
Bölüm sonunda görüşelim!
İYİ OKUMALAR
Artık vakit geldi, demişti.
Yanılıyordu. Artık gelecek bir vakit kalmamıştı ortada. Bizim vaktimiz çoktan dolmuştu ve kaderlerimiz de tıpkı yollarımız gibi ayrılmıştı. Onun şu anda burada zorlamayla yaptığı şey kaderlerimizde yeni bir yol ayrımı oluşturmaktan başka bir şey değildi.
Olanlar olmuştu ve verilen kararlar üzerine bazı şeyler yapılmıştı. Yapılan şeylerin sonucunda bazı bitişler olmuştu ve ben bu bitişleri doğrudan kabul etmiş, kaderim böyle demiştim.
Sonuçları reddederek bir yere varamayacağımın bilincine varalı çok oluyordu bu yüzden de ortaya çıkan sonuçlar neticesinde kaderimdeki eski düz çizgime geri dönmüş ve bu yolda ne sağa ne de sola bakmadan ilerlememe odaklamıştım. Almam gereken intikamlar, çıkarmam gereken hınçlar vardı.
Ares'in şu anda yaptığı şey kabul edebileceğim bir şey değildi. Bir anda çıkıp gelmesi ve benim kaderimin sonu belli düz yoluna yeni bir yol ayrımı oluşturmak istemesi bencillikten başka bir şey değildi.
6 Ocak gecesi Demiröz'ün evindeki çalışma odasında duyduğum konuşmalarına göre Ares, çıkarları doğrultusunda hareket eden birisiydi ve bu uğurda da her şeyi yapabilecek potansiyelde birisi olduğunu geçen zamanda çok açık belli etmişti. Şu anda onun yaratmaya çalıştığı yol ayrımına kesinlikle gelmeyecektim.
"Gelen vakit falan yok! Benim seninle konuşabileceğim herhangi bir şey de yok ve bu yüzden gelecek herhangi bir vakitte yok. Anla artık her şey bitti Ares!" Öfkeden çakmak çakmak parladığına emin olduğum gözlerimde içimdeki öfke ateşinin kıvrımlı dansının yansıması olduğuna yemin edebilirdim.
Geldiğimiz bu raddeden memnun olduğumu söyleyemezdim ve bizi bu raddeye de zaten ben getirmemiştim. Kendi elleriyle yazdığı oyunun sonuçlarına tek katlanması gerekirken beraberinde bende yanmıştım. Benden daha ne istiyordu? Bu zorlaması niyeydi bilmiyordum ve Ares'e asla bir anlam veremiyordum. Hareketleri, tavırları ve yaptıkları gördüklerimle o kadar çelişiyordu ki neye inanıp ne düşüneceğimi bilmiyordum.
Ares, "Biten bir şey yok! Beni bir dinlesen anlayacaksın ama dinlemiyorsun ki! O gün siktiğim o karşılaşmasından sonra çekip gittin bulamadım seni! Kaç kere geldim buraya biliyor musun? Her gelişimde evde hiçbir yaşam belirtisi bulamadım. Sen neredeydin bunca zamandır Lavinia?" diyerek bir anda öfkeyle karışık sorgu halinde parladı.
Duyduklarıma inanamazken irileştirdiğim gözlerimle şaşkınlık içerisinde karşımdaki adamı seyrettim bir süre. Ne demek kaç kere geldim bulamadım seni? Buraya mı gelmişti? Dediği hiçbir şeye anlam veremiyordum. Ben evdeydim. Ben oradan kaçtığım günün ertesi gününden beri hep evdeydim.
Kısa bir süre düşününce onun geldiğini fark etmemem, onun beni bulamaması çok da anlamsız gelmedi. Buraya geri döndüğüm zamandaki ilk günlerimi düşündüm. Hastaydım hem de yatak döşek bir halde hastaydım ve kendimde de değildim. Dikkatim çok dağınıktı hala daha bir şeylerin idrakine varmaya çalışıyordum ve zaten yataktan da çıktığım söylenemezdi. Onu fark etmemem oldukça normaldi.
Evde de zaten ne elektrik ne de başka bir şey olduğundan yaşam belirtisi olmaması da normal bir şeydi. Kaldı ki faturaları ödeyip her şeyi açtırdıktan sonrada meraklı insanlar başıma üşüşmesin diye evde pek bir yaşam belirtisi göstermemiştim.
"Takıntılı sapık mısın Ares ne işin var senin benim evimde?" dedim sorularını görmezden gelip tek bir noktaya odaklanırken. Açıkçası şu anda sorularını cevaplamak pek işime gelmemişti. İlerleyen zamanlarda ne olurdu bilemiyordum ama tekrardan bu durumu kullanabilirdim.
