Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@acel__077

     

Yeni bölüm geldii!

İlk birkaç bölüm hazır olduğu için hızlı gelicek ama sonra daha yavaş ilerliyeceğiz. Buarada bu bölüm biraz fazla uzun oldu sanırım.

iyi okumalarr

 

***

Bırak 23'ü 80 yaşına da gelseniz, eğer annenizle yaşıyorsanız her pazar sabahı şu sekil uyandırılmak zorundaydınız; kapının şiddetli bir neşeyle açılmasıyla eş zamanlı olarak yorganın üstünüzden siz ne kadar tutmaya çalışsanız da çekilmesi, perdelerin, hadi uykucu kalk artık, senfonisi eşliğinde açılıp güneşin rahatsız edici ışığıyla odanıza davet edilmesi ve her ne kadar homurdanıp yüzünüzü yastıklara gömseniz de aynı şu an Selin'in bana yaptığı gibi kolunuzdan tutulup çekilme suretiyle yataktan düşürülmeniz.

 

"Selin bir gün de izin ver ne olur azıcık uyuyayım ya!" isyan içerikli haykırışım elbette onu zerre etkilememişti, çünkü o bir anneydi ben her ne kadar üvey olsam da onun kızı sayılırdım.

 

"Uyanma vakti geldi Vera. Kahvaltı hazır ve baban biraz daha aç bir şekilde beklerse çığırından çıkacak." yalan olduğundan emin olduğum cümlelerle ağlama sesleri eşliğinde yataktan kalktım ve gözlerim kapalıyken giyinme odasına gidip elime gelenleri giyindim.

 

Sonuç olarak üstümde yeşil bir gömlek, altımda ise siyah bir pantolonla ellerimi yüzümü yıkayıp saçlarımı taradıktan sonra merdivenlerden inince beni karşılayan ve üzerinde kahvaltıya dair hiç bir bok olmayan masayı görünce her pazar olduğu gibi küçük bir tepinme seansından sonra bağırdım,

 

"Yemin ederim 6 yıldır her pazar giden oğlunun acısını benden çıkartıyorsun! Çağır oğlunu, onu kaldır böyle yalanlarla ya! Uykum var benim uykum!" feryatlarım yine cevapsız kalacak sanıyordum ki içerden üvey annem olacak kadının bağırışını duymam ile olduğum yere resmen çakıldım.

 

"Yarın oğlum geliyor merak etme cadaloz. Haftaya pazar görürsün ikinizi de nasıl kaldırdığımı!" bir kaç saniye durakladıktan sonra elinde peynir ve zeytinlerle odaya girince mırıldandı. "Tabii benim oğlum senin kadar uykucu değil. O benim kaldırmama kalmadan sabahın yedisinde kalkar." buna karşı yüzümü buruşturup gerekli yorumu yaptım,

 

"Ayy ne kadar harika oğlun varmış." bu sefer savunma baş köşeye kurulan Semih'ten geldi,

 

"Oğluma laf yok! Mükemmeldir benim oğlum." Alp geleceği için havalara uçuyorlardı. Benim aksime. Yerime otururken söylendim

 

"Mükemmel olsaydı arada sırada yanınıza gelirdi. Onun aksine ben dibinizde yaşıyorum." bu sözlerime cevap Selin'den geldi, yanağıma sulu bir öpücükle hem de. Yüzümü buruşturup yanağımı silerken tam söylenecektim ki içeriyi neşe dolu bir ses doldurunca yüzümdeki kocaman gülümsemeyle susmak zorunda kaldım.

 

"Herkese selamlaaarr ben geldiiim!" bende diyordum ki annem ve canımız hizmetlimiz masaya niçin dört servis açıyor.

 

Hemen ayağa fırladım ve en yakın arkadaşımın, ablamın yani Hazal'ımın boynuna atladım. Kıvırcık, turuncu saçlarına elimi daldırdığımda hızla geri çekildi benden.

 

"Saçlarımı karıştırma diye kaç kere söyleyeceğim?!" diye resmen carladığında gülerek ondan biraz uzaklaştım. Ses tonu çok.. cırtlaktı. Ona umutsuz bir bakış atıp kalktığım sandalyeme geri oturdum. O da benim yanıma tünedi tabii.

 

"Şimdi anladın mı seni erkenden kaldırdığımı?" diye mırıldanan anneme de bir bakış attıktan sonra tekrar Hazal'ıma döndüm.

 

"Ee tasarımcı hanım nasıl gidiyor, görüşmeyeli ne bombalar tasarladınız?"

 

"Kızım bir elbise tasarlamışım, görmen lazım bomba gibi! Gökhan görür görmez göz devirdi tabii ama senin bayılacığından eminim." heyecanla, elini kolunu sallaya sallaya anlattıklarına gülümseyerek cevap verdim.

 

"Ay sen Gökhan'ı boş ver ne anlar o modadan elbiseden, güya moda okumuş ama neyse sen bana elbiseyi göster çabuk." Gökhan Hazal'ın üvey kardeşi ve benimde üvey kuzenimdi. Kendisi 22 yaşındaydı yani üniversiteyi yeni bitirmişti. Pek modayla alakası yoktu ama Hazal'dan özenip moda okumuş, bitirdiği gibi de üvey ablasının yanında işe girmişti. En azından çizim yeteneği Hazal'ımı geçemese de oldukça iyiydi.

