@_mysterybooks
|
Toygar Işıklı - Gönlüm Göçebe
•••
Her cezanın bir sonu vardı belki ama, bıraktığı etkilerin bir sonu yoktu. Yaşamım boyu yanlış yaptığım tüm şeyler için bir ceza almıştım. Yaptıklarımın bedellerini hep ödemiş, hasarlarıyla kendim başa çıkmıştım. Sorun değildi, yaptıklarımın cezasını çekerdim. Mesela tek ayak üstünde durmam gerekiyorsa, dururdum saatlerce. Etrafı temizlemem gerekirse temizlerdim. Ya da acı biber yenecekse yerdim, o gün oyun oynamaya hakkım yoksa oynamaz, güzel bir yemek çıkacaksa yemezdim. Bir çocuğa gözyaşı döktürecek cezalar bunlarken, ben o dönemlerde tüm bunlara tamamdım. Ama benim cezalarım biraz farklıydı. Benimkilerin tahribatı bir kaç saatlik değil bir ömürlüktü.
"Uğru," diyen Façacı'ya bakamadım. "Büyük bir iş var, gel de anlatayım."
Gözlerimi ellerimle ovarken, yavaşça ayağa kalktım. Bir şekilde paraları çalmadığıma ikna olmuştu anlaşılan. Şimdi de ödül olarak büyük işe dahil edilmiştim. Eh, en azından bir şeye değdi.
Sorgulamadan peşine düştüm. Gözlerimi milimlik açsamda ufacık bir ışık huzmesi bile canımı yakıyordu. Bacaklarım hareketsizlikten uyuşmuş, bedenimi taşıyamıyordu. Elimi duvara sürterek yürüyordum, dengemi sağlayabilmek adına.
"Sana yemek söyledim." Dedi keyifli bir sesle. "Gücünü topla güzelce, bu iş biraz zor."
"Ne zaman?" Diye sorduğumda "Zamanı var, bir iki haftaya." diye cevap verdi merdivenlerden çıkarken. "Bu sefer parası değil, kendi değerli bir şey çalınacak."
Ne demek istediğini anlamadım. Ellerimi gözlerime siper ederek peşinden ilerledim ve odasına girdik. Masasının önündeki koltuklardan birine yerleşip karşısını gösterdi. Geçip oturdum ve ona baktım. Önümüzdeki sehpada duran lahmacunları açtı.
"Bir tablo," deyip serdiği lahmacunun içini doldurmaya başladı. "Ünlü bir resim değil, adamın ölen kardeşi mi ne yapmış resmi." deyip lahmacunu sardı. "Bak bunları sadece sana anlatıyorum, değerini bil." Lahmacunu bana uzattığında ancak yarım açabildiğim gözlerimle ona baktım. Boş gözlerimi umursamadı, onun için yaşananlar gayet normaldi. Eliyle al der gibi biraz daha yaklaştırdığı lahmacunu en sonunda aldım ve ısırdım. Hiçbir şey yaşanmamış gibi saymak en akıllıca olanıydı. Yoksa böyle bir yerde barınmam mümkün olmazdı. "Yani anlayacağın, biz tabloyu alacağız. Adamda düşmanının canını yakmış olacak. Biz de paramızı çatır çatır yiyeceğiz. Nasıl?"
"Vicdansızca," dedim yerken.
Güldü. "Neyseki bizde aramıyor." Dedi. Haklıydı, uzun zamandır çaldığım hiçbir şey için vicdanım sızlamıyordu. Ama bu para çalmaya benzemiyordu. Çaldığım kişinin telafi edebileceği bir şey değildi.
"Para çalarım ben," dedim ağzımdaki lokmayı yutarak. "Para eden şeyler, çalarım. Bu manevi bir şey."
"Senin sorunun değil," dedi kendi için hazırladığı lahmacunu yerken. Evet, benim sorunum değil. Ama içimiz sızlıyor . "Sen sadece aracısın. Aslında adam yapıyor kalleşlik. Biz değil, sen parana bakacaksın." Sonra güldü. "Hem sen her çarptığım adamın o paraya ihtiyacı olup olmadığını sorgulamıyorsun da bunu mu sorguluyorsun lan?"
Aslında pek öyle değildi. Bazı insanların zengin olduğu her halinden belliydi ve benim ilk hedefim her zaman onlardı. Ama yinede haklıydı, fazla sorgularsam her yaptığımın vicdan azabını çekerdim. Omuz silktim, hırsızın vicdanı olmazdı. Doğru değil! Doğruluğunu sorgulamıyorum. "Kaç para?" diye sordum. Hayatın borcunu kendi ellerimle, belki faiziyle, geri alıyordum ve buna hakkım vardı. O adamın kardeşi bu kadar değerliyse, o tabloyu gözü gibi bakmalıydı. Gerisi benim problemim değildi ve olmamalıydı. Basit bir tablonun çalınacağını kim düşünür Uğru?
Sırıttı ve biraz daha çiğneyip yuttu ağzındakini. "Yüz bin dolar." deyip geriye yaslandı. "Senin hakkın da iki bin. Kimseye deme ha!"
Aptalca kahkaha attığında, yalandan güldüm ve elimdekini yemeye devam ettim. Olanlar hakkında konuşmadığı için kelime etmedim. Ne konuştuysa ona uydum, istediği gibi davrandım ve çıktım ordan. Başka türlü olmazdı çünkü. Başka türlü yaşayamazdım burda. Böyle yapmam öğretildi ve yaptım, böyle yapınca da hayatta kaldım.
Çıkarken bana verdiği telefondan tarihe baktığımda tam dört gün geçtiğini gördüm. Hayvan herif! Dört gündür ne su ne yemek vermişti. Hatta bir gün de diğerlerinden dolayı bir şey yiyememiştim. Beş gündür ağzıma bir lokma girmemişti resmen.