Evde bilerek yaşam belirtisi vermemek adına uğraşmıştım ama bu kadar başarılı olacağımı beklemiyordum. Hoş birazda şans meselesiydi. İllaki bir belirti verdiğim an olmuştu ama o da Ares'in şansına ona denk gelmemişti. Yoksa amcamlar bir şekilde fark etmişti evde birinin olduğunu.
"Ne alaka şimdi bu? Ben sana ne diyorum sen ne diyorsun Lavinia!" Gittikçe sinirlenmeye başladığını hissettiğim Ares'le kaşlarımı derinden çattım. Burada sinirli olması gereken kişi benim diye düşünüyordum. O neye sinirleniyordu şimdi?
"Çok alaka! Sen beni en yaralı halimden yakalayıp kullanmaya çalışmadın mı? Ben seni 11 Ocak günü o sahil kenarında bırakıp gitmedim mi? Sen daha neyin peşine geliyorsun? Sıradaki planın ne inan hiç merak etmiyorum. Beni rahat bırak! Ben artık sana değil fırsat olmayı; çölün ortasında susuzluktan öleceğin an bir damla su bile olmam!"
Konuştukça tekrar tekrar yaşıyormuşum hissine kapıldığım anılarla gittikçe kötüleştiğimi hissediyordum. Hissizliğin hükümdarlığını ilan ettiği bedenimde yalnızca olumsuz duyguları hissediyor olmam bile bu hükümdarlığı etkisiz kılmaz mıydı? Galiba kılmıyordu. Çünkü öfkeyi ve siniri tüm benliğimle hissederken bir o kadar da hissizdim her şeye karşı. Bu ikilem nasıl mümkün olabiliyordu hala daha anlayabilmiş değildim.
Sözlerim karşısında dumura uğramış gibi susan Ares bana anlayamadığım bir ifadeyle bakıyordu. Ela harelerin ardında ne duygular geçtiğini önceden deli gibi merak ederken şu anda o merakın gramı yoktu. Bunun kendisi de pek ala farkındaydı. Peki bunun farkında olmasına rağmen neden eserine böyle anlamlandıramadığım bir duygu yoğunluğuyla bakıyordu? Ne vardı orada şaşkınlık mı? Bu onun eseriydi ve böyle olmasına şaşırmaması gerekiyordu.
"Yapma Lavinia." dedi oldukça tok bir sesle. Ses tonu her ne kadar tok çıksa da oldukça düşük seviyedeydi. Sert bir biçimde başını oturduğu koltuğun başlığına yasladı.
"Ne yapma? Benim bir şey yaptığım yok ki Ares! Tüm bunları sen yaptın, tüm bunlar senin eserin!"
Anlamıyordum. Ne onu ne hayatımı ne de olan biten hiçbir şeyi anlamıyordum. Yorgundum, çok yorgundum. Bunu neden göremiyorlardı? Beni birazcık kendime halime bıraksalar ne olurdu? Ölüm olurdu.
Ölüm olurdu... Bunu biliyordum. Beni bana bırakırlarsa kendi kendimin sonu olacağımı biliyordum çünkü bugünkü ben, beni yaşatmazdım. Ama bunu bile bile beni bırakmalarını istiyordum. Artık kendimde yaşayacak bir güç bulamıyordum. Belki de sona geldiğimi hiç farkında bile olmadan kabullenmeye başlıyordum.
Son birkaç işim kalmıştı. Onları halletmeden gitmeyeceğimi düşünüyordum. Bunun için net bir şekilde biliyorum diyemezdim. Diyemiyordum. Her geçen gün çıkan her yeni bir şeyde gücümün emildiğini hissediyordum ve benim ileriye dönük her ne kadar planlarım olsa da içten içe bir yanım o zamanlara gücümün çoktan tükeneceğini söylüyordu. Bende bundan korkuyordum.
Çünkü tüm gücüm ve yaşama dair inancım bittiği anda kendime ne yapacağımı ben bile bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey vardı o da o an geldiğinde önümde ne kadar halletmeyi planladığım işim olursa olsun bunları görmezden gelebileceğimdi.
Bir şeyleri görmezden gelmek, bazı şeyler hiç olmamış gibi yapmak benim için zor değildi. Hatta bu konu uzmanlık alanım diyebilirdim. Yapım gereği miydi yoksa babamın beni mecbur bıraktığı şeylerin sonucunda kazandığım bir durum muydu bilinmez.