 

"Maalesef kuzum, bende B12 eksikliği tavan yaptığından çizimleri evde unutmuşum." yemyeşil gözlerini kırpıştırarak masum masum konuşunca ona kıyamadım ve kafasına bir sille çakıp homurdanmakla yetindim. Kafasını tutarak güldü.

 

"Sen ne yaptın bakalım o Kuzey manyağını sonunda geberttin mi yoksa hala bir şans veriyor musun?" kafamı sağa eğip gözlerimi kıstım

 

"Bizden küçük olduğu için kıyamıyorum ama başımdan almazsan sonunda cesedini bulabilirsin. O kadar pimpirikli bir velet ki annemden zorla emdiğim sütü burnumdan getirtecek sonunda." diye isyan ettim. Birbirimizin arkasından hep böyle konuşurduk, biraz değişik bir ilişkimiz olduğu doğruydu.

 

"Valla hiç alamam başından çünkü aynı veletten bende de var. Ne deyim Allah bize sabır ve akıl fikir versin." ikimiz de amin deyip güldükten sonra Hazal'ın gözü masadaki diğer insancıklara gelince bende Gülsüm teyzenin sonunda tamamlayabildiği kahvaltıma başladım. Gülsüm teyze, benim anneannemle aynı ismi taşıyan dünya tatlısı tontiş bir kadındı. Henüz beş yaşımdayken kaybettiğimden pek emin olamasam da anneanneme benziyordu. Tabii ondan daha enerjik ve aklı başındaydı ama anneannemin dedemden önceki hali olabilirdi. Ne kadar bilmesem de anneannemin gençliğinde çok tatlı, kibar ve yaşam dolu bir kadın olduğuna inanırdım Fikrimce dedem Harun onu zehirlemiş, yaşam enerjisini çalmıştı. Ve tabii bir süre sonra da nefesini kesmişti. Evet, anneannemi kendi kocası elleriyle boğarak öldürmüştü. Benim dedem üst seviyelerden bir bağımlı ve şüphesiz bir seri katildi. Fakat belli ki bunu anneannemden iyi gizlemişti çünkü aksi takdirde öyle iyi niyetli, saf ve oldukça temiz bir kadınla evlenmesi mümkün değildi. Ailemdeki tek temiz insan olabilirdi Gülsüm anneanne. Bu yüzdendir ki hizmetlimiz Gülsüm teyzeyi çok severdim.

 

"Selin yenge, gözün aydın hayırsız evladın sonunda geliyormuş?" Hazal'ın söyledikleriyle düşüncelerimden çıkıp ona döndüm.

 

"Evet güzelim, gerçekten de gözüm aydın. Öyle özledim ki oğlumu." gözlerimi devirdim.

 

"Harbi ya niye hiç ziyaret gelmiyor o hayırsız, gittikten sonra birkaç bayram geldi sonra birden kayboldu. Ülkenin diğer ucunda bir de." evet, bahsi geçen şahıs Van'daydı. Merak ettiğimden ben de bir soru yönelttim.

 

"O temelli mi geliyor yoksa bir iki günlüğüne mi?"

 

"Temelli geliyor. İstanbul'a atanmış." annemin cevabıyla içimden bir küfür savurdum.

 

"Kızıl Çember var ya, onun için geliyormuş." babam Kızıl Çember dediği anda yanımdaki Hazal'ın nefesini tuttuğunu fark ettim ama ben şaşırmış gibi dudak büzmek dışında hiç bir tepki vermedim.

 

"Öyle mi, bugün mü geliyor yoksa sonra mı savcı bey?" Hazal ufak bir tedirginlikle sormuştu bu soruyu. Bende bilmediğim için anneme döndüm.

 

"Bu gece gelecekmiş, siz beni yemeğe beklemeyin dedi. Programını anca ayarlayabilmiş." bu cevaptan sonra masadan ses çıkmayınca herkes kahvaltısına odaklandı, arada havadan sudan konuştuk ve sonunda Hazal ile yukarıya çıkmak için izin istedik.

 

Odama girip kapıyı kilitledikten sonra çabucak aşağıya Kuzey'in yanına indik. Şifreli zili birbirimize göz devirerek çalınca yaklaşık iki dakikalık bekleyiş ve alacaklı gibi çalışın sonunda gözlerini ovuşturan bir adet Kuzey göründü. Tabii o bizi muhtemelen görememişti çünkü hala gözleri kapalıydı.

 

"Bazıları Pazar'ın keyfini çıkarıyor işte. Ben de sabahın dokuzunda ayağa dikildim." diye söylendikten sonra Kuzey'i ittirip içeri girdim. O ise uyurgezer gibiydi, gelenin ben olduğumu anlayınca gözlerini açmadan, etrafa çarpa çarpa tekrar yatağına girdi. Kuzey'in kendi evi de vardı ama genelde burada takılırdı. Biz hariç hiç tanıdığı olmadığından umursayanı, merak edeni de yoktu çocuğumun. Hazal'la arkasından gülüşürken peşinden odasına daldık. Kafasını yastığa gömmüş, kapkaranlık odada uykusuna geri dönmeye çalışıyordu.

 

"Gece hiç uyumadın mı sen?" soruma tek parmağını kaldırıp, aşırı komik bir yüz ifadesiyle ve oldukça kibarca cevap verdi.

 

"Sadece ama sadece 1 saat uyudum o yüzden hemen siktir git de uyumaya devam edeyim." minik bir kahkaha atıp ışığa yönelen Hazal ile kafasını kaldırıp kaşlarını çattı

 

"Hazal?" Hazal odayı birden aydınlatınca yorganı kafasına kadar çekip tepinerek ağlamaklı sesler çıkardı.

