@acel__077
|
Biz, Hazal Kuzey ve ben, sanki yıkık, çökmüş bir evin üzerinde yaşıyor gibiydik. Yedi yıl boyunca böyle hissetmiştim, yedi yıl boyunca asla tamamlanmış ve huzurlu hissetmemiştim. Dediğim gibi, yıkık ve soğuk bir evde yaşıyordum ve bu ev sanırım geçmişimi simgeliyordu. Öncekinden iyi bir hayatım vardı evet, en azından artık ait olduğum bir mekan vardı, bir ev. Önceden buna da sahip değildim ve şükürler olsun ki artık yağmur yağdığında sığınabileceğim, yıkık dökük olsa ya da su sızdırsa da içinde dostlarımla yaşadığım bir evim vardı. O evde donuyorduk belki ama biliyordum ki üçümüz de çocukluğumuzda olduğumuz durumdansa bunu tercih ederdik. Temeller sağlam değildi ama biz sağlamdık, ayakta ve kuruyduk en azından. Eskinin aksine kan ve göz yaşı yoktu. Yedi yıl boyunca böyle hissetmiştim ama şimdi bir şeyler değişmişti; artık o yıkık evde üç değil dört kişiydik ve evimiz artık ısınıyordu. Hazal evde hüküm süren şefkat gibiydi ve Kuzey de neşe, kendimi bilmiyordum ama Bartu kesinlikle sıcaklığı temsil ediyordu çünkü şuan, daha doğrusu dün geceden beri sımsıcak hissediyordum. Sanki o yıkık ve soğuk evde biri bir ateş yakmıştı, bu zarar vermeyen sadece ısıtan bir ateşti ve öyle büyüktü ki bize artık hiç üşümeyeceğimizin teminatını veriyor gibiydi. "Vera ben, ben inanamıyorum, sen ciddi misin o gerçekten burada mı?" ofis sandalyesinden kalkıp ağlayan Hazal'ımın yanına gittim ve ona sıkıca sarıldım. Onları ofise toplayıp her şeyi anlatmış ve gerçekten rahatlamıştım. İkisi karşımda şoku atlatmaya çalışırken kapı tıklandı, önce Hazal ve Kuzey'e baktım ve kapının açılmasını onayladım. İçeriye Bartu girmiş ve kapıyı kapatıp duvara yaslanmıştı. Onu dün gece buraya davet etmiştim ve bu günde ona söylediğim saatten önce Hazal ve Kuzey ile konuşmuştum. Hazal, Bartu'yu gördüğünde önce derin bir nefes verdi ve sonra omuzları büyük bir rahatlama ve şokla çöktü. Ayağa kalkıp sevdiği adamın boynuna atladığında sanki sıcacık olmuş gibiydi, biri kalbinde bir ateş yakmış ve onu ısıtmak için çabalıyormuş gibi. Aynı rahatlama Kuzey'de de yaşandı ama o ağabeyinin boynuna atlamadı, önce bana baktı ve derin bir nefes verip gözlerini kapadı, dudaklarında derin bir tebessüm oluşurken ayağa kalktı ve yanıma gelip Hazal'ın gözyaşlarını silen Bartu'yu izledi. Bir kaç saniye sonra Bartu'nun gözleri ona dönünce hiç beklemedi ve Hazal'ı itekleyip ağabeyine sarıldı. Tabii arkadan bir şamar da yedi. Gülerek bende yanlarına gittim, kollarımı üçünün etrafına dolayıp kardeşlerime sarıldım. İşte şimdi tamamlanmış hissediyordum, ev tamir olmamıştı belki ama ısınmıştım, ısınmıştık. Bu bize yeterdi. Kollar ayrılıp gözler açıldığında derin bir nefes aldım ve hemen göz yaşlarımı silip toparlandım. Kolumdaki saate döndüğümde aceleyle kapıya yöneldim. "Benim çıkmam lazım! Duruşma başlayacak." "Ne duruşması?" Bartu'nun sorusuyla yüzümü buruşturup ona yöneldim "Sana kendimi tanıtayım ağabey, Avukat Vera Göktepe Arslan, evet artık sıkıcı bir iş insanıyım ve şimdi de yetişmem gereken bir mahkeme var." "Bende neden bir avukatlık bürosunda olduğumuzu sorguluyordum, vay canına." "Hayallerini gerçekleştiren tek kişi sen değilsin, biz de yaptık bir şeyler." etrafına hayran bakışlar atıp kafa salladı. "Bende geliyorum." çantamı ve kabanımı bana uzatmış olan Kuzey'e kafa salladım. "Hayır Kuzeycik, sen burada kal ve ağabeyinle hasret gider. Ben zaten tüm gece onunlaydım, sıra sizde." üçüne de bir bakış attıktan sonra eşyalarımı alıp odadan çıktım. Bu gün koyu kırmızı, ceketsiz bir takım ve siyah gömlek giymiş, bir saat sonra giyeceğim cübbeyle uyumlu olmak istemiştim. Arabama binip siyah çantamı ve siyah kabanımı yan koltuğa koyduktan sonra kemerimi taktım, radyoyu açtım ve duruşmanın olacağı mahkeme salonuna sürmeye başladım. Bizim büromuzda mahkeme salonu maalesef mevcut değildi bu yüzden başka yerlere gidiyorduk. Biz de sadece anlaşmalı boşanma gibi küçük davaların görüldüğü salonlar vardı, şimdi gideceğim dava ise çok daha büyük bir salon gerektiriyordu; bu iki büyük şirketin çatışmasıydı. Şöyle ki müvekkilim Arzu Hanım, yakın zamanda babasının ölümüyle aile işinin, yani pırlanta şirketlerinin başına geçti ve kendisi babasının düşman pırlanta şirketi tarafından öldürüldüğünü düşünüyor, düşünmekten öte olayı destekleyen kanıtları da fakat hiç biri yeterli değil çünkü karşı şirket baya bir hileli oynuyor. Durumun özeti böyle bugünkü mahkeme davanın ilk mahkemesi de değil, Arzu Hanım daha önce farklı avukatlarla da çalışmış ve başka mahkemelerde olmuş fakat hiç biri nihai bir sonuca varamamış. Arabayı mahkemenin otopark kısmına park ettim ve tüm havamla otomatik kapıdan içeri girdim. Girdiğim gibi zaten Arzu'yu