35. Bölüm

BÖLÜM 34

Serra Bıçakcılar
_ssaree_

 

Ben geldim! Bölüm sonunda mutlaka görüşelim!

İYİ OKUMALAR

Lanet... Bir is gibi üstüme sinmiş ve sinsice etrafımı kuşatmış bir lanet. Ne düşüneceğimi ve bu konu hakkında ne yapabileceğimi bilmiyordum. Şu anda bildiğim tek bir şey vardı o da delirmemem için tüm bunların benim suçum olmadığına kendimi inandırmam gerektiğiydi.

Üzgündüm ve aynı zamanda da mutluydum. Üzgündüm çünkü en çok o bebeğin yaşamaya hakkı vardı, mutluydum çünkü büyük bir kıyametin kıyısından dönmüştü. Bu kıyamet onun genlerinin bir kısmını aldığı babasıydı. Bu kıyamet doğacağı evdi.

Doğduğun ev kaderindir diye bir söz vardı. İlk duyduğum zaman bu sözü pek anlamlı bulmasam da çok uzun zamandır fazlasıyla anlamlı gelmeye başlamıştı. Çünkü çok uzun zamandır doğduğum evin kıyametini yaşıyordum. O bebeğinde benimle aynı eve doğmayacak olması belki de şu andaki tek tesellimdi.

Bir de Ares vardı. Ona tam olarak tesellim diyemezdim ama saatlerdir yanımdan bir an olsun bile ayrılmamıştı. Artık sabah olmuştu. Hava aydınlanalı birkaç saat oluyordu. Ahu hala daha yoğun bakımdaydı, bebeğin cansız bedeni ise morgda.

Bizse Ares'in fikriyle son iki saattir hastanenin kafeteryasındaydık. Ares sürekli yemem ve içmem adına bir şeyler alıyordu ama benim yaptığım tek şey almış olduğu çaylardan içmekti. Canım hiçbir şey istemiyordu ama içim o kadar çok üşüyordu ki kendimi o çayları içmek zorundaymışım gibi hissediyordum. Isınmak için. Lakin ne kadar çay içmiş olursam olayım hiçbir kaynar çay içimdeki ölüm soğukluğunu kıramamıştı. Hala daha üşüyordum.

"Bundan sonrası için ne planlıyorsun?" dedi Ares son on dakikadır aramızda olan sessizliği bozarak.

Kafeteryaya geldiğimizden beri bana neler planladığımı ve neler yapacağımı sorup durmuştu. O kadar ısrarcıydı ki en sonunda dayanamayarak ona yarım yamalak eğer Ahu bugün böyle olmasaydı onu başka bir şehre yeni bir hayata göndereceğimi, babama da onun hakkında uydurduğum sahte ölümü anlatacağımdan bahsetmiştim.

Kurduğum plana dair tek bir yorumda bile bulunmamıştı. Büyük bir sessizlik içerisinde sadece beni dinlemişti.

Sahtede olsa planladığım ölümlerden birinin gerçekleştiğini Ares'e bunları anlatırken fark etmiştim. Neydi bu? Benim lanetim miydi? Fark ettiğim ayrıntı boğazımda büyük bir yumrunun oluşmasına ve benim uzun bir süre rahat nefes alamama sebep olmuştu. İçten içe umuyordum ki bu benim lanetimden dolayı olmamış olsundu. Artık kendimi o kadar şansız ve lanetli bir ucube gibi hissediyordum ki bunun vermiş olduğu rahatsızlığı kelimelerimle tarif edemezdim.

Ares'te fark etmiş miydi bu durumu? Ne düşünüyordu bu konu hakkında? Bu konuda hiçbir yorum yapmamasına bakarsak galiba o da benim gibi düşünüyordu. Bu düşünceleri için onu yargılayamazdım. Ben bile lanetli olduğumu düşünürken başkaları da böyle düşünse ne değişecekti?

"Çok şey." dedim tok bir sesle ama düşük bir desibelde. Aslında cevap hiçbir şeydi ama bunu Ares'in bilmesine gerek yoktu. Artık yalanlar ağzıma yuva yapmıştı. Önceden ne diyordum kendim için? Ben yalan söylemem. Dışarıdan iyice delirmiş gibi gözükeceğimi bilmesem buna kahkahalarla gülerdim şu anda.

Değişiyordum. Gün geçtikçe ben olmaktan çıkıyordum. Ya da? Belki de asıl ben oluyordum kim bilir? Yapmam dediğim ne varsa yaparken buluyordum kendimi. Ben yalandan nefret ederdim ki bu hala daha böyleydi ama hayat beni öyle bir yere sürüklemişti ki artık kendimi sevdiğim hiçbir şeyi yaparken göremiyordum. Her işim zorundalık, isteksizlik ve nefret doluydu. Nefret ettiğim ne varsa hayatımdaydı.