"İşi yokuşa sürüyorsun, haklısın da! Zaten ben haklıyım demiyorum sana ama benimde bir nedenim vardı."
Alayla havalanan kaşlarımla bir süre Ares'e baktım. Cidden şu anda bana bunları diyor muydu yoksa benimle ciddi ciddi dalga mı geçiyordu anlamaya çalışıyordum.
"Nedenin vardı?" dedim sözlerini tasdiklemesini ister gibi.
"Evet." dedi oldukça kendinden emin bir biçimde. Bakışları da sözlerinin arkasında durduğunu belirtir gibi oldukça kararlıydı.
"Nedenin vardı." dedim başımı aşağı yukarı sallayarak. Bakışlarımı önüme çevirerek daha fazla ona bakmadım. Çünkü her bir sözünün üzerine sinirim iki kat artıyordu üstüne suratını gördükçe içimdeki şiddet perileri coşuyordu. Şeytan bir tane çak suratına diye tezahürat yaptırıyordu içimdeki şiddet perilerine.
Derin derin aldığım nefeslerle kendimi sakinleştirmeye çalışırken ikinci dakikanın sonunda bunu başaramadığımı anladım. "Sen beni çıldırtmak mı istiyorsun ne demek nedenim vardı? Senin ne gibi nedenin olabilir bunun için? Ailenin intikamını almak mı nedenin? Bunun için illaki birini kullanman şart mıydı? Hayır hadi şarttı diyelim bu kişinin yardımına muhtaç biri olması mı gerekiyordu?!"
Bu kişinin ben olması mı gerekiyordu?
Sinirden titrediğini düşündüğüm ellerimi hızlıca saçlarıma geçirdim. Bu kadar kandırılmış olamazdım. Şu anda karşımdaki adam, beni bayıltasıya döven babamın elinden kurtarmak için hiç düşünmeden bir telefonumla 156 kilometre yol gelen adam olamazdı.
Ares'i çok iyi tanıdığımı savunmuyordum ama şu anda karşımdaki adam benim tanıdığımı sandığım Ares'e çok uzaktı. Beni kurtaran, koruyan, sahiplenen, bana yeni bir yaşam şansı sunan, kollarıyla sımsıkı saran ve beni kollarının arasında uyutan, beni tutkuyla öpen... O, o değildi.
"İntikam almak isteyen kim? Ben sadece içim soğusun istiyorum! Benim içim yanıyor ve bunu kimse görmüyor! Beni kendi ailem yakmışken bana intikamdan başka seçenek bırakmadılar ki! Bundan başka bir yol bilmiyorum, öğretmediler. Sende... Bilmiyorsun, dinlemiyorsun!"
Bir anda yükselen sesiyle neye uğradığımı şaşırırken bakışlarıma yerleşen hayretle Ares'e bakakaldım. Sözlerini algılamaya çalışıyordum. Öfkeli solukları ve hızla inip kalkan göğsünün aksine bakışları parıldıyordu. Gözleri mi buğulanmıştı yoksa bu benim yanılsamam mıydı?
Dikkatli bakışlarımdan rahatsız olmuşçasına anında bakışlarını benden kaçırırken başını başka yöne çevirdi. Bilmediğim daha çok şey olduğunu biliyordum. Bu bilinmezlikleri bana anlatmak istediğini de ilk defa bu kadar net hissediyordum ama ben onları duymaya hazır mıydım işte bundan emin değildim.
"Senin bana zamanında çokça şey anlatma fırsatın varken; iş işten geçip oyunun ortaya çıktığı esnada seni dinlemek istemiyorum diye kalkıp da bana kızamazsın. Seni neden dinleyeyim, sana neden inanayım, sana neden güveneyim?"
Sustu. Bu suskunluğu yaklaşık on dakika kadar sürdü. Başını çevirdiği yönden bir milim bile bana doğru dönmedi. Benden kaçıyor muydu yoksa şu anda beni görmek istemiyor muydu bilmiyordum. İkinci seçeneğin olma ihtimali biraz ağrıma gitti. Biliyordum fazla ağır konuşuyordum ama her bir kelimeyi hak ettiğine inanıyordum. Gördüklerim, duyduklarım ve yaşadıklarım beni bu düşüncelere inanmaya itmeye yetmişti.
"Bugünü öyle çok kutlamak isterdim ki ama bu acıma saygısızlık olur." dedi suskunluğunun on ikinci dakikasında bu durumu bozarak.
