yavaşlattı, yutkunmama sebep oldu. "Kurtar beni, dedi." Kaşlarımı çattım, bu ne demekti?

 

"Onu," dedi babam ama kelimeler boğazına düğümleniyor gibiydi. "Onu uyandırmak istedim." Seneler sonra babamın gözlerinde bir doluluk gördüm. "O kabusun bittiğini söylemek istedim."

 

Günce'nin ağlaması hıçkırıklara döndüğünde gözlerini kapattı. "Ama o beni gördüğünde..." Babam devam edemedi, sonrasını anlamak zor değildi. Günce babamı gördüğünde çıldırmış olmalıydı. Ama... neden?

 

Bunun cevabını bulmak istemediğimi fark ettim o an. Kardeşimin gözlerindeki o gerçek korkuyu görmemiş olmayı diledim. Söylediklerini öğrenmemiş olmak istedim. Ben, şimdi onun kesik kesik ağlamalarını duymamak, ve tüm bunların çıktığı o anlamların hepsini yok etmeyi istedim.

 

Ama hiçbiri olmadı.

 

Babam gözlerini açıp yorgun bir nefes bırakırken, belki de hepimizin anladığı o gerçek dilinden yavaşça döküldü. "Bu sadece bir kabus değildi."

 

 

•••

 

Instagram: _mysterybooks

Loading...
0%