"Biraz ayrıntıya girsen bir şey olmaz Lavinia!" diye homurdanan adama göz ucuyla baktım. Onu uzun zamandır o kadar geçiştiriyor ve ciddiye almıyordum ki buna artık tahammülü kalmadığını çok rahat görebiliyordum. Madem rahatsızdı bu durumdan neden hala daha yanımdaydı? Bu soru şu sıralar gündemimi hiç olmayacak kadar meşgul ediyordu.

"Sanane Ares." dedim az önce dediklerini duyduğumu belli ederek. Bakışları bana döndü. Kaşları çatıktı. Erkenden kırışacaktı. İçimde bu haline müdahale ederek kaşlarının ortasını parmağımla düzeltmek adına büyük bir istek doluştu. O isteği hızla kovaladım.

"Konuşmamız gerekiyor, gerçek anlamda ciddi bir konuşma Lavinia. Dua et gündem şu anda buna uygun değil. İlk fırsatta bu konuşma yapılacak ve sen buna engel olamayacaksın."

Sözleri üzerine kaşlarım alayla havalanırken yüzümde aşağılayıcı olduğunu düşündüğüm bir ifade oluşturdum. Dudaklarımda yarım bir gülüş peyda olurken onu kısa bir süre süzdüm.

"Yeni çıkarların doğrultusunda beni nasıl kullanman gerektiğinin talimatlarını mı vereceksin hayırdır?" dedim alaycı ve aşağılayıcı tavrımdan asla ödün vermeyerek.

Hal ve hareketlerimi çatık kaşlarıyla izleyen adam sözlerim üzerine iyice kasılıp kalırken sinirden tüm kaslarının gerildiği gözlerimle görebiliyordum. Boynundaki ve alnındaki damarlar şişmiş bir biçimde kendini belli ediyordu. Fazlasıyla sinirlenmiş gibiydi.

"Küfür etmeyeceğim anasını satayım! Küfür etmeyeceğim, küfür edenin ebesini siksinler ki küfür etmeyeceğim!"

Alaycı ifadem bir anlık kırılarak samimi bir şaşkınlığa dönse de kendimi hızla toparladım. Küfür etmeyeceğim derken de küfür ettiğinin farkında mıydı? Sanırım değildi. Peki birinin ona bunu söylemesi gerekiyor muydu? Bence gerek yoktu çünkü şu anda içten içe fazlasıyla keyiflenmiştim. Onu böylesine çıkmazda görmek ve gittikçe sıkıştığını hissetmek beni nedenini bilmediğim bir şekilde rahatlatıyordu. Belki de nedenini biliyordum ama neyse bununda şu anda bir önemi yoktu.

Ağzının içinde homurdanmasını sürdüren Ares'i bu şekilde iki, üç dakika boyunca izlerken bunu onun çalan telefonu böldü. Dikkatim dağıldı ve ben uzun sayılabilecek bir süre boyunca alık alık onu izlediğimi fark ederek hızlıca kendimi toparladım.

Ne yapıyorsun Lavinia? Alık mısın kızım?

Cevabını bildiğim soruyu içimden yanıtsız bırakırken çalan telefonunu yanıtlayan Ares'e göz ucuyla baktım. Kim aramıştı ki?

Sanane Lavinia! Fark ettiğim ayrıntıyla silkelenirken kendime gelmek adına bakışlarımı uzaklara kaçırarak derin bir nefes aldım. Oturduğum sandalyenin arkasına iyice yaslanırken dizlerimi kırarak ayaklarımı oturağın uç kısmına koydum. Kollarımı kendime çektiğim dizlerime dolarken yüzümü onun zıt yönüne dönük bir biçimde diz kapağıma yasladım.

"Ne var?"

Yüzüm her ne kadar ona dönük olmasa da kulaklarım tam zıttı bir biçimde Ares'e yönelikti. Bir av kurdu gibi dikkatle onu dinlerken bunu çaktırmamak için boş boş etrafı izliyormuşum izlenimi vermeye çalıştım.

"Hayır."

Yanıtlarına uzun süreli aralıklar verdiğine göre karşıdaki kişi her kimse uzun uzun konuşuyor olmalıydı. Ares'te öyle bir yanıtlar veriyordu ki kiminle konuştuğunu anlamak mümkün değildi!

Oturduğum yerde biraz daha küçülmek istercesine kıvrılırken belki karşı tarafın sesini duyarım diye iyice dikkat kesildim. On saniyeye yakın verdiğim çabanın sonunda Ares sesli bir biçimde oflarken dışarıdan duyulan korna sesi tüm dikkatimi yerle bir etti. Bir anda duyduğum uzunca basılan son derece cırtlak ses yüzünden yerimde sıçrarken hızla kendimi toparladım.

