
Ben geldim bölüme koşun! Ben sizi bölüm sonunda bekliyor olacağım:)
İYİ OKUMALAR
ARES SANCAKTAR
15 Eylül Çarşamba.
Asya ile Avrupa’nın, dudağıyla dudağımın, ömrüyle ömrümün, acılarımla doğumunun, düşüncesizlikleriyle hayal kırıklıklarımın, çabalarımla karşılıksızlıkların birleştiği o yerdeydim. O şehirde. İstanbul’da.
Uğradığım ihanete gücümün yetmemesinden ziyade nefesimin de kesildiğini hissettiğimde çareyi gitmekte bulduğum o yerde. En büyük acizliğimde kavrulurken çare sandığım şeyin daha büyük bir çaresizlik olduğunu gittikten sonra anladığım ama bir türlü geri dönemediğim o şehirde.
Artık dönmüştüm. Dönmek zorundaydım. Lavinia yoktu.
Bu nasıl mümkün olabilirdi? Ben onu en son evimize göndermişken ve oradan çıkmaması talimatını vermişken, en azından ben geri dönene kadar, o nasıl olurda yok olabilirdi?
Evet geri dönecektim. Dönmemek ihtimal dahilinde bile değildi. Sadece bunu nasıl yapacağımı, kendimi nasıl toparlayacağımı bilmiyordum ve geri döndüğümde yaratacağım kaosu kestiremiyordum.
Kan dökülmemesi de ihtimal dahilinde değildi. Canımı alanların canını alacaktım. Bu kendi kanım olsa bile.
Planlarım vardı. Henüz tamamlanmamış olsalar da hepsi sağlam planlardı. Herkesin içinden geçecektim. Öfkem kelimelerle tarif edilebilecek bir boyutta değildi. Öyle ki o günden beri suskundum.
İşte asıl korkulması gereken de buydu. Korkmalılardı ve korkuyorlardı da.
Buradan gitmeden önce Ahmet’e Lavinia’nın evin arazisinden çıkmamasını tembihlettiğim adamların karşımda bir ip gibi dizilmiş hallerini izliyordum.
Hepsi verdiğim emri bilmelerine rağmen nasıl olurda Lavinia günlerdir evimizde değildi? Hem de gittiğim günün akşamından beri?
Nereye nasıl gittiğimi kimse bilmiyordu. Hatta gittiğimi bile kimse bilmiyordu. Sadece bir anda yok olduğumu biliyorlardı. Beni bulmaları imkansızdı çünkü ben öyle istemiştim. Ama...
Nasıl olmuştu bilmiyordum ama dün Demiröz bir şekilde bana ulaşabilecek bir aracı bulmuş ve mesajını bana ulaştırmıştı. O aracının bana ulaşabileceğini nasıl biliyordu bilmiyordum. Belki de şansını denemişti ve tutmuştu. Mesaj oldukça açık ve netti. Aşığı olduğum ve günlerdir özlemiyle benden sakladıkları arasında sıkışıp delirmenin eşiğinde gezdiğim kadının bir fotoğrafı ve o fotoğrafın arkasında yazılı iki kelimelik bir cümle.
Lavinia yok.
Ne demek Lavinia yok? Hayır, asıl mevzu sadece bu kadar değildi!
Asıl mevzu gizli çekim olduğu çok belli olan fotoğrafta üzerindeki tüm bedenini saran diz altında biten açık renk elbisesinde çıkık karnı fazlasıyla dikkat çeken kadının Lavinia olmasıydı.
Zayıftı. Fazla zayıftı. Onu bulduğum zamandan bile daha zayıf olabilirdi. Bu durum çıkık karnı için kilo almış teorisini yok ediyordu. Geriye tek bir ihtimal kalıyordu.
Kabul etmek istemiyordum ama hamile miydi? Ben giderken bunu biliyor muydu? Bunu da mı bilerek benden saklamıştı? Yoksa bebeği istemiyor muydu?
Bebek? Bebeğimiz. Bizim bebeğimiz.
Lavinia hamileydi!
