@_mysterybooks
|
Krobak- It's Snowing Like It's the End of World
•••
Yağmurun geriye bıraktıklarını ne kadar sevsem de yağmurlu akşamları hiç sevmezdim. Yağmur gündüz yağsındı. Sonra etraf toprak koksun, gökkuşağı çıksın, yaprakların üzerinde salyangozlar belirsin, su birikintileri dolsun ama yağmur karanlıkta yağmasın. Uğru eve götür bizi yalvarırım.
Koşmaya devam ettim. Ne akbilim vardı yanımda ne param. Kafamdaki tek düşünce koşabildiğim kadar koşmaktı. Koşup bir an önce eve varmaktı. Çünkü ev sığınaktı. Ev güvendi, ev iyi hissettiğim tek yerdi. Bu yabancıların yanı değildi ev. Ev bendim artık çünkü. Benim evim, uzun bir zamandır kendimden ibaretti.
Berbat geçen akşamın ardından birde bu yağmur başlamıştı aksi gibi. Neydi bu? Tamamen yerle bir olmam için oynanan bir oyun muydu? Güçlüyüm dedikçe altından kalkamayacağım şeyler yüklüyordu hayat omuzlarıma. Normal insanlar gibi yaşayabilmem için daha ne kadar acı çekmem gerekiyordu? Dayanamadığımı kabullenip tüm yüklerimle yere yığılsam gelecek miydi bana el uzatacak biri? Yoksa biraz da orda mı sürünmem gerekirdi? Tüm yaşamım böyle geçecekse ne için savaşıyordum ben? Bu boktan hayata katlanmam için tek bir sebep bile yoktu. Eskisi gibi hayattan alacaklarım var hırsı da kalmamıştı içimde artık. Çünkü ben ne almaya çalışsam kendimden bir bir veriyordum hep.
Önce bir kaç adım öteme bir yıldırım çarptı. Sıçrayarak olduğum yere çakılı kaldım. Etrafın apaydınlık oluşu, karanlığın gerçeklerini gösterdi yine.
Şimdi gelecek, şimdi gürleyecek! Gözlerimi sımsıkı kapattım ve hiçbir şeyi umursamadan yolun kenarında yere çöktüm. Ellerimi kulaklarıma bastırıp, bu sesi duymamak için bir şarkı mırıldanmaya başladım. Benim seçtiğim olsun Uğru.
"Kırmızı... balık... gölde," sesim titriyordu ama durmadım. Kulaklarımın tıkalı olması sesimi kendi içimde yankılı duymama sebep oluyordu ve bu dışarıdaki sesleri duymamı engelliyordu. "Kıvrıla... kıvrıla... yüzüyor."
Sımsıkı olmasına rağmen gözlerimden akan yaşı hissediyordum. Yağmur damlalarının aksine sıcak ve hep çok tanıdık. "Balıkçı Hasan geliyor, oltasını atıyor!"
Kırmızı balık dinle, sakın yemi yeme
Balıkçı seni tutacak, sepetine atacak!
Kırmızı balık kaç, kaç!
"Kırmızı balık kaç, kaç."
Hissettim. Güçlüydü, korkutucuydu ama etkisi artık daha azdı. Gökgürültüsünün kesildiğini anladığım an ellerimi kulaklarımdan çekip kollarımın iki yanıma sardım. Başımı yere doğru eğip ağlamamı durdurmaya çalıştım. Birazdan yine tekrar edecekti ve yine, yine... Bir an evvel evime gitmem gerekiyordu, kalkıp gitmem gerekiyordu! Ama en ufak gücüm bile yoktu.
Bugün dik durabilirim sanmıştım, yansada bu kadar acıtmaz sanmıştım... öyle bir acıtıyordu ki ama! Ciğerlerim kuruyordu içimde sanki! Defalarca bıçak darbesi yemiş ama hala ölmemiş hissediyordum. Oluk oluk acıyordum her bir yerimden. Bu sefer, bilmediğim yerden gelmişti ve geçemediğim barizdi.
"Aptalsın," diye mırıldandım inler gibi. Ne büyük aptal hemde! Hayatın en büyük darbesini yediğim yerdi burası, nasıl da bu kadar kolay görmüştü gözüm? Nasıl dimdik durabileceğini sanmıştım öyle? Bu yersiz kibrimin bir gün canıma okuyacağını biliyordum ama bu kadar yıkacağını tahmin bile etmezdim. İşte tam da bu yüzden Uğur, tam da bu yüzden bu sabah çıktığım delik burdan bin kat daha iyi bana.
Gözüme vuran ışık gözlerimi anlık kapatmama sebep olduğunda düşüncelerim silindi. Bu ışık yıldırımdan kaynaklanmıyordu çünkü daha uzun süreliydi. Gözlerimi hafifçe aralayıp baktığımda bir arabanın yavaşlayıp durduğunu gördüm. Elimi yüzüme bastırırken arabadan gelen kapı sesine dönmedim.
"İyi misin?" Diye sesini duyduğum kişinin ayak sesleri yanıma doğru geliyordu. Ellerimle yerden destek alıp ayağa kalktım ve ona baktım. "Beni işlek bir yere bırakabilir misin?" Diye sordum düşünmeden, kaşlarını çatmış ne olduğunu anlamaya çalışan adama.
"Başına bir şey geldiyse," dedi tereddüt edercesine konuşarak. "Polis çağırabilirim."