"Hay anasını ya!" diye homurdanırken Ares'in bakışlarını üzerimde hissettim. İnatla bakışlarımı ona çevirmezken acaba ne yapamaya çalıştığımı anladı mı diye bir düşünmedim değil. Ama yok canım nereden anlasın kiminle konuştuğunu duyabilmek için üstün bir çabayla onu dinlemeye odaklandığımı.

"Hım, sanmıyorum şu anda seninle konuşmak isteyeceğini Tamay." demesiyle bakışlarının üstümde fazlaca yoğunlaştığını hissettim. Benden mi bahsediyordu o?

Onu dinleyip dinlemediğimi anlamak için yem atıyor olmasın?

Bakışlarımı inatla ona çevirmeyerek görmezden gelmeye devam ederken bana bulaşmaması adına içimden dua ettim. Tamay da dahil muhteşem üçlüye ve tüm Sancaktar ailesine büyük bir kırgınlık ve kızgınlığım vardı. Özellikle o beklenen dedeye. Mümkünse hayatımın geri kalanında hiçbirini görmek dahi istemiyordum ve bunlar arasında Ares'te vardı.

Tamay ne diye benimle konuşmak istiyordu bilmiyordum ama ben onunla konuşmak falan istemiyordum. Ares'ten sonra bana en çok o yardımcı olmuş, iyi davranmış ve benimle özellikle ilgilenmişti. Tamam daha iki günlük tanıdığı bir kızı kuzenine karşı tercih etmesini beklemiyordum ama insan bir şeyler yapardı. Yaşadıklarımı az buçuk biliyor ve tahmin ediyordu. Ben onun hem cinsiydim üstelik! Hangi kadın hemcinsine yönelik oynanan böylesine aşağılık bir oyunu bilirken susabilirdi ki? Ben susamazdım. O yüzden ona her ne kadar kuzenine karşı beni seçmediği için kızmasam da bu onunda bana karşı attığı bir kazık olduğunu değiştirmiyordu.

"Şu anda beni duyuyor ve duymamazlıktan geliyor Tamay. Yani seninle konuşmak falan istemiyor uzatma." diyen Ares'le sonunda dayanamayarak ona döndüm.

"Sanki seni istiyorum da! Yüzsüz gibi kaç saattir dibimdesin!" Homurdanmamı kaşları fazlasıyla derinden çatılarak izleyen Ares, artık her ağzımı açtığımda gittikçe tersleşen konuşmamla artan rahatsızlığını belli ederek suratıma bakıyordu. Oldukça ters, sinirli ve ciddi bir bakıştı bu.

"Uzatma Tamay!" diyerek oldukça buz gibi bir tonda konuşmayı sonlandıran Ares elindeki telefonu fırlatırcasına aramızdaki masaya koydu.

Masanın üzerinde fırlatılarak koyulmanın verdiği güçle ileriye doğru birkaç santim sürüklenen son model telefona kaydı bakışlarım. O telefonun şu andaki güncel tutarından haberi var mıydı bu adamın?!

"Merak ediyorum normalde de bu kadar ters biri miydin diye çünkü koynumda kıvrılıp uyuyan kızla şu anda karşımda oturan kız aynı olamaz!"

Bir anda hiç beklemediğim bir biçimde konuşan Ares'e gözlerimi kısarak baktım. Doğru söylüyordu. Onun koynunda kıvrılıp uyuyan kızla şu anda karşısında oturan kız aynı değildi. Ama bu onun eseriydi. Ona karşı böyle olmam onun eseriydi.

Ne bekliyordu? O benim en zayıf yerimden yakalayarak beni kötü işlerine yem yaparken ne bekliyordu? Güldüm. Baya sesli bir biçimde güldüm. Karşısında gördüğü halim daha da keyfini kaçırmış gibi surat ifadesi bir tık daha sertleşti, gözleri kısıldı ve bakışları üzerimde daha da bir yoğunlaştı. Galiba delirip delirmediğimi anlamaya çalışıyordu.

Yüzümdeki gülümsemeyi bir anda yok ederken son derece ciddi bir biçimde Ares'e sert bakışlarında karşılık verdim. "Karakterime mi bir şey diyorsun yoksa tavırlarıma mı?" dedim kaşlarımı hemen bir yanıt beklediğimi belirtir bir biçimde havaya kaldırırken.

"Sen böyle birisi değildin Lavinia. Tamam zor, çok zor zamanlardan geçiyorsun ama böyle olmak zorunda değilsin."

"Nasıl olmak zorunda değilim?"

"Böyle işte!"

"Nasıl?"

"Kaba."

