@_wolfcub_
|
Hiç mi üzülmez insan Hiç mi düşünmez Hiç mi aklı kalmaz Hiç mi bilmek istemez Hiç mi...
Kan... Parmağımdaki kanı durdurmak için bir peçete bastırdım parmağıma. Acımıyordu, hissetmiyordum hiçbir acı. Oysa derin bir kesikti. Algılarım... Yine oyun oynuyorlardı benimle. Birazdan acı içinde kıvranacaktım. Hislerimi, Algılarımı sevmiyordum. Bir gelip gidiyorlar gibiydi. Bir garipti. Doktorlara sorsan anlamazlardı, arkadaşlarım delisin derdi. Deli olmak... neydi ki? Neyi ifade ediyordu? Ne için söylenirdi? Benimki bunun ötesindeydi, ya da ne bileyim dibinde. Boğulur gibi hissetmeye başladım önce. Sonra ise bir sızı geldi elime. Boğulur gibi olmak, evet, işte benim hislerim bu denli dengesizdi. Peçeteyi parmağıma dolayıp sandalyeden kalktım. Bir yere gitmem gerekiyordu. Dışarı çıkıp sokağa adım atar atmaz bir gitgel oluştu beynimde. Bu sokak... Bu sokakta ne çok anı biriktirmiştim. Hikayemin başlangıcı, sokağın başındaki yetimhaneydi. Yetimhanenin rutubetli duvarları, kapağı gıcırdayan dolabın içindeki tek kıyafetim. Hepsi bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Yetimhanedeki hikayem sona erince, asıl hayatım olan o ev belirdi gözlerimin önünde. O evin içinde yaşadığım acılar, acılı çığlıklarım ve dahası... Duvarları gri renkliydi, küçüktü ve bir odası tamamen kitaplarla doluydu. Duvarlarda çizgiler vardı, bir delinin hikayesindendi o çizgiler. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi ve toplamda dört yüz yirmi beş çizgi. Kocaman bir hayatın anlamıydı bu çizgiler. O evin olduğu apartman, orası cehennemin tanımıydı. Yani o ev, cehennemde bir indi, bir mağaraydı. Şeytanın ini, derlerdi şimdi oraya. Evet, sahiden şeytanın iniydi. Geçmişten gelen ve apartmanın içinden yankılanan boğuk ve acılı çığlıklar doldurdu kulaklarımı. Benimdi, yahut başkasının. Ama yoğundu, acı içindeydi, kan kokuyordu bu çığlıklar. Gecenin bir yarısı aşağı inerken merdiven yanındaki demirlere bulaşan kanımın kokusunu genzime çektim. Hâlâ hissediyordum orada yaşadıklarımı. Yunan efsanesi... Orada okuduğum kitaplardan birkaçı bu ismi taşıyordu. İlk sayfada her zaman MEDUSA yazardı. Bu güzel tanrıça, ya da artık ne ise, hep gözdeydi Yunanlılar için. Sahi, Medusa'yı madem bu kadar seviyorlardı, acaba onu ilk gördüklerinde ne hissetmişlerdi? Mutluluktan ağlamışlar mıydı mesela? Yoksa ilgilenmemişler miydi? Sahi, bir insanı sadece ilk görünce mi aşık olunuyordu, son görüşte mi? Apartman gözümün önünden kayarken bir şey oldu. Onu hatırladım. Onu... O kumral rengi gözleri, badem rengi saclari, ufak ufak dağılmış çilleri, daha küçük yaşındaki büyüklüğü... O çocuktu, ama gerçekten çocuk muydu? Elleri kan toplamış, gözleri kıpkırmızı, yüzü çizik dolu, nefesi hızlı olan çocuğa çocuk denir miydi? Her gün yirmi kilo altında kalıp kürdan kadar kalan çocuğa çocuk denir miydi? O acınası hali... Gözleri hep yaş doluydu. Ellerimi tutmak istemezdi. Eli pürüzlüydü, su toplamıştı. Ama ben umursamazdım, alırdım onun elini dizime merhem sürüp dururdum. O benim gibi yetimhaneden çıkmamıştı. O, o apartmanın baş kurbanıydı. Her elden bir fiske yemişti. Her ağırlığın altına girmişti. Her acıyı çekmişti. Ama hiç duruşundan ödün vermiyordu. Hep dikti, dik kalıyordu. Okula gitmez, ilim bilmezdi ancak bir konuşursa, akşama kadar dinlemek isterdi onu ilim insanları. Okula bir kez bile adımını atmadan öğretmenin gözdesi olmuştu. Hesap yapmayı kendi öğrenmişti, okuma yazma ise, göz aşinalığı ileydi, yani yine kendisi sökmüştü. En sevdiği yazar Tolstoy olmuştu hep, hiç değiştirmezdi. Bana da sürekli onu övüp dururdu. Anlatırken bir kez bile duraksamazdı. Okula gidenlerin yapamadığını, o bunca acının altında yapıyordu. Etraftaki onca pisliğin ortasındaki bir ışık gibiydi onun zihni, çabası, duruşu. En büyük hayali yaşamaktı. Hepimizin hayali hep bu olmuştu. E tabi yaşamıştık da ama, bitmemişti. Tam oldu derken, daha kötüsü başlamıştı. Tam dinlediğimizde daha yorucu bir şey ile karşılaşmıştık. Kendi evimiz olmuştu, oradan uzağa gitmiştik, paramız olmuştu, aralıksız yemek yemeye başlamıştık. Artık canımız yanmıyordu, kimse bizi dövmüyordu. Giysilerimiz yırtık değildi. Kimse bir sınır için kullanmıyordu bizi. Ya da tehdit edilmiyorduk, tecavüz için. Sokağı görüyorduk, eve kitlenmiyorduk. Kırılan bir bardak için hırsızlık yapmıyorduk. Boğazımıza bıçak dayanmıyordu. Ceza olarak buz gibi odada bekletilmiyorduk. Altı ateş alan bir kazanın içine atılmıyorduk. Artık yoktu bunlar. Nefesimiz normaldi, ellerimiz normal rengindeydi, kırmızı değildi. Ayaklarımız sağlamdı, kan toplamamıştı. Normal insanlar gibiydik şimdi. Sokakta karşı karşıya gelirken hızla gelebilecek bir arabaydı en büyük korkumuz. En büyük neşemiz yemek yemek değildi. Normal bir ihtiyaçtı yemek, mucize değildi. En büyük eğlencemiz arkadaşlarımız ile vakit geçirmekti. Burnu havada insanların dedikosunu yapmaktı. Yolda yürürken arkamıza bakıyorsak arkadaşımız arkamızda olduğu içindi, sırtımıza silah dayandığı için değil. Soğuk kış gününde birkaç saat dışarıda kalmak donmamıza sebep oluyordu. Soğuk odada birkaç gün beklediğimiz için değil, arkadaşlarımız ile yolda gülüşerek yürüdüğümüz içindi donuşumuz. Kalbimiz ağrıyordu çünkü gribimiz ağırdı, bundan bir önceki gün karnımıza bıçak saplanmıyordu. Geçmişte kalmıştı hepsi, şimdi normal yetişkinlerdik. Çocukken yaşadığımız şeyler bitmişti. O yaşamayı mucize gören çocuklar şimdi gülüyor, oynuyor, eğleniyordu. O yaşamayı mucize gören çocuklar şimdi işlerini erteliyordu. Yarın yaparım, diyebiliyordu. Yarın vardı onlar için artık, gelecek vardı. Dün bıçaklandım, dün dövüldüm demiyorlardı artık. Yarın gezeceğim, yarın başaracağım olmuştu cümleleri. Ama geçmiş unutulmazdı, silinmezdi. Tozlanırdı, sözlerden çıkardı ancak hep oradaydı. Hep bir damla gözyaşı, bir acı geçmişe dökülür, birikir ve insanın peşinden gelmeye devam ederdi. Asla yok olmazdı. Bir parçası, bir damlası bile yitirmezdi yaşamını. Önüne bakmalıydı insan ama hayat buydu, geçmişin tozları, damlaları, parçalarıydı. Vazgeçilmez bir gerçekti bu. Şimdi geçilen bu sokak, bir zamanlar kan gölüydü ve geçmiş buydu. Hep kalırdı. Kokusu, sesi, tadı, hissi asla eksilmezdi insanın içinden. Sevgiyi bulmak mümkün olur muydu kanlı bir geçmiş ile? Her şeye inat, sevilir miydi biri? Mutlu olur muydu? "Arkan, buraya gel bakalım." Tok bir ses... Anılarımın içinden söküp çıkardı beni. Boğulmakta olan bir bebeği kurtardı, ona süt verdi adeta. Geçmişimin kan gölünde çırpınarak yürümeye başladım. Tok sese ulaştığımda gülümseyen bir yüz ile karşılaştım. "Al şu elmayı, zihnini toparlasın. Yine dalmışsın uzaklara." Uzaklara bakmak, sadece uzaklara dalmak demek miydi? Oysa ben hayatımın hayatımın yakınında kaldım, orada canlandı bedenim, ruhum. "Uzaklar değil, yakınlar Has amca." "Biliyorum ben senin içini Arkan. O yakınlar dediğin yer aslında çok ötededir. Yakının senin uzağın, uzağın ise yakınındır." "Anlayan anlar diyorsun yani." "Sen önce yürümek neymiş onu anla. Topallayarak yürüyorsun, sanki bir golün içinde kalmış gibi." "Göl gözle görülmez sadece. Belki benim ayağımın altı hep göldür." "Kan gölü, değil mi?" "Kan gölü." Elmayı alarak Has amcanın yanından ayrıldım. Mahallenin bakkalıydı Has amca. Yetimhanenin bir zamanlar hası olmuştu o. Adı oradan mı geliyordu, bilmiyordum. Ancak sesindeki tokluk, yüreğindeki bilgi oradandı. Rutubetli bir koku ilişti burnuma. Bu geçmişten değildi. Bu, yetimhanenin kokusuydu. Yosun kaplamış duvarları, rutubet kokan koridora açılan kapısı ile tam karşımdaydı. Heybetli değildi elbette ama bana çok büyük görünüyordu. Ben burada oluşmuştum. Tohumum buraya aitti. Burası beni bir bina gibi yapmış, yıkım ekibine, o eve göndermişti. Yıkılmadım, ayaktayım diyemezdim. Ama onca şeye rağmen en dibe vurmamıştım, daha. Geçmiş kadar, gelecek de dikenliydi belki de. Ben çok acı çektim bu zamana kadar diyerek, eski acılarının büyüklüğüne bakarak insan, hayatının düzeldiği noktayı hep sabit kalacak sanırdı. Oysa bu yanlıştı. Düşüş anı olurdu, çıkış da öyle. Bazı çıkışlar zorlardı belki ama, yine de aniydi. Sokağın son dönüşü... İşte hayatımı birkaç adım ile geçmiş gitmiştim. Oysa kolay mı atıyordum bu adımları? Kolay mı alıyordum bu nefesi? Soran yoktu, cevap yoktu. Önemseyen ise hiç yoktu. Yokluk ve hiçliğin ne olduğunu çok iyi biliyordum. Parasızlık, açlık, susuzluk yokluktu. Kan gölünde yüzmek, ailesizlik, acı ile yaşamak ve şiddet, hiçlikti. Aslında dahasıydı hiçlik. Benim hayatımın hiçliği buydu. Şiddet, ailesizlik, kan gölü, tecavüz, tehdit, uyumak, uykusuzluk, acı çekmek, acı çekenleri görmek benim hiçliğimdi. Oysa ona sorsanız, onun hiçliği daha büyüktü, daha yoğundu. Anlatırken hiçsizleşirdi, şüphesiz. Hani bir şarkı vardı, "her şeyi al, bana beni geri ver." diye. İşte, onun hiçliği buydu aslında. Kendisi, onun hiçliği olmuştu. Biri ona seçme şansı verseydi, o her şeyi, her güzelliği, her nefesi geride bırakıp kendini seçerdi. Bir isteği olsa, kendisi olurdu. Kendini seçmek... Bu ne demekti? Ruhunu bulmak, onu beslemek miydi? Bana göre göre olabilirdi. Ama her insanın 'kendisi' farklıydı, bilinemezdi. Onun kendisi, kayıp ve yaralı ruhuydu. Yaralı, çocukluğunda kalmış, kimsenin umursamadığı... O orada sıkışıp kalmış bir ruhtu. Kurtuldu, ama ruhunu kurtaramadı hiçbir zaman. Hepimiz ruhumuzu büyütmüştük. Onun ruhu çocuk kalmıştı. O harabenin arasında sıkışmıştı. Şerefsiz insanların ayaklarında ezilmişti. Aç, susuz, sevgisiz, saygısız, bilgisiz kalmıştı. Onu kurtarmak için uğraşmıştı. Ancak nafile... O yetersiz kalmıştı. Ellerinin kirini görüp kaçtı önce çocuk kalan ruhu. Sonra ise tişörtündeki kandan tiksindi. Saçlarının arasındaki beyazlık midesini bulandırdı. O ruh artık ona gelemezdi. Çünkü o kirlenmişti, yıpranmıştı, dövülmüştü, yorulmuştu. Ruhu ise çocuk kalmıştı. Sadece birkaç çiziği olan bir çocuktu o. Acıyı yüzeysel tatmıştı. Kemer darbeleri saysan üç taneydi o ruhun. O ise, ruhunun aksine çok harap olmuştu. Yüzüne bakılmaz hale gelmişti. Sahi, o nasıl nefes alıyordu? Yaşamak çocukluk hayali olduğu için mi ayakta kalmıştı? Bunu ondan annesi mi istemişti? "Benim sadık yarim kara topraktır." "Dost dost diye nicesine sarıldım, benim sadık yarim kara topraktır." "Arkan... Yine geldin mi?" "Geldim, geldim Yusuf amca." "Söylediğim şeye de hemen katık oldun." "Aklımda kaldığınca. O şiir, ya da türkü neyse artık, sadece o söylediğim kadar aklımda kalmış." "Olabilir. İnsan hafızası yanıltıcıdır. Bugün tüm bildiğini, yarın unutursun." "Ama yaşadığını... unutmazsın." "Ağırdır Arkan... Her yaşanan ayrı bir ağırdır." "Senin şu kitabın ne oldu?" "Bitecek inşallah. Bittiği an bir yerden çoğaltıp önce mahalleliye dağıtacağım." "İyi. İlk okuyucun olmam gerek, biliyorsun." "Elinde olsa Tolstoy'un ilk okuyucusu olmak için göt yırtacaksın." "Yusuf amca, ayıp ediyorsun. Göt falan ne öyle?" "Aman canım, hakikat böyle olunca, anlatışın pek önemli olmuyor." "Tabi orası öyle lakin edep önemli şeydir." "Bana diyene bak. Arkan, hani sen bugün okula gidecektin? Ne dil yırtıyorsun benimle?" "Amca, önce göt, şimdi dil. Her yerim yırtıldı laf gidişi." "Lafı dolandırma." "Gidesim gelmiyor be amca. Hem artık koca kız oldum." "Bak hâlâ işin şakasındasın. Öğretmen hanımı göreceksin ya hani. Zaten bu yaşta okula gidip öğrenim görsen sıkıntı be göt kızım!" "Unuttum ben öğretmen hanımı. Hem göt kızım falan, ne oluyor Yusuf amca." "On yıllık söze de laf et anca sen. Hadi bekletme öğretmen hanımı. Ya bekliyorsa seni? Mahçup olursun kadına." "Tamam. Hemen otobüse atlar giderim şimdi." "Yolda götüne başına dikkat et. Dağılmış gelme bu sokağa. Tam istiyorum seni, gülücüğünle, duruşunla." "Tamam Yusuf amca. Sende ben geldiğimde çay içiyor vaziyette olacaksın." "Emredersiniz göt Hanım." "Çok kibarsınız bey amca." Gülerek Yusuf amcanın yanından ayrıldım. Beni en içtenlikle güldüren kişi Yusuf amcaydı. Çok seviyordum onu. O, bir yazardı. Yazdığı son kitap, basılacak olan 3. kitabıydı. Beni 12 yıldır tanıyordu. Babam yerine koyabileceği bir adamdı. Yalnız bazı sınırları vardı. Bazı anlarda çok uzakmışız gibi davranırdı. Her zaman sevecen değildi. Bazen çok sinirli olurdu. Öyle durumlarda ondan korkmazdım ama çok da yakınında durmazdım.
|
0% |