İlk başta ne dediğini anlayamadım. Başı hala daha benden tarafa dönük olmadığından yüzünü de göremiyordum. Çok değil birkaç saniyede bugünün anlam ve önemini hatırladım. Kutlamak istediği şey benim doğum günüm, kutladığında da saygısızlık olacağı şey ailesinin ölümüydü. Bu durum o kadar iki ucu pis bir şeydi ki bir süre herhangi bir şey diyemedim.
Derin bir yutkunmanın ardından zoraki bir güçle kendimi toparlayarak, "Senden böyle bir şey isteyen yok." diyebildim.
Sözlerimin üzerine sonunda başını bana çevirerek gözlerimin içine baktı. "Ama ben isterdim." dedi inatlaşmaktan uzak, kararlı bir ifadeyle.
Aynı kararlılıkla karşılık verdim. "Ama ben istemezdim."
Derin bir soluk verdi Ares. "O kadar zorsun ki." Mırıltıdan ibaret sözlerini zar zor seçtim.
Zor olan ben miydim yoksa beni bu hale getiren hayatım mı? Faili meçhul bir soruydu bu ve sonsuza kadar da yanıtsız kalacaktı.
Oturduğum yerde rahatsızca kıpırdanırken daha fazla burada duramayacağımı biliyordum. Gerçekten çok fazla bunalmıştım. Zaten Ares arabanın içerisini cehennem sıcaklığına çevirmişti.
"Beni evime bırak ve sende artık evine dön." dedim beni bu kez anlamasını umarak tane tane konuşurken.
Kısık bakışları yüzümde ağır ağır dolaşırken hemen bir yanıt vermedi. Bakışları fazlasıyla ağır hareketlerle üzerimde varlığını sürdürürken kaşlarımı çattım. Ne vardı bu kadar dikkatli bakacak acaba? Açıkta bir yer mi görmüştü neydi yani!
Dolgun dudaklarımın üzerinde fazlasıyla oyalanan bakışları bir dakikanın sonunda ilk gözlerime ardından çatık kaşlarıma çıktı. Kendisine olan bakışımın hoşnutsuzluğunu anında anladı. Tam dudaklarını aralayarak bir şey diyecekken bir anda dışarıda yankılanan gürültüyle diyemedi.
Bakışlarım hızla sesin geldiği yöne, sağımdaki cama döndü. Benim tarafımdan gelen gürültüyle etrafa neler oluyor diye bakacakken gözlerim ağır çekimde burnumun birkaç santim ilerisindeki camdaki şeye kaydı.
Gördüğüm şeyle kaşlarım istemsiz gevşerken gözlerim irileşti. Dudaklarım bir balık gibi aralanırken Ares'in küfür ederek araçtan indiğini çoktan arka planımda kalan duyduğum seslerden anladım. Galiba o çoktan neler olduğunu anlamıştı.
Benim tarafımdaki kapının camına saplanıp kalmış kurşunla neye uğradığımı şaşırırken hala daha bir şeyleri idrak edememiş bir vaziyette oturmamı sürdürdüm.
Benim tarafımdaki cama bir kurşun saplanmıştı ve bu kurşun burnumun hemen ucundaydı! Kurşun! Cama. Saplanmış. Kurşun! Benim tarafımdaki cama!
"Lavinia iyi misin? Lavinia bana bak!"
Nefes nefese bir halde araca binip kapısını fazlasıyla sert kapatan Ares direkt bana yöneldiğinde ben hala daha burnumun ucundaki kurşunla bakışıyordum. Her şey ağır çekime alınmış gibi hissederken Ares'e döndüm. Bakışlarım ilk olarak Ares'in gözlerine değdiğinde orada olan biten hiçbir şeyi anlamadım. Belki kendimde olsaydım o bakışlarda neler olduğunu anlayabilirdim ama ben şu anda kesinlikle kendimden çok uzaktaydım.
"Bir şey yok iyisin duydun mu beni? Sorun yok!"
Ares ne diyordu? Hiçbir şey anlamıyordum. Bakışlarım usulca Ares'in ne ara bedenimi uzanıp tuttuğunu anlamadığım ellerine kaydı. Sol dirseğimi tutmuş olan sağ elinde gecenin karanlığına inat fazlasıyla dikkat çekici bir biçimde parlayan metale baktım. Elinin kolumu sıkı tutuşuyla bedenimle fazlasıyla temas halinde olan şeyi algılamak adına büyük bir çaba sarf ettim. Beynim çalışmasını durdurmuş gibiydi.
Zaten irileşmiş bakışlarım birkaç saniyeden fazla ama bir dakikadan kısa bir sürenin sonunda dahası mümkünmüş gibi biraz daha irileşti.