 

"Ta kendisi. Hadi uykucu bebek, uyanma vakti."

 

"1 saat uyudum diyorum, geliyor bana uykucu diyor. Sen önce yanındakine bak!" küçük çaplı fakat sinirli homurdanışıyla "yanındaki" denen ve uykucu olduğu ima edilen şahsın ben olduğumu anlayıp hemen yanına fırladım ve yorganını hunharca çektim.

 

"Ne dedin, duyamadım tekrar söyle." yerinde debeleniyor, yorganını geri almaya çalışıyordu fakat ben vermeye gönüllü değildim.

 

"Demedim ben bir şey, yorganımı geri ver!"

 

"Yola gel ve biraz kendine çeki düzen ver Kuzeycik, uyku düzenini ayarlamalısın. Hem tüm gece ne yaptın ki sen?" sonunda gözlerini açmıştı, etrafa baktı, Hazal'ı bulamadı ama pek takmadı.

 

"Biraz araştırma yaptım o kadar."

 

"Ne araştırmasıymış o?"

 

"Yeni istek üzerine bir araştırma. Şuan hiç kazanmadığımız kadar fazla para teklif ediyorlar ama adam.."

 

"Adam ne?" diye sordum büyük bir merakla.

 

"Tehlikeli." fısıldayarak söylediği şeye büyük bir kahkaha attım. Tehlike benim göbek adımdı.

 

"Yapma ama Kuzey, şuana kadar girdiğim hiç bir iş güvenli değildi." muhtemelen mutfağa, kahve suyu koymaya gitmiş Hazal da kapıdan girerken kafasını sallayarak beni onayladı. Ama Kuzey pek rahatlamışa benzemiyordu.

 

"Bu öyle değil Çember." Çember dediğine göre durum ciddiydi.

 

"Nasıl?" bu kez Hazal'dan gelmişti meraklı soru. Onun merakına kesinlikle katılıyordum. Kuzey önce ikimize de baktı, sonra ise derin bir nefes eşliğinde durumu açıklamaya başladı.

 

"Sedat Günay; neredeyse Türkiye'nin en büyük gangsteri, adamın onlarca yetimhanesi var ve hepsinde de çocukları bir şeyler için zorluyor, kimisini kuryelik için kimisini fuhuş ve daha neler neler. Yine onlarca kumarhanesi var ve hepsi de yasa dışı. Daha kötüsü adam resmen kendine bir tarikat kurmuş, üyeleri de yetimhanelerinde ki çocuklar. Adam bakkala bile gitse -ki evden kıçını çıkarmamaya oldukça özen gösterir- yanında bir tabur kadar yarısı sivil koruma gezdiriyor. Dahası yaşadığı malikane uzay üssü gibi. Sanki adam padişah öyle korunuyo, düşün." bu Sedat denen adama içimden ana avrat söverken sanki bunlar aşırı olağanmış gibi kafamı sallayarak konuştum.

 

"E ne var yani bunda, daha önce yapmadığım şey mi?"

 

"Kesinlikle daha önce yapmadığın bir şey." gözlerimi devirdim. Abartıyordu.

 

"Bu kadar büyütmeye gerek yok. Kılık değiştirir içlerine sızar sonra da uykusunda alırız." sabırla bir nefes verdi ve sonra da aldı.

 

"Neredeyse tüm FBI adamın peşinde Kızıl, sence düşündüğün şeyi yapmaya çalışmadılar mı?"

 

"Kesinlikle onlardan daha zeki olduğuma inanıyorum." göğsümü gere gere söylediklerime karşın derince ofladı.

 

"Allah aşkına git kendin araştır Vera!" sitemle kalkıp odadan çıkınca Hazal'la göz göze geldik.

 

"E gidelim araştıralım madem." Hazal'la birlikte kalkıp içinde seksen tane bilgisayarın olduğu, geniç çalışma odasına geldik.

 

İkimizde döner sandalyelere oturduk ve dip dibe girdik. Önümdeki bilgisayarı açtığımda Hazal da pür dikkat izliyordu. Öncelikle üçümüzün birlikte oluşturduğu gizli katliam sitemize girdim. Müşteriler bize burdan ulaşıyordu, sonra da yüklü paralarla ticaret yapar gibi adam öldürtüyorlardı. İşin ironik kısmı ise buradan teklif verenlerin çoğunun da kötü insanlar olmasıydı. Fakat ben öldüreceğim kişileri her ayrıntısına kadar araştırıyor ve masumlara dokunmuyordum.

 

Bir süre sonra bulduğumuz bilgilerle küçük çaplı bir şok yaşamıştık. Zira Kuzey'in anlattıkları buzdağının görünen kısmıydı. Bu adam aklınıza gelebilecek her suça karışmıştı. Hem de sadece 18 senede bu kadar batmıştı.

 

"Öf be kızım, bu adama gangster demek bayağı az kalır." Hazal'ın hayret dolu nidasını başımla onayladım.

 

"Allah'ın şeref yoksunu piçi!" bu içimden ona saydırdığım hakaretlerin sadece minik bir zerresiydi.

 

FBI'ın sitesine de girmiştik ve evet, adam uyurken başına nöbetçi dikiyordu.

 

"Vera, bu işe girersen seni keserim tamam mı?" şimdi de sanırım caydırma politikasına geçilmişti. Buna odanın ortasında dikilen Kuzey'de dahil oldu.