İçimden söve söve mahallede yürürken kendimi buradaki çay bahçesine attım. Çay bahçesi dediğim yine yarım kalmış bir evdi. Bir kaç masa atılmış, çay kahve içtiğimiz bir mekandı.
Sungur'la, Gözde'yi bulmak için girdiğim yerde Tuna pisliğini görmemle sinirim tepeme çıktı. Hızlı adımlarla ona doğru yürüdüğümde beni fark etti ama çok geçti. Yüzüne attığım yumrukla suratı yana düşerken bir küfür savurdu.
"Sen nasıl bir sikik orospusun lan?" Diye tısladığımda masadaki Ahmet kalkıp kolumdan tuttu geriye çekmek için. "Çek elini!" Deyip kolumu çektiğinde Tuna bana bakıyordu.
"Kızım ne abarttın ya?" Diye konuştuğunda sinirle oturduğu sandalyeye vurdum ayağımın içiyle. "Kes sesini!" Diye bağırdım öfkeyle. "Bitti oğlum sana gösterdiğim müsamaha! Duyuyor musun? Bitti! Siktir git benden uzak dur bundan sonra."
"Uğur, ayıp ediyorsun ama. Tamam özür dilerim." Dedi ayağa kalkıp. "Bir daha yapmam."
"Bu kaçıncı lan?" Diye sordum hırsla yakasına vurup. "Bu kaçıncı? Senin yüzünden bok yoluna gidiyordum az daha!"
"Kız haklı Tuna," dedi iki masa ötedeki Yakup, yüzünde dehşet görmüş bir ifade vardı. "Bayrak gibi sallandı aşağı."
"Duyuyorsun değil mi?" Diye sordum sinirle. "Bir şekilde gerçeği öğrenmiş de saldı beni. Yoksa zor çıkardım o delikten!" Parmağımla göğsüne bastırdım sertçe. "Bu kez ben seni bir deliğe sokmadan, sen en iyisi benden uzak dur."
"Uğur," deyip yaklaştı ama bakışlarımdan devam edemedi. Geri geri bir kaç adım atıp önüme döndüm ve oradan çıktım. Şerefsiz pislik! Her seferinde bir daha yapmam diyordu ama hep daha farklı bir şeyi karşıma çıkarıyordu. Geçmişin hatrı diye buna gösterdiğim iltimasında bir sınırı vardı.
"Uğru!" Diye arkamdan seslenen Gizem'in sesini duyunca durdum. Yanındaki Sungur'la beraber buraya geliyordu.
"Çıkmışsın," deyip bana sarıldığında gözlerim arkasındaki Sungur'un üzerindeydi. "İyi misin?"
"İyiyim iyiyim," deyip ayrıldım ondan.
"Bakayım," deyip eliyle saçlarımı çekip boynuma ve yüzüme baktı iyice. Yüzünü buruşturdu ama bir şey demedi.
"Kimmiş?" Diye sordum gözlerimi Sungur'a çevirip. "Yanındaki Halis," dedi kollarını göğsünde birleştirerek. Başımı salladım ve "Sağol," dedim sorgulamadan. Onun çözdüğüne emindim, bir şey demedi buna. "Nereye?" diye sordu, "Eve," dedim.
"Geleyim mi?"
"Yalnız kalayım." Cevabımdan memnun olmadı. "Aradığımda telefona bak." dedi ve gitti. Biraz arkasından baktıktan sonra Gözde'ye döndüm.
"Olan biteni yaz," dediğimde başını salladı.
Ordan ayrıldıktan sonra kendim için tuttuğum eve doğru yola çıktım. Eskiden burda kalırdım ama paramı almaya başladıktan sonra insan gibi yaşamak istemiştim. Kendime küçük bir daire tutup güzelce döşemiştim. Kendimi iyi hissettiğim, huzurlu olduğum bir yerdi evim. Akşama doğru içeri giren güneşin pencereden yerlere yansıttığı o kızıllık öyle sıcak hissettiriyordu ki bana... Hayatımda aldığım en doğru karar bu olabilirdi.
Minibüse binip eve doğru ilerlerken hissettiğim yorgunluk çok barizdi. Belim, bacaklarım, her bir uzvum araç hareket ettikçe ağrıyordu. Üstelik hissettiğim kirlilikte cabasıydı. Tek tesellim eve gidip güzel bir duş almaktı ama hayat benim için hep aksiyon göstermek zorundaydı.
Minibüsün çevirmeye takılması bir hırsız için daima kalp çarpıntısına sebep olurdu. Sicilim temiz, görünmediğime emin bir suçlu olsam da kimliğimi çıkartırken oldukça gergindim.
Dışarıdaki polisler tüm kimlerden tc kontrolü yaparken gözlerim onların üzerindeydi. Bir terslik olduğunu anlamam uzun sürmedi. Polisler diğerlerini de çağırdıktan sonra biraz konuştular ve biri içeri girdi. Kimlikleri dağıttıktan sonra elindeki son kimlikten ismimi söyledi.
"Uğur Yılmaz," deyip doğrudan bana baktı. "Size kalan yolda biz eşlik edelim, buyurun."
"Anlamadım, neden?" Diye sordum el mecbur ayağa kalkarken. "Bir sorun mu var?"
"Buyurun," deyip kapıyı gösterdiğinde ilerledim ve "Tamam geleyim, geleyim de ne olduğunu söyleyin." Dedim inerken.
"Karakolda öğrenirsin," deyip kolumdan tuttu ve araca bindirdi beni bir diğeri.
Gözlerimi kapatıp kafamı geriye yasladım. Tek istediğim evime gidip sıcak bir duş almakken bu adil miydi?