Silah değildi değil mi o?
***
8 Mart 2021 Pazartesi.
Günün anlam ve öneminin bir hiç olduğunu yüzüme çarpan bir yerdeydim. Bu dünyanın değil bir gününü, takvimin her gününü kadınlara adasalar yine de erkekler tarafından yaralanan kadınların iyileştirilemeyeceğini bildiğim bir yer. Annemin yanındaydım. Yine ve yine. O hayattayken bu kadar görüşmüş müydük ya da o hayattayken onunla hiç bu kadar konuşmuş muydum bilmiyordum. Sanırım bunun cevabı hayırdı.
Acı kahverengi toprağının üzerine henüz yarım saat önce dikmiş olduğum beyaz papatyaları okşuyordum toprak kalıntılarına ev sahipliği yapan ellerimle.
Her geçen gün daha da dengesizleşen hava bugün nefes kesen bir soğukluğa ev sahipliği yapıyordu. Oysaki dün günlük güneşlikti her yer. Bugünse gri bulutlar bütün semayı abluka altına almıştı.
"Otuz altı gün oldu bugün anne." dedim geldiğimden beri bunu sanki hiç söylememişim gibi on birinci kez tekrarlarken.
Onu görmeyeli tam otuz altı gün olmuştu. Sesini duymayalı tam otuz altı gün olmuştu. Cama saplanan kurşunun hedefi olalı tam otuz altı gün.
O günü düşündükçe hala daha şoka girmeden edemiyordum. Eğer ki Ares'in aracı zırhlı olmasaydı ben on dokuzuncu yaşıma girdiğim gün ölecektim. Ares, ailesini kaybettiği gün doğan kız çocuğunun ölümünü; ailesinin ölümünün on dokuzuncu yıl dönümünde gözleriyle bizzat şahitlik edecekti.
O gece hedefinin ben olduğum bir silah ateşlenmişti. Akıl alır bir şey değildi! Başımı sağıma çevirdiğimde burnumun hemen az ilerisinde cama saplanmış kurşun görüntüsü tam otuz altı gündür zihnimi terk etmiyordu.
Bu nasıl olmuştu, bunu kim yapmıştı hiçbir fikrim yoktu. O an düşünemesem de sonradan düşünecek çok vaktim olmuştu ama hala daha mantıklı bir sonuca varabilmiş değildim. Tek bir şey biliyordum o da Ares'in yaşanan o olay hakkında fazlasıyla şey bildiğiydi. Onunla da bunu konuşacak fırsatım hiç olmamıştı.
O gece Ares beni kendime getirmeye çalışmış, başaramayınca da beni eve bırakıp gitmişti. Beni bırakıp gitmişti! O geceden sonra tam otuz altı gün geçmişti ve ben onu bir daha hiç görmemiştim. Gitmeden önce telefonumda bir şeyler yaptığını yarım yamalak hatırlıyordum ardındansa beni evin içerisine kadar sokmuş ve çekip gitmişti.
O anın etkisinden çıkmam günlerimi almıştı. Şokun etkisinden çıkmaya çalıştığım ilk günleri bölük pörçük hatırlıyordum ve hatırladıklarımda fazlasıyla silik görüntülerdi. O günlerde Ares sanki daha önce hiç var olmamış gibi yok olmuştu. Ne zaman ki ben kendime gelmeye başlayıp günlük işlerime geri dönmüştüm işte o zaman tıpkı 1 Kasım akşamında olduğu gibi varlığı bir anda ortaya çıkmıştı.
Yaklaşık otuz gün önce bana mesaj atmıştı. Normalde bu mümkün değildi çünkü 11 Ocak gününden sonra onu ve ona dair olan her şeyi ve herkesi engellediğimi sanıyordum lakin sonradan hatırladığım ayrıntıyla bunun mümkün olabileceğini anladım. Onu en son gördüğüm gün beni bırakıp gitmeden önce telefonumda yaptığı şey sanırım bununla alakalıydı. Mesajda nasıl olduğumu soruyordu. O an ona herhangi bir cevap vermemiştim tıpkı bugüne kadar attığı her mesaja yaptığım gibi.
Hala daha bedenen yanımda yoktu ama ilk mesaj attığı günden beri sıklıkla mesaj atmış ve atmaya da devam ediyordu. Başta bu mesajlar nasıl olduğumla ilgili sorular olsa da gün geçtikçe mesaj içeriği değişmişti ve artık günlük yaptığım şeyler hakkında yorumlarda bulunur hale bürünmüştü. O benim nerede ne yaptığımı nereden biliyordu?