"Bırakacak mısın," dedim, arkasında parlayan ışıktan dolayı bir anlık gözlerimi kapatıp devam ettim. "Bırakmayacak mısın?"
Ellerim vücuduma sarılı olsa dahi titriyordum. Ipıslak, leş bir haldeydim ve bu koca yolda tek başımaydım. Bunlar göz önünde bulununca düşünmeye pek gerek kalmıyordu. "Gel," dedi başını sallayarak. "Gel götüreyim."
Bir şey demeden peşine takıldım ve arabaya bindim. Az önceki yıldırımın gürültüsü kulağıma dolduğunda, arkasından gelen geçmişin seslerini de susturamadım. Ne yazık ki insana en büyük ceza kendini susturamamaktı. Çünkü bir insanı duymak istemezsen o insanı hayatından çıkartabilirdin ama kendini asla. Benim en büyük lanetimde susturmak istediğim geçmişimdi.
"Radyoyu açsana," diye mırıldandım gözlerimi kapatıp. O arabayı ters yöne döndürürken "Isıtıcıyı diyecektin herhalde," diye mırıldanıp ısıtıcıyı açtı. "Hayır, radyo." dedim gözlerimi açıp ona bakarak. Bana hafif çatık kaşları ve bomboş bakışlarıyla bakarken uzandı ve radyoyu açtı. Arabaya dolan cızırtılı ses beni rahatsız etmese de onu etti. "Hiçbiri çekmiyor," dedi diğer kanalları da gezdikten sonra.
"Böyle kalsın," diye konuştum kısık sesimle. Bu dışarıyı duymama bir nebze engel olurdu. Dışarıyı duymazsam, hatıralarım can bulmazdı çünkü. Bilsem bile o hissi yaşamazdım tekrar tekrar. Bu yüzden bozuk radyo sesi böyle kalmalıydı.
"Ne-"
"Lütfen." Dedim ona doğru bakıp. "Böyle kalsın."
Gözleri bir kaç saniye gözlerimde oyalanıp yola döndü bir şey demeden. Orda ne gördü ne anladı bilmiyorum ama bir süre hiç konuşmadı. İçinden hata yaptığını geçiriyor olmalıydı.
Araba daha kalabalık yerlere doğru girdiğinde "Gideceğin yeri yaz," dedi araç ekranını açıp. Uzanıp navigasyondan evimin yolunu işaretledim. Aslında taksi bulabileceğim bir yerde bıraksaydı da olurdu ama bu teklif işime gelirdi. Ne azalsada yağan yağmuru çekebilirdim ne de yolcu beğenmeyen taksicileri.
"Sağol," diye mırıldanıp geriye yaslandım. Eve gidene kadar da tek kelime etmedik ikimizde. Uzun bir süre yolu seyrettim bende. Artık daha sakin ama daha yorgundum. Tanıdık sokaklara geldiğimizde gözlerimi yanımda duran adama çevirdim.
Kaşlarını çatmış, bir şey düşündüğü her halinden belli ifadesiyle dümdüz önüne bakıyordu. Kemikli yüz hatları, kirli sakallı bir yüzü vardı. Kahverengi saçları oldukça gürdü ve bir kaç ıslak tutam alnına düşmüş, arabanın hafif aralık camından giren rüzgarla hareketleniyordu. Kasılmış çenesinden dişlerini sıktığını anlayabiliyordum ama bunun sebebi tam olarak neydi bilemiyordum.
Hissetmiş gibi bir anlık bakışlarını bana değdirdi. En dikkat çeken yanı bakışlarıydı. Cam gibi yeşil gözleri vardı. "İyi görünmüyorsun," dedi gözlerini tekrar yola vererek. "Seni bir hastaneye götürebilirim, biraz toparlarsın. Ne dersin?"
"Doktorluk değil benimki," deyip dudaklarımı yaladım. "Kendim hallederim."
"Eğer kötü bir şey yaşadıysan," derken kelimeleri seçiyor gibi tane tane konuştu. "Yardımcı olurum, anlatabilirsin elimden geleni yaparım."
"Düşündüğün gibi bir durum yok," dedim. "Sağol."
"Peki," dedikten sonra arabayı yavaşça sağa çekti. "Sen bilirsin."
Yüksek ihtimal evine giden bir adamın, ters yöne kırk dakikaya yakın bir yolculuk yapmasına sebep olsamda uzun bir konuşmaya hal bulamadım ve sadece "Teşekkür ederim," diyebildim. Kapıyı açıp aşağı indiğimde bana bakıyordu. "İyi geceler," dediğinde başımı salladım. "İyi geceler."
Kapıyı kapatıp beklemeden yürümeye başladım. Karşıya geçtikten sonra arkama hiç bakmadan apartmanın şifresini yazıp içeri girdim. Merdivenleri çıkarken sıkıntılı bir nefes üfledim çünkü anahtarım da o evde kalmıştı.
"Neyseki bu işten anlıyoruz," diye kendi kendime fısıldadım ve karşı dairenin ziline bastım. Hiçbir malzeme olmadan kilitli bir kapıyı açamazdım elbette ama yardımsever bir komşum vardı.
"İyi akşamlar," dedim kapıyı açan kadına. Yüzümü gördüğü gibi gözlerini irice açıp "Kötü bir şey yok ya?" diye konuştu tedirgince.