Ahmet’e verdiğim bir baş işaretiyle evimizdeki tüm korumalar teker teker paketlenerek büyük bir otobüse doluşturulmaya başlandı. Hepsi kelimenin tam anlamıyla imha edilmek üzere götürülüyordu. Güvenlik adına ne varsa hepsi sıfırdan yenileniyordu çünkü Lavinia yoktu ve ben gerçek anlamda dönmüştüm.
Lavinia yoktu.
Bilerek mi gitmişti? İkinci kez? İlkinde kendini haklı sanıyordu ve ben bunu anlayabilmiştim ama ya bu sefer ki? Onu bırakıp gittiğimi sanmıştı da kendini yine haklı mı görmüştü? Hem de beni gitmeme sebep olacak kadar buhrana sürüklemesine rağmen?
Bunu da anlayabilir miydim bilmiyordum.
Görevlendirilmiş yeni korumalar çoktan yerlerine geçip kontrolü ellerine alırken hissiz bakışlarımı etrafta dolaştırdım. Her biri eskisinden de iyiydi. Daha da iyi olmalılardı. Savaş yeni başlıyordu ama benim önce Lavinia’yı bulmam gerekiyordu.
Demiröz’ün mesajını gördükten sonra çok kısa süre içerisinde bunun doğruluğunu kontrol ettirmiştim ve Lavinia’yı bulamamıştım. Doğruyu söylüyordu Lavinia yoktu.
Direkt Bars’a ulaşarak neler olduğunu sorduğumda da aldığım tek yanıt buraya gelmen gerek olmuştu. Bende öyle yapmıştım çünkü her ne hissedersem hissedeyim ve ne kadar kötü olursam olayım konu Lavinia’ydı.
Buradan giderken onu bırakmış gibi gözükmüş olabilirdim ama bunun doğruluk payı yoktu. Kim birini terk edecek olsa evlerine gönderip onu orada muhafaza etmek isterdi?
Hata yaptığım bir yer yok muydu? Elbetteki vardı. Öfkemin beni sağır etmesine izin vermiş ve verdiğim talimatlara harfiyen uyulup uyulmadığını kontrol etmemiştim.
Ahmet’in söylediğine göre benim yurt dışına çıktığım günün akşamında Tamerler Lavinia’yı alıp gitmiş ve artık onunla kendilerinin ilgileneceklerini söylemişti adamlara. Onlarda benden daha büyük bir hata yapıp Tamerlerin ısrarlarına dayanamayıp verdiğim emirden çıkmışlardı. Bunda Tamerlerin ailem olmasının payı büyüktü çünkü onlar ailedendi ve adamların dediklerine göre bir sorun teşkil edeceklerini düşünmemişlerdi.
Yanılmışlardı bir kez daha. Benim tek ailem toprağın altında olan ihanete kurban gitmiş annem, babam, kız kardeşim ve toprağın üstünde olup aldığı her nefese şükrettiğim Lavinia’ydı.
Kendime dönüp baktığımda hiçbiri yanımda değildi. Lavinia da yoktu.
Tamerler geldiğimi biliyorlardı. Şu ana kadar çoktan soluğu yanımda almaları gerekiyordu çünkü ben öyle emretmiştim. Buraya gelip arkamdan ne sikler çevirdiklerini ve Lavinia’ya ne olduğunu anlatmaları gerekiyordu.
Çünkü artık tahammülüm kalmamıştı. Çünkü öfkemin sessizliği bile büyük bir gürültü yapıyordu.
Bahçenin hemen girişindeki büyük kapının önündeydim. Sırtım eve dönüktü çünkü orayı Lavinia’sız görmeye tahammülüm yoktu. Ona her ne kadar çok kırgın olsam da o benimdi işte. Hep de benim olacaktı. Kırgınlığım, kızgınlığım, öfkem... Konu oyken bunların etkisi bir yere kadardı. Hastalıklı bir histi evet ama bu umurumda değildi.
Etrafta amansızca dolaşan bakışlarım bahçe kapısının dışındaki sık ağaçların arasında uzayıp giden yola kaydı. İşte geliyorlardı.
Bir dakika içerisinde büyük araç kapısının önüne gelen araba verdiğim talimat üzerine içeri alınmazken tüm olan biteni ifadesiz bir yüzle izliyordum.