görmüştüm. Israrla giydiği siyah, şık kıyafetleri ve simsiyah saçlarıyla yanıma gelip selam verdi. Duruşmadan önce onunla son kez bir toplantı yapacaktık bu yüzden boş bir odaya geçtik. Elimdeki dosyaları masaya dizerken bir yandan da Arzu'yu dinliyordum. "Bu sefer başarılı olacağımıza inanıyorum, işinizde gerçekten iyisiniz Vera Hanım." egomun okşanmasıyla gülümseyip elimi omzuna koydum. "Lütfen artık şu Hanım ekini atalım, bu kadar resmiyete gerek yok. Ayrıca kazanacağımızdan emin olmanı istiyorum, elimizdeki delilleri reddetmeleri mümkün değil, için rahat olsun." Biraz sonra mahkemenin provasını yapmaya başladık ve saat gelene kadar her şeyin üstünden geçtik. *** "İtiraz ediyorum!" diyerek ayağa kalktı şeytanın sol bacağı. Allah'ım ben ne yaptım da sen karşıma böyle vatandaşlar çıkardın? Yok, olmuyordu, bu sefer olur demiştim ama her şeye bir cevapları vardı Allah'ın bacaksızlarının. "Bunlar sağlam kanıtlar evet ama hiçbiri şirketimizle doğrudan alakalı değil." hay ben sizin şirketinizin ama artık yani! "Sayın Yargıç," diyerek sinirim ve ben ayağa kalktık. "Bu suçları X şirketinin işlediği gayet bariz, buna ister dolaylı deyin ister doğrudan." daha ne deyim yani? Bundan sonrası zaten yargıcındı. Karşı tarafın birkaç itaraz konuşmasından sonra pos bıyıklı yargıç bey tokmağı vurdu ve yüzüme yüzüme kötü haberi verdi. Evet, olmamıştı, kaybetmiştik ama ben pes etmeyecektim, pes edemezdim. Arzu Hanım ile birlikte salondan çıkarken karşı tarafın avukatı sırıtarak önüme geçti. "Sürekli kaybetmek nasıl bir his Vera?" bu da bizim bürodandı işte, meslektaşımız demiştik, bağrımıza basmıştık adamın yaptığı şeye bak. "En azından senin gibi kötü tarafı savunmadığım için mutluyum Şahin." müvekkiliyle beraber yüzüme güle güle geçti gitti. Adamdaki dil pabuç kadardı! "Yine olmadı be avukat." Arzu'nun dertli sesiyle yönümü ona çevirdim. "Evet, olmadı ama pes etmek yok Arzu. Sen hiç merak etme, önünde sonunda kazanan biz olacağız." yani inşallah oluruz valla, biraz zor ama. "Şimdi biraz kafamızı boşaltalım, yarın istediğin zaman ofise gel, konuşalım tamam mı?" "Tamam, yarın erkenden gelirim." dedi ve salonun çıkışına yöneldi bende cübbemi çıkardım ve eşyalarımı alıp arabamın yolunu tuttum. Ofise geldiğimde kendimi direk koltuğa attım. Canım dostlarım burada değillerdi, muhtemelen kafenin birine oturmuş eğleniyorlardı. Bende burada öleyim tabii! Kendim gönderdiğim arkadaşlarıma kızmayı bırakıp ayaklandım ve sürünerek masanın başına geçtim, Kuzey olmadığı için ajandamı kendim kontrol etmem gerekiyordu. Bilgisayarı açınca gördüklerim beni mutlu etmişti, sadece bir toplantım vardı yarım saat sonra. Yani toplantıya girip çıkabilirdim. Ama yine de biraz çalışsam iyi olacaktı. Saat 14.30. Programı yarım saat boyunca dinleneceğim, sonra da toplantıya girip, iki saat çalışacağım şekilde ayarladım. Ofisten muhtemelen altı gibi çıkacaktım. Akşamki yemek saat yedide olduğu için eve gidip üstümü değiştirmeye vaktim olurdu, biraz da geç kalsam bir şey olmazdı herhalde. *** Avukat olmak benim neyimeydi? Cidden her ofis çıkışı kendime bu soruyu soruyordum. İki saat çalışmakla çıngım çıkıyordu, nasıl çalışıp da avukat olabilmiştim çok merak ediyordum. Bu kadar üşengeçlik bünyeye zarardı! Evet saat sonunda altıyı bulmuştu. Gözlüğümü çıkarıp ağzımı yüzümü ovuşturdum ve bilgisayarı büyük bir hiddetle kapattım. Masanın üstünde kağıt defter ne varsa topladıktan sonra az biraz kendime gelebilmiştim. Eşyalarımı bir koluma atıp bürodan ayaklarımı bir yerime vura vura çıkıp arabaya bindiğimde acele ediyordum çünkü Hazal'ile konuşmuştuk, onu ve Ece'yi evlerinden alacaktım. Gerçi o da zor yetişecekti, Bartu'yla muhtemelen yeni ayrılmışlardı oradan eve otobüsle ya da Bartu'nun arabasıyla geçmeliydi çünkü onun yeşil arabası bir kaç gün önce geçirdiği kazadan dolayı tamirdeydi. Eve geldiğimde bizimkilere rastlamamıştım, nerede olduklarını bilmiyordum tek bildiğim ayrı ayrı gideceğimizdi, gerçi muhtemelen çoktan çıkmışlardır. Saat altı buçuğu vurmuştu. Koşa koşa odama gidip giyinme odama girdim ve bir yandan soyunurken bir yandan kıyafet seçmeye başladım. Sonunda siyah, uzun ve yırtmaçlı bir elbisede karar kıldığımda hızlıca giyinip saçlarıma dokunmadan aşağı indim, canım kızıllarım hiç bozulmuyorlardı, sürekli dalgalı ve güzellerdi. Siyah topuklularımı giyerken üşümemek için dua etmeye başlamıştım, hava buz gibiydi, kalın çorap giydiğim için en azından bacaklarım üşümeyecekti ama kollarım çıplak kalıyordu. Kaban soğuğu ne kadar keserdi bilmiyordum. Vestiyerden, eve girince yukarı çıkarmadığım siyah çantamı ve kabanımı alıp evden çıktım. Dışarı çıkar çıkmaz soğuk havayla karşılaşınca hemen kabanıma sarıldım