"Anahtarımı düşürmüşüm. Ona moralim bozuldu biraz," dediğimde rahatlatmış görünüyordu. "Acaba bir bıçak ya da tornavida alabilir miyim? Çilingirle uğraşmak istemiyorumda..."
"Tabi getireyim," deyip içeri girdi kadın. Pek konuşmazdık ama selamlaşırdık bazen. Eşi ve iki çocuğu vardı. Bazen yemek yollardı ama ben hiç aynı inceliği göstermemiştim. Zaten benim evimde yemekte olmazdı genelde. "Bu olur mu acaba? Eşimi çağırayım istersen?"
"Hiç gerek yok ben hallederim." Dedim ve garipsemesin diye bir yalan uydurdum. "Babam, tamirci de benim. Anlarım bu tarz işlerden."
"Ya, anladım. Bekliyorum ben," dediğinde kendi kapıma ilerledim ve birkaç saniye içinde hallettim. Yine de biraz daha kapıyla uğraşıp zorlanır gibi yapmaya devam ettim. "Olmuyor mu?"
"Heh," deyip kapıyı iteledim yeni açmış gibi. "Oldu sonunda."
"İyi bari," dediğinde ona döndüm ve verdiği ince bıçağı ona uzattım.
"Teşekkürler," dediğimde rica etti ve evine girdi. Bende en sonunda evime girdim ve tüm duygularımı serbest bıraktım. Derin bir soluk verip birkaç dakika gözlerimi kapatıp yaslandığım yerde bekledim. Geçsin de oturayım istedim ama geçmeyeceğini anlayıp gözlerimi açtım.
Kapıdan ayrılıp, ayakkabılarımı bile çıkartmadan içeri geçtikten sonra tüm ağırlıklarımla beraber koltuğa çöktüm. Sabaha kadar öylece oturdum orda. Bir ara lavaboya girdim. Rimelden mahvolmuş yüzümü yıkadım. Sonra yine o koltuğa çöktüm. Gözlerimi kapattım, biraz uyudum. Uyandım ama yine de kalkmadım. Öyle bir bitiklik vardı ki üzerimde elimi bile kaldıramadım. Tekrar gece oldu, tekrar sabah oldu. Telefonum çaldı bir çok kez bakmadım. Hareket eden tek şey göz kapaklarımdı. Gözlerim sadece pencereye odaklıydı ama gördüğüm şey binalar, kuşlar, tül ya da cam değildi. Gördüklerim geçmişimdi. Hayaller kurmaya çalıştığım, o hayallere tutunup yaşayabildiğim dönemlerdi. Ufacık bedenim titrerdi her gece dualar ederken, dudaklarım titrerdi, ellerim titrerdi. Ailem gelsin diye yalvarırdım. Babam gelsin korusun, annem gelsin iyileştirsin diye her gece dua ederdim. Beklerdim o cam kenarında... bazen rüzgar sızardı penceresindeki oyuktan bazen yağmur suyu ama inatla beklerdim. İnanırdım çünkü bir gün mutlaka geleceklerine. Gelip beni alacaklarına, her şeyin geçtiğini söyleyeceklerine inanırdım. Beni seveceklerine, koruyup kollayacaklarına, bir daha asla bırakmayacaklarına inanırdım.
Ama zamanla, inancım yerle bir oldu. Gerçekleri gördüm, yıkıldım. Yıkıldığım yerden yine mecbur kendim kalktım. Gelmediler, korumadılar, sevmediler, umut etmeyi benden aldılar.
Bir ailemin olmadığına hiç gelmeyerek onlar ikna etti beni. Hiçbir şey yapmayarak, böyle olmayı onlar öğretti bana. Şimdi tüm bunların aksini söyleyen insanlara inanmak kolay olabilir miydi?
Tüm duygularım ama tüm duygularım gerçekçi bakmayı öğrendiğinde mi geleceklerdi yani? Ben inanmayı kesince, büyüyüp kendimi koruyabildiğimde mi geleceklerdi? Kimsenin sevgisine ihtiyacım olmadığına inandığımda mı gelip beni aslında çok sevdiklerini, yıllarca hasret çektiklerini söyleyeceklerdi bana?
Ne önemi vardı ki şimdi? Uğur'un her yeri yara bere içindeyken, yara bandı bile takmayan Uğru'nun anne babaya ihtiyacı olduğunu mu sanıyorlardı?
Sen yaralı olmadığını mı sanıyorsun Uğru?
Gözlerimi kapattım ve koltuğa uzandım. Zaman benden çok şey alıp götürmüştü. Duygularım ne kadar yoğun olursa olsun yapılması gereken neyse onu yapabiliyordum. Şimdi de yapılması gereken buydu. Canım yansa bile bu denli geç gelen merhemi sürmezdim. Çünkü iyileştirmektense daha da sızlatacaktı. Kendi kendine kabuk bağlamayı öğrenmiş bir bünyeye merhemin şifası zarardı.
Bir kaç saat daha uzandım orda, tüm haftanın ağrıları vardı vücudumda. Ama ağrılar önemsizdi. Zihnimde çınlayan ağıtlar vardı. O kadının sarılması, beni bağrına basması vardı. O kelimeleri vardı, yıllarca beklediğim ama sonra vazgeçtiğim. Vazgeçmedik, öyle zannettik.