Kullandığı aracı yavaşlatarak önce kornaya bastı Tamer. Onun hemen yanında oturan Bars doğrudan kapının önündeki adamları incelerken onun çatılan kaşlarından bir şeylerin ters gittiğini anladığını anladım.
Bars benim en iyi dostlarımdan birisiydi ama bu süreçte nerede ne yaptığımı o da bilmiyordu. Onunla da hiçbir şekilde iletişim kurmamıştım. Kursaydım beni bir şekilde geri döndürmeye çalışacağını dahası Lavinia’yla iletişim kurmamı sağlayacağını biliyordum. Bu durum ben o psikolojideyken istediğim bir şey değildi.
Lavinia zaten ölüm kokan bir yerden gelmişken bir de burada ölüm görmesini istememiştim her ne kadar ben geldiği yerden daha çok ölüm koksam da.
Tamay arka koltuktan uzattığı başıyla bir türlü açılmayan kapıya tıpkı ikizi gibi çattığı kaşlarıyla bakarken Tamer bir kez daha kornaya bastı. Sonuç elbetteki değişmedi. Bu kapı Lavinia gelene kadar bana bile kapalıydı.
Kapının önündeki adamlar ifadesiz bir yüzle hala daha çalışmakta olan aracı izlerlerken adamların bir şeyler yapmayacaklarını kabullenmiş olsa gerek ki Tamer aracı durdurarak aşağı inen ilk kişi oldu. Onun peşine Bars ve Tamay da araçtan inerken sırasıyla hepsiyle göz göze geldim.
Normal halinden daha kısa olan saçlarıma attıkları kaçamak bakışlar eşliğinde suretimde nasıl bir ifade gördülerse ağır adımlarla yanıma yürüdüler. Bu esnada Ahmet’te talimatım üzerine yapmaya başladığı işleri bitirmiş bir şekilde yanıma geldi.
“Abi Zero denen adamın ne Trabzon’da dediği evi doğru çıktı ne de akraba olduklarını iddia ettiği kişiler.”
Ahmet’in verdiği bilgiler benim çoktan tahmin ettiğim şeyler olduğundan ona yalnızca bir bakış attım. Sonrasında karşımda dikilen üçlüye döndüm.
“Lavinia nerede?” dedim direkt konuya girerken.
Bu soruma hiç şaşırmamış olmalılar ki beni hemen Tamay yanıtladı. “Bak şimdi normalde Lavinia hep bizim gözetimimizde-”
“Lavinia nerede?!” Laga luga dinleyecek halde değildim o yüzden çoktan aşılan tahammül seviyemin getirisinde öfkeyle sesimi yükselttim.
“Zero’yla hastaneye kontrole gitmişti.” dedi Bars direkt alması gereken mesajı alarak.
Bakışlarım ağır bir şekilde ona döndü. “Zero kim ve ne kontrolü?” dedim cevabını bildiğim soruları sorarken. Ben gibi onlarda biliyorlardı cevapları bildiğimi.
“Zero, Lavinia’nın yakın korumasıydı.” dedi Tamay zoraki bulduğu bir cesaretle. Tamer’de ondan güç alarak devam etti. “Bebek kontrolüne gitti, cinsiyeti öğrenecekti.”
Bebek kontrolüne gitmişti.
Cinsiyeti öğrenecekti.
Zihnimde sızlatan bir acıyla yankı buldu bu iki cümle.
Cinsiyeti öğrenecekti öyle mi?
Anladığımı belirtir bir biçimde sakince başımı aşağı yukarı salladım. Zero denilen ne idüğü belli olmayan adamla haberimin olmadığı bebeğimizin cinsiyetini öğrenmeye gitmişti.
“Kim Lavinia’yı benim himayemden alıp ona başka bir koruma tahsis etti?”
Anlamsız sakinliğim karşımdaki üçlüde inanılmaz bir gerginlik yaratırken bunu hissetmemek imkansızdı. Sorduğum basit soruyla bakışlar bir an Tamer’e kayarken alacağım yanıta çoktan ulaşmıştım ama hiç fire vermeyen bir ifadeyle bende Tamer’e döndüm.