 

"Ciddi söylüyorum Çember, bu adam senin boyunu aşar." derin, sıkıntılı bir nefes verip gülümsedim. Bu sahneleri ne kadar kısa tutarsak o kadar iyiydi.

 

"Aslında Sedat'ın boy 1,68, e ben de 1,70 olduğuma göre; o beni değil ben onu aşarım Kuzeycik." ikisi birden yüzüme doğru;

 

"Sen bu işi oyun mu sanıyorsun?!" diye resmen kükreyip carladılar. Bir korkmadım değil.. Fakat olan olmuştu artık, yapacak bir şey yoktu. Bunu bilseler iyi olurdu.

 

"Canlarım, maalesef artık yapacak bir şey yok."

 

"Ne demek yok?" ikisi de bu şekil, haklı bir tepki verdiler tabii.

 

"İş işten geçti demek, olanlar oldu demek, çoktan kabul ettim demek." ikisinin de gözleri fal taşı gibi açılmıştı.

 

"Ne? Ne ara?" ilk tepki Hazal'dan geldi.

 

"Odaya girer girmez, sen diğer bilgisayardayken siteye girdim ve kabul ettim." kızmış görünüyorlardı, sanki yaramazlık yapmış çocuklarına kızan anne ve baba gibilerdi.

 

"Bunun altından nasıl kalkacaksın o zaman akıllı? Gördün, kesinlikle çok riskli." Kuzey böyle çıkışınca Hazal hemen atladı

 

"Birlikle kalkacağız tabii ki Kuzey. İyi bir plan kurarız, bende sahaya çıkarım, sende buradan bizi yönetirsin." hemen atıldım. Onları bu işe karıştırmayacaktım.

 

"Hayır çocuklar, bu işin içinde siz yoksunuz, sahaya çıkan tek kişi benim." itiraz kabul etmez ses tonuma ilk itiraz saniyesinde Hazal'dan gelmişti tabii.

 

"Saçmalama Vera! Bende seninle gelicem, tek başına yapmana izin vermem." derin bir nefes verip ifadesiz yüzümü üzgün bir hale getirdim ve Hazal'ımın ellerini tuttum.

 

"Bende senin bu tehlikeye girmene izin vermem güzelim." sonra yerimde dikleştim ve yüzümü tekrar ifadesizleştirerek kararlı, sakin bir ses tonuyla ikisine birden baktım "Üzgünüm çocuklar ama burada Kızıl Çember olan tek kişi benim. Bu yüzden sahaya inen tek kişi de ben olacağım. Ayrıca bu tartışmaya açık bir konu değildi." dedim ve kızmış suratları orada bırakarak salona geçip deri koltuklardan birine tünedim. Peşimden gelen Kuzey tüm gücüyle söyleniyordu ama kulak asmadım.

 

"E plan ne şimdi? Nasıl gireceksin düşman kalesine?" Hazal'ım durumu kabullenmiş ve hızlıca plan kısmına geçmişti. Kuzey'e kafamla Hazal'ı işaret edip, sen hala söylen, temalı bir bakış attım. O da göz devirdi tabii.

 

"Orasını düşünücez, şu an aklımda bir sürü fikir var fakat hiç biri mükemmel fikir değil." yerimden kalktım ve buzdolabına gidip kendime bir kola onlara da iki viski çıkardım. Ailemi bağımlılık yüzünden kaybetmişken kendimde bağımlı olmayı göze alamazdım. O yüzden çok nadir içerdim.

 

"Onu uzaktan öldürebiliriz, yakınına gidemiyorsan uzaktan vurursun." Kuzey'in fikrine başımı sallarken ona içkisini uzattım. Benim bir numaralı fikrim buydu.

 

"Bu mantıklı, ama böyle bir herife işkence etme fikrini göz ardı edemem. Uzaktan, sessiz bir kurşun onun için fazla acısız olur." ikisinden de onaylar mırıltılar duymak beni mutlu etmişti.

 

"Ama bu adamın korumalarının çoğu yetimhanelerindeki masum çocuklar, onlara zarar vermeden nasıl alacaksın adamı?" Hazal çok mantıklı bir noktaya değinmişti. Bu it oğlu it yetimhanedeki çocukları kendi kurallarıyla eğitiyor ve kendi kıçını korutturuyordu. Derin bir nefes verdim, bunları şimdi konuşmak istemiyordum.

 

"Bu konuları sonra etraflıca konuşur bir plan yaparız, şimdi lütfen kapatalım." ikisi de başını salladı.

 

"O zaman şeyi konuşalım; ünlü savcı Alp buraya geliyormuş?" daha eğlenceli bir konu yok muydu yani Kuzey?

 

"He ya o geliyormuş, İstanbul'a atanmış." derin içli bir nefes vermek suretiyle oturduğum yerde sülük gibi kayarak gözlerimi tavana diktim.

 

"Eğer ciddi ciddi Çember için geliyorsa dikkat etmeliyiz."

 

"Yok şakacıktan geliyor Kuzey! Allah aşkına bula bula bu konuyu mu buldunuz ya?" diye sonunda isyan ettim. Rahatladım valla. Bu çıkışıma alttan alttan gülen Hazal'a göz devirdim.

 

"Avukat Vera Göktepe ve ünlü Savcı Alp Arslan." dedi abartılı bir edayla. Başlamıştı yine! Hemen kıskançlık damarlarım patlayınca o güzel, turuncu buklelerinden bir tane çektim.

 

"O ünlü oluyor da ben niye olamıyorum?!"

 

"Merak etme aşkım, sen de katil olarak ünlüsün." hemen de yılış Hazal.

 

"Yalnız adamdaki isim harika." diye gülerek araya girdi Kuzey. Bu tespite gülmeden edemem doğrusu.

 

"Dimi, Alp Arslan." diye gülerek bize katıldı Hazal.

 

"Ailem diye söylemiyorum, Arslan çifti öz be öz Türklerdir."

 

"Bari ikinci bir isim falan koysalarmış çocuğa."

 

"Yiğit Alp falan mı?"

 

"O ne lan bebek ismi gibi."

 

"Yiğit Alp, gel buraya oğlum mama vakti!" hepimiz kahkahalarla gülerken üvey kardeşimle alay etmekten kesinlikle fena halde keyif alıyorduk.

 

O deri, sıcak koltuklarda gülüşüp eğlenirken üç değil de dört kişi olmayı, tamamlanmayı ne kadar çok istediğimi düşündüm o an. Keşke 16 yaşımda yetimhanede bıraktığım ağabeyim de olsaydı aramızda. Çok konuşmazdı, somurturdu belki ama varlığı yeterdi biz dört kardeşe.

 

***

 

Saat yediye çeyrek vardı, on beş dakika sonra klasik Pazar aile yemeğimize inmem gerekiyordu. Fakat ben hala odamda, masa başında oturmuş, siyah pijamalarım ve mükemmel ötesi ev topuzumla birlikte bir yandan yarın ki duruşmaya hazırlanıyor, bir yandan da Sedat Günay'ın bir açığını arıyordum. Herif öyle bir korunuyordu ki anlatmaya nefes yetmezdi.

 

Pijamalarla yemeğe inersem masaya yemek yerine yatırılacağımı bildiğimden bilgisayarımı sinirle kapatıp giyinme odama girdim. Bir yandan soyunup bir yandan da kıyafetlerimi seçtikten sonra banyoya girip elimi yüzümü yıkadım.

 

Giydiğim zümrüt yeşili, kısa saten elbiseye, siyah spor çizmelerime, tül çorabıma ve salık bıraktığım kızıl saçlarıma memnun bir bakış attıktan sonra odamdan çıkıp aşağı indim. Dışarısı buz gibiydi ama ev iyi ısıtılıyordu. Semih ve Selin aile yemeklerini çok önemsiyorlardı, hatta bu yemekleri çoğunlukla Hazal ve ailesiyle yerdik ama Hazal bu gün geldiğinde, yemeğe katılamayacaklarını da haber vermişti. Sanırım Ece rahatsızlanmış ve yine kaos çıkartmıştı.

 

"Gülsüm anneanne bu iki servis fazla değil mi?" evet ona anneanne diyordum, ona anneannemi anlattığımda bana, yeni anneannen artık benim, bundan sonra bana anneanne de sende benim yeni torunumsun, demiş bağırına basmıştı.

 

"He kuzum, Selin belki oğlum erken gelir, en azından servisini aç demişti. Gelirken yanında da yaverini getirecekmiş ondan iki servis fazla açmıştım." Gülsüm anneanneye başımı sallayıp masadaki kendi yerime oturdum. Fazla servisler karşımda yer alıyordu. Semih ve Selin de masaya kurulunca yemek nerdeyse hazırdı.

 

Masa tamamen hazır olunca hepimiz sessizce yemeğe başladık, pek konuşkan bir aile olduğumuz söylenemezdi.

 

Derken çatal ve bıçağını tabağına bırakan annem bana döndü,

 

"İşler nasıl gidiyor kızım? Çok yoruluyor musun?"

 

"Valla anne ne desem az kalır. Sabah yedi de bir oturuyorum masaya, bazen akşam yedi de anca kalkıyorum." sonra bir de gece uyumayıp cinayet işliyorum anneciğim ama bunu bilmene hiç gerek yok.

 

"Olsun kızım, şikayet etme de güzelce çalış. Başarını koru." yani yorgunluktan gebersem de sıkıntı yok, tamam.

 

"Ama bak yarın şansıma fazla iş yok. Bir duruşma var sadece, duruşmadan sonra bir kaç saat ofisteki işleri halleder gelirim eve." yalan, bir cinayet işler öyle gelirim.

 

"O zaman diyorum ki; yarın bizim restorana gidelim, amcanları da çağırıp bir yemek yiyelim. Hem Alp de geliyor." cinayet yalan oldu iyi mi.

 

"İyi düşünmüşsün Semih, Alp de amcasını yengesini görmüş olur." ben yüzümü buruşturunca gözler bana döndü. "Sen ne diyorsun Vera?"

 

"Bence de güzel olur, Alp özlemiştir amcasını." dedim sadece ve tekrar yemeğime döndüm.

 

Tam o sıra zil çalınca, tonton Gülsüm teyze mutfaktan koşarak çıkıp tatlı tatlı kapıya baktı. Bayılıyorum bu kadına! Selin de hemen ayaklanmıştı tabii. Gülsüm kapıyı açınca sevinçli feryadını duyduk.

 

"Oyy benim güzel tosunum gelmiş! Yetişin Selin Hanım!" anneannenin bu neşeli çıkışına ve Selin'in koşarak kapıya gitmesine gülerek karşılık verdim. Ev halkının gözü aydın olsundu.