Olduğum yerde doğruldum. Kaşlarımı çattım ve ellerimle başımı ovdum. Tüm bedenim iflas etmiş gibiydi. Şimdi kalkmazsam daha beter olacağımı biliyordum ama zihnimin doluluğu, öğrendiklerinin ağırlığı beni olduğum yere mıhlıyordu. Öyle ya da böyle hepsinin yüzünde gördüğüm bir parça sevgi beni muhtaçlığımla sınıyordu.
Kalk.
Biraz daha düşün Uğru, doğru olanı yapacaksın.
Sus ve kalk.
Sende istiyorsun biliyorum. O yumuşak sesi tekrar duymayı, saçında gezinen o elin sıcaklığını hissetmeyi, sarılıp sarmalanmayı... Bunları sadece ben değil, biz istiyoruz.
Kalk!
Ayağa kalktım ve başım döndü. Gözlerim karardı ama sabit durdum, bekledim. Her şey normale döndüğünde ilerledim ve camı açtım. Soğuktu, üşüdüm. Ellerimi demirlere dayayıp biraz nefes aldım. Titrediğimi hissetsemde bekledim bir süre. Sonra devam ettim, içeri girdim ve banyodan sabuna buladığım bir bez aldım. Odaya geçip yere çöktüm ve bezi koltuğa sürtmeye başladım. Ipıslak halde uzandığım koltuğa geçen sular, koltuğun kötü kokmasına sebep olmuştu. Bir yerden yaşama dönmem gerekiyordu. Sildim, sildim, sildim. Kolum uyuşana kadar sildim, sanki beynimdeki her şeyi de o an için silmiş gibiydim ama kalkıp içeri girdiğimde hepsi yine benimleydi.
Durmadım, tüm evi süpürdüm bende. Yetmeyince bir kovaya su doldurdum tüm evi sildim. Tozunu aldım, kapıları sildim, mutfak dolaplarını indirip düzenledim, fayansları sildim, tertemiz ocağı üç kere sildim. Yetmiyordu... kalktım camları temizledim. Tüm eşyalarımı bozdum, yeniden katladım, dolapları düzenledim. Makyaj masamla uğraştım saatlerce, orayı düzenledim.
En sonunda banyoya girdim, üzerimdeki tüm kıyafetleri çıkarttım ve sepetteki bir kaç parça eşyayla makineye attım. Terlemiştim, leş gibiydim. Gittim kendimi de yıkadım. Ama benim üzerimdeki kirler öyle kolay çıkmazdı. Ben yıllardır kirliydim ve derimi kazısamda temiz hissedemeyecektim. Yaptığım kirli işler, bir bataklık gibiydi ve o bataklığın içinden çıkıp temizlenemeyeceğim bir gerçekti.
Duştan çıkıp üzerime kalın bir şeyler giydim, üşüyordum. Biraz da titriyordum. Tüm gün deli gibi temizlik yaparken o kadar hiçbir şey düşünmemiştim ki kendimin bile farkında değildim. Islak kıyafetlerimin üzerimde kuruması vücudumu hasta edecekti elbette.
Oturma kısmına geçtiğimde önce bir bardak su aldım ve ilerleyip camı kapattım. Koltuğun ıslak olmayan tarafına yerleşirken, sehpada duran telefonumu da elime aldım. Bacaklarımı kendime doğru çekip, suyu dudaklarımla buluşturdum ve kana kana içtim. Vücudum o kadar susuz kalmıştı ki yetmedi bile. O sırada telefonuma gelen aramalara ve mesajlara bakıyordum. Biri dikkatimi çekti. Bardağı sehpaya bırakıp mesajı açtım.
Serhat Bey: Aramalarıma dönmediğin için mesaj yazıyorum. Aslında bunu senden istemek bile güç geliyor ama karım için mecburum. Sen gittikten sonra Asya kötüleşti, biz hastanedeyiz ve ona iyi gelebilecek tek kişi sensin. Lütfen gel, kızım.
Kızım.
Sus.
Telefonu kapatıp yanıma koydum ve başımı geriye yasladım. Gönderdiği konuma bakmamıştım ama yinede ne yapıp yapmamam gerektiğini düşünüyordum. Kendimdeki bu kararsızlık hali beni sinirlendiriyordu. Bu halde oraya gitmem aptallık olurdu bunu biliyordum ama yine de gözümün önüne gelen kadın içimi sızlatıyordu. O dolu dolu bakışları, titreyen sesi, ayakta zor duruşu... sadece kendi geçmişim değildi beni yerle bir eden. O kadınında acı çektiğini ve çekmeye devam ettiğini görmekte dumura uğratmıştı beni.
Gözlerimi kapattım ve bacaklarımı uzattım. L koltuğun kısa kısmına bacaklarımı kırarak uzandım artından. Yorgun ve halsiz hissediyorum ama uyursam daha iyi olacağımı biliyordum. Bu yüzden uyumaya çalıştım ama pek başarılı olamadım.
Gözlerimi açtığımda anladığım bir şey varsa o da oraya gideceğimdi. Nedenini, niçinini düşünmedim ve uyuşuk hareketlerle doğruldum. Hala hastanedeler mi bilmiyordum ama o kadın kendi acımı bile bir kenara bırakıp, ona iyi gelmek isteyeceğim kadar vicdanımı tetiklemişti. O ana kadar hiçbirine inanmadığım bir şekilde o kadına inanmıştım. Onun gözlerinde görmüştüm ben özlemi de acıyı da. Kendim için değildi belki ama o kadın için oraya gidecektim. Çünkü bu hayatta uzun zaman sonra başka birinin acısına üzülmeyi hatırlatmıştı bana.