Kendisine bakmamla direkt konuşmaya başlayan adamla gözlerim kısıldı. Damarlarımın gerginliği gözle görülür bir hale gelmişti.
“Zero’yu ben buldum. Haziran’da Trabzon’a cemiyete gittiğimizde orada tanışmıştım. Damadın arkadaşıydı aynı zamanda marangoz Cemil amcanın eşinin yeğeni oluyordu.”
Verdiği bilgilerden o kadar emindi ki sergilediği eminliğin derecesinin sadece aptal insanlarda olduğunu göremiyordu. Tekrardan anladım dercesine başımı aşağı yukarı salladım. Refleks halinde başımı yan bir açıyla yere eğerken sertçe burnumu çektim. İşte o an olacak olanlar oldu.
Ne ara başımı yerden kaldırdım ne ara Tamer’e oldukça sesli bir yumruk attım bende takip edememiştim. Algılayabildiğim tek şey Tamer’in burnundan gelen ses ve yere seriliş görüntüsüydü.
Tamay anında çığlık çığlığa müdahale etmeye çalışırken Bars’ın hızlıca onu yakalayıp tutmasını göz ucuyla gördüm. Umursamadım. İstedikleri kadar bağırıp çağırabilirlerdi. Hiçbiri benim dönüşümle gelen kıyamet kadar yankı uyandırıcı olmayacaktı.
Ahmet’e verdiğim işaretle adamları hızla harekete geçirdi. Karşımdaki üçlü malikanenin sınırlarından çıkartılırken arkama bile bakmadan doğruca hazırda beni bekleyen araca ilerledim.
Büyük bir kumara başlamıştım ama kartlar yeniden falan dağıtılmıyordu. Kartların hepsi bendim, içimdeki öfkeydi ve bu oyunda kazanmakta kaybetmekte birdi.
***
20 Temmuz Salı.
Bayram, “sevinç, neşe ve mutluluk günü” demekti. Geçmişten günümüze ve yüksek ihtimalle gelecekte de insanların aileleriyle bir arada olarak büyük bir tutkuyla kutlayacakları o gündü.
Ama benim değil.
Ares gideli kaç gün olmuştu bilmiyordum. Saymıyordum çünkü onun yokluğunun bilincinde yaşamak yeterinde ızdırap vericiyken bir de bunu saymak soluğumu kesmekle eş değerdi.
Kurban Bayramının birinci günündeydik. Saat çoktan akşamı bulmak üzereydi. Güne uyandığımdan beri burada, yaşadığım dairenin balkonunda, sessizce oturuyordum.
Tamaylar her zamanki gibi beni yanlarına çağırmışlardı ama gitmemiştim. Onlar gelmek istemişlerdi bunu da kabul etmemiştim. İstemiyordum. Hem de hiçbirini.
Her ne kadar Ares gittiğinden beri yanımda bir tek onlar olsa da ben onlara yanımda olun hiç dememiştim. Aksine onların da gitmesini istemiştim ama onlar inatla ve tezatla gitmemeyi seçiyorlardı. Birinin aksine.
Bunun sebebinin de bebek olduğunun pek ala bilincindeydim.
Bebek. Bebeğim... Doğduğu ev kaderi olan değil düştüğü rahmi kederi olan bebeğim.
Babasının daha onun varlığını öğrenmeden terk ettiğini öğrendiğinde az kalsın bağlı olduğu pamuk ipliği kopacak olan bebeğim. Beni beş gün yoğun bakımda yatıran bebeğim. Günlerdir nefes alıyorsam bunun tek sebebi olan bebeğim. Israrla bu dünyaya gelmek için bedenime acı veren sinyaller yollayan bebeğim.
Babasız bebeğim. Düştüğü rahmi kederi olmasın diye o gün yoğun bakıma girerken ikimizde buradan çıkamayalım diyerek ağladığım bebeğim. Annesinin o günlerdeki düşüncelerini öğrense onu hiç affetmeyecek olan bebeğim.
Elimdeki siyah kalın kapaklı deri deftere son cümlemi yazarak kapağını kapattım.
Özür dilerim anneciğim.