Karakola vardığımda ısırmaktan dudağımdan kan geliyordu. Stres seviyem had safhadaydı. Ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Hırsızlıktan buraya getirildiysem neden kelepçe takmamışlardı? Hırsızlıktan değilse de neydi bu? Kimse de bir şey demiyordu bana. Geldiğimden beri bir odada oturuyordum ve önümde duran pet şişelerdeki tüm suları içmiştim.
Bacağımı sallamayı kestim ve ayağa kalkıp odada volta atmaya başladım. Ellerimi belime koyup, oflayarak odada gezerken kapı açıldı ve içeri ellili yaşlarda bir adam girdi. Arkasından da iki tane daha genç adam.
Ellerimi belimden iki yanıma bırakıp, bir adım gerilediğimde güldü ve "Korkma kızım," dedi. "Ben Faruk amcan."
"Amcam?" Diye sorguladığımda ilerledi ve eliyle kolumu sıvazladı gülerek. Sonra da masanın arkasına geçip oturdu.
"Yani amcan sayılırım."
"Anlamıyorum," dedim kaşlarımı çatarak. "Ne amca-"
Odanın aniden açılan kapısına döndüğümde taşlar yerine oturmuştu. Serhat Bey ve üç oğlu içeri girdiğinde aralık dudaklarımı kapattım. Burnumdan soluyarak odada gözlerimi gezdirdiğimde Serhat Bey "Günce," diye fısıldadı. Gözlerimi kapattım ve elimle burun kemerimi sıktım gergince.
"Yok," deyip başımı aşağı yukarı salladım. "Ben sizden kurtulamayacağım belli oldu."
"Yeni anlamasan iyiydi," diyen Karan'a baktım ateş saçan gözlerimde. "Kusura bakma ama senin yüzünden benim kafam si-"
Öksürük sesiyle susmak zorunda kaldığında Faruk Beye döndük. "Serhat," deyip ayağa kalktı ve sarıldılar. "Otur şöyle, dinlen."
"Hah," diye bir nida döküldü dudaklarımdan. Eminim ki dinlenmesi gereken biri varsa o da bendim ama şu an bu saçmalıkla uğraşıyordum.
"Kızım," dedi uyarı dolu sesiyle Faruk Bey. "Sende otur istersen."
"Ben oturmak değil, gitmek istiyorum müsaadenizle." Deyip iki adım atmıştım ki Cihan hayvanının sesini duydum.
"Ne oldu sana?" Diye sordu çatık kaşlarıyla. Tüm dikkati boynumun üzerindeydi. İstemsizce elimle saçlarımı düzeltip sakladım. Herkesin odağı ben olmuşken, Serhat Bey ayaklandı.
"Ne olduysa oldu, seni ilgilendirmez." Dedim sert bir dille ama umursamadı.
"Kim yaptı?" Diye sordu bu sefer de buz gibi bir sesle. Bana doğru attığı bir adımın aksi geriye doğru adımladım bende.
"Yaklaşma," dedim cevap vermek yerine.
"Söyle," deyip bir adım daha attığında bu düşünüyormuş gibi tavrına sinirlendim ve konuştum.
"Senin gibi bir hayvanın teki," dedim attığı adımdan dolayı geri giderken. "Oldu mu? Beğendin mi cevabımı?"
Bir şey demedi, birbirimize kitlendik kaldık ama uzun sürmedi. Karan ne zaman yanıma gelip yüzümü avuçlayıp dudağımın kenarına, boynuma baktıysa odağım değişti. Ellerini kendimden uzaklaştırıp "Sana," diye cümleme başladım ona parmağımı doğrultup. "Bir daha bana dokunma demedim mi ben?!" Parmağımla göğsünden ittiğimde hafifçe geriledi, yüzündeki ifade can sıkıcıydı.
"Biz dokunamayacağız ama başkaları canını yakacak, öyle mi?"
"Öyle ya da böyle, dokunmayın dediysem," üstüne bastırarak devam ettim. "Dokunmayacaksın."
"Bak yavrum," diye babacan bir tavırla konuşan Faruk Beydi. "Belli ki bir saldırıya uğramışsın, burda çekinmen gereken bir durum yok. Ne olup bittiyse anlat bakalım. Biz de işimizi yapalım."
"İşinizi yapmak istiyorsanız ben size anlatayım." Deyip elimle onları gösterdim. "Bunlar beni kaçırdı ve rızam olmadan bir evde tuttular. O evde üzerime kapılar kilitlendi, canım yandı ve tehditlere maruz kaldım. Daha sayayım mı?" Diye sordum kaşlarımı kaldırarak. Adamın yüzü şekilden şekle girerken devam ettim. "Aç, sususuz ve tuvalet ihtiyacımın bile karşılanmadığı bir yerde; hiç tanımadığım üç tane adamla, bir gün geçirdim. Bunlar şikayette bulunmam için yeterli olur, değil mi?"
Adam gözlerini benden kaçırıp diğerlerine baktığında kollarımı göğsümde birleştirip devam ettim. "Üstelik," deyip tekrar bana dönmesine sebep oldum. "Ben yirmi üç yaşında bir yetişkinim, on sekizden küçük bir çocuk değilim. Nerede yaşayıp yaşamayacağıma, hayatımda kimlerin olup olmayacağına kendim karar veririm. Tüm bunlara bakıldığında arananlar listesinde olup buraya getirilmemin bile yasadışı olduğunu düşünüyorum?"
Sorar bir şekilde sorduğum soruya derin bir nefes alıp vererek karşılık verdi. "Bak kızım," deyip boğazını temizledi. "Aileni yıllardır tanırım ve evet bazen kaba olabiliyorlar." deyip onlara yandan bir bakış attı. "Ama her şey gibi bununda elbet sebepleri var. Onlara bir şans ver ve sürekli seni aramak durumunda kalmayalım."