Her adımımda canım yanıyordu sanki. Son bir haftadır yaşadıklarım uzunca dinlenmemi emrediyordu ama hayatım buna müsade etmiyordu. Odama girip siyah kot pantolonumu ve siyah uzun kollu badimi alıp giydim tüm yorgunluğumla. Üzerime de siyah deri ceketimi giydikten sonra biraz para alıp odadan çıktım. Telefonumu cebime atıp, postallarımı giyindim ve yedek anahtarımı aldıktan sonra telefonuma gelen konuma doğru yola çıktım.
Taksiden inip hastaneye doğru yürürken üşüyordum. Ekimin son haftasından belliydi ki Kasım sert geçecekti. Üşümüş ellerimi ceketimin cebine koydum ve adımlarımı hızlandırdım.
Hastanenin devasa girişinde ilerlerken buranın bile otelleri aratmadığını düşünüyordum. Yüksek tavanı, tavandan akan ışıklandırmalar, tamamen modern döşenmiş bekleme alanları. Burası hastaneyse ben nereye gidiyordum şimdiye kadar?
Danışmaya doğru ilerlerken telefonla konuşan Baran'ı gördüm. Eşzamanlı olarak o da beni gördü ve duraksadı. Danışmaya ilerlemeyi durdurup ona yöneldiğimde birkaç kelime daha konuşup telefonu kapattı.
"Geleceğinden haberim yoktu," dedi şaşırdığı her halinden belli ifadesiyle.
"Serhat Bey, beni çağırdı." Dediğimde başını salladı. Gözleri bir anlık boynuma takıldı ama tekrar bana baktı. Boynumdaki izler geçmeye yakındı ama hala vardı.
"İyi misin?" Diye sorduğunda endişeli geliyordu sesi. "O gün çıkıp gittin, Karan'la arkandan geldik ama yoktun."
"Konuşmak istemiyorum," dedim gözlerimi etrafta gezdirerek. "Nerede, götür beni."
"Bu taraftan," dediğinde ilerlemeye başladık. Konuşmaya devam etti. "Her şeyin evde kalmıştı, nasıl gittin?"
"Gitmek isteyince bir şekilde gidiyorsun." Dedim ağzımın içinden, sussun diye.
"Özür dilerim," dediğinde duraksadım ama saniyelik bir şeydi. "İki gündür içim içimi yiyor. O havada tek başına nasıl gittiğini düşünüp durdum. Aslında," dediğinde asansörün önünde durduk. "Arabayı alıp yola çıkmak için geri döndük ama eve döndüğümüzde annem kriz geçirip bayılmıştı. O anın telaşıyla..." sustu.
"Beni unuttunuz," dedim onun yerine devam ederek. "Boşuna kıvranma ama," dediğimde asansör kata gelmişti. "Sen ve kardeşlerinden hiçbir beklentim olmadı."
Kapı açıldığında içeri girdim. Bir anlık karşımda kaldığında birbirimize baktık. Sonra o gözlerini yere indirdi ve içeri girdi. Kırgın bakmıştı, biraz üzgün ve biraz da pişman. Ben cidden anlamıyordum bunlar benden ne bekliyordu da beklediği karşılıkları alamıyorlardı böyle?
"Nesi var bu arada?" Diye sordum asansör yukarı çıkarken.
"Tamamen psikolojik." Dedi daha soğuk bir sesle. "Biz küçükken çok olurdu. Uzun zamandır da iyiydi."
"Benim yüzümden yani?" Diye sordum ona bakmadan, bu canımı acıtmıştı. Kendimi sorgulamadım çünkü cevapları duymak istemiyordum. Yine de kendi bildiğimi kendimden saklamam mümkün değildi. Canım acıyordu, çünkü içten içe annemi hep sevdim. Onu kendi içimde hep haklı çıkarttım. Ama ben hiç haklı çıkmadım. Bu yüzden tüm sevgim Uğur'un kabinde kaldı. Uğru ona sızlanmazdı.
"Sen bizi hiç bilmiyorsun ama biz seninle yaşadık Günce." Dediğinde yutkundum. "Bizim ailemiz için hep vardın. Annemin tüm krizlerinin sebebi sensin, üzgünüm."
Asansör durup kapı açıldığında beklemeden dışarı çıktı, bende peşinden çıktım. Onu takip ederken sözleri aklımdaydı. Onlar açısından hiç düşünmemiştim ama baktığında doğruydu. Ben orda hep vardım ya sözde ya düşte. O yüzdendi bana bakışlarındaki hem yumuşak hem sert ifadeler. Bazısı kızgın taraftı bazısı sakin. Kim bilir neler yaşamışlardı?
Gözlerimi yanında yürüdüğüm adama çevirdim. Düşünme onları, dedim kendime. Kendi yaşadıkların bitti de onlara mı sıra geldi?
Bir kapının önüne geldiğimizde beklemeden kapıyı açtı ve bende beraberinde içeri girdim. Büyük bir oturma alanında burası ve hepsi vardı. Bazısı oturuyor bazısı ayakta bekliyordu. Gözler bana döndüğünde yüzlerindeki ifade görülmeye değerdi. Komik ve sinir bozucu.
"Günce?" Diye sorarcasına yanıma geldi Karan. "İyiki geldin." Deyip gülümsedi. "İyi misin? O günden sonra hep merak ettim seni ama durumlar malum."