Hamileliğimde sekizinci haftanın içerisindeydim. Çok zor günler geçiriyordum. Bunun asıl sebebi Ares’in yokluğu olsa da yaşadığım fiziksel acının asıl sebebi o değildi. Hamileliğim berbat ilerliyordu. Yoğun bakım olayından sonra kaç kez daha kanamam olmuştu kaç kez hastanelik olmuştum bilmiyordum. Kusmaktan ve baygınlık geçirmekten beyin fonksiyonlarım algılarını yitirme raddesine gelmişti. Bir ölüden tek farkım nefes alıyor oluşum ve içimde bir cana daha nefes oluyor oluşumdu.
Titrek bir iç çektim. O günden beri zaten benim tüm nefeslerim titrek birer iç çekişten ibaretti.
Son günlerin getirisinde iyice gücünü kaybeden ellerimi sıkıca karnıma kapadım. Bu onu öğrendiğim günden bu yana edindiğim yeni bir alışkanlıktı. İşin doğrusu acı veren duygulardan kaçmak için ne yaparsan ona bağımlı olurdun. Benimki de sanırım bir tık o hesaptı.
Henüz karnım dümdüz olsa da ve ben bu hareketten işin aslında pek bir şey anlamıyor olsam da biliyordum ki bu değişecekti. Karnım gün geçtikçe büyüyecek, gücünü yitirmiş titrek ellerim nefesi olduğum bebeğimi sarmak ve onu koruyup kollamak için güçlenecekti.
Peki bu değişikliklerin arasında onun geri dönmesi de var mıydı? Dönse ne olacaktı? Beni dinleyecek miydi? Beni affedecek miydi? Ben onu affedecek miydim?
Çok değil bundan bir buçuk ay öncesinde Trabzon’dayken çay bahçesindeki bir an düştü zihnime. Hesibe’nin Ares’e olan ilgisinin huysuzluğunda anını yakaladığım ilk an Ares’e laf çarpıttığım ve onun huzursuz olduğum konuyu çözmek için anında beni sarıp sarmaladığı bir andı.
O zaman Ares’in beni hızla sarıp sarmalaması hakkında ‘Herhangi bir huzursuzlukta ya da kavgaya dönüşebilecek konularda tensel temassız yapamayan ve beni iyice dibine çeken canım adamımın bu halleri onu tekrar bırakıp gitmeyeyim diyeydi. Çünkü biliyordu ki artık en ufak bir şeye bile tahammülüm yoktu. Ve yine çok iyi biliyordu ki ben kendimi ait hissetmediğim, beni yaralayan her yerden her şeyi ardımda bırakarak giderdim. Daha önce yaşadığımız olaylardan da tecrübeyle sabit bilgisi vardı ve o anların onda bıraktığı etkiyi gözlerine baktığımda çok net görebiliyordum.’ diye düşünmüştüm.
Oysaki o zaman nereden bilebilirdim benim en ufak bir şeye bile tahammülüm yok, ben her şeyi bırakıp giderim derken onun gidip benim kalacağımı...
Suratımı buruşturdum acı içinde. Yine içerisinde yüzemeyip boğulduğum düşüncelerin ağrılığında midem çalkalanmaya başlamıştı. Bu artık alıştığım bir durumdu.
İçerisinde misafir olduğum ve asla uyum sağlayamadığım evde adımlarım her şeye tezat ezbere ilerlerken kendimi klozetin dibinde dizlerimin üzerinde titrerken buldum. Kusmak bu hayatta en nefret ettiğim şeyler arasında ilk üçe girerken titremekten işlevini kaybeden ellerimi nereye koysam tutunamıyordum.
Her zamanki gibi ağlaya ağlaya kusmaktan nefesim kesilirken zor bela sifonu çekerek ayaklandım. Puslu bir görüş açısıyla lavaboya güçlükle ulaştığımda yaptığım ilk şey buz gibi akan suya sığınmak olmuştu.
Defalarca çalkaladığım ağzımın içi ve yıkadığım yüzümle aynaya bakmaktan kaçınırken havluya yan bir bakış atarak güçsüz adımlarla lavabodan çıktım. Yüzümü kurulamak bile eziyet gibi gelmişti gözüme.