Güldüm ve başımı iki yana salladım. "Verdiğim şansı düzgün kullanmayı bilselerdi seviyeli bir ilişkimiz olabilirdi Faruk Bey." deyip kollarımı iki yanımda serbest bıraktım. "Ama onlar," deyip parmağımla oldukları yeri gösterdim. "Beni çıldırtmayı tercih ettiler."
"Kızım," diyen bu sefer Serhat Bey oldu ama onun bunu söylemesini Faruk Bey'in söylediğinden daha farklı bir etki yaratıyordu üzerimde. "Olanları unutalım. Yeniden başlayalım, senin istediğin kurallara uygun."
Ne olanları ne de sebep olduklarını unutabilirdim. Günlerdir canım burnumdaydı ve gidemediğim toplantının bana yaşattıkları da onların suçluydu. Yine de kabul etmekten daha iyi bir çözüm göremiyordum şimdi. Çünkü ben ne zaman sokağa adımımı attım, beni o zaman buldular. Yani onlardan kaçamayacağım bir gerçekti. En azından benim istediğim şekilde olacaksa her şey, bunu değerlendirmeliydim.
"Sözüne güveneyim mi?" Diye sordum gözlerine bakarak. Gördüğüm şefkat içimde bir yerlere dokunuyordu. Bununla nasıl başa çıkacaktım bilmiyordum. Bu adama her baktığımda kalbim böyle sızlamamalıydı.
Gözlerini kapatıp başını salladı ağır bir şekilde. "Güven." Dedi ardından bana bakıp. "O gün istediğin gibi olacak her şey."
Gözlerimi Cihan deden hayvana çevirdim, memnun gözükmüyordu. Ondan cevap niteliğinde bir şey istediğimi anladı ve başını hafifçe indirip kaldırarak onayladı.
"Tamam," deyip Serhat Bey'e döndüm, gözlerindeki parlamaya şahittim. Güldüğünde kısılan gözlerine tepki vermemek benim için zorlayıcıydı. Şaşırıyordum, tuhafsıyordum. Buna hiçbir zaman alışamayacağımı da biliyordum. Öyle duygulu bakıyordu ki bunu hayatımda daha önce hiç yaşamamıştım. "Ama önce evime gitmek istiyorum. Eşinizle yarın görüşürüm."
"İyi değil," dedi sesindeki bariz acıyla. "İzin ver bugün seni görsün."
Adamın yalvaran ses tonu, bakışlarındaki çaresizlik, duruşundaki yorgunluk... hepsi ama hepsi o kadar gerçek görünüyordu ki dayanamadım ve başımı salladım hafifçe.
"Akşam," dedim gözlerimi duvardaki saate kaydırarak. "Sekiz."
Saatler sonra evimdeydim. Kapıya sırtımı dayayıp biraz sakinleştim. Derin nefesler alıp verdim. Zorlanıyordum. Bunlar benim hiç yaşamayacağıma ikna olduğum şeylerdi ve yaşamak hiç bilemediğim bir yerde yolumu bulmaya çalışmaya benziyordu. Nasıl davranacağımı ne yapacağımı bilmiyordum.
Kapıyı kilitledim ve ayakkabılarımı ayağımdan çıkarttım. Banyoya doğru ilerlerken üzerimdeki tüm kıyafetleri yerlere atarak çıkartıyordum. İçeri girip küvet dolsun diye suyu açarken ellerimin titrediğini fark ettim. Umursamadan vücudumdaki son parçaya kadar çıkarttıktan sonra aynanın önüne geçtim ve ellerimi lavaboya dayayıp yüzüme baktım, boynumdaki izlere. Başımı iki yana sallayıp henüz dolmayan küvetin içine girdim ve başımı geriye yasladım.
Korkuyordum. Alacağım tepkiden deli gibi korkuyordum. Diğerleriyle zamansız tanışmıştım ama o kadınla tanışacağımı bilerek evlerine gidecektim şimdi. Bu kadar korkarken de bunu nasıl yapacaktım bilmiyorum. Neyime güvenmiştim ben, oraya gideceğimi söylemek aptallıktı.
O kadar emindim ki benim gibi birini beklemediğinden... Gözlerinde göreceğimi bildiğim hayal kırıklığını bu kadar önemsememeliydim. Kızgınlığımı, kırgınlığımı, bu zamana kadar hissettiğim kimsesizliği bir kenara atıp gitmeliydim oraya. Yoksa korkarım ki canım yanacaktı.
Dolan su taşmasın diye kapattım ama ben taştım bu seferde. Gözlerimde biriken yaşlar usulca yanaklarımdan süzülürken gözlerimi kapattım ve kollarımı bedenime sardım. Neden ağladığımı bilmiyordum ama içimden ağlamak geliyordu. Bunca yıl sonra, tüm olanlardan sonra annemi görecek olmak, bir zamanlar annesine muhtaç olan Uğur'un hislerini yaşamama sebep oluyordu. Babasının korumasına, annesinin şefkatine ihtiyacı olduğu o anlarda ne kadar dua etsede ikiside yoktu. Şimdi var olmalarının geçmişi değiştiremeyeceği de hiç dinmeyen sızlayan acılarımın geçmeyeceği de bir gerçekti. Onlar şimdi bana sadece geçmişi hatırlatan ve tüm bunlar olmasaydı acaba nasıl bir hayatım olur diye sorgulatan insanlardan başka hiçbir şey olmayacaklardı. Biliyordum, canım bundan sonra çok daha fazla yanacaktı.
Saatler sonra sudan çıkmış, üzerime bornozumu geçirmiş, salonumdaki L koltuğa oturmuş pencereden dışarı izliyordum. Evden çıkmam için iki saatlik bir zamanım vardı çünkü evleri benim için neredeyse iki saatlik bir yolun sonundaydı. Elimdeki şarabın son yudumu içip yere bıraktım kadehi. Yavaş yavaş hazırlansam iyi olurdu. Bir karar verdiysem arkasında durmalıydım, bu yüzden gitmemezlik yapmayacaktım.