"Serhat Bey nerde?" Diye sordum her dediğini es geçerek. Yüzü bozuldu ama cevap verdi.
"Annemin yanında," deyip ilerideki kapıyı gösterdi. "Ordalar."
Başımla onaylayıp oraya yürürken "Hem suçlu hem güçlü." diye bir ses duydum. Durup arkama baktığımda Kaya denen çocuğun gözlerini kısmış bana baktığını gördüm.
"Bir şey mi dedin?" Diye sordum tek kaşımı kaldırarak.
"Tamam Kaya, burda yapma abiciğim." Dedi Baran.
"Neden abi yalan mı?" Diye sordu ve bana baktı. "Senin yüzünden annem bu halde değil mi? Niye geldin buraya? Yine kriz geçirmesi için mi?"
"Kaya," dedi Cihan, koltukta oturmuş eliyle başını ovuyordu. "Sus."
"Ya abi neden, ben anlamıyorum!" Dedi yüksek olmasada sitem ederek. "Annemin halini görmüyor musunuz? Bu kızın adı geçtiği günden beri iyi değil, kadın çöktü resmen! Doğru olanı yaptığınıza emin misiniz siz?"
"Bizi mi sorguluyorsun lan sen?" Dedi Cihan doğrudan ona bakarak. Sesi kısıktı ama bağırıyordu. Bu adam bunu çok iyi yapıyordu. Kaya sustu ama gözlerini bana çevirdi.
"Ne?" Dedim bakışlarına karşılık vererek. "Hiç bana bakma, bende sorgulayamadım abilerini. Ne dedilerse bir bakmışım yapıyorum."
Tekrar yürümeye başladığımda "Babam mı çağırdı seni?" diye sordu arkamdan. Dönmeden elimi yana doğru uzattım ve baş parmağımı kaldırıp onayladım onu. Arkadan homurdanan sesini işittiğimde kapıya varmıştım. "Bekle," dedi ben içeri girmeden. Nefesimi seslice dışarı bıraktım ve ona dönüm. Bana doğru gelirken kollarını birbirine doladı. "Sen madde mi kullanıyorsun?" Diye sorduğunda dudaklarım aralandı. Arkadan Kaya'ya laflanan sesler gelirken "Ne saçmalıyorsun sen ya?" diye konuştum gözlerimi kısarak. "Asabımı bozma benim, ikimizinde canı sıkılmasın."
Yavaş adımları aramıza mesafe koyacak şekilde durdu ve ellerini iki yana bıraktı. "O günkü gibi değilsin," dedi. "Benzin atmış, gözlerin kıpkırmızı... Bak eğer-"
Gülmeye başladım. Kafamı geriye doğru çevirip "Çattık ya," diye mırıldandım ama gülüşüm çabuk soldu. Ona döndüm, kollarımı birleştirerek. "Eğer?" Diye konuştum sorarcasına ama onun dikkati dağılmış gibiydi. Gözleri boynumda gezinirken sebebini anlamam iyice sinirlenmeme sebep oldu. "Söylesene," deyip elimle omzundan ittirdim. Geriye sendelediğinde gözleri gözlerime değdi. "Ne yaparsın? Hayır çok merak ettim, neler yapabiliyorsun bakayım sen?"
Alayla güldüğümde, gözlerine yerleşen ifadenin değişmiyor oluşu daha da sinirlerimi bozuyordu. Boynumdaki izleri iki gün önce giydiğim boğazlı kazaktan dolayı görmemişti ve şimdi bu yüzden oldukça şaşkındı. Ne olduğunu sorgular ifadesi az önce bana ahkam kesen biri için fazla cesurdu.
"Sen getirmedin ama ben senin için devamını getireyim." Gözlerimi kıstım ve parmağımı ona doğrulttum. "Bir daha bana ahkam kesmeye falan kalkarsan, eğer," dedim son kelimeydi bastırıp ima yaparak. "O dilini koparırım senin."
Dudaklarını araladığında "Sus," dedim. "Zaten canım burnumda." Sesini çıkartmadı ve geriye adımladı. Bir iki gülme sesi duysamda bakmadım ve kapıya döndüm. Komik kısım tam olarak neydi bilmiyorum ama uğraşamayacaktım. Kendimle verdiğim mücadele yetmezmiş gibi birde bu ahmaklarla uğraşıyordum resmen. Biri bitiyor öbürü başlıyordu.
Deri ceketin fermuarını boğazıma kadar çekip elimi kapı kulpuna koyduğumda derin bir nefes aldım belli etmemeye çalışarak. Çok beklemedim ve kapıyı çaldım cesaretimin kaybolmaması için. Çünkü hala zor geliyordu bu olanlar bana. Sadece içimdeki vicdan muhasebesi ne kadar zor olsa da buraya getirmişti beni.
İçerden Serhat Bey'in gel diyen sesini duyunca kapıyı açtım. Eşinin ayakucunda oturan adam beni görünce bir anlık afalladı ve ayağa kalktı. O kalkınca görüş açısı açılan kadında beni görmüş oldu.