tabii. Arabaya biner binmez Hazal'ı arayıp çıktığımı bildirdikten sonra şarkı söyleye söyleye onların evine geldim. İki güzellik el ele beni kapıda bekliyorlardı, önlerinde durup kapıları açınca hemen bindiler. "Hava buz gibi buz!" dedi kemerini bağlayan Hazal. Onaylayan mırıltılar çıkarıp arabayı çalıştırdım. O pembe, kadife kumaş ve kalın bir etek takımı giymişti, kısa eteğinin altına benim gibi botlar geçirmişti. O kadar tatlı ve güzel gözüküyordu ki o turuncu kafasını ısırmamak için zor duruyordum. "Senin araban ne zaman geliyor tamirden?" "Tahminen yarından sonra geliyormuş, öyle dediler. Canım arabam 4 gün boyunca bende olmayacak." Hazal'ın çok güzel üstü açılan parlak yeşil bir arabası vardı, çok seviyordu ama sürekli bir yerlere çarpıp duruyordu. "Bu da sana ders olur, ipi kopmuş danalar gibi sürüp de her ay beş kere tamire götürmezsin." minik bir kahkahayla bu sözlerimi asla ciddiye almadığını belirtti. "Bartu'yla nasıldı?" fısıldayarak sorduğum soruyla gülümsedi ve derin bir nefes aldı, "Onu gerçekten çok özlemişim Vera, ayrıca hiç değişmemiş olması da cabası. Hala o kadar sevilesi bir adam ki." aslında hiç Hazal'a uygun bir tip değildi, somurtuğun tekiydi ama ne yaparsın işte, gönül ferman dinlemiyordu demek ki. Bir kaç dakika sonra lokantaya ulaşmıştık, kızları bırakıp arabayı otoparka sürdüm, normalde vale vardı ama ben arabamı başkalarına emanet etmekten hoşlanmazdım. Arabadan inince Alp ile karşılaştım, sanırım o da valeleri sevmiyordu. "Mekanın sahibi geri döndü ha?" arkasından yürürken sorduğum soruyla bana dönüp güldü, "Dürüst olmak gerekirse gerçekten buranın havasını özlemişim." "Ee sahibi olduğun havayı özlersin tabii." evet, bu ultra lüks aile restoranı Alp'in üzerineydi. O burada yokken hiç sevmediği ortağı yönetiyordu fakat tanıdığım Alp kontrolü gelir gelmez eline almış olmalıydı. Kendisi insanlara pek güvenmezdi, bu belki de mesleğinden gelen bir dürtüydü, bilmiyordum ama herkese şüpheyle yaklaşmakta üstüne tanımazdım doğrusu. Onunla ilk tanıştığımda kendisinden az çekmemiştim, her hareketimi sorgulamış, acayip şüpheci davranmıştı fakat sonunda ters hareketlerim, umursamazlığım ve açık sözlülüğümle güvenini kazanmayı başarmıştım. Sonunda masaya geldiğimizde boş olan iki sandalyeye oturduk. Bir yanımda Alp, diğer yanımda Hazal vardı. Daire şeklindeki masada epey kalabalıktık. Bizim aile, Samet amcalar falan derken on kişiyi bulmuştuk. Masadakilerle selamlaştıktan ve 'geç kaldığına hiç şaşırmadık' serenadını dinledikten sonra önüme dönüp kıtlıktan çıkmış gibi yemek yemeğe başladım, tabii bu sırada gözlerim birbirlerine utangaç bakışlar atan Bartu ve Hazal çiftinin üzerinde dolanıyordu. Derken Bartu'ya yakalanınca imayla gülümsedim bu sırada birine daha yakalanmış olmalıydık ki kulağıma eğilen birinin fısıltısını duydum, "Dün gece Bartu'yla ne oldu? Önceden falan mı tanışıyorsunuz?" onu yüzüne kapı çarpılmış bir şekilde arkamda bırakıp Bartu'nun odasına daldığımı ve sabaha kadar da çıkmadığımı hatırlayınca sorusuna hak verdim, sormak için çok bile dayanmıştı. "Söz sonra anlatacağım ama dostunu elinden almadığıma emin olabilirsin." yani Bartu asıl benim dostumdu, bu durumda o benim elimden almış oluyordu. "Sabırsızlıkla bekliyorum anlatmanı." kaçış yok dercesine bir bakış attıktan sonra o da önüne döndü. Tam o sırada arkadan neşeli bir kadın sesi duyuldu, "Umarım çok geç kalmamışımdır Arslan ailesi?" Alp sesi duyar duymaz arkasına dönmüş, sarı saçlı, ela gözlü genç kızı görünce de ışık hızıyla ayağa kalkmıştı. "Erva! Ne işin var senin burada?" Erva diye öyle bir bağırmıştı ki yerimde sıçramıştım doğrusu. "Pek söz dinleyen birisi olduğum söylenemez Alp, beni bilirsin." "İki saniye yerinde durduğun da söylenemez." bunu muazzam bir huysuzlukla söylemişti. "Öyle demeyelim de, senin olmadığın yerde duramıyorum diyelim." tam bu sırada araya girme ihtiyacı hissederek oturduğum yerden Alp'in siyah gömleğini çekiştirdim, "Kim bu, belalı sevgilin falan mı? Ortamdaki gerginlik seviyesinden bayılacağım şimdi." zira masadaki dört büyükler yani Samet amca, eşi Ayla yenge, Semih ve Selin sert bakışlar eşliğinde ayaklanmışlardı. "Alp, ne işi var bu kızın burada?" diye sert sesi ve mavi gözleriyle Samet amca da araya girme ihtiyacı hissetmişti sanırım. Alp önce Samet amcaya melül bir bakış attı sonra da kafasını bana eğip fısıldadı. "Bunu da sonraya atalım olur mu?" sanırım bu gece Alp ile oturup uzun uzun konuşmamız gerekiyordu çünkü ben şuan bile meraktan çatlayacak konuma gelmiştim. "Buraya kavga çıkarmaya gelmedim Samet amca, aksine akrabalarımı özlediğim için geldim. Hollanda'ya sürgünü yedikten sonra pek mutlu olduğum söylenemez." kız acayip ılımlı