Tekrardan balkona değil de kaldığım yatak odasına ilerleyecekken çalan kapıyla bir an duraksadım. Zile basılmıyordu kapı güçlü bir el tarafından vuruluyordu. O zaman gelen kişi Zero’ydu. Bu eve pek kimse gelmiyordu ve gelenlerden de bir tek o zile basmıyordu.
Zero: Tamerlerin bana tahsis ettiği yakın korumaydı. Aynı zamanda cemiyet için gittiğimiz Trabzon’da telefonla konuşacağım bahanesiyle kaçtığım yerde karşılaştığım ve kötü bir izlenim almasam da tuhaf bulduğum o adamdı. Hayat gerçekten de tesadüflerle doluydu.
Tamer’in dediğine göre oralardan bir akrabanın akrabasıydı. Tanıdık sayılırdı ve bu benim ve bebeğimin güvenliği için en iyisiydi çünkü artık Ares yoktu.
Evet Ares yoktu.
Güçsüz adımlarımı sürdürerek yönümü dış kapıya çevirdim. Yine beni yoklamaya gelmiş olmalıydı. Normalde dairenin bulunduğu dört katlı binanın önünde aracında bekliyordu ama ben değil evden çıkmak burnumu camdan bile uzatmadığımdan sık sık yukarı çıkıyor ve kapıdan ne durumda olduğumu yokluyordu. Dediğine göre emri bu yöndeydi.
Umursamıyordum. Ne Tamer’ler beni hastaneden sonra yanlarına almak istediğinde umursamıştım ne beni bu eve getirdiklerinde umursamıştım ne de yanıma birini verdiklerinde.
Bekliyordum. Biraz olsun gücümü toparladığım ilk anda buradan da gidecektim. Ne yapacaktım bilmiyordum ama elbet bir şey bulurdum. Sonuçta daha önce yapmadığım bir şey değildi sıfırdan başlamak. Yine yapardım. Bu kez artı birdim ama bu gözümü korkutmuyordu aksine düşüncesi az da olsa içimi ısıtıyordu çünkü bu kez yalnız değildim.
Ares yoktu ama o vardı. Bebeği. Bebeğimiz.
Araladığım çelik kapının ardında gördüğüm beden yanılmadığımı gösterirken ona sadece sorgulayıcı bir bakış attım. Artık o da buna alışmıştı ki ben konuşmazdım. Bu bir süredir böyleydi. O hastane günlerinden beri...
“Nasılsınız Lavinia Hanım? Bir isteğiniz var mı?”
Klasik sorularına yine hep olduğu gibi olumsuz bir baş sallamasıyla yanıt verdikten sonra tekrar bir şey demesine izin vermeden kapıyı kapattım. Hayattaydım bunu görmüştü ve bu patronlarına vermesi için oldukça yeterli bir bilgiydi.
İçimde yanıp tutuşan yatma isteğine karşı koyamazken aklıma balkonda unuttuğum defterim geldi. Olabildiğince hızlı adımlarla gidip ilk onu aldım. Bu önemliydi, sırlarımdı, yoldaşımdı. Sonrasında da bu eve getirildiğim ilk günden beri yattığım yatak odasına gittim.
Buradan sonrası çok tanıdıktı. Acı içinde kıvrandığım çarşaflar geceme tanıklık ederken onlara eşlik eden bolca göz yaşı vardı. Günlerim bu şekilde akıp giderken geceler nedendir bilinmez daha azap vericiydi.
Öyle bir haldeydim ki... Kimsenin bilmediği ama her şeye rağmen derdimin sabrıma hayran olduğu.
***
Bir adam sevmiştim ilk günden beri benim için çabalayan, bir adam sevmiştim daha önce hiç sevilmediğim ve bir daha hiç böylesine sevilmeyeceğimi sandığım, bir adam sevmiştim yaralarımız denk olmasa da acılarımızın bir olduğu, bir adam sevmiştim bana yeni bir hayat için ümit olan; bir adam sevmiştim ama ben sanırım hiç sevilmemiştim.
Günler akan bir sudan hızlı, alınan bir soluktan çabuktu. Acıması yoktu.