Aldığım yanıtla kalkan kaşlarımı usulca aşağı indirdim. İçimden bir ses asıl düşüncesinin şu anda verdiği cevap olmadığını bangır bangır bağırıyordu. Yüzümdeki sert ifadeden ödün vermeden karşımdaki adama bakmayı sürdürdüm. Bu hallerimden duyduğu memnuniyetsizliği istese de daha açık bir biçimde belli edemezdi. Bakışları ve surat ifadesi her şeyi açıklamaya yetiyordu.

Üzgünüm Ares ama burası fanilerin dünyasıydı ve her zaman işler bizim istediğimiz gibi gitmezdi. Bunu geçte olsa benden öğrenmek senin için fazlasıyla manidar bir durum olsa gerekti.

"Elif Oğuz bir kitabında şöyle demiş, 'Karakterim ve tavrımı birbirine karıştırmayınız. Karakterim benim kim olduğumla ilgilidir; tavrımsa 'sizin' kim olduğunuzla.'"

Bakışlarımı gözlerimi devirerek önüme çevirirken başımı tekrardan onun tam tersi yönüne çevirerek sağ yanağımı dizime yasladım. Gerekli yanıtı aldığını düşünüyordum ve bunu da tamamen sessizleşen halinden anlayabiliyordum.

*** 

"Hiç mi gelişme yok Derya teyze?"

Çaresizlik... Çözümsüzlük hissinin iliklerime inceden inceden işlendiğinin uzun zamandır farkındaydım. Bunun farkına varmaktan öte tüm benliğimde hissediyordum. Bulunduğum durumlardan bir çıkış yolu bulamamak, aciz kalmak ve yetersizliğimi tüm algılarımla kabullenmek ağzımda sandığımdan acı bir tat bırakıyordu.

Kaç saat olmuştu bilmiyordum ama koca bir günü gerimizde bıraktığımızı biliyordum. 8 Mart'ın son saatlerinde üç kişi geldiğimiz bu hastanede 9 Mart'ın ilk saatlerinde belki de aramızdaki en masum olanı kaybederek iki kişi kalmıştık. Şu anda 10 Mart saat sabah altı gibiydi ve kalan iki kişide tam olarak iki kişi değildi. Bir buçuk kişi diyebilirdik buna çünkü Ahu hala daha bilinci kapalı, yarım kalmış bir biçimde yoğun bakımdaydı. Yarımdı çünkü karnında onu tamamlayan parçası artık onunla değildi.

Bebeğin ölümünden sonra alındığı yoğum bakımda geçirdiği her bir saatte daha da kötüleşen kadınla ne yapacağımı bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey vardı o da yaşasın istiyordum. Her ne yapmış olursa olsun her neye sebep olmuşsa olsun bencilce bir istekle yaşasın ve yaşattığını yaşamadan ölmesin istiyordum.

Bir yanım onun daha yaşayacak güzel günleri olduğunu söylerken diğer yanım çığlık çığlığa daha çekmesi gereken çok acı var diyerek diğer yarımı bastırıyordu.

"Değişen bir şey yok canım. Maalesef durumu hala daha kritik ve gittikçe kötüleşiyor gibi."

Ağırca salladığım başımla bir süre bir şey demedim. Sesli bir soluk verdim. Sağ olsun Derya teyze bana çok yardımcı olmuştu Ahu'dan haber almam konusunda. Doktorlar saat başı ayrıntılı bir açıklama yapmıyordu ve ben fazlasıyla sabırsız birisi olarak yerimde duramıyordum. Zaten normalde de pek yerinde durabilen birisi değildim ama bir günü aşkındır kapana kısıldığım hastaneden kusacak derecede bir bunaltı gelmişti bana.

"Sağ ol Derya teyze. Bir şey olursa ararsın benim telefonum yanımda." dedim karşımda bana acıyarak bakan kadına daha fazla tahammül edemeyeceğimi fark ederken.

"Tamam canım. Sende bir şeye ihtiyacın olduğunda ara beni. Hatta gel inat etme evine git bir şey olsa ben zaten seni haberdar ederim. Perişan oldun buralarda."

"Yok iyiyim böyle.

Israr kabul etmez tavrım karşısında peki der gibi salladığı başıyla yanımdan ayrılan kadının arkasından bakmadım. Yoğum bakım odalarına giden koridorun girişindeki sandalyede oturmama geri döndüm. Tabi ki yoğun bakım odalarının bulunduğu alana girmeye kesinlikle izin yoktu. Hoş izin olsaydı da Ahu'nun yanına gireceğimi pek sanmıyordum.