yaklaşıyordu ama bizimkiler pek öyle görünmüyordu. "Yanımda annemleri de getirdim deme sakın Erva, onların bizim yanımızda yerleri yok." bu sefer araya daha sakin bir sesle Selin girmişti. "Hayır teyze, tarafsız olarak sadece ben geldim, aranızdaki sorunu bile bilmiyorum, dediğim gibi teyzemi ve kuzenlerimi özlediğim için geldim, beni geri göndermezsiniz öyle değil mi?" teyze dediğine göre kuzen falan olmalıydı ama benim böyle bir üvey kuzenim olduğundan haberim yoktu, bu yüzden Hazal'a dönüp 'hayırdır, kim bu' temalı bir bakış attım fakat o da bilmiyor olacak ki dudaklarını büzerken omuzlarını kaldırıp indirdi. Bu sırada Gökhan ayaklanmış ve koşar adım Erva'nın yanına gidip ona sıkıca sarılmıştı. Erva baya genç duruyordu, muhtemelen Gökhan'dan bile küçüktü. Ayrıca çok da güzeldi, ela gözleri içinde her rengi barındırıyor gibi görünüyor, yüz hatları kalemle çizilmiş gibi duruyordu. Ben bile egosu tavan bir kişilik olarak onun kadar güzel olduğumu düşünmüyordum. Giyimi ve süslülüğü de zümrüt gözlüm, turuncu saçlımla yarışır cinstendi. "Ne geri göndermesi canım, iyi ki gelmişsin başımızın üstünde yerin var, değil mi anne, baba?" Gökhan'ın ortamı yumuşatmaya çalışan tutumuyla her kes sus pus olurken Alp de kendi anne babasına döndü, "Dediği gibi, Erva'nın konuyla bir ilgisi alakası yok, hoş ben de ta on iki yıl önceki olayın ne olduğunu bilmiyorum da." deyip sabır çeker gibi bir hareketle susmuştu. Cidden şu an tam on iki yıl önceki olayın tartışması mı yapılıyordu? Bu sözlerin ve Alp'in sert, kararlı bakışlarının üzerine herkes derin bir nefes verip yerine çöktü, sözü de Semih devraldı. "İyi madem, haklısın konuyla alakası yok, sırf bu yüzden sorun çıkmayacak." tabağında ki yemeğe bakarak konuşurken son kelimelerinde yanındaki Samet'e göz ucuyla bakmıştı. Zira orada dikilip etrafa mahcup bakışlar atan kızın yüzüne bile bakmadan konuşmuştu. Sonrasında Gökhan ve Erva dışında pek konuşan olmadı, Alp havalı bir el hareketiyle garsonu çağırdı ve Erva için Gökhan ve Bartu'nun arasına servis açtırdı. Bunu Erva Gökhan ile rahatça konuşabilsin diye yapmıştı fakat Hazal'ın kurt bakışları Bartu'nun yanına kurulduğundan olsa gerek kızın üzerine dikilmişti, tabii bunda Erva'nın güzelliği ve süslüğü de etkili olabilirdi. Bakışları bayağı bir ağırlaşınca dizini dürtüp bir yandan sırıtıp bundan keyif alırken bir yandan 'ne yolacak gibi bakıyon kıza?' temalı bir bakış attım. En yakın arkadaşlar olarak gözlerle iletişim kurmak en iyi yaptığımız şeydi. Bu bakışımın üstüne kaşlarını biraz daha çatıp huysuz huysuz önüne döndü, neyse ki bakışları yumuşamıştı ve gözleri yemeğindeydi. Umarım gün sonuna kadar orada kalırdı. Bir süre sonra Gökhan ile özlem gidermesi bitmiş olmalı ki biraz daha yüksek bir sesle bize bakarak konuştu yeni kız, "Beni masadaki yabancılarla tanıştırır mısın Gökhan? Alp üvey kardeşinden bahsetmişti ama," gözlerini Hazal ve benim üzerimizde gezdirdikten sonra meraklı bakışları Bartu'nun üzerinde gezindi, tam da bu sırada araya Hazal girdi; "Evet, bu Vera, Alp'in üvey kardeşi." eliyle beni işaret ederek benim yerine şahsımı tanıtınca sadece kıza bakıp tebessüm edebildim. "Ben de Hazal, Hazal Işık Gökhan'ın ve Ece'nin üvey ablasıyım." diye kendini de tanıttıktan sonra muazzam bir kararlılıkla Bartu'yu işaret ederek ekledi, "O Bartu, Alp'in asistanı." tabii bu ortamda 'aynı zamanda da benim sevgilim' diyemeyeceği için sustu ve itici bir tebessümle bakışlarını Erva'ya dikti. Göz ucuyla Bartu'ya baktığımda bıyık altından güldüğünü görünce bende gülmeden edememiştim, yıllar önce geride bıraktığı kızın hala kıskanç bir cadı olduğunu, değişmediğini görünce gülerdi tabii. Erva da yazık yavrum bu bakışlardan ve çıkıştan ürkmüş olacak ki önce tereddütle Gökhan'a göz ucuyla baktı, sonra da gülümseyerek tekrar bize döndü, "Çok memnun oldum, bende Erva, Alp'in teyzesinin kızıyım." tanışma faslının üzerinden ilerlediği Alp'e baktığımda ortamla hiç ilgisi yok gibiydi, ciddi bakışlarla yemeğine gömülmüş, önündeki kebabı hunharca gömüyordu. Ben Alp'e bakarken Erva'nın ayağa kalkmış bana elini uzattığını fark ettim, tokalaşmaya ne gerek vardı şimdi? Önümüzde koca masa vardı yani. Söylenmelerimi dışarı taşırmadan bende ayağı kalkıp tokalaştım, lakin gülümsemeyi unuttuğumu anca yerime oturduğumda fark etmiştim. Zorlama kibarlık bu kadar oluyordu demek ki. Tokalaşma sırası kendisine geldiğinde Hazal da zerre sırıtmamış, aksine huysuz huysuz bakmıştı yine. Erva Hazal ile işini bitirdikten sonra kaçınılmaz olarak Bartu'ya dönünce Hazal'da tam ağzını açıyordu ki bacağını cimcirip dikkatini kendime çekmeye çalıştım fakat ağzını geri kapatmasını sağlamak dışında başka bir işe yaramamıştı, zira hala