"Kızım," diye mırıldandı cılız bir sesle. İşte tam buydu beni tetikleyen ama neydi bu? Herhangi bir kadının acı çeken zavallı ses tonu, o yaralı bakan bakışları beni niye buraya kadar getiriyordu? Üstelik o gün hissettiğim kalp ağrısı da cabasıydı. Yıllardır her şeyden önce kendimi gözeten ben bu kadının haline niye üzülüyordum? Oysa kızgın olmam gerekirdi, tüm yaşananların bedelini onlara hatta belki ona ödetmem gerekirdi. Yapamıyordum ama. İçimden gelen bir dürtü gördüğüm bu gözlere hüzünlenmeden edemiyordu. Bu kadar başkalarını düşünmemeye odaklı bir insanken şu an olduğum kişi bana geçmişi hatırlatıyordu.
Bir yanım bu kadının yanında kalmam için bana yalvarıyordu.
"Merhaba," diyerek içeri adımladım ve kapıyı kapattım.
"Hoş geldin," dedi Serhat Bey sıcak bir gülüşle. "Beklemiyordum açıkçası."
"Mesajı yeni gördüm," deyip ilerledim, gözlerimi yatakta uzanan kadına çevirdim. "Nasılsınız?"
"Şimdi çok daha iyi," diye mırıldandı durgun bir sesle. Bana doğru elini uzattı beklentiyle. "Lütfen."
Eline baktım, ona baktım. Gözleri yüzüme yüzüme yalvarıyordu sanki. Yatağa doğru ilerledim yavaşça. Bu içimdeki kontrol edilmez benliğimle ne yapacaktım bilmiyorum. Bir yanım bas bas yanlış yaptığımı söylerken diğer yanım kadının elini tutmak için can atıyordu.
Korkarak, çekinerek ve biraz da beklentiye girmemeyi kendime hatırlatarak, eline uzandım. Parmak uçlarımız birbirine değdiğinde ilk defa hissettiğim sıcaklıkla beraber küçük bir kız çocuğu kahkahası duydum sanki. Zihnimin arkaplanından odaya yankılandı ama tek ben duydum. Tüm sessizliğin içinde, benim içimde içi içine sığmadan gülen bir kız çocuğu vardı. Ama bu odada, duygudan yoksun ve tek bir mimiği hareket dahi etmeyen birine bakıyordu onlar. Çünkü bu kız, bu kadar geç gelen bir temasa sevinmekten çok acizdi.
Güldü, içten bir gülüş döküldü dudaklarından. Elimi gücü yettiğince kavradı. Minnet dolu bir özlem vardı gözlerinde. Yorgunca kapattığında bir damla süzüldü saçlarının arasına, bana baktı tekrar.
"Sen gelmeden hemen önce sakinleştirici bir ilaç yaptılar," diyen Serhat Beye baktım göz ucuyla. "Her an uyuyabilir."
"Ben uyanana kadar," derken elimi varlığımı hissetmek istercesine sıkıyordu. "Gitmezsin değil mi?"
"O kadar vaktim yok," diye mırıldandığımda "Lütfen," diye araya girdi. "Uyanayım ve güzelce konuşalım olur mu?" diye sorsada olumuz bir yanıta kapalıydı. "Günlerdir sana sarıldığım o anın içindeyim. Gerçekliğini sorguluyorum sürekli." Elimin üzerinde başparmağını gezdirirken bekleyerek, kesikli kesikli konuşuyordu. Gözleri kapansana direniyordu. "Kendimde olduğum bir anda konuşmak istiyorum seninle. Beni en aciz anlarımda gördün hep, lütfen kendimi en iyi ifade edebileceğim anda da burda ol." Bir cevap beklercesine yüzüme bakıyordu.
"Tamam," dedim sadece. Niye bu kadar kolay onaylıyordum bilmiyorum ama öyle geliyordu içimden. Kötü durumdaydı, belkide ona hesap dahi soramayacağım halde olması beni uysallaştırıyordu bilmiyorum. Tek bildiğim hep böyle devam etmeyeceğimydi.
"Ben uyanana kadar elimi bırakma olur mu? Varlığını hissetmek istiyorum." Gözleri kapalıyken mırıldandığı son cümleler bunlar olmuştu. Donuk bakışlarım onun üzerindeydi. Ne hissediyordum ona karşı emin değildim. Bakıyordum ama ne görmek istiyordum bilmiyorum. Tamamen yabancı olduğum birinin elini tutmak ne kadar garipse, o kişinin benim varlığıma sebep olması da o kadar garipti. İnsan ailesine yabancı gibi olurdu ama yabancı olur muydu?
"Ayakta bekleme kızım," deyip odadaki sandalyeyi yanıma getirdi Serhat Bey. "Otur şöyle."
Bir şey demedim ve oturdum sandalyeye. "Hep böyle mi?" Diye sordum ardından, gözlerim kadının üzerinde.
"Uzun zamandır daha iyiydi." Diye konuştu tane tane. "Daha kötü olduğu zamanlar, bu haline şükretmeme sebep oluyor. Emin ol en iyi hali şu an." Odadaki koltuğa geçip oturdu. "O gün seni bulduğumuzu söyledikten sonra gittiğin için kötüleşti. Aslında seni görse daha kolay olabilirdi. Umutlandı ve yine gerçek olmayan bir şeye inandığını düşündü. Birkaç gün içinde yine sadece o odada oturup ağzını bıçak açmadığı zamana döndü. Sonra sen geldin, onun yüzündeki ifadeyi o an gördün mü bilmiyorum ama önüne dünyayı sersem böyle bakmazdı bana."