Koltuktan kalkıp içerideki odama yürüdüm. Zihnimi hazırlamam uzun vaktimi almıştı bugün. Çünkü pekte normalim olaylar değildi bunlar. Kendimi telkinleyip, irademi sağlama alabildiğim kadar aldım. Daha sakin ve daha güvende hissediyordum artık çünkü indirdiğim gardımı tekrar elime alabilmiştim.
Saçlarımı kuruttum önce. Sonra da dolabımı açtım. Genelde koyu renkli giyinirdim, bu yüzden dolabım oldukça kasvetliydi. Elbise gitmeyi severdim ama özendiğimi düşünsünler istemedim. Gri, boru paça bir kotu yatağa attım. Üzerine de boğazlı dümdüz siyah ince bir kazak seçtim, boğazımın görünmemesi iyi olurdu. Bu konuyu konuşmak istemiyordum çünkü. Üzerimi giyindikleri sonra kazağı pantolona sokup. Belime de düz siyah bir kemer taktım. Boy aynasından kendime bakıp fena olmadığına karar verdim. Yanıma alacağım şeyleri siyah uzun kabanımın ceplerine doldurup odadan çıktım. Gözlerime sürdüğüm rimel haricinde makyaj falan da yapmamıştım. Normalde yapardım ama o sinir bozucu heriflerin özendiğimi düşünmesini gerçekten istemiyordum.
Odaya geçip kabanı koltuğa attım ve şarjdaki telefonumun yanına yere oturdum. Gelen mesajlara bakarken Sungur'dan gelene girdim.
Sungur: O telefona ben delireyim diye bakmıyorsan başarıyorsun haberin olsun
Yarım saat önce atmıştı. Göz devirip onu aradım çünkü buraya gelsin istemiyordum.
"Sen bizi arar mıydın Uğru hanım?"
"Ne istiyorsun?" Diye sordum başımı duvara yaslayıp.
"Merak ediyorum." Dedi. "Duyuyor musun Uğru, merak ediyorum."
"Her merak ettiğinde beni arama." Diye mırıldandım gözlerimi pencereden dışarı çevirip.
"Arayacağım."
"O zaman bazen de bilerek açmadığımı bil."
"Biliyorum." Deyip soluğunu dışarı verdi. "Ama kurtulamıyorum, ne yapayım?"
"Sürekli rahatsız etme yeter." Dedim normal bir sesle. "Tamam mı Sungur?"
"Ona da tamam." Dedi mecbur kaldığını bariz belli eden sesiyle.
"Kapatıyorum." Deyip telefonu kapattım ve yere bıraktım. Onunla ilişkimiz tuhaftı. Bir şeyler vardı ama yoktu da, en azından bende böyleydi. Ona diğerlerine karşı daha çok güveniyordum, evime alıyordum, yumuşak davranıyordum ama daha fazlası olmuyordu. Bazen yakınlaşıyorduk ama ben geri çekiliyordum. Bazen istemediğimden, bazense istesem bile hissedemediğimden.
Biraz daha oyalandıktan sonra ayaklandım. Kabanımı üzerime giyip, ayakkabılıktan siyah düz postallarını alıp ayağıma geçirdim. Kapının yanındaki aynadan kendime baktığımda özensiz halimin bile güzel göründüğü bir gerçekti. Kendi kendime "Siktir et," diye mırıldanıp, anahtarları aldım ve evden çıktım.
Yaklaşık bir buçuk saatlik aktarmalı yolculuk maceramdan sonra şimdi de yürüyordum. Belli bir yerden sonra bu civarda ne minibüs ne de otobüs geçiyordu. Zenginlerin yaşadığı muhitlerde toplu taşımaya pek ihtiyaç duyulmuyordu belliki. Navigasyonda yürümem gereken daha on altı dakika vardı, yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüş olacaktı.
Etraftaki lüks evleri, seradan çıkma muhteşem bahçeleri inceliyordum. Daha önce böyle evlerde geceleri, çalmak dışında hiç bulunmamıştım. O zamanlarda da estetiklerini değil, giriş çıkışları, kaçış noktalarını incelemiştim. Şimdi bakıyordum da hayal bile edemeyeceğim hayatlar içindeydi bazlı insanlar. Sokakları bile bir başka özenliydi. Tertemiz, bakımlı, ışıklarla ve ağaçlarla doluydu. Sonbaharın bulutlu havası değil de daha çok resimlerdeki yaprak döken huzurlu hali mevcuttu burda. Zenginlere mevsim bile bir başkaydı.
Yaklaştıkça kalbimin hızlandığını hissediyordum. Adımlarım duraksamasa da yavaştı biliyordum. Gidecektim, bu bir gerçekti ama gitmek istemiyordum. Neyle karşılaşacaktım bir fikrim yoktu. Neler yaşanacaktı onu da bilmiyordum. Sakince gidip, sakince dönmek istiyordum. Duygularımın karmaşıklığının yüzeye vurmamasını diliyordum, çünkü sonrası bir tufan kopuyordu ve en büyük tahribatı alan ben oluyordum.
Dakikalar sonra kocaman demir kapılı bir evin önündeydim. Adımlarım iyice yavaşlarken, kalbim tersine daha da hızlandı. Gözlerimle girişi, bahçeyi, evi incelerken demir kapının önünde bekleyen adamların gözleri beni üzerimdeydi. Başımı hafifçe eğdim ve gözlerimi kapatıp güç almak istercesine derin bir nefes aldım. Sonra da adamlara doğru ilerledim.
"Serhat Bey'in evi mi?" Diye sorduğumda "Kimsiniz?" diye karşılık verdi.
"Uğru Yılmaz." dediğimde, demir kapının yanındaki daha küçük giriş kapısına yöneldi ve geçmem için açtı. "Buyurun."