yolacak gibi bakıyordu. "Memnun oldum Bartu." sesini duyunca dikkatimi tekrar o yöne verdim ve doğrusu gülmeden edemedim, zira Erva Bartu'nun dikkatini anca ses çıkararak çekebilmişti o sesini çıkarana kadar Bartu yemeğiyle ilgileniyordu. Erva'yı fark edince de tepkisi muazzamdı, önce boş boş göz kırpıştırıp, 'ee yani ne yapmamı bekliyorsun şimdi' der gibi bir kıza bir de eline baktı sonra da isteksizce sıkı sıkı tuttuğu bıçağı bırakıp sonunda Erva'nın elini sıktı. Erva bu küçük ezilme seansından sonra yüzünde kocaman bir gülümsemeyle Hazal'ın yanında uslu uslu oturan Ece'ye döndü, "Sende Ece olmalısın ufaklık, abin senden ve tatlılığından bahsetmişti." Ece de hemen güldü tabii, sonra da tüm tatlılığıyla utanıp Hazal ablasının arkasına doğru gizlendi. Bu kız bir bana cadıydı zaten. Tüm bu tanışma faslı sırasında dört büyükler kimseye aldırmadan yemek yiyor, Erva'ya tip tip bakıyor ve arada da birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Zaman ilerledikçe sinirler bir kenara bırakıldı ve sohbet ilerledi, Erva'nın sevecenliği ve pozitifliği sayesinde de herkes biraz daha ısınmıştı ona karşı. Ayrıca anladığım kadarıyla Erva'nın ailesi pek iyi huylu değildi, tek çocukları, kızlarıyla araları kötüydü ve Erva buraya gelebilmek için onlarla kavga bile etmişti, Semih ve Selin'in de ona karşı ısınmalarının temel sebebi buydu. On iki yıl önceki olaydan ise hiç bahsedilmemişti, sanırım bu ailelerin arasındaki bir sırdı. Yemeğin sonunda ise Erva'nın burada olduğu süre boyunca bizde kalabileceği kararı alınmıştı. Sonunda herkes ayaklandığında arabalara yönelmiştik, Erva'nın Hazal'ınkiyle yarışır güzellikte, kırmızı, üstü açık bir arabası vardı, ayrıca iki arabanın da aynı model oluşu epey trajikomik bir olaydı. Canım kıskanç arkadaşım asla usanmadan bu konuya da sinirlenmişti tabii. Şu kızdaki sinir bende olsa işkence kapasitem bin katına falan çıkardı sanırım. Düzenli olarak boks yaptığını, ve giyinme odasında bir boks torbası olduğunu bilmesem sinirini nereden attığını merak edecektim. Evet, Hazal çıtı pıtı bir kız gibi görünürdü -sinirlenmediği ve kıskanmadığı zamanlar hariç tabii ki- fakat her hafta sonu boks kursuna giderdi, baya da güçlüydü doğrusu. Fakat bu durumu imajına yakıştıramıyor olmalı ki herkesten gizli tutmaya özen gösteriyordu. Bu yüzden boks torbası ve eldivenleri odasının en ücra köşesinde, giyinme odasında duruyordu. Şöyle bir ayrıntıyı da es geçemeyeceğim, ona dövüşmeyi öğreten de bendim. Şöyle ki, yetimhaneye ilk geldiğim zamanlar, bir çocuk kendisine fena kafayı takmış durumdaydı ve laf atıp duruyordu, bir gün Hazal da dayanamamış ve bu çocuğa saç baş girişmişti, çocukta yalnız değildi, arkasında çetesi falan vardı, bende kavga görmüşüm durur muyum? Girmiştim araya, tabii kendime taraf olarak kız olduğundan ötürü Hazal'ı seçmiş başlamıştım çocukları dövmeye. Hazal veletlerin saçlarını falan çekerken ben sanki bir müsabakadaymışçasına tekme yumruk dövüyordum, onlarda zaten çok dayanamamış bir kaç dakikaya haşat olmuşlardı, o kavga yetimhanede karıştığım ilk kavgaydı, hatta ilk cezamı da Hazal ile bu yüzden yemiştim. Hazal benim nasıl dövüştüğümü görünce peşimde dolanmaya başlamıştı, teşekkür için değil ama ona da dövüşmeyi öğretmem için. Hazal o zamanlar on kat daha sinirli ve sertti, kimseye kolay kolay yüz vermez hep suratı asık gezerdi, her kavganın içinde de benim gibi mutlaka olurdu. Sonradan, evlat edinilince, güvende olduğunu anlayınca değiştirmişti o kendini, çocuksu saflığına ve neşesine o zaman bürünmüştü. O peşimde dolanırken ben de bir kaç hafta sonra dayanamamış, sonunda istediğini vermiştim, dövüşmeyi benden öğrenmişti, sonra da parası olunca bir profesyonelden ders alacağına söz vermişti kendi kendine. Öyle başlamıştı yani seneler süren kadim dostluğumuz. "Haydisene Vera! Yürü gidelim şu arabanın önünden." evet, şuan restoranın kapısıyla Erva'nın kıpkırmızı arabasının arasında dikilmiş durumdaydık, niçin bu durumda olduğumuzu ise hiç bilmiyordum. Zira şuan otoparka gidiyor olmalıydık. Öyle de yaptık, Hazal ile kol kola girmiş halde içeri girip asansöre yönelirken peşimizden Alp ve Bartu da geliyorlardı. Anladığıma göre o ikisi de aynı arabayla gelmişlerdi. Dört kişi asansöre bindiğimizde başımı koluma tünemiş, turuncu kafaya doğru eğdim. Kendisi epey kısaydı, omzumun bir tık aşağısına denk geliyordu. O da yandığım yeşil gözlerini bana diktiğinde tatlı tatlı sırıtıp boşta olan elimle turuncu kâküllerini karıştırdım. Hemen yüzünü buruşturup benden uzaklaşmıştı tabii, doğrusu bana yapışmasını engellemek için mükemmel bir taktikti. "Bu Erva şimdi sizde mi kalacak?" diye sessizliği bozdu Hazal huysuz huysuz. Bartu buna alttan alttan