Bu tarz mesaj attığı ilk gün geldi aklıma. 5 Şubat Cuma günüydü. Cezaevine babamı ziyarete gitmiştim. Ben henüz cezaevinden içeri bile giremeden ondan bir mesaj gelmişti. Cezaevinde ne yaptığımı ve kafamda nasıl planlar döndürdüğüme dair soru sorduğu bir mesajdı. Mesajı okuduğum ilk an her yerde onu aramıştım. Beni takip ettiğini düşünmüş ve her an bir yerden çıkabileceğine inanmıştım ama o orada değildi. Yanılmıştım.
Bu soru kafamı birkaç gün fazlasıyla kurcalamıştı çünkü bu tarz mesajlar her gün gelmeye devam ediyordu lakin merakım çokta uzun sürmedi. Cezaevinin önünde aldığım mesajdan sonra etrafıma dikkat kesilmiş ve her an gözlem yapmıştım. Bunun sonucunda peşime birden fazla adam taktığını anlamam çok da zor olmamıştı. Bunu sanırım doğum günümde uğradığım suikast tarzı şeyden sonra yapmıştı çünkü daha öncesinde böyle bir şey olmadığına emindim. Ben dikkatli ve fazlasıyla gözlemci bir insandım eğer öyle bir şey olsaydı bunu çoktan anlardım. Kaldı ki Ares'in beni eve bırakıp gittiğinden beri ilk kez cezaevi ziyareti için evden çıkmıştım.
"Ben artık olan biten hiçbir şeye anlam veremiyorum anne. Etrafımda olan her şeye karşı algılarım tamamen durmuş durumda. Yalnızca kafamda dönen planlara odaklanmaya çalışıyorum ve başarıyorum da ama bu beni fazla zorluyor."
Geçen günlerde Ares'in peşime taktığı adamlarını atlatmakla ve olabildiğince gizli bir biçimde kafamda dönen planlarımı gerçekleştirmekle uğraşmıştım. Ahu denen metresle tam beş kez görüşmüş, babamı üç kez ziyarete gidip onunla telefonda beş kez konuşmuştum.
Sandığımın aksine işler benim için hiçte zor gitmiyordu. Babam cezaevinin de verdiği psikolojik çöküntüyle ben ne desem inanıyordu. Kaldı ki ona her gidişimde istediği şeylerin sahte kanıtlarını sunuyordum. Onun istediği hiçbir şeyi yapmıyor ama ona ve avukatına yapıyormuş gibi gösteriyordum. Bunu yapabilmemdeki en büyük yardımcım Ahu'ydu.
Onunla anlaşmamızdan beri birbirimizden haberli hareket ediyorduk. Daha doğrusu o benim emrimde hareket ediyordu ve bugüne kadar onun ve benim istediğimiz her şey bir şekilde olmuştu.
Ahu'yla görüşmemin hemen ardından felaket geçen doğum günümün travmasını içimde sindirdikten sonra babama gittiğimde asıl iş yeni başlamıştı. O günden sonra biraz ısrar ve yalan dolu işlerle oturduğum evin tapusunu üstüme almıştım. Bundan sonrasıysa çorap söküğü gibi gelmişti.
Geçtiğimiz hafta halamın oturduğu ama aslında babama ait olan dairenin tapusunu da üzerime almıştım. Tabi bu benim için biraz zorlayıcı olmuştu çünkü babam aptal bir adam değildi. Her ne kadar cezaevi onu sersemleştirmiş olsa da ağzımdan çıkan her bir kelimeyi sorguluyordu.
Oturduğum evin tapusunun ardından halamın oturduğu evi de istemem fazlasıyla dikkat çekmişti ve o an az çok neler planladığımı anladığına da emindim. Şansıma benim babam fazlasıyla kendine müslüman tabirine uyduğundan ve bencil olduğundan Ahu'yu en az bir kez görme şartı koşmuştu evi alabilmem için.
Ahu'yu bu konuda ikna etmem çok zor olmuştu ve işin aslında biraz da bencilce bir istekle olmuştu ama halletmiştim. Tabi onunda yaptığı hiçbir şey karşılıksız değildi. Normalde anlaşarak yürüttüğümüz seviyeli iletişimimizde bu kısımda biraz seviyesizlik katmam gerekmişti ve bende gerekeni yaparak Ahu'yu tehdit etmek zorunda kalmıştım. Beni buna tamamen o mecbur bırakmıştı.