Bir şey demeden ilerlerken geriye baktığımda telefon ettiğini gördüm. Gözlerimi ondan çekip etrafta gezdirdim. Sırayla dizilmiş arabalar vardı. Etrafta gezinen adamlar, bahçeyle ilgilenen bir bahçıvan, zincire bağlanmış bir doberman...
Duyduğum kapı sesiyle gözlerimi eve doğru çevirdim. Bir kaç basamağın ardındaki kapıda orta yaşlı bir kadın duruyordu ve giyiminden evin çalışanı olduğunu anlamıştım. Kendilerinin kapıyı bile açmayan insanlar olması düşüncelerimi yanıltmıyordu. Bahsettikleri kadar özlem çeken bir anne kapıya bile gelmez miydi?
Basamakları çıktığımda "Hoşgeldiniz," deyip geriye çekildi. "Buyurun."
Bir kaç saniye bekledikten sonra kapı önündeki paspasa ayaklarımı sürtüp, içeri adımı attım. Öyle garip hissettim ki o an, düşünmeden edemedim: Kendimi bu evde doğmuş büyümüş, içeri girerken yabancı gibi hissetmediğim bir hayat yaşamış olmayı. Düşündüm düşünmesine ama nasıl bir şey olduğunu hissetmenin yakınından bile geçemedim.
İçeri girdiğimde kocaman bir hol karşıladı beni. Tepeden aşağı sarkan büyük taşlı avizede gezdirdim gözlerimi, sol taraftan dönerek inen geniş merdivenin ihtişamlı korkuluklarını inceledim. Yerlerdeki mermerden, duvardaki tablolara, kapılara kadar her şey öyle göz alıcı görünüyordu ki dudaklarımı aralamaktan alıkoyamadım kendimi. Kapının yanında oturmak için küçük olmayan bir puf, iki yandan ilerleyen geniş bir vestiyer vardı. Birinin bitiminde güzel ayaklı bir abajur, diğerinin bitiminde de iyi bakılmış yeşil bir bitki duruyordu. Hemen yanlarında da karşılıklı iki kapı vardı. Onların ne olduğunu bilmesem de tam karşımdaki geniş iki kanatlı kapının salona açıldığını anlamak zor değildi.
"Kabanınızı alayım," deyip uzanan kadına döneceğim sırada merdivenlerden inen kişiye takıldı gözlerim. Daha önce görmediğim genç bir çocuktu. Gözleri beni bulduğunda son basamaktan indi ve öylece kalakaldı. Gözleri yüzümü incelerken, şaşkınlıktan dudakları aralandı. Yüksek ihtimal o da diğerleri gibi beni o kadına benzetmişti.
"Ayakkabıları da çıkartıyor muyuz?" Diye sorduğum onu umursamadan, kadın ayakkabılarıma ve ardından bana baktı.
"Nasıl rahat edecekseniz," diye mırıldandığında çıkartmaya üşendiğim için başımı salladım sadece. Kabanımdan telefonumu alıp üzerimden çıkarttım ve kadına uzattım.
"Neredeler?" Diye sordum telefonumu cebime soktuktan sonra.
"Ben eşlik edeyim," diyerek karşıdaki kapıyı gösterdiğinde "Kendim giderim." diyip onu durdurdum ve ilerledim. Yanından geçtiğim çocuğa kısa bir bakış atıp içeri geçtiğimde tanıdık yüzleri gördüm.
Beni ilk fark eden Karan oldu. "Günce," dedi yaslandığı yerden doğrularak. "Hoşgeldin."
Diğerlerininde bana dönmesiyle adımlarımı yavaşlattım. Burda onlardan başka kimse yoktu. Serhat Bey ayağa kalkıp bana doğru geldi güleç bir yüzle. "Gel," dedi eliyle oturma grubunu göstererek. "Gel otur şöyle."
Yönlendirmesiyle ilerlerken bakışları arkama takıldı ve "Gel Kaya," dedi. "Ablanla tanış."
Olduğum yerde durdum ve "Ne?" diye mırıldanarak ona döndüm.
"Bahsetmiştim hani o gün," dedi Karan şaşkınlığımı görünce.
Laf arasında geçmişti evet ama o an buna takılamayacak kadar garip bir anın içindeydim ben. Her şeyi yeni öğrendiğim, o fotoğrafı gösterdiği anda. Tabiki de bunu es geçmiş, hatta unutmuştum. Hiç beklemediğim bir anda bir de abla mı olmuştum? Bu iş gittikçe boyumu aşıyordu.
"Unutulduk mu ablacığım?" Diye sordu kollarını birbirine bağlayıp, alaycı bir tavırla konuşan çocuk. Uzun boylu genç bir çocuktu. O da kumraldı ve aynı Karan gibi ela gözleri vardı. Aynı benim gibi.
"Kaya," diye uyardı onu Serhat Bey ama gerek yoktu buna. Çünkü bu tavrına karşılık verecektim. Aynı onun gibi alayla güldüm ve kollarımı birbirine doladım. "O kadar çoksunuz ki gözden kaçmışsın, ablacığım."
Kollarını çözüp göz devirdi ve kapının önünden içeriye doğru yürüdü. Yanımdan geçip giderken delici bakışları üzerimdeydi. Bingo, yeni bir düşman daha.
"Ee?" Diye sordum Serhat Bey'e dönüp ve gözlerimi etrafta gezdirdim. "Eşiniz nerde?"
Tekrar ona döndüğümde "Yukarıda," diye mırıldandı. Anlayamıyordum, ben mi tuhaftım yoksa onlar mı? Beni bu kadının görmesi için buraya çağırmamış mıydı? O halde neden gelmiyordu?
"Gelmeyecek mi, anlayamıyorum?" Diye sorduğumda arkasında duran Baran konuştu.