sırıtırken cevap Alp'ten çok net bir şekilde geldi. "Sizde kalsaydı da iki güne gebertse miydin kızı?" bu muazzam soru üzerine Hazal Alp'e en kınayıcı bakışını atarak cevap verdi, "Ne münasebet canım, niye gebertiyormuşum ben o kızı?" "Ne bileyim, geldiğinden beri yolacak gibi bakıyorsun da." bu noktada asansörün kapısı açılırken Hazal'dan muhteşem bir savunma cümlesi gelmişti, "Öyle bakmıyorum bir kere, gözüm tutmadı sadece." kesin sadece gözün tutmamıştır Hazal! "O belli zaten de, niye tutmadı onu anlamadım ben." "Aman Alp, sende canın kuzenine laf ettirme sakın." diye carladığında Alp cevap verme gereksinimi duymadan Auidi'sinin kapılarını açıp sürücü tarafına yönelmişti. Bende bu sırada çantamı anahtarı bulma umuduyla karıştırırken biraz ilerideki arabama yürüyordum. Hazal da peşimden gelirken susmuştu. Sonunda anahtarı bulup arabaya bindiğimizde Alp ve Bartu önde biz arkada çıkmıştık otoparktan. "Tahmin edeyim, şimdi yine yarışacaksınız değil mi çocuk gibi? Eve son varan çürük yumurta mı olacak dona mı kalacak?" Hazal'ın sözleriyle pis pis sırıtmaya başladım. Aynen öyle olacaktı, tabii Alp Bey bu geleneği unutmamışsa, zira bayramlarda seyranlarda buraya geldiğinde ve bir yerlere gittiğimizde eve dönerken hep yarışırdık. Onunla tek ortak noktamız arabalara olan tutkumuz olabilirdi. Kazanan da genelde ben olurdum fakat bu sefer Alp önden başlamıştı ve önce onu yakalamam gerekiyordu, yaptığı hıza bakılırsa da hiç unutmuşa benzemiyordu. "Her şeye huysuzlanmayı bırak artık Hazal, ve kemerini tak, önden başladılar." sabır çekerek dediğimi yaptı sonra da bana eğildi çünkü ben daha kemerimi takmaya fırsat bulamamıştım. Kollarımın altından uzanıp kemeri taktığında yandan ona bir öpücük atıp gaza iyice yüklendim. Şükür ki yollar boştu da hemen yakalayabildim koyu lacivert renkteki audiyi. Dirseğini sonuna kadar açtığı camdan dışarı çıkarmış Alp ile aynı hizaya geldiğimizde hızımı düşürdüm ve Hazal'ın tarafındaki camı açıp sinirli bakışlarını bana çevirmiş adama göz kırptıktan sonra radyodaki yabancı şarkının sesini sonuna kadar açıp gazı tekrar kökledim. Önüne geçince de elimi dışarı çıkartıp sallamayı da ihmal etmemiştim tabii ki. "Hava çok soğuk, kapat şu camları." Hazal kendi tarafındaki camı kapatırken söylenince bende kendi tarafımdaki camı kapatmak zorunda kalmıştım. Lakin biraz sonra yanımda gördüğüm audiyle kaşlarımı çattım. Zaten Alp'i hafife almak hata olurdu, kendisi gençliğinde araba yarışlarının kralı olmuş bir beyefendiydi. Sol tarafımdan geçerken alttan alttan bana bakıp sırıtmıştı adi herif. Hemen hızımı arttırdım tabii, fakat eve geldik sayılırdı, yani şuan önümdeki şahsiyet daha avantajlıydı, arabayı sürekli benim gittiğim şeride kırıyor, öne geçmeme izin vermiyordu. Bu mücadeleyi kaybetmemek için tüm gücümle savaşıyordum fakat olmuyordu! Adi herif hangi şeride geçersem geçeyim önümde bitiyordu. Direksiyon hakimiyeti de mükemmeldi, olmasaydı zaten şimdiye arkadan çarpmıştım ona. Kaşlarımı çatmış ve gazı köklemiş bir şekilde ilerlerken ileride ufuk noktasını görmemle derin bir şekilde ofladım, aramızda ki mesafe çok açık değildi fakat malikaneye çok az kalmıştı. Ama yine de pes etmek yoktu. Yanımda sızlanan prensesime sıkı tutunmasını söyleyip direksiyonu sağa doğru kırdım, o da hızlanıp sağa kırmışken aşırı ani bir manevrayla sola kırarak orta şeritten sağa geçmek yerine sola geçmiş ve nihayet onunla aynı hizaya gelebilmiştim. Zafer kazanmış bir gülümsemeyle kornaya ve gaza abanarak lacivert audinin önüne geçtim. Artık hakimiyet bendeydi. "Yuh! O neydi kızım?" Hazal'ın şaşkın nidasıyla gülüşüm daha da büyüdü. Direksiyonu resmen okşarken malikanenin büyük, demir kapısının önünde durdum. Kapılar otomatik olarak açılmıştı fakat ben içeri girmemiştim çünkü geri dönüp Hazal'ı bırakmam gerekiyordu. Alp'in arabası yanımda durduğunda camımı açıp kafamı sırıtarak dışarı çıkardım. "Nasıl hissediyorsun Direksiyon Lordu?" evet, ona araba yarışlarında böyle hitap ediliyordu. Burası genelde boş bir arazi olduğundan yarış yapacak bir sürü alan vardı ve önceden neredeyse her gece yapılırdı. Şimdi pek olmuyordu ama geçmişte çok katılmışlığımız olmuştu. Daha doğrusu o neredeyse her yarışa katılıyordu, ben de bunu öğrenince ne yapmış etmiş yanında gelmeye ikna etmiştim onu. Ehliyetimi alana kadar yan koltuk prensesiydim ama aldıktan sonra bende yarışmıştım. Şimdi ise çalışmaktan böyle şeylere pek vaktim olmuyordu, eskisi kadar çok da düzenlenmiyordu zaten. "Formundan kesinlikle düşmemişsin, gerçekten iyi manevraydı Kızıl Kafa." e bende az manevra kraliçesi olmamıştım yani. Fakat keşke gerçekten Manevra Kraliçesi falan olsaydım, ola ola Kızıl Kafa olmuştum. Bunun arabayla, yarışla ne alakası vardı şimdi? Ah şu kızıl saçlarım, ama olsun tanınmıştım sonuçta. Şimdi orada ki arkadaşlardan biri çıksa karşıma, hemen 'aa Kızıl Kafa buradaymış' diye bağırırdı mesela. "Sen onu bunu geç de yenildiğine üzül çakma Direksiyon Lordu!" diye bağırıp geri vitese taktım arabayı, zira şuan daha fazla konuşmayıp geri geri gitmem daha havalı duracaktı. "Gelince konuşacaklarımız var, bekliyorum seni!" diye bağırışını da duymuştum maalesef. Evet, sonraya bırakılmış konular vardı. Gerçi onunki anlaşılmıştı fakat Bartu'yu öğrenmeden asla bırakmazdı bu gece beni, anlatacaktık mecbur. "Ne konuşacaksınız, hasret falan mı gidereceksiniz?" "Oldu bir de sarılıp öpüşelim istersen Hazal tam olsun." diye mırıldandım huysuz huysuz. O da hemen kıkırdadı tabii. "Olur valla, şuan o kadar havalı ve uyumlu duruyorsunuz ki, yarın el ele gelseniz şaşırmam." yana dönüp ona iki numralı katil bakışımı attım tüm ciddiyetimle. Üç numara da vardı fakat onu kaldıramazdı, kıyamamıştım. "Bartu'nu konuşacağız güzelim, date çıkmayacağız." "Neyini konuşacaksınız Bartu'mun?" hemen sahiplenmesine gülmeden edememiştim. "Kaç kası var boyu kaç onu konuşacağız Hazal! Allah aşkına ne konuşabiliriz sence Bartu hakkında?" huysuz huysuz göz devirdi zümrüt gözlüm, kıyamadım ve dalga geçmeyi bırakıp açıklamaya koyuldum. "Dün gece Bartu'nun yanına giderken Alp gördü beni, yemekte de ne oldu diye sordu, sonra dedim onu konuşacağız." şaşkınca bana döndü, "Gerçeği söyleyecek misin peki?" "Yalan söyleyecek kadar büyük bir konu değil, söyleyeceğim." arabayı öyle yavaş sürüyordum ki, asfalt dile gelse gider Alp'e, anlattırma şu kıza o konuyu, derdi. Neden bilmiyordum ama konuşmak istemiyordum. Pişmanlık falan duyuyordum galiba, ya da Bartu bizi bıraktı diye ağlayasım geliyordu, hala kızgın olabilir mi diye düşünüyordum. Bilmiyordum, o zamana geri dönüyor gibi oluyordum. "Haklısın, o kadar önemli bir konu değil. Hem adam koskoca savcı, yalan söylesen falan anlar önünde sonunda." "Yani, anlar tabi." Yolun geri kalanı dedikodu ağırlıklı geçmişti, yavaş yavaş giderken her konuda konuşmuştuk Hazal ile. Tabii iki malikane arası yakın olduğundan kısa sürmüştü bu huzurlu dakikalar. Ama en fazla iki gün sonra tekrar görüşeceğimiz için dert değildi. Arabayı evin önünde durdurduğumda uzun bir vedalaşmadan sonra zümrüt gözlü prensesimi indirdim ve bir Arslan konağından öbür Arslan konağına sürmeye başladım, yine oldukça yavaşça tabii. Bu kızın gözlerine takmıştım kafayı, öylesine güzel bir tonu vardı ki yeşillerinin, dünyanın en güzel zümrütünü çıkarsan, Hazal'ımın gözleriyle aynı güzellikte olamazdı. Hazal öyle acayip güzel bir kız değildi, daha çok ufak tefek, yüz hatları keskin değil de yumuşak olan tatlı bir kızdı. Onun güzelliği asıl içinde saklıydı, bilirdim, bir de gözlerinde tabii. Kaçınılmaz konuma geldiğimde, arabamı garaja, Alp'in audisinin yanına park edip derin bir nefes eşliğinde indim. Küçük bir esneme seansından sonra kapıyı kapatıp, çantam kolumda podyumda yürüyormuş gibi değil de, biraz daha dışarda kalırsam buz kesecekmişim gibi koşa koşa eve girip kapıyı hemen kapadım. Aslında soğuk havayı çok severdim fakat şuan ki sıkıntı çıplak bacaklarımdı. Önce odama çıkıp elbisemden kurtuldum ve siyah bir eşofman altıyla aynı renk, kalın, boğazlı bir badi giyip yine hafif tuttuğum makyajımı sildim. Makyaj yapmak pek benlik değildi, genelde pek beceremezdim de zaten. Sadece kılık değiştirmem gereken zamanlarda plastik makyaj yapardım, onun haricinde bir rimel bir ruj görürdü işimi. Odamda işim bitince koşa koşa geniş mutfağa inip iki kahve yaptım ve Alp'in odasına yöneldim. Kapıyı elim dolu olduğundan dizimle güm güm çalınca zor durumda olduğumu anlayıp açmıştı. Beni ve kahvelerimi görünce yeşil kupaların birini elimden alıp sırıttı. "Bende tam bir kahve olsa da içsek diyordum, iyi ki geldin Kızılcık." yüzümü buruşturup içeri girdim ve kapıyı ayağımla kapattım. Kahvemi komidine bıraktıktan sonra ise sırıtarak pasta kreması misali düzgün olan yatağa atladım. Şimdi tüm neşesi biyerlerine kaçmıştı işte huylu herifin. "Kalk oradan Vera! Bozma şu yatağı." diye sert sesiyle bağırınca daha çok keyiflenip yatakta boylu boyunca yuvarlandım, acayip titiz ve huylu bir adamdı, dağınıklığa ve pisliğe asla gelemezdi. "Ne geçiyor eline bozunca o yatağı anlatsana bir? Dökücem şimdi şu kahveyi başından aşağı!" "Dökemezsin ki, yatağına gelir, pislendi diye zırlarsın iki saat." "Nerde gördün sen benim zırladığımı?" "Küçükken eline toz gelse zırlıyormuşsun, annen öyle diyor." zaten çatık olan kaşları bu sözümle iyice çatılmak suretiyle kömür gözlerini gizlemişti, ayrıca ağızında da bir şeyler homurdanmıştı fakat anlamamıştım. O karşılıklı berjerlerden birini bana çevirip otururken, bende yatakta yüzüstü bir konuma gelip ellerimi çeneme dayadım ve onunla aynı karalıktaki gözlerimi üzerine diktim. "Siz ben yokken benim dedikodumu mu yapıyorsunuz?" gözlerimi devirdim bu iddiasına. "He ya, sana olan özlemimizden Selinle karşı karşıya oturup seni anıyoruz, oradan biliyorum küçükken ota boka zırladığını." o da gözlerini devirdi ve konuyu kapatmaya karar vermiş olmalı ki susup kahvesinden bir yudum aldı, sonra da yüzünü buruşturup öne doğru eğildi. "Ne lan bu, zift gibi!" zira ben kahveyi tam olarak o şekilde içerdim. "Aa sana şeker katmamış mıyım? Unutmuşum kusura bakma." aslında unutmamıştım, gıcığına katmamıştım. O da bunu anlamış olacak ki uyuz olduğunu çok net belirten bir bakış atarak kahveye tip tip bakıp, içilmez bu, dercesine yanındaki sehpaya bıraktı. Kendisi acıya da gelemezdi, kahvelerini hep şekerli içerdi. Kahveleri yerine huyu sertti sanırım. Benim ise hem huyum, hem kahvem sertti. "Ee buraya asabımı bozmaya gelmedin herhalde, anlat hadi ne anlatacaksan Kızılcık." keşke gelmekteki tek sebebim asabını bozmak olsaydı Allahın koca ayısı! Fakat değildi, bu yüzden bu minik, içten yükselişimi keserek yatağın ortasında bağdaş kurup oturdum. "Valla öyle büyük, şaşırtıcı, aman tanrımlık bir mesele bekliyorsan hiç bekleme, çok basit ve kısa ve öz bir şekilde anlatacağım sana." "Senden öyle büyük bir olay çıkmaz zaten." tip tip baktım karşımdaki ayıya, niye ben anlatmak zorundaydım ki şimdi? Sinirlerimi bozuyordu. "Sen neden gidip Bartu'ya sormuyorsun ki ya? Git sor, o anlatsın." cevabı pek gecikmedi. "Adamın odasına lap diye dalan sensin, sana soracağım tabii. Hadi uzatma da anlat artık." bu savunma karşısında derin bir of çekip, yılmış bakışlar eşliğinde saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. Bu savunmayı pekala çürütürdüm fakat Alp'den kaçış olmadığını bildiğim için uzatmadan anlatmaya başladım, "Şimdi, biz Kuzey ve Hazal ile yetimhaneden arkadaşız ya, biliyorsun." Arslan ailesi Kuzey'i tanıyordu fakat Bartu ile yetimhanede tanışmamışlardı, kendisi baya geri plandaydı çünkü. "Bir de Bartu vardı işte, bizim ağabeyimiz gibiydi, Hazal hariç tabii, onun erkek arkadaşıydı. Neyse işte birbirimizle bağımız çok kuvvetliydi ama biz evlat edinilince Bartu yetimhaneden ayrılmaya karar verdi, reşitti tabii o zamanlar, siz yoksanız ben niye olayım demiş, çekip gitmişti. Kuzey ile bağımız kopmamıştı hiç ama onunla kopmuştu, yetimhanede bizim için duruyordu zaten, normalde okuduğu üniversitenin yurdunda kalmalıydı ama her gün iki saat yol gitmeye bizim için katlanıyordu. Biz gidince de biraz sinirlenmişti haklı olarak ve gitmişti, bağımız da kopmuştu böylece." anlattıklarımdan sonra derin bir nefes verdim ve bakışlarımı beni pür dikkat dinleyen adama çevirdim. "O gece de 'beni hatırlıyor musun' diye sormak için daldım işte odasına." "Hatırlıyor muymuş bari?" "Hatırlıyormuş, bütün gece geçmişi yâd ettik, sonra da Hazal ve Kuzey ile görüştürdüm onu." bu noktada derince gülümsemiştim ağabeyime kavuşmamım sevinciyle. Fakat bu gülümseme Alp'in düşünceli yüzünü tekrar görünceye kadar sürdü. "Dostunu yatağa atmadım yani! Öğrendin işte, başın göğe erdi mi işimdi dağ ayısı?" bu çıkışıma burnundan gülerek cevap verdi. "Kahvem de buz gibi oldu zaten senin yüzünden." ta arkamda ki komodine uzanmak zor geldiği için yatağın ucuna doğru sürünüp onun kahvesini aldım sehpadan. Fakat alırken yanlışlıkla yanında ki içi dolu su bardağını da devirmiştim. Bu sakarlığımla bakışlarım ani bir panikle Alp'e çevirdim, zira bütün su onun kucağına ve kucağında duran telefonuna dökülmüştü. Zaten suyu döktüğüm yetmezmiş gibi başımı kaldırdığım an o da aceleyle ayağa kalkınca ıslak bacağı kafama toslamıştı, bir acı nidasıyla kafamı geri, elimi de kafama attım. "Yemin ederim seni bir daha almayacağım bu odaya Vera, geldiğin gibi dağıtıyorsun her şeyi! Telefonum bozulduysa parasını sen ödeyeceksin, ayrıca çıkmadan o yatağı da toplayacaksın!" hala yatak diyordu ya! "Kafama çarptın hayvan herif! Nah toplarım yatağını." diye söverek kalktım ve yataktaki yastığı alıp tam kafasının ortasına fırlattım. Ben iyi atmıştım atmasına da, huylu ayının refleksleri çok iyiydi, hemen yastığı yakalayıp geri yatağa atmıştı. Ben tabii durur muyum? Elimde ki kupayı komodine bıraktığım gibi yatağa yapıştım, örtüsünü çekip bozduğum gibi kapıya koştum ve dışarı çıktım. Çıkmasaydım muhtemelen üzerime atlayacaktı Allah'ın ayısı, "Vera!" diye kükreyişini bile duymuştum. Hemen karşıdaki odama girip kapıyı kapattım, sonra ise Alp'in kapsısının açılma sesini duydum, "Keşke kırsaymışım kafanı!" ******* Oy ve yorumlarınızı bekliyorumm |
0% |