Tek derdi karısıydı. Zaten ufacık beni düşünüyor olsaydı bu kadar güçlü adam kızını bu zamana kadar bulmaz mıydı?
"Ne hoş," dedim gözlerimi kadının üzerinden çekmeden. "Görevimi yerine getirdiysem ne mutlu bana."
"O nasıl laf kızım?" Diye konuştuğunda ona baktım. Kendini açıklamak için öne kaydı. "Ben sadece annen için ne kadar kıymetli olduğunu anlayabilmen adına söyledim bu sözleri."
"Sizin içinde tek kıymetli olanın karınız olduğunu anlattınız aynı zamanda," dedim düz bir sesle. "Ama sorun değil ben en başından beri farkındayım zaten, sen ve oğulların açıkça belli ettiniz ilk andan beri. Sadece en azından yanımdayken sadece karının iyi olması için bir araç olduğumu bastırarak söylemesen iyi olur."
"Öyle düşünmediğimi anlamam için ne söylemem gerekiyor?" Diye sordu kaşlarını hafifçe çatarak. "Sürekli yanlış anlaşılmamayı düşünerek seninle nasıl iletişim kuracağım? Tek amacım yüzündeki öfkeyi yumuşatmakken üstelik."
"Öfke yüzümde değil," dedim baskın bir tonda. "Kalbimde, bedenimde, ruhumun her yerinde. Öyle kolay silip atılacak bir durumda değil."
"Neden?" Diye sordu gözlerimin içine bakarak. Sinirli görünüyordu ama anlamak istiyordu. "Neden bu öfke kızım? Seni," deyip zor bir nefes aldı. "Bizden aldılar. Biz seni bırakmadık." Yutkunamadım, yutkunamadığını gördüm. "Anlıyorum zor zamanlar geçirdin. Tek derdimiz de bunu telafi etmek zaten, bize müsade et ki aile olalım."
Güldüm. "Aile olmak?" diye mırıldandım ve başımı iki yana salladım. "Bu kadar yabancıyken birbirimize, sen buna inanıyor musun gerçekten?"
"İnanıyorum," dedi başını sallayarak. "İnanıyoruz. Senelerce eve geri geleceğin günü bekledik biz, hepimiz kızım. Abilerini görmüyor musun sen evde kal istiyorlar, bir şeyler düzelsin istiyorlar. Günlerce yoktun hepsi meraktan öldü, her yerde seni aradık. Bulduk sonra ama nasıl bulduk?" Sesi isyan eder gibiydi. "Sen benim kızımsın, benim. Sana el süren bunu bilse dokunabilir miydi sanıyorsun?"
"Bilmem," dedim omu silkip. "Tanımıyorum ki seni."
Bilmem, dokunamaz mıydı babam olduğunu bilse?
Baktık birbirimize. Sesi çıkmadı, gözlerini kapatıp elleriyle yüzünü sıvazladı ve ayağa kalkıp bir şey demeden çıktı odadan. Ben ona ağzımı bile açmamıştım üstelik.
Gözlerimdeki sızıyla kadına döndüm. "Dokunamazlar mıydı?" Diye sordum fısıltıyla.
Ben sana demiştim, gelseydi korurdu.
Gelmedi ama.
"Neden?" Diye fısıldadım sağ gözümden bir damla yaş yavaşça yüzümde süzülürken. "Neden beklediğimde gelmediniz?" Başımı çıktığı kapıya doğru döndürdüm. "Madem o kadar güçlüydün neden bulamadın beni?" Arkasından konuştum, duymadı. Yüzüne söylesem, duysa ne olurdu o da ayrıydı zaten.
Gözlerimi kapatıp nefesimi dışarı verdim ve elimle yüzümü silip kadına doğru döndüm. Küçükken uyumadan önce elimi yorganın altından çıkarıp beklediğim günler geldi aklıma. Çıkarırdım çünkü geceleri annem gelip elimi tutmak isterse bulamadan gitmesin diye. Ben hep onun benim elimi tutup beni iyi edeceğini düşlerken; bir gün gelip onun elini benim tutup, benim onu iyi edeceğimi hiç düşünmemiştim.
"Ben ağlarken sen de ağlar mıydın?" Diye mırıldandım yüzüne bakarak. "Ben acı çekerken, hissediyor muydun yoksa sadece arada bir mi gelirdim aklına?" Avucumdaki elinde gezdirdim parmağımı. "Söylesene benim canım acırken gülüyor muydunuz evde?" Bacaklarımı sandalyeye çıkarttım ve başımı yasladım. "Senelerce yas tutmamışsınızdır herhalde..." gözlerimi pencereye çevirdim. "Çok canım yandı benim, nasıl affedeyim ki ben sizin bana sahip çıkamayışınızı?" Gözlerimi kapattım. "Öfkeliyim işte..." dudağımı ısırdım, sussam kendime hayrı vardı. "Öfkeliyim beni kaybedişinize."
Küçücük canım vardı, acımadılar. Soluğum kesildi, duymadılar. Yalvardım, dinlemediler. Ben çok yara aldım, sarmadılar. Ne merhem verdiler ne dikiş attılar. Kabuk bile bağlamadım ben, iyileşmeye yüz tuttuğum yerden kanattılar. Küçük Uğur'un çok canını yaktılar, Günce'ye sahip çıkamadılar. Öfkeliyim işte... tüm kalbimle, bedenimle, ruhumun her yeriyle.
•••
|
0% |