"Gelebilecek durumda değil." dediğinde kaşlarımı çattım. "Bir kaç gün önce yaşadığından haberi oldu ama gitmiştin. O günden beri de iyi değil. Kullandığı ilaçlar, kas gevşeticiler yüzünden yürüyebilecek hali yok." Tane tane konuşuyordu anlamam, anlayış göstermem için. "Senin geleceğini de söylemedik, gelmezsin diye. Bu yüzden haberi yok."
"Geleceğim dediysem gelirim." Dedim böyle düşünmelerine bozularak. Hoş neden bozuldum onu da bilmiyorumya. "Neye tamam dediysem o kadarını yaparım, ne eksik ne de fazla. Söylediklerimden şüphe duymanıza gerek yok."
"Taktir edersin ki birbirimi tam anlamıyla tanımıyoruz." Dediğinde başımla onayladım. "Bu yüzden bizim için belirsiz bir şeyi ona söylemek istemedik."
Bir şey demedim. "Görmek ister misin?" Diye sordu Serhat Bey. Açıkçası bunu isteyip istemediğimi bilmiyordum. Şu an görmek için kendimi zorlamam istemediğimi gösteriyordu ama merak etmem de bir yerde istediğimi gösteriyordu.
"Bunun için buradayım." Dedim umursamaz görünmeye çalışarak.
"Tamamen seni rahat bırakalım diye, değil mi?" Diye soran Karan'a baktım ama cevap vermedim.
"Yüz metre öteden bile belli." Dedi adının Kaya olduğunu öğrendiğim çocuk. Karan'ın aksine sinir olmuş gibiydi.
"Benim için ne kadar zor bir şeyi istediğinizin farkında bile değilsiniz." Dedim dümdüz bir sakinlikle. "Kendi içimdeki her şeyi yok sayarak, iyi niyetimden buraya geldiğimi göremeyecek kadar da körsünüz."
Kimseden çık çıkmadı. "Sizi bilmem ama ben hiçbirinizle görüşmek istemiyorum." Deyip Serhat Bey'e döndüm. "Bu da yeni bir kural. Sadece sen ve eşinle belirlediğim günlerde görüşeceğiz. Yanında tek birini bile getirmeyeceksin." Gözlerime bakarak bekledi ve "Tamam," dedi verdiği söze uyarak.
"Günce yapma," diyen Karan'dı. "Böyle olmak zorunda değil." Ona bakmasamda devam etti. "Burda bizimle yaşa, birbirimize alışalım."
Güldüm, şaka yapıyor olmalıydı. "Eşinizi getirecek misiniz yoksa yanına mı gitmemiz gerek?" diye sordum Karan'ı duymazdan gelerek.
"Günce," diye onu duymamı ister gibi sesini yükselttiğinde "Uğru," dedim ona bakarak. "Tamam mı Karan?"
"Bize hiç şans vermiyorsun," dedi yılgın bir ifadeyle. "Konu bu değil."
"Şanslık bir durum yok. Ne bekledin ne umdun bilmiyorum ama benim aranıza girmek, hele de bu evde yaşamak gibi bir niyetim yok." Dediklerim yüzünü iyice düşürdü. Yapacak bir şeyim yoktu. Gerçekten burada yaşayacağımı nasıl düşünebildi bilmiyordum.
"Her neyse," dedi Serhat Bey. "Bu konunun zamanı değil. Gel hadi, biz yukarı çıkalım."
Başımı salladım ve peşinden salondan çıktım. Eve girdiğimden beri üzerimde olan gerginlik artarken, merdivenlerin korkuluklarına tutunup ilerledim. İlk geldiğimiz kattan sağa doğru yöneldiğinde peşinden ilerledim. Bir odanın kapısının önünde durduğunda kapıdaki yazı dikkatimi çekti. Üzerinde Günce yazan pembe bir bulut asılıydı kapıya.
"Biraz bekle," dedi Serhat Bey bana dönüp. "Seni çağıracağım, tamam mı?"
Başımı salladım. Ne zaman nefes darlığı çeksem dudaklarımdan nefes alırdım ve şimdi de öyleydi. Aldığım nefes yetmiyor gibi hissediyor, kalbimin atışını tüm vücudumda hissediyordum.
Serhat Bey kapıyı açtığında içeri bakmamak için karşı duvara geçtim ve yaslandım. O içeri geçip kapıyı hafif aralık bıraktığında gözlerimi kapattım.
Annemizi göreceğiz Uğru!
Korkuyorum Uğur.
Korkma, bir kez olsun benim hissettiğimi yap.
Yaparsam üzülürüz.
Bu kez bana güven.
"Güzelim," diyen sesini duydum Serhat Bey'in. "Güzel karım, bak bana."
Gözlerimi açıp, omzumu yasladım duvara. "Serhat," diyen cılız bir ses duyduğumda dudaklarımı birbirine yaslayıp nefesimi tuttum.
"Asya'm," dedi dolu dolu, sonra fısıldadı ama nefes seslerine kadar duyuyordum. "Sana kızımızı getirdim."
"Ne?" Diye mırıldandı kadın. "Ge- gerçekten mi?"
"Gerçekten," dedi boğuk bir sesle. "Burda, evimizde."
"Görmek istiyorum," diyen panik dolu sesi duydum.
"Dur birtanem," dedi adam. "Sakin ol, göreceksin birazdan."
"Benim kızım," diye mırıldanan kadın burnumun sızlamasına sebep oldu. "Değil mi?"
"Bizim kızımız, Günce'miz." Diye fısıldadığında ufak bir iç çekiş duydum. Eşzamanlı olarak bende iç çektim. O yurdun önünde son kez onları beklediğim günden beri, beni acaba seviyorlar mıydı diye düşünmemiştim. Kendimi aksine inandırmıştım çünkü diğer türlüsü hep umut demekti ve ben umut etmekten çok yorulmuştum.
"Getir bana onu," diye konuştu yalvaran bir sesle. "Önce kalkmama yardım et, sonra onu getir getir Serhat."
"Gel bakalım," dediğini duydum Serhat Bey'in. "Durabilecek misin?"
"Dururum,"
"Tamam,"
Duyduğum ayak sesleri duvardan ayrılmama sebep oldu. Serhat Bey kapıyı aralayıp, kızarmış gözleriyle bana baktığında tepki vermedim. Dışarı çıkıp karşıma geçtiğinde "Burada bekleyeceğim." dedi.
Dudaklarımı yalayıp başımı salladığımda kapıdan ayrıldı. Gözlerimi ondan çekip, elimle duvardan destek aldım hafifçe. Ufak bir adım attıktan sonra bekledim, cesaretimi topladım ve kapının önüne geçtim.
Gördüm sonra. O fotoğraftaki kadının ne kadar yaşlandığını gördüm. Gözlerindeki yorgunluğu gördüm. Dudaklarını araladığında, titreyen çenesini; gözlerini bir anlık kapattığında, akan yaşları gördüm.
İçeri bir adım attım ve rengarenk süslenmiş bebek odasında gezdirdim gözlerimi bir anlık. Sonra yine o kadını buldu gözlerim. Benimle aynı tondaki ela gözler, ufak sayılabilecek bir burun, yuvarlak çene hatları... tüm ifademiz aynıydı.
Ufak bir hıçkırık koptu dudaklarından. "Kızım..." diye fısıldadı yanıma doğru zorlanarak gelirken. "Kızım!"
Ben ne olduğunu anlamadım, belki de anladım ama vücudum tepki vermedi bilmiyorum. Kadın kollarını bana sardığında öylece kalakaldım. Durdurabilirdim, sarıldığında itebilirdim ama yapamadım.
Çünkü ihtiyacımız var Uğru, hem de çok.
Gözlerimi kapattığımda iki damla yaş süzüldü gözlerimden, ne zaman doldurmuştum bilmiyorum. "Yavrum!" Diyerek elini saçlarıma attığında acı çeker gibi yüzümü buruşturdum. "Yavrum benim, bebeğim!" Gibisi fazlaydı ben öyle bir acı çekiyordum ki şu an tüm kemiklerim kırılsa bu kadar acımazdım. Bu bambaşka bir şeydi. İnsanı olduğu yerden alıp dünyanın öbür ucuna götürmenin yabancılığı vardı üzerimde. Bazen düşünürdüm nasıl olur acaba diye ama tüm varsayımlarım yabancıydı şu anki hislerime.
"Özür dilerim annem!" Dedi titreyen sesiyle, hala saçlarımı okşarken. En son saçlarımı okşayan kişiyi çok iyi hatırlıyordum ama onun ellerinde şefkat yoktu. Bu kadın canımı yakarken aynı zamanda acımı alıyordu. Tüm bedenim cayır cayır acırken, içimdeki acıyı nasıl alabiliyordu? "Özür dilerim, affet beni annem koruyamadım seni!"
Tek kelime edecek gücüm yoktu. Gözlerimi açtım ama öyle çok yaş akıyorduki içlerinden... Durduramayacağım kadar ziyan oluşumu hissettim. "Ah, kızım benim." dedi içli içli ağlarken. "Ah, meleğim. Bensiz yaşadığın her gün için özür dilerim senden."
Dudaklarım titrerken "Yapamayacağım," diye fısıldayıp geri çekildim ama ellerimi tuttu hızlıca. "Dur," dedi panikle. "Dur, gitme ne olur? Ne olur gitme! Seni daha yeni buldum, izin vermem gitmene!"
Gözlerime öyle bir bakıyordu ki, gitmek hiç bu kadar zor gelmemişti. Başını yana doğru eğdi "Ne olur gitme, biraz seveyim sarılayım yalvarırım sana." diye konuşurken yaş dolu ela gözleriyle baktı bana. "Gözlerindeki acıyı dindireyim kızım, kal benimle."
Sık nefeslerim artarken, acıyla inledim ve başımı hafifçe iki yana salladım. "Sonra." diye bir kelime çıktı ağzımdan ve ellerimi yanlış bir şeye dokunmuş gibi çektim ellerinden.
Gözlerine bakmamak için kafamı çevirdim ve hızlı adımlarda odadan çıktım. Kapıdaki adamın yüzüne bile bakmadan merdivenlere yöneldiğimde kadının ağlayışlarını ve gitme diye yakarışlarını duyuyordum.
Aşağı indiğimde önce merdivenlerin başında duran Karan'ı gördüm. Beni ilk defa bu kadar dağılmış görmek onu şaşırtmış olmalıydı ama düşüneceğim son şey buydu. Diğerleride holdelerdi ve beni gördüklerinde kaşlarını çattılar ama beklemedim. Hızlıca Karan'ın yanından geçerken kimseye bakmadan kapıya yöneldim. Ne olduğunu, nereye gittiğimi sordukları sorulara cevap vermeden kapıyı açtığım gibi çıktım evden ve koşmaya başladım.
Kaçabildiğim kadar kaçmak istiyordum bu evden. Gidebildiğim en uzak yere gitmek istiyordum. Beni bulamayacakları bir yere taşınmak, bir daha canım bu denli yanmasın istiyordum.
Bahçeden çıktıktan sonra tüm ışıklandırmalarla apaydınlık olmuş sokakta koşmaya devam ettim. Etraftaki bazı insanlar baksa bile umursamadan koşabildiğim kadar koştum.
Sonra bir şey oldu. Bir anda gök gürledi ve sağanak yağmur, rahat rahat ağlayayım diye başımdan aşağı akmaya başladı. Ve ben yıllar sonra hüngür hüngür ağladım.
•••
|
0% |