Takvim yaprakları 23 Temmuz’u işaret ediyordu. Bugün bayramın son günüydü ve değişen tek şey takvim yapraklarıydı.
Ares yoktu.
Her ne kadar çok net bir şekilde onları istemediğimi söylesem de Tamay’lar buradaydı. Tam kadro. Eskiden muhteşem üçlü olarak adlandırdığım ama şu an gözüme hiç de muhteşem gözükmeyen, ilk zamanlardaki güzelliklerini kaybeden ekip sus pus bir şekilde karşımdaki üçlü koltukta yan yana oturuyorlardı.
Neden bir türlü pes edip gitmiyorlardı? Geldiklerinden beri susuyordum. Hatta dahası çaldıkları kapıyı zahmet edip açmamıştım bile. Tamay kendindeki yedek anahtarla kapıyı açmıştı da içeri öyle girmişlerdi.
Önceleri bana Ares’i bulup getirmedikleri için onlara tavırlıydım ama artık bunun da bir önemi kalmamıştı. Biliyordum o bir gün geri dönecekti ama her şey için çok geç olacaktı. Bunu hissedebiliyordum.
Şimdiyse geçen her günde her şeyin önemini yitirmesiyle onlarda değer kaybediyordu. Tamer zaten o malum günden beri bitmişti benim için. Tamay ve Bars’ın da pek bir önemi kalmamıştı.
Şu anda belki bencillik yapıyor gibi gözükebilirdim. Sonuçta Ares gittiğinden beri yanımda onlar vardı. Hastaneye de onlar götürmüştü, orada da yanımda onlar kalmıştı, şimdi de yanımda onlar vardı. Ama yetmiyordu. Anlamsızdı. Olan onca şeyden sonra her şey anlamsızdı.
Onlar her ne kadar biz senin yanındayız dese de ortada kendi kanlarından bir bebek vardı. Bana bu yüzden pek inandırıcı gelmiyorlardı. Hele ki Demiröz...
O gün Tamer’in ağzından duyduklarımı bugün bile çok net hatırlıyordum. Ares gitmişti ve o beni geri göndermek istemişti. Ta ki bebek haberini duyana kadar.
Tamay’ın dediğine göre ben yoğun bakımdayken her gün hastaneye gelmişti. Deniz Bey ve Umay Hanım’da aynı şekilde. Bir önemi var mıydı peki? Bende bunun cevabı hayırdı.
Beş gün yoğun bakımda kaldıktan sonra iki gün daha hastanede kalmıştım ve o süreçte Tamay’la birlikte bana haber göndermişlerdi. Gelmek ve yüz yüze görüşmek istiyorlardı. Bunu kabul etmemiştim.
Görüşme ısrarları tabi ki sadece o kadarla kalmamıştı. Hastaneden çıktığımda da Ares’le yaşadığım evimize dönmek istemediğimde de Tamay’lar geçici süreliğine beni bu eve yerleştirdiğinde de benimle görüşme talepleri sürmüştü. Sonuç elbette ki değişmemişti. Onlar benimle görüşmek istemiyorlardı. Onlar bebeği merak ediyorlardı, bebeğimi istiyorlardı. Biliyordum.
Buna ister paranoyaklık desinlerdi isterse başka bir şey. Ares yoktu ve herkes oldukça şüpheliydi. Kendimi korumam gerekiyordu ve dahası artık kendimden bile korumam gereken birisi daha vardı.
“Yarınki kontrole bende seninle geleyim mi lavkuşum?”
Dakikalardır kıvranarak oturduğu yerden sonunda ağzındaki baklayı çıkartan kadına hiç acele etmeden çevirdim bakışlarımı. Ne sanıyordu ki? Ares gitmişti evet, sırf hamileyim diye hayata bir şekilde devam etmeye çalışıyordum evet ama kalkıp da hiçbir şey olamamış gibi yaşamımı mı sürdürecektim?
Buna içimden alaycı bir gülüş savurdum ama dışarı yalnızca mimiksiz bir şekilde söylenilen ‘hayır’ kelimesi çıkmıştı.