 

Kapıda büyük bir karşılama töreni varken ben ve Semih baba olanları masadan, gülerek dinliyorduk. Derken kapıdan net iki metre boyunda, kumral bir kas yığını girdi. Öyle ki üç koca valizi tek başına taşıyordu ve hiç de zorluk çekiyor gibi görünmüyordu. Sanırım bu bahsi geçen yaver idi. Ama bu adam bana birini hatırlatıyordu. Adam Bartu'ya o kadar çok benziyordu ki..

 

Yüzümde ki gülümseme silinirken elinde ki valizleri merdivenin yanına bırakan adama odaklandım. Aynı onun gibi görünüyordu; kumral saçları, koyu kahverengi gözleri, esmer teni ve uzun boyuyla tamamen oydu. Ama olamazdı değil mi? Bu nasıl bir tesadüftü böyle? Doğrulurken bakışları bana takıldı ama birinin ona bir şey söylemesiyle gözleri benden ayrıldı, konuşan kişiye önce hafifçe gülümsedi, sonra o da konuşarak masaya doğru geldi. O sırada ben de silkelenip kendime geldim ve düşünmemeye karar verdim. Gözlerimi yavaşça Alp'e çevirip ifademi topladım. yedi yılda gerçekten değişmişti, önceden de kaslıydı ama şimdi kocaman olmuştu. Ayrıca hafif sakal bırakmış, simsiyah saçlarını da hafif kesmişti. Kısa saç bir adamı ancak bu kadar değiştirebilir ve ancak bu kadar yakışabilirdi. Hayatım boyunca uzun saçı yakıştırmadığım tek insan olabilirdi kendisi. Onu süzdüğümü görünce bana bakıp göz kırptı. Hayır, asla karizmatik olmayan bu bakışa göz devirmedim ve sadece gözlerimi kısmakla yetindim.

 

Etraftaki benden bağımsız dönen muhabbete dahil olmak gibi bir niyetim yoktu. Bu manzara da fazlalık olduğumun farkındaydım. Arslan çiftinin oğulları gelmişti ve şimdi bana pek de ihtiyaçları yok gibiydi. Bu tabloya kendimi zorla sokmaya hiç çalışmamıştım. Özenmiştim tabii, benim ailem de böyle olsa ne olurdu, dedem beni tekmeler, önceki gün açtığı yaraların dikişlerini patlatırken, annem etrafta kafası beş karış havada, gülerek gezinmese de çığlıklarımı duysa ne olurdu diye düşünmüştüm, babamı sadece bir kere de olsa görseydim.. Belki de kıskanmıştım ama onlara duyduğum minnet asla azalmamıştı ya da kendimi dahil etmeye çalışmamıştım.

 

Nihayet herkes masaya oturduğunda Alp yanındaki yakışıklıyı gösterdi,

 

"Bartu, benim dostum ve aynı zamanda iş arkadaşım. Telefonda da söylediğim gibi, bizimle kalacak." adını duyduğumda büyük çaplı bir kriz geçirdim ve kapkara gözlerimi yine adının da ağabeyimle aynı olduğunu öğrendiğim adama diktim. Cidden bu nasıl bir tesadüftü? Ya da tesadüf müydü? Şuan resmen lal olmuş durumdaydım, olan bitene inanamıyor, donmuş bir şekilde karşımdaki adama bakıyordum.

 

Polis olmak Bartu'nun her zaman en büyük hayaliydi. Ve şimdi de olmuş muydu? Karşımdaki kişi gerçekten o muydu? Peki o beni hatırlamış mıydı? Kafamın savaş alanına döndüğünü çok net hissediyordum. Alp Bartu'yu diğerleriyle tanıştırdıktan sonra bana döndü. Ortamı çok takip edemesem de şuan düşüncelerimi geriye itip ifademi toplamayı başarmıştım.

 

"Bu kızıl da Vera. Kendisi benim üvey kardeşim olur. Onunla anlaşamayacağınıza eminim." kendinden emin söylediklerine bu sefer göz devirdim.

 

"Sen bu uyuzu takma Bartu, ben anlaşabileceğimize inanıyorum. Gerçi şu yaratıkla nasıl dost olunabildiğini anlayamıyorum ama." bana bakıyordu, gözlerini dikmiş sanki yüzümde bir şey arar gibi bakıyordu. Yüz okumayı azıcık bile biliyorsam, anlamıştım. Beni hatırlamıştı.

 

"Gelir gelmez başladılar yine itişip kakışmaya. Hayır yani aradan koskoca altı yıl geçti, ne zorunuz var anlamıyorum ki." Selin'in söylenişine kafasını sallayarak hak vermişti Semih.

 

"Bu kızın değil altı yıl altmış yıl da geçse değişeceği yok anneciğim. Baksana hala aynı mimikler, hala aynı uyuzluk, umursamazlık her şey aynı."

 

"Sen sanki çok değişmişsin. İki sakal bıraktım, saçımı kestim diye çok bir şey başarmış sanma kendini. Görüyorum, hala beyin namına bir şey yok sende. Uyuz."

 

"Çok dikkatlisin bakıyorum Kızılcık?" ne sanıyordum? Aradan altı yıl geçmesine rağmen bana böyle demeyi keseceğini mi? Yanılıyormuşum! Yüzümü buruşturup taklidini yapıyordum ki Selin'in aramıza girmesiyle hanımefendilik çerçevesinden daha fazla çıkmamaya karar verdim.

 

"Sen bunları sallama Bartu oğlum, bunlar tanıştıklarından beri böyleler, hep bir kavga hep bir didişme, sen kendi sinirini korumaya bakacaksın bunların yanında." Bartu buna gülmüştü, ayrıca Alp de gülmüştü. Kahkahayla hem de. Yüzüne bakıyordum da, sakalı yakıştırdığım tek insan olabilirdi. Altı yılda daha bakılası bir hal aldığı netti.

 

"İşler nasıl gidiyor evlat? Buraya bir katil için atanmıştın değil mi?" geldik fasulyenin faydalarına.

 

"Evet babacığım, mutlaka duymuşsunuzdur. Kızıl Çember diye bir seri katil." efendim, bana mı dedin canım?

 

"O mafyaları, pis işlerle uğraşanları falan öldürmüyor muydu? Niye düşüyorsunuz ki peşine, bırakın öldürsün?" yürü be Selin!

 

"Öyle demesi kolay anneciğim, böyle düşünüp, ülkemizde ne idüğü belirsiz bir katilin kendi adalet anlayışına göre adamları kesip cirit atmasına izin mi verelim?" ha yani ne olduğum belli olursa sıkıntı yok mu? Alp'e tepkisiz kalamayıp ben de çıkıştım.

 

"İyi de o en azından bir adalet sağlıyor, siz ülkemizin polisleri olarak ne yapıyorsunuz?" keskin bakışları bana döndü

 

"Biz insanlara işkence etmiyoruz, hak edenlere hak ettiklerini veriyoruz."

 

"Hak ettiklerini mi? Özür dilerim ama hak ettiklerinin; yemeklerinin ayaklarına getirildiği, üç beş yıl sonra çıkabildikleri -ki çoğunun öyle çok parası ve avukatı var ki girmelerine bile gerek kalmıyor- her türlü ihtiyaçlarının görülüp, kıllarına bile dokunulmayan bir yerde kalmak olduğunu hiç sanmıyorum."

 

"Çözüm işkenceyle öldürmek mi yani?"

 

"Aynen öyle." bana kınayıcı bir bakış attı ve anlaşılan uğraşmaktan vazgeçip yemeğine geri döndü. Bu sırada ben de Bartu'yu biraz daha kestim. Bunu diğerlerine, özellikle Hazal'a nasıl söyleyecektim?

 

Bu muhabbetten sonra bir süre masada konuşan olmadı, sonra da rutin konuşmalar geçti zaten. Selin oğluna neden erken geldiğini sordu; beyefendinin son toplantısı iptal olduğu için bir kaç saat boşluğu olmuş, o da sürpriz yapmak için erkenden çıkmış. Ne sürpriz ama!

 

Yemek faslı bitince salona geçmiş, Gülsüm anneannenin daha biz yemekteyken hazırladığı atıştırmalıklardan yemeye başlamıştık. Alp ise hemen içki arabasının başına gitti ve herkese istek üzerine bir şeyler doldurdu. Sıra, kendisine soğuk şarap doldurduktan sonra bana gelince, yüzüme bile bakmadan elinde 2 bardakla geri geldi ve ikili koltukta yanıma çöktü. Bana uzattığı şeffaf renkli içeceğe bakarken içki olup olmadığını çözmeye çalışıyordum. Bu sırada nefesini kulağımda hissettim,

 

"Hala içmiyorsun öyle değil mi?" göz ucuyla ona baktıktan sonra içecekten bir yudum aldım ve gazoz olduğunu anlayınca gözlerimi devirip tembelce güldüm. Teşekkür olarak da ona bakmadan başımı salladım.

 

***

 

Orada biraz daha oturduktan sonra herkes odalarına dağılmış, gece bitmişti. Uyumadan önce Bartu'nun odasını ziyaret etmek istiyordum ama şu ana kadar hiç olmadığım kadar stresli hissediyordum. Sonuçta aradan yedi yıl geçmişti öyle değil mi? Bazılarına göre az bir zamandı belki ama bana göre, bu durumda kesinlikle fazlaydı.

 

Hayır gidip ne yapacaktım ki? Ne diyecektim? 'Merhaba ben Vera beni hatırladın mı?' desem ne tepki verirdi? Ya da hatırlamıyorsa ne olacaktı?

 

Tırnaklarımı kemirerek odamı turlamaya son verip kendimi yatağa attım. Başlamak başarmanın yarısıysa başlamalıydım değil mi?

 

Kalkıp aşşağı, mutfağa indim ve iki kupa çıkarıp kahve yapmaya başladım.

 

Kaşlarımı çatmış, kahveleri götürüyordum ki karşıma Alp çıktı, kahvelerden birini elimden çekip aldığında onu her an öldürebileceğimi hissettim.

 

"Ben de tam bir kahve olsa da içsek diyordum, teşekkür ederim Kızılcık." işaret parmağıyla burnuma vurunca bir yudum aldığı kahveyi tırnaklarımı eline batırarak aldım.

 

"O sana değil Alp, çekil şuradan." o elini tutup ovuştururken merdivenlere yöneldim

 

"Oo sinirli miyiz?" benimle alay ediyordu, ben onunla daha güzel alay ederdim. Dua etsin şuan odak noktam farklıydı. Bu yüzden hiç takmadan önüme çıkan ilk kapıyı dirseğimle açarak odaya daldım. Gördüğüm delilik derecesindeki temiz ve düzenli odayla bakışırken Alp arkamdan mırıldandı

 

"Niçin odama girdiğini sorabilir miyim acaba?" yanlış oda. Oflayarak kendi odamın karşısındaki odadan çıkıp yanındaki odaya daldım.

 

"Orası da Bartu'nun. Yolunu mu kay-" diyordu ki kapıyı ayağımla yüzüne kapatıp onu dışarıda bıraktım.

 

Ben kapıya yaslanmışken Bartu'nun bakışları da bana döndü. İki tekli koltuğun birine oturmuş kitap okuyordu. Tabii ki kitap okuyacaktı. Odaya göz gezdirdiğimde valizlerin durduğunu, sadece odadaki küçük kitaplığın doldurulduğunu gördüm. Kitapları oraya sığmamıştı bile.

 

"Vera?" sorgulayıcı bir şekilde bana bakarken gülümseyerek diğer koltuğa oturdum ve kupaları aramızda ki sehpaya bıraktım.

 

"Merhaba! Üzgünüm birden daldım ama,"

 

"Sorun değil." kitabını bırakıp bana döndü. Evet Vera, sahne senin. Şimdi ne bok yiyeceksin? Derin bir nefes aldığımda ağır bir tarçın kokusu soludum.

 

______

 

"Kokunu çok seviyorum, buram buram tarçn kokmayı nasıl başarabiliyorsun?" diyerek başımı boynuna gömdüm. Bartu'nun yatağına dördümüz birden doluşmuştuk; Hazal ve ben iki yandan Bartu'yu sıkıştırmışken Kuzey ayak ucumuza yayılmıştı.

 

"Ben sevmiyorum, Tarçından nefret ederim." dedikten sonra Hazal'dan güçlü bir tekme yiyen Kuzey'e gülüp yatakta kıpırdanıp Bartu'nun okuduğu kitaba bakmaya çalışırken azar yedim,

 

"Azıcık rahat dur Vera! Siz de ses yapmayın artık, hiç bir şey anlamıyorum." suçlu bir çocuk gibi bakışlarımı ellerime eğmişken merak ettiğim soru Hazal'dan geldi,

 

"Ne okuyorsun ki?"

 

"Suç ve Ceza okuyorum." kitabın ismini duyunca hemen atladım

 

"Onu ben de okumak istiyorum, bitirdikten sonra bana ver." yandan bana kötü bir bakış attı, kitaplarını paylaşmaktan nefret ederdi.

 

"Ne anlatıyor ki?"

 

"Daha yeni başladım, bitirince anlatayım güzelim." diye tatlı tatlı cevapladı Hazal'ın sorusunu.

 

"Vera'nın Azra'yı öldürüp ceza almasını anlatıyordur." pis pis sırıtan Kuzey'e arkamızdaki yastığı fırlatıp Azra'nın yatağını kontrol ettim.

 

"Sussana oğlum, uyanıp olay çıkarıcak yine, sonra uğraş dur." o cadı yüzünden az ceza yememiştim.

 

"Siz daha uyumadınız mı?!" duyduğumuz sesle hepimiz olağanüstü bir hızla yataklarımıza dağılırken Bartu da kitabını yastığının altına koyup ışıklı gözlüğünü komodinine savurmuştu.

 

______

 

Tarçın kokuyordu, hala aynı kokuyordu. Artık hiç bir şüphem kalmamıştı, oydu. Karşımda ki adam benim Bartu'mdu. Aldığım nefesi geri verirken tüm cesaretimi topladım.

 

"Aslında ben şey sormaya gelmiştim," o derin tarçın kokusunu tekrar soludum ve odaya bir göz attıktan sonra bakışlarımı meraklı gözlerine çevirdim "Beni hatırlıyor musun, Bartu?" ismini vurgulayarak sorduğum soruyla bakışları tamamen değişti; meraklı ifadesinin yerini büyük bir özlem ve rahatlama aldı. Sanki ben o soruyu sorunca üzerinden dünyanın yükü kalkmış gibi oldu. Sonra şöyle bir cevap verdi;

 

"Evet, Vera. Hatırlıyorum. Sizi unutma gibi bir şansım var mı ki zaten." artık ben de çok rahatlamış hissediyordum. Sözlerinden sonra omuzlarım çöktü ve küçük bir kahkaha attım. Tüm stresim yok olmuştu. Tanıdık ve güvenli ortamdaydım.

 

"Haklısın, acayip unutulmazızdır." gülerek söylediklerimden sonra ona sarılmak istediğimi fark ettim. Kollarımı açıp ayağa kalktım. "Sana sarılabilir miyim ağabey?" hiç beklemeden ayağa kalktı ve içindeki tüm özlemle sarıldı bana. Onu bu kadar özlediğimi yeni fark ediyordum, tarifsiz duygular içindeydim. Başımı huzurla göğsüne yasladığımda zaman çok yavaş akıyor gibiydi.

 

O şekilde ne kadar durduk bilmiyorum ama ayrıldığımızda müthiş hissediyordum. Sabaha kadar hiç uyumayıp konuştuk, dertleştik, şakalaştık tam dört kupa kahve içmemiz gerekse de hiç uyumadık. Konu ara sıra Hazal ve Kuzey'e geldiğinde ve onlarla hiç ayrılmadığımızı öğrendiğinde yüzünde ki hüzün ve özlem o kadar açıktı ki onu şimdi aşağı indirip Kuzey'le görüştürmemek için kendimi çok zor tutmuştum. Ona her şeyi anlatmıştım ama Çember'den ve sığınaktan bahsetmemiştim. Bilmiyorum, ona güveniyorum ama vereceği tepkiden korkuyorum.

 

*******

Loading...
0%