Her ne kadar tehditle onu babamla görüşmeye ikna etsem de vicdanı tamamen ölmüş bir insan olmadığımdan bu istediğimin karşısında onu fazlasıyla ödüllendirmiştim. Bu da gideceği şehirde ona dayalı döşeli bir daire tutup bir yıllık kirasını peşin ödemem olmuştu. Bunun için babamın evdeki tüm marka saatlerini ikinci el olarak satmam gerekmişti ama halletmiştim bir şekilde.
Ahu'yu cezaevine bizzat ben götürüp getirmiştim. Babamın yanına giderken de bebeğin ultrason fotoğraflarını yanına almasını ve onu yapacağı rol konusunda bol bol uyarmayı unutmamıştım.
Sonuç tam da tahmin ettiğim gibi olmuştu. Girmiş olduğu pis delikte, gerçek hayatından bir kaçış yolu olarak gördüğü ve bunun neticesinde ailesini bir çırpıda silerek yöneldiği metresini elinde bebeğinin ultrason fotoğraflarıyla görmenin etkisi işlerim için bana fazlasıyla yardımcı olmuştu.
"Bu sabah halamları evden atmak için gidip gereken ne varsa yaptım anne." diye mırıldandım. "Onların sana çektirdiği şeylerden sonra bu yaptığım belki fazlasıyla hafif kaldı ama elimden şu anlık bu geldi. Belki de daha fazlasını yapmam gerek bilmiyorum ama sanırım onlar kadar kötü olamayacağım anne. Bu kadarı yeterli diye düşünüyorum."
Vicdanım gram sızlamıyordu. Bu sabah kalktığım gibi gitmiş ve üzerime daha yeni aldığım evden halamları yaka paça attırmak için ne gerekiyorsa yapmıştım. İçimdeki intikam ateşi yaptığım her yeni bir şeyde söner sanıyordum ama ortada daha da harlanan ateşten başka bir şey yoktu. Bu ateşi gözümü açtığım her yeni bir sabahta daha da harlanmış buluyordum ve bu bana tuhaf bir haz veriyordu. Aslında korkmam gerekiyordu çünkü aldığım hazzın dışında içten içe biliyordum ki bu ateş beni içine hapseder ve hiç acımadan yakıp kül ederdi.
Benliğimdeki iyiliğin yerini alan kötülük kendimden utanç duymamı sağlıyordu ama şimdilik bu utancı görmezden gelerek yapacağım şeylerden vazgeçmiyordum. Aslında bu hayatta kalabilmek adına kendime yarattığım fırsatlardan başka bir şey değildi lakin bunu benim dışımda kimse bilemezdi. Belki birisi biliyor olabilirdi ama ondan da pek emin değildim.
Sabahki hareketimden sonra Ares'ten bir mesaj daha gelmişti. Mesajında neden böyle bir şey yaptığımı sormuş, bunun insanların hayatını zora sokmak dahası onların hayatını karartmak olduğunu söylemişti.
Mesajı gördüğüm o an ona öyle bir sinirlenmiştim ki hırsımdan gözüm dönmüştü. Karşımda olsa güzel bir dayak atacağımdan emindim çünkü o ne biliyordu da böyle bir yorumda bulunabiliyordu? O anı tekrar anımsadığımda gözlerimi devirdim.
Flashback başlangıç.
Sabah saatleri.
Hırs ve öfke dolu adımlarım ayaklarımın altındaki zemini delmek istercesine sertti. O nasıl bir mesajdı? Hayatım hakkında iki, üç şey biliyor diye kendisini her şeye hâkim mi sanıyordu? O benim asıl hayatımı nereden biliyordu? Nasıl böyle küstahça bir yorumda bulunabilirdi!
Sinirden titreyen ellerimle bu defa sessiz kalmamayı seçerek hızlıca mesaj yazıp gönderdim.
Gönderen: Lavinia Aral.
"Sanane! Sen kimsin ki benim hareketlerime bir yorumda bulunuyorsun?"
Annem gibi babam gibi ablam gibi ve geriye kalan herkes gibi Ares'te sonunda beni bu hikâyenin kötüsü ilan etmişti. Halama karşı yaptığım bu hareket dışarıdan oldukça kötü gözüküyor olabilirdi ama o bundan daha fazlasını hak ediyordu ve bunu da bir tek annem ve ben biliyorduk.
O nereden bilecekti neyin ne olduğunu? Diğer herkes gibi hiçbir şey bilmeden toplumun genel ahlak değerlerine dayanarak konuşması kolaydı.
Çok değil bir dakika içinde attığım mesaja karşılık Ares'ten hızlı bir cevap gelmişti. Telefonun başında bekliyor olsa gerekti.