Tamay, benden aldığı yanıtla şaşırmazken yine de bir hayal kırıklığına uğramamış değildi. Az önce hevesle kaldırdığı omuzlarının ağırca çöküşü buna işaretti.
“İstersen yarın Zero yerine ben eşlik edeyim sana ne dersin?” diyen Tamer’de kendi fırsatını değerlendirmek isterken ona bakmadım bile.
Oturduğum koltuktan ağırca kalkarak sersem adımlarla yattığım odaya gittim. Kapıyı peşimden örterken ışığı açma tenezzülüne bile girmeden doğruca yatağın içerisine kıvrıldım.
Hiçbirine tahammülüm yoktu. Ares’te yoktu.
Ben her ne kadar başka odaya da geçmiş olsam, peşimden kapıyı da kapatmış olsam içerisinde bulunduğumuz dairenin duvarları yeni bina olmasına rağmen oldukça ince olduğundan içeride konuşulan her şey kulağıma doluyordu. Bu yeni fark ettiğim bir şey değildi ama sanırım Tamay’lar hala daha bunu fark etmemişlerdi. Yoksa her şeyi böylesine açıkça konuşmalarının başka bir açıklaması olamazdı.
“Hiç iyiye gitmiyor.” demişti benim gidişimin ardından Bars.
“Ne bekliyordum bilmiyorum ama bende bu kadarını beklemiyordum.” diye desteklemişti onu hemen Tamer.
“Bunu dememek için günlerdir kendimi tutuyorum ama inşAllah bebeğe bir şey olmaz. Yoksa Lavinia’yı tutamayız. Bebeğe rağmen bu kadar az toparlandıysa bebeğe bir şey olduğunda ne olur asla kestiremiyorum.”
Tamay’ın yersiz olmayan korkusunu ses tonundan buram buram alırken içten içe ona hak veriyor olmak canımı sıkıyordu. Bu haklılığı bende vicdan azabı uyandırırken özür dilercesine düz karnımı okşadım durdum.
“Ares’ten hala daha bir haber olmaması çok tuhaf değil mi? Hala ne oldu ne bitti tam olarak bilmiyoruz. Hayır bu kadar büyük ne olmuş olabilir? Dün babam dedeme neden ‘Ares ağzımıza sıçacak.’ diyordu?” Tamay’ın saf merakla sarf ettiği sözler bende hiçbir şey uyandırmadı.
Umarım gerçekten de dedikleri gibi olurdu. Her ne kadar ona çokça kırgın olsam da ortada büyük bir gerçeklik vardı ki Ares sonuna kadar haklıydı.
“Bende pek ayrıntılı bir bilgi öğrenemedim ama sanırım Ares dedikleri şeye başladı bile. Bayrama girmeden önce şirkete bir tebligat gelmiş. Ben görmedim tabi bunu Demiröz direkt diğer avukata yönlendirmiş. Bu sabah bir şirkete uğramam gerekmişti bana da o zaman yeni gelen şu stajyer ağzından kaçırdı. Sanırım Ares şirketin hisselerini bölerek şirketi ayırmak için bir dava açmış ama anladığım kadarıyla öyle basit bir dava değil. Ciddi bir konuda suç duyurusunda bulunmuş. Delilli falan.”
Bars’ın sıkıntılı sesi buradan bile anlaşılırken bir anda ortama bomba gibi düşen haberle soluğumu tuttum. Büyük bir fırtına yaklaşıyordu biliyordum ve asıl olay Ares’in gidişi değil gelişi olacaktı bunu da biliyordum.
Kasıklarımda hissettiğim seğirme bana tuttuğum nefesimi hatırlatırken hızlıca derin bir soluk aldım. Titrek parmaklarım karnımın üzerinde dolaşırken yatakta sırt üstü yatar pozisyona geçtim.
“Korkma bebeğim baban kötü birisi değil. Sadece onun birazcık canını yaktılar o kadar.”
-BÖLÜM SONU-
Nasılsınız bakalım?
Bölümü nasıl buldunuz? Bin bir engel ve sorunu aşarak geldim:)
Bol bol etkileşim bırakmayı unutmayın. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 9.9k Okunma |
640 Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |