Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@abdulkadirtuncay

Nüfus Memuru, “Çocuk kaç yaşında?” diye sorunca, okumayı çok az bilen ama yazmayı hiç bilmeyen Mirza, tıpkı birine selam verir gibi sağ elini parmakları açık bir şekilde havaya kaldırarak, “Beş” demiş ve böylece henüz beş aylıkken nüfus kayıtlarına beş yaşında kaydedilmiş minik Ömer. Yani doğduğunda bile 5-0 geriden başlamış hayata. Hiç yaşanmamış, ama yaşanmış olarak kayıtlara geçirilen 5 yıl. Hani derler ya, “Balık baştan kokar veyahut da perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.” diye, onunki de öyle işte. Doğduğunda hayattan gördüğü muamele sonraki yaşantısının nasıl geçeceğinin habercisi olmuş.

Ömer. Çakmak Ömer. Bu lakabı henüz küçükken mahalledeki abileri takmıştı. Ona çakmak denmesinin sebebi gözlerinin renkli olması değil, yanlış anlaşılmasın; çok hızlı olduğu için ona bu lakap takılmıştı. Mahalleler arası yapılan maçlarda veya kavgalarda bir çakmak gibi çakar, karşısındakini adeta yakar, duman ederdi. Nüfus cüzdanındaki yaşı mahallenin abilerinden de büyüktü ancak fiziki görüntüsü yaşına göre çok küçüktü. O zamanlar bunun çok faydasını gördü Ömer. Mahallenin hem büyükleri hem de küçükleri ile takılma ayrıcalığına sahipti. Ondan büyük çocuklar yaşından dolayı onu aralarına kabul eder, hatta maçlarda kaleye bile geçirirlerdi. Küçükler ise aynı boyda oldukları için onunla arkadaşlık ederlerdi. Yani Ömer hem büyüktü, hem de küçük.

Ülke haritasının aşağılarında, biraz sağa doğru bir yerde asılı duran bir şehirde yaşıyordu Ömer. Dağlarından petrolün fışkırdığı, insanlıkla yaşıt Mezopotamyanın kadim toprakları üzerinde kurulmuş olan Batmanın, baygın petrol kokusunun yoğun hissedildiği bir mahallesinde toprak damlı bir evde doğmuştu. Babası Mirza uzun boylu, yeşil gözlü, yakışıklı, merhametli bir adamdı. Ailesinin geçimini sağlamak için her sabah erkenden uyanır, sebze-meyve haline gider, ürün alıp eve dönerdi. Kahvaltı ettikten sonra halden aldığı malzemeleri dört tekerlekli seyyar arabasının üstüne düzgün bir şekilde dizer, sonra da arabasını ite ite çarşıya götürür, satış yapardı. Ömer, eğer havalar güzelse ve annesi de izin verirse babasıyla birlikte gider, günün sonunda babasına yardım etmenin gururuyla eve dönerdi. Böyle günlerde verdiği emeğin karşılığı olarak annesi ona büyük adam muamelesi yapar, içi sıcak su dolu leğende ayaklarını yıkardı. O anlarda Ömer, dünyanın en mutlu insanı olurdu.

Annesi Berfin, çok güzel bir kadındı. Uzun sayılabilecek boyu, siyah iri gözleri ve atkuyruğu örgülü simsiyah saçları ile köylü güzeli tanımının ta kendisiydi. Çok istemesine rağmen hayatı boyunca hiç okula gidememişti. Erkek çocuklarının bile okula gidemediği o dönemlerde bir kız çocuğu için okula gitmek imkânsızdan öte büyük bir ayrılacaktı. Babası da annesi de hiç okumamıştı. Zaten köylerinde okul da yoktu. Hem olsa bile okula gitmek kız çocuklarının neyine lazımdı? Onlar on beşinden sonra aile yapılarına uygun bir kısmet çıkarsa onunla evlendirilir, çocuk doğurur, evine ve kocasına hizmet ederdi. Gerisinin sözü bile olamazdı.

Mirza, uzun yıllardır köylüye ait hayvanlara çobanlık yaparak geçimini sağlayan yoksul bir ailenin en küçük ve tek erkek çocuğuydu. O da biraz büyüyünce, başka bir imkânı olmadığı için tıpkı büyükleri gibi peygamber mesleği olan çobanlığı babasından devralmıştı. Hemen her gün hayvanları otlatmak için Malabadi Köprüsünün kıyısına iner, işi bitince de akşam güneşi batmadan köye dönerdi. Yıllarca bu böyle devam etmişi..

.....................................................................................................

Artuklular döneminde Batman Çayı üzerinde yapılan ve yolu oradan geçen kervan ve yolcular için barınak ve istirahatgah olan dünyanın en büyük taş kemerli köprüsü Malabadi, Mirza için sadece hayvanlarını otlattığı bir mekân değil, aynı zamanda nefes aldığı, kendini dünyadan soyutladığı, düşünmeye fırsat bulduğu tek yerdi. Öyle ki bir dönem köprünün altından akan Batman Çayının berrak suyunun sesini duymadan rahat etmez olmuştu. İşi olmadığı günlerde bile vaktinin büyük kısmını orada geçirir, onu köyde bulamayan herkes Malabadi Köprüsünün çevresinde olduğunu bilirdi. O anlarda Malabadinin asırlara tanıklık eden heybetine sığınır, kıyısında yüzünü güneşe döner, kulağında sakin suların uğultusu ile kendini huzurun kollarına bırakırdı.

Berfin de tıpkı Mirza gibi Malabadi'ye yakın bir köyde yaşardı. Berfinin yaşadığı köy çevre köylere nazaran daha güzel, adeta cennetten bir köşe gibiydi. Köyün etrafı uzun ağaçlarla örtülü, yanı başında coşkun suların aktığı, bahar aylarında her tarafın yemyeşil olduğu, türlü türlü çiçeklerin rayihalarını umarsızca etrafa yaydığı, kelebeklerin fütursuzca uçuştuğu, hayvanların dinlenircesine etrafa serildiği, kışın kar yağdığında ise her yerin adeta bir kartpostal görüntüsüne büründüğü; kısacası dört mevsimin de en güzel haliyle insanın ruhunu doyururcasına yaşandığı cennetten bir yerdi.

Havalar ısınmaya başladığında, ayın belli günlerinde köyün kadın ve çocukları ile çevre köylerden gelen kadın ve çocuklar bu güzelliklere güzellik katarcasına bir bahar şenliğindeymiş gibi toplanırlar, hep birlikte köyün hemen dışındaki çay kenarında çamaşırlarını yıkar, sonra da kuruması için kayalıklara atarlardı. Çamaşırlar kuruyadursun, bu defa berrak sularda çocuklarını yıkarlardı. İşleri bitince de kilimlerini yeşil otların üzerine serer, sonra da yanlarında getirdikleri yiyecekleri bir kermeste sergiler gibi sofralara dizerlerdi. Bir yandan atıştırırken, diğer yandan da hep bir ağızdan en güzel türküleri söyler, oyunlar oynar, tam bir panayır havasında eğlenirlerdi. Yıkadıkları çamaşırlar kuruduktan sonra da onları toplar, akşam karanlığı çökmeden mutlu ve yorgun bir halde evlerine dönerlerdi.

Köyün delikanlıları da böyle günlerde köyün kızlarını görebilmek, birkaç kelime de olsa konuşabilmek için oralara pusu kurar, fırsat kollardı. İşte Mirza böyle güzel bir günde Berfini görüp âşık olmuştu. Gördüğü günden sonra da hiç aklından çıkmamıştı. Her an onu düşünür, hayaliyle yaşar, bir sonraki panayır gününü iple çeker olmuştu. Bazen, “Ya gelmezse!” diye tedirgin olsa da beklediği üzere Berfin hep gelirdi.

Berfin o kadar güzel bir kızdı ki, Mirza onu her gördüğünde ilk kez görüyormuşçasına büyülenir, adeta ona yeniden âşık olurdu. Aşkının büyüklüğü karşısında arkadaşları, “Bu kız sana büyü yaptı, sen kara sevdaya tutulmuşsun.” sözleriyle şaşkınlıklarını dile getirir, Mirzayla şakalaşırlardı.

Berfine sırılsıklam âşık olan Mirza, onun ilgisini çekebilmek için türlü numaralar yapmış. Başarılı olamayınca da dayanamamış ve ırmak kenarında oyun oynayan küçük bir çocuğun eline bir papatya tutuşturarak onu Berfine vermesini istemiş ve böylece ona olan aşkını ilan etmiş. Papatyayı koklayıp göğsüne bastıran Berfin de bu hareketiyle aynı duyguları beslediğini göstermiş genç aşığa. Mutluluktan çılgına dönen Mirza bundan cesaret alarak bu kez onunla buluşmak için haber göndermiş ancak Berfin hiçbir cevap vermeden koşarak ayrılmış oradan.

Berfinin aşkıyla yanıp tutuşan Mirza, onun hangi köyden ve kimlerden olduğunu öğrenmek için araştırma yapmaya başlamış. Berfini kime sorduysa ya kaçamak cevaplar almış, ya da “Boş ver onu”, “O sana göre değil”, “Unut gitsin” gibi canını sıkan sözler duymuş. Acı gerçeği ise gönderdiği papatyayı Berfine götüren köylü çocuk bir tokat gibi vurmuş yüzüne. “Ew keçik fılleye.” “O kız kâfirdir.”

Duyduğu sözler karşısında çok üzülmüş, sanki başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Meğer Berfin, Ezidi bir ailenin kızıymış.

 

Loading...
0%