Gönderen: Ares Sancaktar.
"Sen böyle birisi değilsin Lavinia."
Güldüm hem de fazlasıyla sesli bir biçimde. Yanılıyordu. Büyük yanılıyordu.
Ablamla yaptığım en son ki görüşmede şunu çok açık bir biçimde anlamıştım ki; ben bu hikâyenin kötüsü değildim ama bu hikayedekiler beni öyle ilan etmişti. Madem öyle ilan edilmiştim o zaman bende bu hikâyenin kötüsü olmak için elimden geleni yapardım.
Eğer ki bu mesajı bana o görüşmeden önce atsaydı ona hak verebilirdim ama iş işten geçmişti. O görüşme gerçekleşmişti ve ben çoktan bu hikâyenin kötüsü olmam gerektiğini anlamış ve kabullenmiştim.
Gönderen: Lavinia Aral.
"Artık tam olarak öyle birisiyim. Bu hikâyenin kötüsü benim ve sen bu hikâyeye dahil değilsin o yüzden beni rahat bırak!"
Nasıl ki ben artık bu hikâyenin kötüsüysem artık o da bu hikâyenin bir parçası değildi. Ben değişmiştim ama o tamamen silinmişti.
Gönderen: Ares Sancaktar.
"Hayır, sen bu hikâyenin ehvenişerisin."
Mesaj sekmesi açık bir biçimde ekrana baktığımdan Ares'in attığı her bir mesajı anında görebiliyordum. Son yazdığı mesaja hiçbir anlam veremezken kaşlarımın benden bağımsız çatıldığını hissettim.
Ehvenişer. Bu da ne demekti? İlk defa duyduğum kelimeye karşı saf bir merak duyarken hızlıca bir mesaj daha yazıp attım.
Gönderen: Lavinia Aral.
"O da ne demek?"
Ne kadar beklersem bekleyeyim bu sefer herhangi bir yanıt vermeyen Ares olmuştu ve bende onun bu tavrına daha da sinirlenip bir daha yazmamıştım. Merakım sinirimden ağır basmadığı içinde ehvenişerin ne demek olduğunu araştırmamıştım.
Flashback sonu.
"Bana sen ehvenişersin dedi anne. Bu ne demek bilmiyorum ve inan araştırmaya korkuyorum." Artık öğreneceğim her yeni bir şeyde bedenim istem dışı bir refleks sergileyerek kendisini öyle bir kasıyordu ki bu kasılmalar fiziksel olarak canımı yakıyordu.
Gergindim. Sabah gittiğim devlet dairesi bana yaptığım başvurunun sonucunu almamın bir haftayı bulacağını söylemişti. O zaman geldiğinde evde olmasam iyi olurdu. Kendimi savunmak adına bir şüphem yoktu ama işin içine fiziksel şiddet girdiğinde ne kadar dayanırdım orası muallaktı. Kırk altı kilo kızdım nasıl bir direnç gösterebilirdim ki zaten? Kendimi bir yere kadar savunabilirdim ve açıkçası ondan da şüpheliydim.
Sert esen rüzgâra karşı bedenim titremeden duramazken seslice burnumu çektim. Yorgundum. Eve gidip günlerce yataktan çıkmamak istiyordum. Ama son bir şey kalmışken böylesine bir aylaklık yapamazdım. Gücümün son kırıntılarını kullanıyordum. Dayanmam gerekiyordu ve dayanacaktım da.
"Babamın defterini sonsuza dek kapatmama son bir hamle kaldı anne." diye mırıldandım. Bunu sesli dile getirmek bir tık keyiflendirdi beni. Aklıma gelenlerle istemsizce gülümserken sonunda benim içinde bir şeylerin yolunda gittiğini görmek güzeldi.
"O hamleyi yarın gerçekleştireceğim. Yarın Ecevit Aral'a dair her şey kapanacak benim nezdimde."
Dudaklarımda her ne kadar hala daha silik bir tebessüm olsa da bakışlarımda donukluk hakimdi. Mezarlığın içerisinde fütursuzca gezinen bakışlarımı anneme çevirdim ağır çekimde.
"Ayrıntıları dinlemek ister misin anne?"
-BÖLÜM SONU-
Amanın neler oluyor? Bölümü nasıl buldunuz?
Lütfen beğeni ve yorum yapmayı unutmayın. Tabi ki beni ve kitabı takip etmeyi de! Sizlerden etkileşim rica ediyorum, varlığınızı belli edin!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 9.9k Okunma |
640 Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |