Yeni Üyelik
18.
Bölüm

18.1.Bölüm: Masal

@_mysterybooks

 

•••

 

"Bir zamanlar, Mistik Orman'ın derinliklerinde, birbirinden renkli ve farklı hayvanların yaşadığı büyülü bir dünya vardı. Bu ormanda, yaşlı bir baykuş olan Bilge Bay Baykuş, tüm hayvanlara akıl hocalığı yapıyordu. Onun bilgeliği, ormanın en ücra köşelerine bile ışık saçıyordu."

 

Vurulduğum gece arabada sesini duyduğum erkek çocuğuydu bu. Bana yine masal okuyordu, aynı masalı.

 

"Bir gün, Mistik Orman'ın huzurunu bozan bir olay yaşandı. Ormanın en neşeli sakinlerinden biri olan Minik Tavşan, en sevdiği oyuncağı olan renkli topunu kaybetti. Oyuncağı olmadan neşesini yitiren Minik Tavşan, hüzünlü hüzünlü ormanda dolaşmaya başladı."

 

Bu defa masalı mırıldanan sesi kesintili değil oldukça net geliyordu. Silik olansa, uzandığım yere doğru tepeden sarkan yıldızların ve odanın görüntüsüydü.

 

"Minik Tavşan'ın üzgün olduğunu gören Bilge Bay Baykuş, hemen Mistik Orman'ın diğer sakinlerini topladı ve bir plan yapmaya karar verdiler."

 

Çocuğun sesi; o arabada acı çekerken bana nasıl iyi geldiyse, şimdi yine aynı şekilde içime yerleşen sıkıntıyı rahatlatıyordu sanki.

 

"Ormanın her köşesinde, her türlü hayvan bir araya gelip Minik Tavşan'ın topunu bulmak için büyük bir arama başlattı. Aralarında hızlı ceylanlar, yüksek uçan kartallar, hatta suyun altını bile arayan nehir kaplumbağaları vardı."

 

Yattığım yerdeki güven duygusunu bu kez çok daha gerçek hissediyordum.

 

"Uzun aramalar sonucu, topu bulamadılar. Ancak bu süreçte, ormanın sakinleri birbirlerine daha da yakınlaştılar. Birlikte vakit geçirmenin, yardımlaşmanın ve ortak bir amaç uğrunda çalışmanın verdiği mutluluk, kayıp topun üzüntüsünden çok daha değerliydi."

 

Çocuğun sesi, yavaş yavaş daha yakından gelmeye başladı.

 

"Günlerden bir gün, Minik Tavşan ve arkadaşları nehir kenarında oynarken, suyun içinde bir şey parladığını gördüler. Ne olduğuna daha yakından bakmak için nehir kenarına yaklaştıklarında, suyun içinde Minik Tavşan'ın kayıp topunu buldular. Top, bir dala takılıp nehre düşmüş ve akıntıyla birlikte oraya kadar sürüklenmişti. Tüm hayvanlar sevinçle topu kurtardılar ve Minik Tavşan'a geri verdiler."

 

Önce yıldızlar kayboldu, sonra güneş ışığı kirpiklerimin arasından süzüldü.

 

"O gün, Mistik Orman'da büyük bir kutlama yapıldı. Topun bulunması sebebiyle değil, ormanın sakinlerinin bir araya gelip birlikte bir şeyler başarabilmenin mutluluğunu kutlamak için..."

 

O an anladım. Bu masalı o arabada hayal meyal duyduğumda, az önce uykuyla uyanık arasında olduğumda ve şimdi gözlerimi açtığımda okuyan kişi, aynı kişiydi... Cihan. Gerçeklik algım yerli yerine gelirken, onun şimdi bu odada oturmuş bana masal anlattığını idrak edebilmiştim. Ancak idrak edemediğim şey, bunu neden yaptığıydı.

 

"Bilge Bay Baykuş, tüm hayvanlara önemli bir ders verdi: Bazen, kaybettiğimiz şeyler bizi bir araya getirir ve birlikte daha güçlü olabileceğimizi gösterir. En değerli hazine, dostluktur ve birbirimize olan bağımızdır."

 

Açtığım gözlerimi kapattım. Biz de bir çok şeyi kaybetmiştik. Benim belki de onlarla olan tek ortak noktam buydu; ama kaybettiklerimiz bizi bir araya getirmek yerine, daha da uzaklaştırmıştı.

 

"Ve böylece, Mistik Orman'da yaşayan tüm hayvanlar, birbirlerine daha sıkı sıkıya bağlanmış ve birlikte daha mutlu yaşamaya devam etmişlerdi. Her akşam, ormanın etrafında bir araya gelip günün maceralarını paylaşırlar ve Bilge Bay Baykuş'un hikayelerini dinlerlerdi. Ve herkes, Mistik Orman'ın sadece büyülü bir yer olmadığını, aynı zamanda sevgi ve dostlukla dolu bir ev olduğunu anlamıştı."

 

"Baba..." diye kısık sesle mırıldanan Gökçe'nin sesini duyduğumda, onun burda olduğunu yeni fark etmiştim; çünkü sırtım arkamda kalan koltuğa dönüktü ve ikisi de orada oturuyor olmalıydı. "Biz hani Mistik Orman'a gidecektik?"

 

Birkaç saniye bekledi Cihan. "Sen onu unutmadın mı?"

 

"Of..." diye sessizce kızdı Gökçe. "Neden sürekli bana verdiğiniz sözleri unutacağımı düşünüyorsunuz anlamıyorum ki?"

 

Gözlerimi hafifçe aralayıp gülümsedim. Bu cadının bir şey unutmadığını bence artık herkes anlamalıydı. "Tamam," dedi Cihan. "Kızma. Hafta sonu gideriz olur mu?"

 

"Olur ama halamı da götürelim!" Cihan sessiz kaldı. Muhtemelen istemeyeceğimi düşündüğü için bir şey diyemiyordu ve haklıydı. Kesinlikle onlarla beraber herhangi bir yere, özellikle Mistik Ormana, gitmek gibi bir planım yoktu. Umuyordum ki Gökçe gelip benden bunu istemezdi; çünkü ona hayır demek benim için çok zordu.

 

Cihan konu uzamasın diye, "Devam edelim," dedi ve kaldığı yerden masalı okumaya başladı. "Minik Tavşan ve arkadaşlarının hikayesi, uzun yıllar boyunca ormanda dilden dile dolaştı. Onların maceraları, dostluk ve birlikte çalışmanın gücünü hatırlatan efsaneler haline geldi. Ve herkes, Mistik Orman'ın derinliklerinde, birbirine sıkıca bağlı bir topluluk olduğunu biliyordu.

 

"Mistik Orman'daki kutlama gecesinin ertesi günü, ormanın sakinleri bir araya gelerek daha fazla macera yaşama ve Mistik Orman'ın gizemlerini keşfetme kararı aldılar. Bilge Bay Baykuş, ormanın kuzey ucunda, hiç kimsenin cesaret edemediği eski bir mağara olduğunu anlattı. Mağaranın içinde, zamanın başlangıcından beri orada olduğu söylenen gizemli bir hazine olduğuna dair efsaneler vardı."

 

"Baba..."

 

"Hım?"

 

"Mağarayı da bulur muyuz?"

 

"Buluruz kızım."

 

"Tamam."

 

"Devam ediyorum... başka bir şey sormayacaksan?"

 

"Bir de Kaya amcamı götürmeyelim o benim toplarımı kaybediyor hep."

 

"Tamam kızım onu evde bırakırız."

 

"Tamam."

 

Derin bir nefes. "Minik Tavşan ve arkadaşları, macera dolu bu yeni görevi heyecanla kabul ettiler. Ertesi sabah, tüm orman sakinleri bu büyük maceraya hazırlanmak için bir araya geldi. Herkes birbirine destek olacak ve mağaraya giden yolda birlikte ilerleyeceklerdi. Yolculukları sırasında-"

 

"Baba..."

 

"Efendim kızım?"

 

"Amcamı da alalım, gelme dersek üzülür."

 

"Alalım kızım."

 

"Hem topumu kaybederse nehre bakarız..." dediğinde yataktan kalkıp yanaklarını ısırmak istiyordum. "Ne de olsa minik tavşanın topu da nehirden çıktı."

 

"Sen merak etme kızım, Kaya amcan öyle bir halt ederse top diye onunla oynarız."

 

Gökçe kıkırdadığında dudaklarımı ısırdım gülmemek için. Yavrucağın haberi yoktu ki babası gerçekten Kaya'yı top yapıp sektirebilecek potansiyele sahipti ama şaka sanıyordu. "Baba yaa!"

 

"Neyse, devam edelim biz... Yolculuk sırasında, ormanın sakinleri pek çok zorlukla karşılaştı. Gür ormanlar, yüksek dağlar ve derin nehirler, onların yolunu kesiyordu. Ancak birlikte çalışarak, her engeli aşmayı başardılar. Her zorluğun üstesinden geldiklerinde, aralarındaki bağ daha da güçleniyordu.

 

"Nihayet, efsanevi mağaranın girişine ulaştıklarında, içeride ne bulacakları konusunda hem heyecanlı hem de biraz tedirginlerdi. Mağaranın içi karanlık ve gizemliydi ancak birlikte, hiçbir şeyden korkmuyorlardı.

 

"Derinlere doğru ilerledikçe, mağaranın duvarlarında eski zamanlardan kalma tuhaf işaretler ve resimler gördüler. Bu işaretler, ormanın tarihini ve mağarada saklı olan hazinenin sırrını anlatıyordu.

 

"Sonunda, mağaranın en derin noktasında, bir ışık hüzmesi gördüler. Işık, mağaranın tavanındaki bir delikten süzülüyor ve ormanın en değerli hazinesini aydınlatıyordu.

 

"Ancak bu hazine altın veya mücevher değildi; ormanın gerçek hazinesi, birlikte yaşamanın ve paylaşmanın önemiyle ilgili bir bilgelikti.

 

"Bu bilgelik, ormanın sakinlerinin kalplerinde zaten var olan, ancak şimdi her zamankinden daha derin bir anlam kazanan bir şeydi.

 

"Mistik Orman'ın sakinleri, mağaradan döndüklerinde, birbirlerine olan bağlarının ve birlikte yaşamanın değerinin, her türlü maddi hazineden çok daha önemli olduğunu anlamışlardı. Onlar için en büyük hazine, dostluk ve birlikte geçirilen zamanlardı.

 

"Ve böylece, Mistik Orman'ın sakinleri, ormanın derinliklerindeki bu büyük maceradan, hayatlarının en değerli dersini öğrenerek döndüler. Onlar artık sadece bir arada yaşayan hayvanlar değil, aynı zamanda birbirlerine sıkıca bağlı bir aileydiler.

 

"Ve her akşam, ormanın etrafında bir araya gelip, yeni maceralar planlayarak, dostluklarının ve birlikteliklerinin tadını çıkarıyorlardı.

 

"Mistik Orman'da yaşayan tüm hayvanlar, maceralarının sonsuza dek süreceğini ve dostluklarının her geçen gün daha da güçleneceğini biliyordu."

 

Masal gittiğinde kısa bir sessizlik oldu. "Baba," dedi Gökçe diğerlerinin aksine daha sakin bir seslenişle. "Bence halam kesin bizimle gelsin."

 

"Neden öyle dedin?"

 

"Belki o zaman... biz de bilgeliği buluruz ve sımsıkı bir aile oluruz. Annemle ben sürekli Ankara'ya gitmem, halam da bizimle kalır. Ondan sonra hep beraber yaşarız!"

 

"Gökçe..." diye konuşan Cihan'ı umursamadı. "Evet evet, bence kesinlikle halamda gelsin." Diye konuştu onu dinlemeden. "Ben anneme söyleyeyim, sonra halam uyanınca ona da söylerim!"

 

Cihan'ın bir şey demesine fırsat vermeden koşturarak odadan çıktı Gökçe. Ama saniyeler içinde geri geldi ve kapıdan "Baba planı iptal etmek yok bak, tamam mı?" diye sordu, daha doğrusu teyit etmek istedi. Cihan konuşmadı ama belliki Gökçe ondan bir onay almıştı. "Oley!" diyerek yeniden koşturarak uzaklaştığında, odada Cihan'ın sıkıntılı soluğunu duydum.

 

Arkamdan gelen seslerden yerinden kalktığını anladığımda uyuyormuş gibi yapmak yerine, yattığım yerde dönerek yatakta oturur pozisyona geldim. Onunla konuşacaklarım vardı. Beni fark ettiğinde kapıdan çıkmak üzereydi. "Uyandırdık, kusura bakma."

 

"Bu defa fark etmedin mi?" Diye sordum ufak bir imayla.

 

"Ettim."

 

Kaşlarımı çattım hafifçe. "Nasıl yapıyorsun bunu?"

 

"Uyurken çok sık nefes alıyorsun." Dedi yumuşak bir sesle. "Solukların normalleştiğinde uyanmaya başladığını anlıyorum."

 

"Bunu nasıl fark edebilirsin ki?" Diye sordum anlamlandıramayarak. "Bugün neyse ama haftalar önce hastanede de anlamıştın."

 

Birkaç saniye bekledikten sonra elindeki kitabı arkasında kalan makyaj masasına bıraktı ve kollarını göğsünde birleştirip, tıpkı Gökçe'yle konuşur gibi sakince konuştu benimle. "Çocukken seni uyurken izlemeyi severdim."

 

Dudaklarım aralandı, bunu beklemiyordum. "Nasıl yani?"

 

"O gün biz konuşurken gözlerim senin üzerindeydi. Tıpkı eskiden olduğu gibi sık nefeslerle uyuyordun. Sonra nefesin düzene girdiğinde, uyandığını anladım. Böylece emin oldum."

 

Sessiz kalmak istedim ama olmadı. Benden bağımsız konuştum sanki, az öncekine nazaran daha kısık bir sesle. "Böyle küçük bir detayı nasıl hatırlıyorsun?"

 

"Ben unutmam," dedi ama övünmedi kendiyle. "Benim lanetim de bu."

 

Hayır, bu benim lanetim, diyemedim. Unutmamak ve geçmişin her detayını hatırlamak, benim lanetimdi. Çocuklar yaşadıklarını unuturdu. Unutmamak benim lanetimdi. Geçmiş dediğin hayal meyal hatırlanırdı. Detay detay hatırlamak, benim lanetimdi. Şimdi bana tersini söylüyordu, o da yaşadıklarını unutmayıp tutuyordu ve bunu bir lanet olarak görüyordu. Ne yaşadın Cihan Baturgan?

 

"Dün gece," diye mırıldandım konuyu asıl istediğim yere getirerek. "O adam neden bu odadaydı?"

 

Gözlerimi bir an olsun gözlerinden çekmedim. Gece olanları net olarak hatırlamıyordum. Belirsizlikler vardı ama rüya olamayacak kadar gerçekti. Bakışlarından hiçbir duygu geçmiyordu. Az önce ne kadar duygu yüklü bakıyorsa şimdi bir o kadar düzdü bakışları. Okunmuyordu.

 

"Gece ara ara sana bakıyoruz ve o da kontrol etmek için gelmişti."

 

Bakışlarımı ondan çektim, bitmemişti. Üzerimdeki yorganı kaldırıp ayağa kalktım ve kollarımı onun gibi birleştirip karşısına geçtim. İçten içe zorlansamda bunu belli etmeden sordum. "Bunu dokunarak mı yapıyor?"

 

Gözlerini kısarak baktı, anlamaya çalışır gibiydi. "Dokunarak derken neyi kastediyorsun?"

 

Derin bir nefes aldım ve ellerimi serbest bırakıp, dün Serhat beyin olduğu tarafa ilerledim. Yatağın sol tarafına geçip yattığım yeri elimle işaret ederken "Yüzüme dokundu," dedim gözlerimi ondan çekmeden. "Saçlarıma da, dokundu. Ve ben," deyip gözlerimi kapatıp sinirle bir nefes bıraktım. "Ondan uzaklaştığımda saçma sapan konuşup üzerime doğru geldi." Ona doğru adımladım. "Bunun neresi kontrol etmek?"

 

"Bak-"

 

"Odanın anahtarını istiyorum." Sesim netti.

 

"Tamam." Dedi itiraz etmeden ve bana doğru yaklaştı. "Dinle."

 

Parmağımı ona doğrulttum. "Bana yaklaşma." Durdu ve ellerini sorun yok dercesine kaldırdı. "Size bir çok kez bana dokunmamanızı söyledim, bunu biliyordunuz. Üstüne üstlük ben uyurken odaya girme hakkına da sahip değilsiniz orası ayrı! Ama hadi bunu anlarım, hastaneden yeni çıktım kabul, bir şey demiyorum..." Başımı iki yana salladım. "Ya gecenin bir vakti, ben uyurken... ne hakla?!"

 

Gözlerimi kapatıp sakinleşmeye çalıştığımda yumuşak bir sesle konuştu. "Kabus görüyordun."

 

İşte bunu bilmemen gerekiyordu. Gözlerimi açıp ona baktığımda gözlerinde gördüğüm sıcaklık, beni korkuttu. Cihan sert bir adamdı ve öyle davranmalıydı. Bana, kızına ya da karısına davrandığı gibi davranması normal değildi. "Ne kabusu?" Diye sordum her detayını hatırladığım o eski anının. Bunun ne kadarını bildiklerini öğrenmem gerekiyordu.

 

"Seni kontrol ederken sayıklıyordun." Kalbim korkuyla çarpmaya devam etti. "Anlamsız bir şeyler söyledin, terliyordun, çok hızlı nefes alıyordun. Bu yüzden babam seni uyandırmak istedi. Hepsi bu."

 

Beklemeden sordum. "Ne sayıkladım?"

 

Başını yavaşça iki yana salladı. "Bilmiyorum," dedi sakince. "Duymadık."

 

"Sadece bu kadar mı?" Diye sordum biraz olsun rahatlarken.

 

"Evet," dedi güven verircesine, yalan söylemiyor gibiydi. "Sonrasında sinirlendin ve biz seni yalnız bıraktık. Hatırlıyorsundur." Evet, bir de ağladım. Aptallık.

 

"Nefret ederim," dedim ütüne basa basa. "Temastan hiç hoşlanmam. Taktir edersin ki sizden birinin herhangi bir temasından, hiç! O yüzden değil uykumda, düşecek olsam bile bana dokunmayın."

 

"Tamam," dedi yine hiç itirazsız. Normal değildi, hem de hiç değildi. İtiraz etmesi, sesini yükseltmesi, bağırıp çağırması ve ne saçmaladığımı sorması gerekirdi ama o, anlamsız bir sakinlik ve anlayışla karşımda duruyordu.

 

"Tamam," dedim ben de. O nasıl itiraz etmiyorsa, benim de bu haline itiraz edeceğim yoktu. Anlaşılan bu ölümden dönme muhabbeti bunlar üzerinde büyük bir etki yaratmıştı, iyiydi, biraz olsun rahatlardım ama unutacağım sanılıyorsa yanılıyorlardı.

 

"Anahtar çekmecede duruyor." Dedi gözüyle makyaj masasını işaret ederek.

 

Sadece başımı salladım. Masanın üzerindeki oldukça eski olduğu belli olan kitabı eline aldı ve yürümeye başladı. Kaplıdan çıkmadan önce "Cihan," dedim kitabı görünce aklıma gelen konuşmalardan dolayı. "Gökçe'ye söyle, onunla pikniğe gideceğim."

 

Beklemiyordu bunu, duraksadı ve bana baktı doğrudan. "Sağ ol ama buna gerek yok," dediğinde de, böyle demesini ben beklemiyordum. "Hevesi kırılmasın diye yapıyorsun, diğer tüm isteklerinde olduğu gibi. Ama bu başka. Gökçe o masala inanıyor ve aile olmamız için hayal kuruyor. Ona iki hayal kırıklığını aynı anda yaşatamam."

 

"Benden gelmemi isteyeceği zaman sebepsiz yere onu kıramam."

 

"Emin ol diğer türlüsü daha çok canını yakacak."

 

"O zaman neden söz verdin ona?" Diye sordum sinirlenerek. "İki hayal kırıklığı diyorsun, birini de sen mi yaşatacaksın?"

 

"Bu konuda iyiyimdir." Tekrar kollarını birleştirdi. "Az çok tanımıştırsın beni."

 

Tanıdık, maalesef. "Kızına karşı pek öyle olduğunu sanmıyorum."

 

"Her şeyi kontrol edemiyorum."

 

"Bu Ankara meselesi ne?" Diye sordum direkt. "Sedef'le, Gökçe'yi Ankara'ya mı yolluyorsun, tehlikeli işlerinden dolayı?"

 

İstemediği sularda olduğumu bakışlarından anlayabiliyordum ama diğer tüm karşılaşmalarımızdan ziyade şu an buna rağmen sakindi. "Bazen gitmeleri gerekiyor."

 

"Senin gibi bir adamın onları göndermekten ziyade yanında tutmasını beklerdim." Dedikten sonra sesli bir nefes bırakıp, "Neyse," diye mırıldandım. "Madem çocuğun bu hayalini gerçekleştirmeyeceksin, o zaman neden götürüyorsun?"

 

"Çünkü söz vermiş bulundum." Ve Gökçe verilen sözleri unutmuyor.

 

"Peki o zaman," dedim onun çocuğu olduğu için söylediğini dikkate alarak. "Eğer Gökçe bana bir teklif yapmazsa gelmem ama teklif ederse onu kıramayacağımı biliyorsun. Üstelik odadan çıkarken ne kadar hevesli olduğunu görmüşken bunu yapamam." Diğer söylediklerine ithafen devam ettim. "Sonrasında bu evde kalmadığım için üzülecek belki ama gitmezsem de hep umut edecek, içinde bir acaba olacak. Ben onun üzülmesini bir şekilde engelleyebilirim ama içinde acaba diyerek kuracağı hayalleri engelleyemem ve bu emin ol daha kötü." Bunu en iyi ben bilirim.

 

•••

 

O gittikten sonra anahtarı bulmak için söylediği çekmeceyi açtım ama bulduğum başka şeyler de vardı. O gün çıldırmama sebep olan kimlik, kartlar ve anahtarlar. Elime aldığım kimliğin üstündeki isim yine sinirimi bozsa da o günkü kadar etkilememişti beni. Onu bırakıp, kartlığı elime aldım. İçinde banka kartlarıyla beraber, bunların şifrelerinin yazılı olduğu kağıttan bir kart daha duruyordu. Tüm şifreler aynıydı; 3012. Ne yaratıcı ama!

 

Sesli bir soluk bıraktım ve elimdekini içine fırlatıp çekmeceyi kapattım. Sonrada kapıyı kilitledim ve sırtımı kapıya yaslayıp konuştuklarımızı düşündüm. Eğer dün gece sadece gördüğüm kabustan dolayı beni uyandırmaya çalıştıysa dokunmasını dert etmeyebilirdim. Tabii bunu gel de dün geceki bana anlat! Gözlerimi kapatıp sesli bir nefes bıraktım. Gece gördüğüm kabusum, yaşadığım bir güne aitti. Her zaman olmasa da ara ara eski anılarım kendini bana bu şekilde hatırlatır, ağlayarak uyandığım berbat bir geceye sebep olurlardı.

 

Gözlerimi açıp ilerledim ve nefes almak için pencereyi açıp ciğerlerime derin bir soluk çektim. Çocuktum, hak etmediğim şeyler yaşamıştım ve bunların bedellerini hala ödüyordum. Bu sadece gördüğüm kabuslardan ibaret değildi... Birçok ilişkim olmasına rağmen hala erkeklerin bana dokunması beni rahatsız ederdi. Niyetini bilmediğim her insan benim için tehlike demekti. Bunlardan biri de Serhat beydi. O müdürle yaşıt olmalıydı ve bu beni daha çok tetikliyordu. Onun emsali adamlar bana hep tetikte olmam gerektiğini düşündürürdü. Evet, belki herkes o adam değildi ve evet, ne kadar kabul etmesem de o benim özbeöz babamdı. Ama ben, ne herkes o müdür gibi olmaz diyerek ne de babaları tarafından farklı görülen evlatları görmezden gelerek bu ihtimalleri göz ardı edemezdim.

 

Kollarımı pervaza dayayıp gözlerimi etrafta gezdirmeye devam ettim ama düşüncelerim etrafı görmemi engelliyordu sanki. Gözlerimde bir perde vardı ve baktığım yeri görmekten ziyade, gözlerim düşüneceklerime dalıyordu. Mesela Cihan'a inanmalı mıydım, bilmiyordum. Yalan söylemesi için bir sebebi yoktu ama bir anda bu kadar sakinleşmesi beni şüpheye düşürüyordu. Onu birkaç gündür doğru dürüst görmediğim için bunun sebebinin vurulmamdan kaynaklı mı yoksa dün gördüğüm rüyadan bir şeyler duyduğundan dolayı mı olduğunu kestiremiyorum. Belki de sadece kötü bir gece geçirdiğim için sakin davranmak istemişti, bilmiyorum. Yine de söylediklerine inanmak istiyordum. Çünkü geçmişime dair tek bir şey bile bilmelerini istemiyordum.

 

Ben anlatmak istiyorum ama Uğru, tek başıma taşımaktan yoruldum.

 

Anlatınca da bir şey değişmeyecek Uğur.

 

Değişeceğini sen de biliyorsun, her şeye rağmen bize iyi geliyorlar.

 

Yara da açıyorlar.

 

Ne kadar kaçsanda onlara karşı koyamadığını göremiyor musun?

 

Peki sen birilerine bağlanırsak sonrasında ne kadar canımızın yanacağını göremiyor musun?

 

Sürekli sonrasını düşünüyorsun ama yaşanmayan bir şeyin ne getireceğini bilemezsin.

 

Onlar yaşadıklarımızı bildiğinde ne olacak sanıyorsun?

 

Asıl sen bildiklerinde ne olacak sanıyorsun, neden korkuyorsun?

 

Yaşandı bitti, kimsenin acıyan bakışlarına ihtiyacımız yok bu saatten sonra.

 

Acımalarına değil ama şefkatlerine ihtiyacımız var, kaçma artık.

 

Gözlerimi kapattım. Kendi içimde, kendimle karşı karşıya kalmaktan bıkmıştım. İçimde hala bir şeylerin düzelebileceğine inanan bir yanım vardı ve bu beni çürütüyordu artık. Uzun zamandır aklıyla hareket eden biri için duygularının bu kadar gün yüzüne çıkması dayanılmazdı. Onlara geçmişimden bahsetmeyecektim, bunu biliyordum ama buna rağmen bir yanım içten içe paylaşmak istiyor, içten içe paylaşırsam iyileşeceğimi hissediyordu... Ama henüz, beni iyileştirmeleri için onlara yaklaşacak kadar, kendimi; onlara yaklaşmanın mayınlı bölgede gezmekten farksız olmadığını bilecek kadar, aklımı kaybetmemiştim.

 

Daha fazla düşünmenin bir yararı olmayacağına kanaat getirerek pencereden uzaklaştım ve odanın diğer tarafına geçtim. İki gündür bu odadan dışarı çıkmamıştım ama artık biraz olsun normale dönmek için aşağı inecek, daha fazla yatakta pineklemeyecektim. Bu yüzden ilk önce üzerimdeki pijamalardan kurtulup doğru dürüst bir şeyler giyinmek için dolapları kurcalamaya başladım.

 

Gözlerimi kıyafetlerin üzerinde gezdirirken kendim için rahat bir şeyler bakıyordum. Bulduğum koyu gri bir taytı ve uzun kollu siyah bir sporcu bodyi alıp içeri geçtim. Üzerimdeki pijamayı çıkartırken odadaki boy aynasına yürüdüm ve sırtıma doğru baktım. Dün akşam bir ara Asya yanıma gelip, önce pansuman yapmıştı sonra da bandajı kaldırmıştı. Sırtım iyileşiyordu, hareket ettikçe ağrı yapsa da ilk zamanlarıma göre çok çok iyiydi. Şu içtiğim ilaçların yan etkilerinden de kurtulup tam anlamıyla iyileştiğimde bu evden gidip işime bakmam için bir sorun kalmayacaktı. Ondan sonra da eski düzenime, tam anlamıyla olmasada, dönebilecektim.

 

Üzerimi değiştirip telefonumu aldıktan sonra odadan çıkmış yürüyordum ama az önceki kadar istekli değildim şimdi. Aşağı inmek yerine odada kendi başıma oturmak daha mı iyiydi diye düşünüyordum. Hem o salonda en son yaşananlar hem de dün şahit olduğum şeyden sonra tereddütte kalmıştım. Belki de en iyisi geri dönmekti. Böylece ne benim ne de diğerlerinin tadı kaçmamış olurdu.

 

Geri döneceğim sırada bir odadan çıkan Sedef'i görünce duraksadım. Beni gördüğünde gülümseyip, "Günaydın," dedi neşeli bir sesle. Yanıma doğru gelirken "Günaydın," diye mırıldandım sadece.

 

"Aşağı iniyordun galiba," diye sorarcasına konuşup koluma girdi ve devam etti. "Beraber inelim."

 

Anlık bir gafletle bir şey diyemeden peşine takıldım ve kendimi onunla berber merdivenden inerken buldum. "Nasılsın bakalım," diye sordu. "Daha iyi misin?"

 

"Neyi kastediyorsun?" Diye sordum, dün gece yaşanan krizden dolayı mı yoksa fiziksel anlamda iyilik halimi mi sorduğundan emin olamadığım için.

 

"Toparlandın mı diye soruyorum," dedi o konuyu açmadan. "Ama iyi gördüm seni, birkaç güne eski formuna dönersin." Deyip güldüğünde ben de imasına göz devirip güldüm.

 

Merdivenlerin sonuna geldiğimizde salondan gelen sesler yavaş yavaş netleşiyordu. Anladığım kadarıyla Karan, Baran'a bir şeyden bahsediyordu ve bu Kandemir'le ilgiliydi.

 

"Kandemir'in kaç gündür neden sesi soluğu çıkmıyor onu öğrendim."

 

Baran net bir dille, "O herifin adını bile duymak istemiyorum Karan." dediğinde Sedef'le beraber salona yürüyorduk. "Bunu iyi biliyorsun."

 

"Biliyorum ama bu konu seni de ilgilendiriyor." Dedi Karan. Eğer yanımda Sedef olmasaydı dinlemek için bir saniye bile düşünmezdim ama maalesef vardı ve biz salona giriyorduk. "İki hafta önce-" Karan'ın konuşmayı kesmesinin sebebi tam olarak bizdik.

 

İçeri girdiğimizde sessizleşti ve oturduğu koltuktan ayağa kalktı. "Bu nasıl güzel bir sabah böyle Allah'ım?" Diye konuşup ellerini açarak kocaman gülümsediğinde, Baran'da oturduğu yerden arkasını dönüp bize doğru baktı. "Günümüzü aydınlattınız hanımefendi!"

 

Sedef gülerek öne atıldı ve "Teveccühünüz Karan bey!" diyerek kahverengi saçlarını geriye savurdu. Baran sesli bir şekilde güldüğünde ben de hafifçe tebessüm ettim. Sedef kafa dengi bir kadındı.

 

"Sana demedim yengelerin bir tanesi, ben kardeşime dedim ama... seni de severim bilirsin."

 

"Sağ ol ya!" Diyerek göz devirdi ve bana baktı Sedef. "Görüyorsun değil mi, sayende pabucumuz nasıl dama atıldı?"

 

Benim dudaklarım aralanırken, Karan gülerek yanımıza doğru geldi ve ikimizin arkasına geçip Sedef'in omzuna kolunu attı. "Olur mu hiç öyle şey..?" deyip, Sedef'in yanağından öptükten sonra başını bana doğru çevirip yaklaştığında hızlıca geri çekildim. "Tüh ya..." deyip dudak büzdü. "Yemedi."

 

Ne diyeceğimi bilemeyerek duraksadım bir an için. Ardından, "Bir daha böyle bir şey yapma." deyip onları geride bırakarak koltuklara doğru yürüdüğümde kendimi sorguluyordum. O an Karan'a bir sürü laf sayabilirdim ama hiçbirini yapmamıştım. Dilimin ucuna gelen tüm lafları yutmuş ve sadece onu uyararak oradan uzaklaşmıştım. Ben onun neşesi bozulsun istememiştim. Onu kırmak, ağır konuşmak ve bir daha böyle bir şeye yeltenemeyecek kadar uzaklaştırmak istememiştim. Kalbini kırmamış, kıramamıştım. Ben yapamamıştım.

 

Çünkü kıyamadım.

 

Çünkü onun gözleri parlıyordu.

 

Çünkü artık üzülüyordum.

 

Koltuğa oturduğumda, "Tamam ya," diye mırıldandı kolunun altındaki Sedef'le beraber buraya doğru gelirken. "Yapmam."

 

"Hepimiz inandık şu an," deyip güldü Baran ve geriye doğru bakan başını önüne döndürdü. O an göz göze geldik. Baran dudaklarını birbirine bastırarak hafifçe gülümsedi ve "Günaydın," diye mırıldandı. Başımı çok hafif aşağı yukarı oynattığımda "Daha iyi misin?" diye sordu aynı Sedef gibi.

 

Yine neyin kastedildiğini anlamasamda "Evet," dedim bu defa sorgulamadan.

 

Sadece başını sallamakla yetinirken, gözleri koltuğa oturan Sedef'i buldu. "Neye bakınıyorsun?" Diye sorduğunda Sedef'in bahçeye doğru bakana gözleri ona döndü. "Abine bakıyorum da göremedim."

 

Baran, "O çıktı," dediğinde kaşları çatılmıştı. "Babamla."

 

"Ne demek çıktı?"

 

"İşe gitti," dedi. "Görmedi mi seni?"

 

"Ben Gökçe'nin yanındaydım." Dedi Sedef bozulduğunu her haliyle belli ederken. "Ayrıca dün geceden beri uyumadı." Kaşlarını çattı. "Bir iki saat bekleyebilirdi, iş."

 

"Acildi," dedi Baran içine kaçmış bir sesle.

 

Gözlerini kıstı Sedef. "Sen gitseydin."

 

"Halledebileceğim bir konu değildi."

 

Sinirle gülüp, "Siz neyi halledebildiniz ki zaten?" dediğinde gözlerimi büyüttüm. "Hep bir bahane var size."

 

"Ayıp ediyorsun."

 

"Ayıp eden sizsiniz," dedi direkt. "Adam kaç gündür doğru dürüst uyumadı, ne kadar yorgun olduğunu ikiniz de biliyorsunuz, ama..!"

 

"Abime söyledik yenge-" diye söze başlayan Karan'ın lafını kesti ve "Söylemeyeceksiniz oğlum," dedi gözlerini yanında oturan Karan'a çevirip. "Yapacaksınız."

 

Sedef'in çektiği ayar ikisini süt dökmüş kediye çevirdiğinde, bu halleri beni istemsizce güldürmüştü. Sessiz ortamdaki kısık sesli gülüşüm duyulduğunda herkesin bakışları bana döndü. "Yemin ediyorum zevk alıyor ya," diye kısık sesle konuştu Baran. "Gül sen gül, bu Sedef bir gün seninde içinden geçer elbet."

 

"Gizlediğim bir şey değil." Dedim omuz silkerek, zevk aldığım bir gerçekti.

 

"Bak ya!"

 

"Ayrıca çok beklersin şekerim," dedi Sedef koltukta öne kayarak. "Ben ve görümcem, biz harika bir ikili olacağız."

 

"Sen ve görümcen?" Diye sorup güldü Karan. "Günce'yi bu fikre alıştırabilirsen ne mutlu bize."

 

"Çok konuşma," deyip güldü ve ekledi. "Hadi kalkın gidin, abinizi bir şekilde eve yollayın, ne yapılacaksa da siz yapın bir zahmet."

 

"Biz gideriz de," deyip sesli bir soluk verip ayağa kalktı Baran. "Sen abimin geleceğine inanıyor musun?"

 

"Güven verirsen neden olmasın?" Diye sorup masumca gülümsediğinde Baran gözlerini kıstı.

 

"Bir ağzıma sıçmadığın kaldı Sedef," dediğinde Sedef gözlerinin büyüttü ve "Ayıp oluyor ama kardeşlerinin yanında!" diyerek gözleriyle beni ve Karan'ı gösterdi. "Hiç yakışıyor mu sana böyle laflar?"

 

"Ulan," deyip başını yana doğru eğdi ve daha fazla uzatmayarak, "Hadi Karan," deyip kapıya doğru ilerlemeye başladı. Karan'da peşinden ayağa kalktı ama ilerlemek yerine, "Abi gitmeden iki dakika bahçeye çıkalım," diyerek Baran'ı durdurdu. "Önemli."

 

Baran konuşmak istemediği yüzünden belli olan ifadesiyle beraber bir şey demeden geri döndüğünde, salona girmeden önceki konuyu konuşacaklarını anlamıştım. İkisi bahçeye çıktıklarında gözlerim onların üzerindeydi. Karan hararetli bir şekilde Baran'a bir şeyler anlatmaya başlamıştı ama bunlar Baran'ın umrunda değil gibiydi. Fakat sonra ne söylediyse, bu Baran'ın ilgisini çekti ve gözleri Karan'a döndü hızlıca. Baran'ın yüzü daha da kasılırken, birlikte onları göremeyeceğim şekilde ilerleyip gözden kayboldular.

 

Açıkçası ne konuştuklarını deli gibi merak ediyordum. İki hafta önce bir şey olmuştu belliki ve Kandemir'in adını geçirmeyen Baran bile olayın içine dahil olmuştu. Kaşlarımı çatıp telefonumu elime aldım. Kandemir'in bana attığı son mesajı açıp tarihine baktığımda hatırladığım gibi aynı zaman dilimine denk geldiğini görmek içimi huzursuz etti. Geç bir saatte yanıma gelmek yerine beni kayalık sahiline çağırmıştı ve parçaları birleştirip, üzerine iki hafta boyunca bana yazmamasını da eklersek, bunun tek bir açıklaması olabilirdi, o da; o gün birine ihtiyaç duyacağı bir şey yaşamış olma ihtimaliydi.

 

Kaşlarımı daha çok çattım. Aslında olmayabilirdi de... Belki de sadece denk gelmişti, bilmiyordum ve bunu öğrenmenin tek yolu onunla konuşmaktı ama ben mesajı gördükten sonra bile ona yazmamıştım. Bunu fark etmek ister istemez kötü hissettirdi bana. Onunla yeni tanışmış olsak bile geçirdiğimiz zamanlar öylesine değildi. Kandemir bana birçok kez iyi gelmişti ve şimdi her ne kadar elimde olmayan durumlardan dolayı olsada onu görmezden gelmiş olmak beni utandırmıştı. Sonuçta bu iki günde en azından mesaj atıp birkaç dakika arayabilecek kadar vaktim olmuştu.

 

Düşüncelerimden sıyrılmamı sağlayan Sedef'in sesiydi. "Sana sesleniyorum," dediğinde daldığım yerden çıkıp ona baktım. "Ne düşünüyorsun?"

 

Kendi kendime düşünmek yerine ona sormaya karar verdim. "Sen bu Baran'la, Kandemir'in arasındaki şeyi biliyor musun?"

 

Sedef kaşlarını çatıp, "O nerden çıktı?" diye sordu ve sonra aklına gelenle devam etti. "Salona girerken duydun tabii... ama ben de bilmiyorum ne olduğunu. Yani eskiden olanı biliyorum ama şu an ne olduğunu bilmiyorum."

 

"Kandemir'in sadece Baran'la arası açık anladığım kadarıyla?" Diye sorarcasına konuştuğumda başını salladı.

 

"Benim anlatmamın doğru olacağı bir konu değil," dedi ufak bir mahcubiyetle. "Hassas bir konu. İsterse Baran ya da sorarsan Kandemir sana anlatır. Hem," deyip kaşlarını kaldırdı Sedef. "Sen anlat biraz da... Kandemir seni düğündekilere sevgilim diye tanıştırmış ama pek öyle durmuyor gibi?"

 

"Beni düğüne davet etti," dedim detaya girmeden. "Ben de eşlikçisi oldum sadece. Yani o gün öyle söylese de tam olarak aramızda bir şey yok..." Kulağıma Kandemir'in o geceki fısıltısı doldu; henüz.

 

"Tam olarak derken?" Diye sordu muzır bir ifadeyle. Yakaladığı anlam kendi kelimelerimi sorgulattı bana. Direkt olarak olmadığı söylemem gerekirdi ama belliki benimde diyesim yoktu. "Olabilir mi demek bu?"

 

"Bilmem," deyip gözlerimi sehpanın ortasında duran bibloya çevirdim. "Kandemir bir yandan çok yanlış geliyorken bir yandan da doğru kişi gibi." Gülümsedim hafifçe. "Aslında bakarsan o doğru da... Biz olursak yanlış oluruz."

 

"Neden öyle dedin?" diye sorduğunda ona baktım.

 

"Açık değil mi? Ben ve o..."

 

Göz devirdi. "Klişe sıkmayacaksın değil mi?"

 

"İlk ilişkim haricinde hiçbir ilişkim uzun sürmedi benim." Gözlerimi ondan çektim ve başımı koltuğun sırtına doğru geriye atarak tavana diktim bakışlarımı. "Beni tanıyanlarla aynı çevrede olmam, farklı çevredekilerinde beni hiçbir zaman tam olarak tanıyamaması, bir noktadan sonra devam edilebilir olmuyor. Yani Kandemir'le iyi olur, güzel olur, belki çok güzel olur ama..." Dudak büktüm. "Benim ondan saklayacaklarım bir süre sonra gözüne batar, öğrenmek ister. Bir günüm diğerini tutmazken sürekli bir bahane bulamam ona. Anlatsam zaten anlatılacak gibi değil... Yani baştan sonu görünen bir denize atlamak delilik olmaz mı?" Ondan bir cevap beklemedim, kendime soruyordum sanki bu soruyu. "Diğer tanıdığım adamlar gibi hissettirmiyor. Sanki ona siktiri çeksem bile gitmezmiş gibi ve zaten ona siktiri çekmezmişim gibi." Başımı kaldırmadan Sedef'e doğru baktım. "Daha ortada bir şey yokken bile bana böyle gelirken, bir de olduğunu düşünsene..." En son onunlayken, kendimi durdurmanın anlamsız olduğunu düşünmüştüm. Garip bir büyüsü vardı. Yanındayken ne olacaksa olsun deyip o sığ suya atlamaya bir şekilde hevesli oluyordum. Büyüsü o sığ suyu derinleştiriyordu benim için. Ne çakılmaktan korkuyordum ne de o derinlikte kaybolmaktan. Fakat düşününce aptallıktan başka bir şey değildi.

 

"Kandemir bunu zaten öğrenecektir." Yaslandığım yerde doğrulup kaşlarımı çatarak ona baktım. "Yani bu saklanılacak bir şey değil. O bu eve girip çıkar sürekli, eninde sonunda duyar. O yüzden tek sebebin buysa açık açık söyle ona. Bir şey yaşanacaksa da bunu bilerek yaşansın. Sonrasında o dediğin sorunlara yol açmamış olursun."

 

"Onu iyi tanımıyorum." Dedim başımı olumsuz anlamda sallayarak. "Bunu ona söylersem ne tepki vereceğini, nasıl davranacağını bilemem. Bir sürü ihtimali var... Ayrıca her şeyi geçtim, şimdi umursamasa bile zaman geçtikte rahatsız olur. Kim sevgilisinin tehlikede olmasını ister? Üstelik onun gibi biri..! Kandemir'i çok iyi değil ama böyle bir durumda beni kollamak isteyeceğini bilecek kadar tanıdım."

 

"Evet," dedi. "Haklısın. Kandemir tam da düşündüğün gibi biri." Sonra durdu ve söyleyip söylemekte kararsız kaldığı belli olan ifadesiyle başka bir konudan devam etti. "Yani herkesin seni kollamak istediği bir ortamda neden barınıyorsun onu da anlamış değilim. Kendin de söylüyorsun tehlikeli diye."

 

"Sen de mi?" Diye mırıldandım ve sesli bir nefes bırakıp gözlerimi etrafta gezdirdim. Anlaşılan o da diğerleri gibi bu evde kalıp yeni bir hayata geçmemi istiyordu. Demek ki o da beni anlamamıştı.

 

"Ne ben de mi? Anlamıyorum."

 

"Oturduğumuz salon toparlanmış ve üzerinden o günün izleri silinmiş olabilir ama benim zihnimin içi aynı o gün gibi darmadağın. Üstelik tek sorun o gün ve öncesinde yaşananlar da değil... Senin o ortamda kalmamam için seçenek olarak gördüğün kişilerin benim hayatımda yeri yok." Ellerimi hafifçe iki yana açtım. "Varsa da ancak bu kadar."

 

"Ondan bahsetmiyorum ki..." dedi kalkıp yanıma oturarak. "Ben seni anlıyorum, istemiyorsun. Yaşananlardan sonra hiç istemiyorsun onu da anlıyorum. Sana kalk gel burada bir evin var diğer her şeyi bırak da demiyorum, ki böyle bir seçeneğinde var ama sen istemediğin için demiyorum. Benim kastettiğim..." Birkaç saniye bekledi ve yutkunup asıl söylemek istediğini söyledi. "Banka hesabındaki paralar. Onların hepsi senin ve istediğin gibi kullanabilir kendine yeni bir hayat oluşturabilirsin-"

 

"O adamın parasıyla asla."

 

"O adamın parası dediğin senin paran." Dedi bastırarak. "Sen daha doğmadan önce tıpkı diğerlerine yaptıkları gibi her ay yatırdıkları para bu. Yani direkt senin hakkın olan para."

 

"Eğer onlara evlat olsaydım, evet, buna hakkım olurdu ama değilim." Bıkkın bir ifadeyle başını iki yana sallayarak geriye yaslandı. "Onların benim üzerimde hakları olmadığı gibi benimde onların üzerinde hakkım yok."

 

"O zaman hırsızlık yap ve onlardan hakkın olanı çal."

 

"Saçmalıyorsun artık." Dediğimde "Hayır," diyerek itiraz etti. "Düz mantık kuruyorum."

 

"Hırsızlık bu kadar aşağılık hissettirmiyor." Artık.

 

"Kendi ailenden para almak aşağılık ama başkalarından çalmak değil, öyle mi?"

 

"Hırsızlığın ahlaki değerleri mi mesele sence?" Diye sorup kollarımı göğsümde birleştirdim. "Ben oraları çoktan geçtim sen merak etme... Bir şeyler değişsin isteseydim bunu farklı yollarla yapardım. Belki daha zor olurdu ama bir şekilde onların parası olmadan da olurdu." Bekledim bir süre, kollarımı dizlerime yaslayıp gözlerimi kapattım. "Tamam," dedim sonra birleştirdiğim ellerime bakıp. "Tamam olduğum yerden memnun muyum tartışılır ama daha zor ve yıpratıcı bir hayat yerine hırsızlık yaparak kazandığım ahlaksız bir hayatı tercih ederim, ettim de." Bu işe ilk girdiğimde başka çarem de kimsem de yoktu. Ne kalacak yerim ne de yanına gidebileceğim biri vardı. Kendi ayakları üzerinde tek başına durmak zorunda olan toy bir genç kızdım. Tuna, tutunacağım tek kişiydi ve onun mantığı kafama yatmıştı. Beni tehlikeye sokuyordu belki ama var olduğu bilinen bir tehlike, dışarıdaki nereden geleceği bilinmeyen tehlikelerden önce tercih edilirdi. İki seçenekte de başıma bin türlü iş gelebilirdi ancak birinde güçlenebilme ihtimalim vardı. Yaptığım seçim kötünün iyisiydi.

 

Konudan uzaklaşmamak için ona bakarak devam ettim. "Uzaktan bakıldığında aptallık gibi görünebilir ama ben bu ailenin tek bir kuruşunu bile istemiyorum." Konuşacak gibi olduğunda buna müsade etmeyip devam ettim. "Hiçbirine minnet duymak da istemiyorum. Anlıyor musun..? Hatta sana bir şey söyleyeyim mi? Bu evde olup, onların ekmeğinin boğazımdan geçmesi bile zoruma gidiyor benim." Parmağımla solumda kalan koltuğu işaret ettiğimde oraya doğru baktı. "Şu koltuğun üzerinde bana hayvan muamelesi yapıldı Sedef. Bir kişi bile... tek bir kişi bile engel olmadı buna. Ben bu evdeyim diye unuttum mu sanıyorsunuz siz?" Gözünün içine bakarak başımı iki yana salladım. "Unutmadım." Unutmam.

 

Sorun sadece onların yaptıkları değil benim de konuştuklarımdı. Arada bir engel varsa bunu oluşturan sadece onlardı değildi. "Ne onların yaptıklarını ne de kendi yaptıklarımı unuttum. Ben onlara onca laf ettikten sonra bir de yüzsüz gibi paralarını alıp kendime hayat mı kurarım sanıyorsun sen?" Başımı olumsuz anlamda salladım. "Ağzıma geleni saydığım insanların parasından medet ummam. Eğer şu an bu evdeyim diye böyle bir çıkarım yaptıysan söyleyeyim; ben sadece kendim için buradayım. Ve henüz bu evden kurtulmak için kimseyle baş edebilecek kuvvette değilim." Bu da bizim kendimize yalanımız olsun mu?

 

"Bundan birkaç hafta önce onlardan bir şey istememe sebebim aramızda herhangi bir bağ olsun istemememdi ama şimdi bu çok farklı bir meseleye döndü." Dedim daha sakin. "Umarım artık anlıyorsundur."

 

Başını yana eğip mahçup bir ifadeyle bana baktı. "Uğru yemin ederim bunu kastetmedim ben." Hafifçe omuz silkti. "Sadece böyle bir hayat yaşaman için tek seçenek bu ev değil demek istemiştim. Beni yanlış anlamanı istemem, gerçekten özür dilerim." Uzanıp elimi tuttu. "Kendi bakış açında çok haklısın, ne diyebilirim ki?"

 

"Tamam," dedim uzatmayarak. "Sorun yok."

 

"İyi miyiz?" Diye sordu yeşil gözlerinin içinden üzgün olduğu belli olan bakışlarıyla.

 

"İyiyiz Sedef," dedim elimin üstündeki elini sıkarak. "Ben kolay kolay birine tavır almam merak etme. Bunun için baya uğraşılması gerek aslında... Hem bu evde beni insan gibi dinleyen ve anlamaya çalışan bir tek sen varsın zaten." Hafifçe gülümsedim. "Ayrı fikirde olduğumuz bir konu yüzünden sana bozuk atmam." Karan'ı da unutmayalım. Karan'ı unutalım.

 

Yüzündeki ifadeyi gizlemeye çalışarak neşeli tutmaya çalıştığı sesiyle konuştu. "Görüyor musun..? Giderayak nazar değdirdiler resmen!"

 

Hafifçe gülümsediğimde Sedef'le beraber, "Anne," diyen sese doğru döndük. Kapıdan içeri doğru yeltenen Kaya bizi görünce duraksadı ve salona kısa bir göz gezdirdi. Sonra da zoraki bir tonlamayla "Günaydın," deyip cevap beklemeden uzaklaştı.

 

Gözlerimi ondan çekemedim. Dün akşam şahit olduğum şey, ne yaşamış olursak olalım, boğazımda bir yumruydu. Hakkım olmadığını bile bile merak ediyordum onu. Ne hissediyordu bilmek istiyordum. Üzgün müydü mesela, babasına kırgın ve buna şahit oldum diye bana öfkeli miydi... mesela.

 

Salonun ahşap kapısının iki kanadının açık olması onu görmemi kolaylaştırıyordu. Üzerinde açık renklerde okul forması ve sağ omzunda siyah bir çanta vardı. Mutfağa yönelip içeriye doğru kapıdan başını uzattı ve "Anne ben çıkıyorum," diye seslendi. Saniyeler sonra Asya ellerini kâğıt havluya silerek mutfak kapısının önünde belirdi. "Oğlum daha erken," dedi telaşlı bir sesle. "Kahvaltını et öyle gidersin."

 

"Okulda bir şeyler yerim," deyip Asya'nın yanağından öptü Kaya. "Görüşürüz akşam."

 

"Kahvaltısız yapamazsın sen," dedi Asya kapıya doğru ilerleyen Kaya'nın ardından bir iki adım atarak. "Bekle bari bir sandviç hazırlayayım sana."

 

"Gerek yok-"

 

"Bekle oğlum iki dakika, geliyorum hemen!" Diyerek mutfağa girdi Asya ama kapının açılma sesi çoktan gelmişti.

 

"Bir kere söz dinlese keşke..." diye mırıldanan Sedef'ten sonra kapı kapandı. "Al işte."

 

Sakince konuştum. "İstemiyorsa yemesin."

 

"Onun derdi başka." Diye ağzının içinden konuştuğunda güldüm nedensiz bir buruklukla. "Benim, değil mi onun derdi?" Diye mırıldandım Asya'nın elindeki sandviçle koşar adım dış kapıya yöneldiğini görürken. "Beni görünce kahvaltı etmek istemedi."

 

"Yok, yani..." diye gevelediğinde "Sorun yok, Sedef," dedim gülümseyerek. "Ben neyin ne olduğunu görüyorum zaten."

 

Dış kapının örtülme sesi geldiğinde gözlerimi oraya doğru çevirdim. Aysa elinde tuttuğu sandviçle mutfağa doğru ilerlerken gözleri beni buldu. Üzgün ifadesi yerini, arka planda hüzün olan bir sevince bıraktı. Az önce bir çocuğu onu kırmıştı ve şimdi bir diğeri içindeki kırgınlığa rağmen onu gülümsetebilmişti. Hem de hiçbir şey yapmadan. Sanırım anne olmak, hayatında bir sürü zayıf noktaya sahip olmak demekti. Uzaktan bakıldığında bu güçsüzlük gibi görünüyordu ancak tam tersiydi. Zayıf noktalar güçlü olmak için en büyük sebepti.

 

•••

 

Dakikalar sonra Asya'nın yönlendirmesiyle ben, Sedef, Gökçe ve Asya; mutfaktaki masaya oturmuş kahvaltı ediyorduk. Beklenenin aksine sakin ve hatta neşeli sayılabilecek bir ortamdı. Gökçe'nin varlığı bazı şeyleri yok saymaya mecbur kılıyordu beni. Sesimi çıkartmıyor, kendimi rahat hissetmeye zorluyordum. Ayak uyduran taraf ben olduğumda da işler kolaylaşıyordu.

 

"Halacığım," diye en tatlı sesiyle konuşan Gökçe'ye gözlerimi çevirdiğimde, bakışlarındaki heyecanla o anın geldiğini anlamıştım. Muhtemelen şimdi, beni o pikniğe çağıracaktı ama ben ne diyeceğimi bilmiyordum. Cihan'ın söyledikleri hala kulağımdaydı, onu mu dinlemeliydim yoksa kendi hissettiğim gibi mi davranmalıydım emin değildim.

 

"Efendim bir tanem?"

 

"Ee, şey..." diye mırıldandığında Asya ve Sedef'in bakışları da bizim üzerimize dönmüştü. "Hafta sonu beraber pikniğe gidelim mi?"

 

"Ne pikniğiymiş bu?" Diye sordu Asya ağzının içindeki lokmayı yutup.

 

"Cihan," dedi Sedef rahatsız bir tonlamayla. "Mistik Orman'a götürecekmiş Gökçe'yi."

 

Anladığım kadarıyla bu masal herkes tarafından bilindikti; çünkü Asya kaşlarını kaldırarak Sedef'e bakmıştı. Sonra da neşeli tutmaya çalıştığı bir sesle "Öyle mi?" diye sordu Gökçe'ye bakarak. Gökçe başını aşağı yukarı sallayarak heyecanla "Evet!" dediğinde, Asya onu kırmamaya çalışarak bu fikirden vazgeçirmek istedi. "Ama hafta sonu hava çok soğuk olacakmış, değil mi annesi?"

 

"Ben de öyle söyledim," dedi Sedef, Gökçe'ye üzgünce bakarken. "Havalar çok soğuk, ormanın içi daha da soğuk. En iyisi bu fikri bir süre ertelemek... belki diğer yaz, ne dersin?"

 

Gökçe'nin düşen yüzü kalbimi sızlattı. Kendilerince onun hayal kırıklığı yaşamasını engellemek istiyor olabilirlerdi ama bu yaptıklarıyla hem heveslendiği şey için hayal kırıklığına uğratıyorlar hem de olmayacak bir hayali kurmaya devam etmesine sebep oluyorlardı. Bu çocuk ne zamana kadar o ormana gidip, beraber yaşadıkları bir aile olabileceklerine inanarak bekleyecekti? Bu yaptıkları bir çocuğa umut satmaktı ve bunun ne kadar boktan bir şey olduğu anladığım kadarıyla bilmiyorlardı.

 

"Olur," dediğimde tüm bakışlar bana döndü. "Gidelim ama en kalın giysilerinle, tamam mı?"

 

"Tamam!" Diye çığlık atarcasına konuşup oturduğu yerden kalktı ve boynuma atladı. Ona sarılırken arkasında kalan Sedef'in kızgın bakışlarına karşılık verdim. Evet, yaptığımın doğruluğu tartışılırdı ama ben onun nasıl hissedeceğini bile bile ona bunu yapamazdım. Çünkü beklentiyle yaşamanın nasıl insanı çürüten bir bataklık olduğunu en iyi ben biliyordum.

 

•••

 

Kahvaltıdan sonra Sedef, Gökçe'yi kreşine hazırlamak için odasına çıkarttığında, Asya benimle konuşmak istediğini ve bahçeye çıkmamı söylemişti. İtiraz etmemiş, dediğini yapıp bahçeye geçmiştim. Fazla uzaklaşmadan aynı yerde ufak ufak yürüyerek, ne konuşacağını düşünürken dakikalar sonra kapıda belirdi. Onunla beraber arkasından elinde tepsiyle adının Figen olduğunu hatırladığım yardımcısı girdi. Yanlarına doğru ilerlerken kadın tepsinin üzerindekileri verandanın altındaki ahşap masaya bıraktı.

 

Asya sandalyeyi gösterip, "Gel otur şöyle," dedi ve elindeki kareli kırmızı battaniyeyi açtı. Ben sandalyeye oturduğumda küçük battaniyeyi omuzlarıma doğru örtmüştü. Şaşkınca, "Gerek yoktu," diye mırıldandığımda, yardımcısı eve girmiş kapıyı kapatmıştı. Gözlerimi Asya'nın gözlerine sabitlemiş ona bakarken bana sıcacık bir gülümseme gönderdi. "Üşümüşsün ama."

 

Gözlerimi ondan çekip önümde duran kupaya uzandım. "Üşümedim," deyip bardaktaki Türk kahvesini yudumladığımda içim ısınmıştı. Üşüdüğümü fark etmedim.

 

"Burnunun ucu öyle söylemiyor," diye yumuşak bir sesle mırıldandı yanıma otururken. Bardağı masaya bırakıp istemsizce burnuma dokundum. "Parmak uçlarında öyle."

 

Bunu yapmamalıydı. Beni düşündüğünü hissetmemeliydim. İkimiz içinde en doğrusu buydu çünkü. Biz yakın hissedemeyecek kadar uzak kalacaktık, böyle olmazdı, böyle çok zor olurdu. "Ne konuşacaktın benimle?"

 

Gözlerimi ileriye doğru diktim. Hareket eden ağaçlara odaklandım, etrafta gezinen adamları izledim, ona bakmaktan çekindim, kapalı gökyüzünden yağmur yağmasın istedim. "Dün gece," diye mırıldandı ve benim içime yağmur çiseledi. "Gördüğün kabusu anlatmak ister misin bana?"

 

Bana yağmur yağdırma. "Kabus işte, anlatılacak bir tarafı yok."

 

"Aslında var biliyor musun?" Diye mırıldandı bir iç çekerek. "Kabusların çoğu bastırdığımız duygulardan açığa çıkıyor çünkü. O duygular büyüyüp duruyor, belki üzerine yaşananlar ekleniyor ve bir gece, sana ne yaşadıysan, ne hissettiysen aynısını tekrar yaşatıyor. Tekrar tekrar can yakıyor."

 

Canımı yakma o zaman, Asya. "Ne duymak istiyorsun? Anlatacak bir şeyim yok."

 

"Var," dedi kendinden emin bir tonlamayla. Varsa var, sorma işte. Alışmışım. Sorma, bana yeni bir yol verme. Bildiğimden şaşırtma artık, dur. "Anlatacak çok şeyin var. İçinde taşıdığın ve seni yorduğunu bile artık fark edemediğin yüklerin var. O kadar alışmışsınki onlara, döküp rahatlamak seni eksik hissettirir diye ödün kopuyor. Ne anlatabiliyorsun ne de sorulsun istiyorsun. Çünkü başka türlü yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyorsun."

 

Yutkundum ve "Benim hakkımda çıkarım yapmayı bırak," diyebildim sadece.

 

"Sen bile farkında değilsin ama sormayalım diye öyle hırçınsın ki... bizi sana tek bir şey soramayacak hale getiriyorsun. Belki sormuyoruz diye kırılıyorsun ama sorarız diye de korkuyorsun."

 

Gözlerimi kapattım. "Beni çözümlemeyi bırak."

 

"Senden uzaklaşalım diye, yanına yaklaşmayalım, seni istemeyelim diye elinden geleni yapıyorsun ama sen," deyip incecik bir sesle konuştuğunda gözlerimi açtım. "Buradasın." Elini kalbine götürdüğünü ona bakmasamda gördüm. "İnsan burasında olanı her şeyiyle sever, canını yaksa bile vazgeçemez. Yani... ne yaparsan yap," başını iki yana salladı. "Seni buradan kopartamazsın."

 

"O halde acı çekmeye devam edebilirsin," dedim ona bakıp. "Senin için yapabileceğim bir şey yok... artık. Çünkü şansını kaybettin." Güldüm ve derin bir nefes alıp daha fazla ona bakmaya dayanamayarak gözlerimi bahçeye doğru çevirdim. "Senin için bu eve gelmiştim. Hak etmediğin şeyler yüzünden acı çektiğin için o hastaneye gitmiştim. Hepinizin fark ettiği gibi ben sana daha yumuşaktım Asya." Sesim titredi. "Sana üzülüyordum çünkü ben." Sinirle gözlerimi kapatıp sesli bir soluk verdim. "Anlayış... sizde olmayan tam olarak bu. Eğer biraz olsun anlayışınız olsaydı, çok daha farklı birini görecektiniz karşınızda. Ama siz açgözlü davrandınız. Benim müsade ettiğim sınırlar size yetmedi, o sınırları aştınız. Ve o adım uçurumdan düşürdü hepimizi."

 

Bir süre sessiz kaldık, düşündük, belki geri dönmek istedik o ilk günlere, dönemedik. Dönseydik ya ama. Belki bu defa değişirdi bir şeyler. Baştan başlardık bu kez daha sakin, daha temkinli. Daha mesafeli ama daha yakın olurduk.

 

İstiyordum bunu, çok istiyordum hem de. Çünkü bu kadar görmezden gelinerek ilerlediğimiz bu yer beni çok yaralamıştı. Bu kadar acıtmamış olmasını istiyordum. Öyle olur sanıyordum.

 

Onları hayatıma almamama rağmen bu denli kalbimden yakmaları o kadar beklenmedikti ki ilk günkü bana. Ben o gün hayatımda olurlarsa mahvolurum sanıyordum ama şimdi onların var olması bile yetiyordu buna. Dönseydik ya... en başa. Farklı olsaydıya her şey... Yine yabancı olsaydık ama bu kadar düşman olmasaydık. Bu kadar hoyrat, bu kadar zalim olmasaydık.

 

Ben tüm bunları umursamadığımı sanarken, içten içe öyle kanamışım ki şimdi bir şansları daha olsun da başa dönelim ama bu kez beni yanıltsınlar istiyordum deli gibi. Geri dönmenin imkansız olduğunu bilmeme rağmen, bu defa kanamadan yürüdüğümüz mesafeli bir yol istiyordum. Ama... Bu saatten sonra da ne ben onların yaptıklarını unutabilirdim ne de onlar benim yaptıklarımı. Bizim düzelmemiz için bir imkansızın oldurulması lazımdı. Bizi günler öncesine döndürebilecek tek şey buydu; bir imkansızlık ihtimali.

 

Yani bir hiç.

 

"Kendi acım gözlerimi perdelediği için özür dilerim senden." Diye konuştu durgun bir sesle dakikalar sonra. Hava bozdu, kahveler soğudu, toprak kokmaya başladı etraf, yağmur mu yağıyordu? "Benim dengesizliklerim, korkularım, kararsızlıklarım... arka arkaya yanlış yapmama sebep oldu. Bilemedim ben nasıl davranmam gerektiğini. Acele ettim, korktum kaçmandan, daha kötüsüne sebep oldum. Müsade ettim bir çok şeye, sonradan düzeltirim dedim ama mahvettim her şeyi." İki eliyle kahve fincanının tabağıyla oynadı, elleri titriyordu.

 

"Tüm bunlar için özür dilerim." Fısıltısı kulaklarımı kapatmak isteyeceğim bir çığlıktan farksızdı. "Geçmişte seni koruyamadığım için." Masanın üzerine bir yağmur damlası düştü. "Şimdi de seni bir aileden mahrum kıldığım için." Ve o yağmur damlası bir gözyaşını beraberinde getirdi, yine.

 

Asya kalktı gitti. Bense yağmurun altında bir başıma kaldım. Tek bir damlası bedenime değmedi ama ben kendi gözyaşımla ıslandım.

 

 

•••

Instagram: _mysterybooks

Loading...
0%