Dün sabah kafeteryada Ares'le ayak üstü girdiğim sözlü münakaşadan sonra Ares yanımdan kalkmış ve benden uzakta başka bir masaya gidip oturmuştu. İlk başta ne yaptığını anlamasam da sonrasında ben nereye gidersem peşimden gelip benden uzakta ama beni göz hizasından çıkartmayacak bir yere oturmasıyla ne yapmaya çalıştığını anlamıştım.

Alınmıştı. Hatta belki de daha fazlası bana kırılmıştı ve bu kırgınlığını resmen trip atarak açıkça belli etmekten çekinmiyordu. Peki bu durum benim ne kadar umurumdaydı? Ben söyleyeyim, hiç!

Kendisinde bana kırılabilme hakkını nasıl bulmuştu hiç anlamasam da o kafeteryada yanımdan kalktığından beri onu görmezden gelerek hiç yokmuş gibi davranıyordum.

Yığılırcasına oturduğum ikili oturakta ayaklarımı yukarı çekerek bağdaş kurarken göz ucuyla ona baktım. On bilemedin on beş metre ötemdeki üçlü oturakta yayvanca oturmuş telefonuyla ilgileniyordu. Gözlerimi devirerek önüme döndüm. Resmen şaka gibi bir adamdı!

Yorgunluktan uyuşan bedenim ve uykusuzluktan ağrıyan başımla belki de Derya teyzeyi dinleyerek eve gitmeliydim ama yapamıyordum. İçten içe saçma olduğunu bilsem de tüm bunların benim babama anlatmak için uydurduğum uydurma hikâyeden dolayı olduğunu düşünerek kendimi darlıyordum.

Tüm bunların benim suçum olmadığını biliyordum ve kurduğum plandaki ölüm yalanının da o ve bebeği için ilerleyen zamanda onlara rahatlık getireceğini biliyordum. Ama neden içten içe kendimi suçlu hissediyordum? İçimdeki bir sesin onun uyanarak daha beter şeyler yaşaması gerektiğini söylediği için miydi? Sanmıyordum. Başka bir nedeni olmalıydı.

İçimde o kadar çok ses vardı ki ve hiçbiri de susmuyordu. Ahu'nun bir an önce uyanıp yaşattığını yaşamasını hatta ve hatta yaşattıklarından daha beter şeyler yaşamasını isteyen onca sese söz geçiremiyordum. Kafam çok doluydu ve ben artık delirecek gibi hissediyordum.

Bağdaş yaptığım bacaklarımı çözerek dizlerimi kendime çektim ve alnımı diz kapağıma yasladım. Beynim zonkluyordu sanki. Açlıktan olduğunu düşündüğüm titreyen ellerimi saçlarıma daldırırken baş ağrımın geçmesini istercesine saç diplerimi titreyen ellerimin izin verdiği ölçüde sıkıca tutarak çekiştirmeye başladım. Bir ya da birkaç dakika boyunca bu şekilde saçlarımı çekiştirmeye devam ederken buna son veren şey buz gibi olan ellerime tezat fazlasıyla sıcak olan iri ellerin varlığını hissetmemdi.

Ellerimin üzerinde hissettiğim ellerin kime ait olduğunu bildiğimden bulunduğum pozisyonu bozmadım. İyice güçsüzleşen ellerim saçlarımın arasından çekilirken buna herhangi bir itirazda bulunmadım. Üzerime düşen gölgenin varlığının kaybolmasıyla onun ayaklarımın ucuna doğru çöktüğünü hissettim. İri bedeninin yaydığı ısıyı fark etmemek mümkün değilken az önce kendi ellerimin çekiştirdiği saçlarımın arasında iri eller yerleşti. Benim hiç acımadan çektiğim her bir saç kökümü sıcak parmaklarıyla okşarken anında mayışmaya başladığımı hissettim.

Bedenimde kan dolaşımından hızlı bir biçimde yayılan rahatlamayla onun göremeyeceğini bildiğimden dudaklarımda buruk bir tebessümün oluşmasına izin verdim. Varlığı bu kadar iyi gelmemeliydi. Bu yanlıştı, bu büyük bir hataydı.

Parmaklarının her bir hareketinde iyice mayışırken hiç beklemediğim bir anda konuşmaya başladı. "Güzeldin, akıllıydın, neşeliydin... Kendini bile bile ve bir hiç uğruna harap ediyorsun."

Son derece düz ve sadece benim duyabileceğim bir seviyede sarf ettiği kelimelerle bedenimin kasıldığını hissettim. Başımı ağır çekimdeymişçesine yasladığım dizlerimden kaldırırken çatılan kaşlarımla karşımdaki adama baktım. Önümde eğildiğinden yüzlerimiz neredeyse aynı hizadaydı. Belki onunkisi bir tık daha yukarıda olabilirdi. Benim başımı kaldırmamla ellerini geri çekmek zorunda kalmıştı.

"Sen bana aptal mı diyorsun?" diyerek sözlerinden çıkarttığım tek anlamı çatık kaşlarımı bozmadan ona onaylattırmak istercesine bir soru sordum. Bu uzun saatlerin ardından karşılıklı kurduğumuz ilk diyalogdu.

Sanırım ya trip atmasına ara vermişti ya da uzaktan attığı tribin bende hiçbir etkisinin olmadığının farkına vararak bunu bir de yakınımda denemeye karar vermişti.

Sözlerime hiç şaşırmamış gibi dururken dudaklarında yamuk bir gülüş meydana geldi. "Ben değil Jean Paul Sartre diyor, Duvar kitabında."

Zaten kullanılamaz hale gelmiş, çökmüş beynim yorgunluktan işlevsiz hale gelmişken onun şu anda ne dediğini asla algılayamıyordum. Algılarım her ne kadar şu anda işlev dışı olsa da Jean Paul Sartre'nin herhangi bir kitabında bana aptal demeyeceğini bilebilecek bir zekadaydım.

"Sen şu anda adamın sözünü kullanarak bana aptal diyorsun!" dedim buruşturduğum suratımla.

Her ne kadar yıkık bir halde olsam da geç de olsa aydınlanma yaşayabildiğimin farkında olduğunu belli edercesine suratındaki yamuk gülüş bir tık daha büyüdü. Belki de dalga geçiyordu ve bu gülüş alaycı bir gülüştü. İkinci seçenek daha olası geldi bir an gözüme.

"Akıllı olduğunu biliyordum." dedi ukala bir tavırla. Evet kesinlikle dalga geçiyordu! Şerefsiz!

Gözlerimi devirerek başımı sol tarafa doğru çevirerek onu görüş alanımdan çıkarttım. Ağzımın içinde onun beni anlayamayacağı şekilde homurdanırken karşımda hala daha gülümseyerek bana baktığını biliyordum. Görmezden geldim. Çünkü onu öyle görürsem yumuşayasım gelecekti kendimi biliyordum. Bunu her ne kadar kabul etmek istemesem de pislik herif beni hala daha fazlasıyla etkiliyordu.

Kendisine herhangi bir karşılık vermeyeceğimi anladığında çömeldiği yerden ayaklandı. Hiç beklemediğim bir hamleyle yanıma hatta tam dibime otururken sol kolunu omzuma atarak beni kendisine doğru çekti.

Hareketleri karşısında ağzım açık hızla ona doğru dönerken sağ dirseğimle bedenime yapıştığı bedenini ittirmeye çalıştım. "Ne yapıyorsun acaba ya! Gitsene az önceki yerine ne var geldin dibime? Dibimi de geçtim utanmasan kucağıma oturacaksın be!"

Homurdanarak çemkirmem ve dirseğimle onu ittirmem onda asla bir etki oluşturmazken sağ eliyle belini dürtüklediğim kolumu sabitleyerek beni dahası mümkünmüş gibi biraz daha kendisine çekti. Bunu yaparken de dudaklarından ilk 'cık' diye bir ses duyuldu ardından, "Ben daha çok seni kucağıma almayı seviyorum, kucağa oturmak pek tercihim değil. Utanmakla alakası yok prensip meselesi." dedi.

Bir tık daha irileşen gözlerimle iyice ona dönerken omzumdaki elini belime indirerek buna müsaade etti. "Şaka mısın sen ya?"

Sinir haliyle yaptığım hareketten anında pişman olurken bunun geç kalınmış bir pişmanlık olduğunu suratlarımızın arasındaki üç ya da beş santim mesafeyi fark ettiğim anda anladım. Neden bu kadar yakındık?

Ares'te bu gereksiz yakınlığımızın farkında olmalıydı ki yakından daha bir net olan ela harelerindeki yoğunlaşmayı gözle görmemek mümkün değildi. Nemli toprağın yeşillerle buluştuğu ve üzerine bir parça kehribarın serpiştirildiği hareleri geçen her saniyede yoğunlaşıyor gibiydi. Benim gözlerim şu anda ne durumdaydı bir fikrim yoktu ama Ares birkaç saniye gözlerimin içine baktıktan sonra ağır bir yutkunuşla bakışlarını dudaklarıma indirdi.

Bakışlarını dudaklarıma indirdi! Alarm! İmdat! SOS!

Sanki karşımda yırtıcı bir hayvan varmışta hareket ettiğim anda bana saldıracakmış gibi bir an nefesimi tuttum ve asla kıpırdayamadım. Uzun zamandır onunla böylesine yakın bir halde bulunmamıştık ve yine uzun hatta çok uzun bir zamandır hiç öpüşmemiştik!

Ares'le öpüşmek. Sert bir biçimde yutkundum.

Şu anki pozisyonumuz sakıncalıydı hem de çok sakıncalıydı. Böyle olmamalıydık. Bu yanlıştı, bu günahtı, bu bana haksızlıktı!

Kendime gelmek ister gibi boğazımı temizleyerek uzaklaşmak adına kendimi geri çektim. Bu hareketimle Ares'te kendine gelirken bakışlarını dudaklarımdan alarak tekrardan gözlerime çıkarttı. Ondan uzaklaşmama sesini çıkartmadan izin verdi ama kolunu belimden çekmedi. Bende zaten oturduğumuz ikili koltuktan kalkmadan sadece birkaç santim yana kaydım. Bu temasımızın kesilmesine yetmese de en azından artık öpüşmek istesek öpüşmeye yetecek bir mesafede değildik.

Al işte öpüşmek nereden düştü aklıma ya! Ben iyice arsızlaştığımı hatta ve hatta yoldan çıktığımı hissederken bakışlarımı önüme çevirdim.

Aramızdaki son derece tehlikeli yoğunlaşmanın ardından Ares son dediğime bir cevap vermeden benim sessizliğime uyum sağladı ve sustu. Bundan sonrası da aynı sessizlik içerisinde birkaç saat bu şekilde devam etti. Bu süreçte ben sadece düşüncelerden düşüncelere atlasam da Ares bir tek telefonuyla ilgilenmiş arada beni bakışlarıyla kontrol ederek işine ara vermeden devam etmişti.

Göz ucuyla takip ettiğim kısımlardan gördüğüm kadarıyla birileriyle mesajlaşmış, mail yanıtlamış ve işle ilgili olduğunu düşündüğüm birkaç şeyle uğraşmıştı. Bir ara maç özeti izlemiş ve muhteşem üçlünün üçüyle de birer telefon görüşmesi gerçekleştirmişti.

Zamanın iyice ilerlemesiyle öğlen saatlerine girdiğimizi ekranını aydınlattığım telefonumdan gördüm. İçimde an be an büyüyen huzursuzluk uzun süren sessizliğimizden miydi yoksa artık açlıktan ve uykusuzluktan kararmaya başlayan gözlerimden miydi bilinmez kendimi kötü hissediyordum. Normalde de kendimi kötü hissediyordum çünkü son birkaç ayım bok gibiydi ama şu anda hissettiğim kötülük daha farklıydı. Bunu açlığıma yordum.

Sesli bir soluk vererek iyice arkama yaslanırken belimde Ares'in elinin varlığını aradım ama bulamadım. Bir ya da iki saat önce telefonuyla ilgilenirken elini kendine çekmişti çünkü.

Bendeki hareketlilikle birlikte Ares'te harekete geçerek elindeki telefonunu cebine koydu ve bana döndü. "Bir şeyler yemeye gidelim hadi." diyerek oturduğu yerden ayaklandı.

Karşımda oldukça sağlam bir biçimde dikilerek uzun süredir oturduğundan üstüne başına çeki düzen vermeye başlayan adamla bende ayaklandım. Şu anda inat etmemin benim için hiçbir faydası olmayacaktı çünkü artık göz bebeklerimin önünde uçuşan siyah noktalar çoğalmaya başlamıştı. Tansiyonumun anasını bellediğime emindim.

Yavaş hareketlerle ayaklanmam ve kalktığım gibide duraksamamla Ares bende bir tuhaflık olduğunu fark etmiş olacak ki dikkatli bakışlarını bana dikti. Düz zeminde dengemi korumak adına büyük bir mücadele veriyordum çünkü şu anda. Elini dirseğime koyarak beni tutarken şüpheli bir biçimde konuştu.

"Neyin var?"

Önüme düşen saçlarımı hafif titremeye ev sahipliği yapan ellerimle geriye iterken bakışlarımı ondan kaçırdım. "Sanırım tansiyonum düşük biraz. Başım hafif döndü birden kalkınca."

Sözlerim üzerine kaşlarını çatarak kolumu tutan elini omzuma attı ve bedenimi bedenine çekerek beni iyice dibine soktu. Hatta ve hatta bedenimi bedenine yapıştırdı, aramızdan herhangi bir hava molekülünün geçmesine izin vermedi de diyebilirdik.

"Bu kadarına gerek yok Ares." diye homurdandım.

"Ne yemek yiyorsun ne uyuyorsun! Dinlenmek zaten lügatında yok! Ben anlamıyorum zaten nasıl hala daha böyle ayakta kalabildiğine!"

Benden daha agresif bir biçimde homurdanarak beni yönlendirmeye başlayan adama görmeyeceğini bile bile gözlerimi devirdim. Bende bilmiyordum bu şartlar altında nasıl hala daha ayakta durabildiğimi.

Şu andaki yakınlığımızın çok yanlış olduğunu her ne kadar adım gibi iyi bilsem de gerçekten kendimi iyi hissetmiyordum ve şu anda kendimle bile uğraşacak gücüm yoktu o yüzden bir seferlik boş verdim. Umursamadım ve Ares'in beni hastane kafeteryasına götürmesine izin verdim.

Aslında yolda birkaç kez başka bir yere düzgün yemek yemeye gidelim diye teklifte bulunsa da bunu reddetmiştim. Ahu'dan iyi bir haber alana kadar hastaneden ayrılmak istemiyordum.

"Karnını güzelce doyuralım da artık bizim şu mevzuyu adam akıllı konuşalım. Kanser oldum anasını satayım iki ayda!" diye mırıldandığını daha doğrusu homurdandığını zar zor duyarken duymamazlıktan geldim. Açıkçası hala daha yapacağı açıklamayı gram merak etmiyordum.

Dip dibe girdiğimiz kafeteryayla yine Ares'in yönlendirmesiyle boş bir masaya ilerlerken çalan telefonumla adımlarım istemsiz durakladı.

Elimde hazır tuttuğum telefonun ekranında gördüğüm kayıtlı olmayan numarayla istemsizce kasılıp kaldım. Numara her ne kadar kayıtlı olmasa da nereden geldiğini çok iyi biliyordum.

Benim gibi Ares'te telefonumun ekranına kilitlenmiş bir biçimde bakarken ters bir ifadeyle konuştu. "Kim bu?"

Sessize aldığım aramayla Ares'in kolunun altından çıkarak dört adım ilerimizdeki boş masaya ilerleyerek oturdum. Bu süreçte Ares'te peşimden gelerek tepemde bana dik bakışlar atmayı sürdürdü.

İçimden sanane diyerek çemkirmek gelse de yeni bir tartışma için bedenimde o gücü bulamadım. Sanırım midemde bulanmaya başlamıştı.

Yorgun bakışlarımı ona çevirerek cılız bir soluk verdim. "Babam, cezaevinin numarası."

Üç kelimelik cevabımdan sonra surat ifadesi daha da sertleşirken onunda kasıldığını hissettim. Babamın aramasını şu anda açamazdım çünkü ona ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Dün akşamda aramıştı ve ondada açamamıştım. Öyle bir haldeydim ki yalan söyleyebileceğimi de düşünmüyordum. Biraz beklemeliydi. Şu anda onun sırası hiç değildi.

Ares tam ağzını aralamış bir şey diyecekken tekrar çalan telefonumla susmak zorunda kaldı. Yine babam arıyordur diye oldukça hevessiz bir biçimde ekrana bakarken arayanın o olmadığını gördüm.

Bedenimin bu sefer sancılı bir biçimde kasılmasıyla arayan Derya teyzeyi hızlıca yanıtladım.

"Efendim?" dedim hızla soluk soluğa kalmış bir biçimde. Sanki maraton koşusundaymışım gibi nefes alışverişlerim bir anda hızlanmıştı. Şu anda ondan gelecek en ufak iyi bir habere öyle muhtaç hissediyordum ki kendimi!

"Lavinia neredesin kızım?" diyen kadınla bakışlarım merakla beni izleyen Ares'in ela harelerine çıktı. Arayan kişinin Derya teyze olduğunu o da görmüştü.

"Kafeteryadayım Derya teyze ne oldu bir haber mi var?" dedim saf bir merakla.

Karşıdan alacağım yanıtı beklerken istemsiz bir biçimde nefesimi tuttum. Bakışlarım hala daha Ares'teydi. İlk hızlı alıp verdiğim ardındansa tamamıyla tuttuğum soluklarımdan olsa gerek gözümün önünde uçuşan siyah noktalar artış göstermeye başlamıştı. Midemde başladığını hissettiğim yanmanın yemek borumdan boğazıma kadar çıktığını hissettim.

"Kızım." dedi sadece Derya teyze anlayamadığım bir ifadeyle. Neler oluyordu? Ahu mu uyanmıştı?

"Ne oldu Derya teyze?" dedim sabırsızlığın verdiği asabiyetle. Neden konuşmuyordu? Neden Ares gözlerime öyle bakıyordu? Bir şeyler mi anlamıştı? Ama telefon konuşmasını ben yapıyordum o bir şey duymuyordu ki.

"Ahu öldü Lavinia."

-BÖLÜM SONU-

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

Olaylar olaylar... Vallahisi bu kızın çilesi bitmiyor bu nasıl nazardır yarabbi?

 

Lütfen etkileşimde bulunmayı unutmayın! Bir sonraki bölümde görüşmek üzere!

Bölüm : 28.11.2024 15:41 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...