@acidoruk
|
Oyun Bu acımasız dünyada hep kötüler kalırdı hayatta. Kötüysen istediğini yaparsın, sınır tanımazsın. Çünkü herhangi bir sınır yoktur. Ama iyiyken durum bambaşkadır. Sınırların vardır; yapacakların ve yapamayacakların, yapılması doğru olmayan şeyler. Ben de iyiydim. Merhametliydim. Ama şu yalan dünya da kötülük varsa merhamet hiçbir şeydi onlar için. Ve şuan yine ve yine bir belirsizliğin ortasındaydım. Nereye götürüldüğümü bilmiyordum. Üstelik Salih’in de yaşayıp yaşamayacağı da belli değildi. Şimdi ise arabayla tekrardan bir bilinmezliğe doğru gidiyorduk. Yaklaşık 1 saat önce yola çıkmamıza rağmen varamamıştık. İçimde cevaplandıramadığım onlarca soru vardı. Babamı merak ediyordum. patlamadan sonra bir sürü olay yaşamıştım babam aklıma bile gelmemişti. Hastanede kan izlerini görüp bayılmam, Salih ile hastaneden kaçmamız, tır şoförü yüzünden ölümden dönmem, şoförün beni rehin alması, sonra başka birilerinin ortaya çıkıp Salih’i vurması ve beni tekrardan kaçırması… 1 günde o kadar çok şey yaşamıştım ki… 1.30 saatin sonunda durabilmiştik. Bu sefer bir deponun önünde değil bir malikanenin önünde durmuştuk. Adamlar arabadan indi ve benim kapımı açıp beni arabadan indirdiler. Adamların zoruyla yürütülürken ses çıkarmadan etrafı inceliyor, nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyordum. Ama bu imkansızdı. Çünkü etrafımızda ne bir dükkan ne bir bina ne de nerede olduğumuzu gösterecek bir tabela vardı. Kelimenin tam anlamıyla tekrardan bir hiçliğin ortasına düşmüştüm. Hiçlikten kaçmak isteyip tekrardan hiçliğe gelen biri gibi, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak gibi.. Geldiğimiz malikane havuzlu, diğer malikanelere kıyasla daha büyük ve yeşildi. Bir sürü malikane görmüştüm ama ilk defa yeşil malikane görüyordum. Bir terası vardı. Onun dışında bir sürü kapısı ve dışarıda olan bir bar köşesi vardı. İçeriye girdik. Her malikanede olduğu gibi bir sürü oda bir sürü gereksiz süs vardı. Malikanenin içinden geçerken malikaneyi incelemeye devam ediyor, sağıma soluma bakınıyordum. Sağ tarafımda tam 2 oda büyüklüğünde bir oturma odası vardı. 2 tane uzun yeşil koltuk ve 2 tane tekli yeşil koltuk vardı. İç duvarlar bile yeşildi. Anladığım kadarıyla adam yeşil hayranıydı. Sonunda bir odaya gelip durduğumuzda yatağa oturttular ve yatak başlığına zincirlediler. Burası yatak odasıydı. 2’li bir yatak, karşıda makyaj masası, hemen dibimde komodin, sağ tarafımda büyük bir kıyafet dolabı ve boy aynası, sol tarafımda pencereler ve makyaj masasının hemen yanında lavabo ve tekli bir koltuk… Tek kelime etmiyordum. Ne diyeceğimi de bilmiyordum açıkçası. 2 koruma başımda beklerken biri odadan çıktı. Ben ne olacağını beklerken içeriye uzun boylu , esmer, siyah sakallı bir adam girdi. Bir süre ayakta beni izledikten sonra tekli koltuğa oturdu. Ve konuşmaya başladı: “ Gerçekler diyarına hoş geldin Esra . Gerçekler diyarına hoş geldin.” Gerçekler diyarı mı? Bu adam Kemal’in adamları değil miydi? Dertleri babamdan intikam almak, beni öldürmek değil miydi? Peki, dertleri öldürmek değilse Salih’i neden vurmuşlardı? Aklımda tonlarca cevaplandıramadığım tonlarca soru, kalbimde babam annem ve Salih vardı. Annem ikimizi de neredeyse aynı anda kaybetmişti. Bunun yükü ağır olmalıydı. İyi olmasını dilemekten başka bir çarem de yoktu. Sonunda düşüncelerimden sıyrılıp adama döndüm. “Gerçekler mi? Ne gerçekleri? Siz Kemal’in adamları değil misiniz? Beni neden kaçırdınız? Eğer Kemal’in adamları değilseniz Salih’i neden vurdunuz?” Aklımdaki tüm soruları ardı ardına sıralarken karşımdaki adam hafifçe güldü. “Her şeyin bir sırası vardır Esra. Tüm her şeyi öğrenene kadar misafirimsin.” Sinirli bir nefes aldım. “Sırf gerçekleri göstermek için mi rehin tutacaksın beni burada? Bu akla da mantığa da sığmıyor” “Yanlışın var Esra. Sen benim misafirimsin rehinem değil. Ayrıca şu yaşadıklarımız çok mu mantıklı? Ben sadece sana gerçekleri göstereceğim ki buna değeceğine emin olabilirsin.” Sinirle içimde biriktirdiğim nefesimi verdim. Belli ki ne dersem diyeyim vazgeçmeyecekti. Beklemekten başka çarem de yoktu. “Tamam, öyle olsun o zaman.” “Yalnız her gerçeğin bir bedeli vardır Esra. Şu dünyada hiçbir şey bedavaya olmaz.” Bedel mi? Kaçırıldığım yetmezmiş gibi birde bedel mi ödeyecektim? Ah salak kafam sırf gerçekleri göstermek için kaçırdıklarını nasıl düşünmüştüm ki… Sonunda düşüncelerimden sıyrılıp konuşmaya başladım. “Ne bedelinden bahsediyorsun sen? “Sana az önce de dediğim gibi Esra, her şeyin bir sırası vardır. Bugün düşüneceksin. Senden ne sakladıklarını bulmaya çalışacaksın. Yarın ise başlayacağız.” Lafını bitirir bitirmez ayaklanıp yanımdan geçip giderken Hiçbir şeye anlam veremiyordum. Bugün düşünme günü demişti. Benden ne sakladıklarını bulmaya çalışacaktım güya. Sanırım ayakta uyutuluyordum. Benden sakladıkları sırlar vardı ve ben hayatımın güzel olduğunu düşünüyordum. Çok safım lanet olsun çok safım! Adam gitmeden hemen önce yanındaki adamın kulağına bir şeyler fısıldadı. Adam başıyla onayladı ve benle konuşan adam –sanırım patron- salondan çıkarken başıyla onaylayan adam gelip ellerimi ve ayaklarımı çözdü. Çatık kaşlarımla ona bakarken başıyla yemek masasını işaret etti. Yemek zamanı gelmişti. Yemekte en sevdiğim yemek vardı: Mantı. Ama iştahım yoktu, yemek yiyebileceğimi sanmıyordum. Ben yemek masasına geçmeyince bu sefer adam konuşmaya başladı: Git ye şu yemeği! Ona ters ters baktım: “Evet, aynen kesin yerim.” Adam sinirlenmeye başlıyordu, lakin o patron, adama ne söylediyse sinirlerine hakim olmaya çalıştığı belliydi. “ Yarın zor bir gün olacak ye ya da yeme sen bilirsin.” Bir süre düşündüm. Haklıydı. Yarın zor bir gün olacaktı. Her ne kadar iştahım olmasa da güçten düşemezdim. İştahsız bir şekilde masaya yürüdüm ve sandalyeye oturdum. Mantının nefis kokusu odayı doldururken hızlıca yemeğimi yedim ve masadan kalktım. Adamlardan biri tabağı mutfağa götürürken az önce yemek yememi söyleyen adam yanıma geldi ve konuşmaya başladı: “Burada istediğini yap ister televizyon izle, ister kitap oku ama asla çıkmaya çalışma. Yoksa her şey daha da zor olur. Şimdi sana odanı göstereceğim beni takip et.” Bir şey söylemedim ,onaylamakla yetindim ve peşine takıldım. İlk önce merdivenlerden çıktık. Sonra karşılıklı odaların bulunduğu koridordan geçtik ve en karşıdaki odaya girdik. Burası tamamen yeşille bezenmiş (her oda gibi) bir odaydı. Bir adet lavabo, bir adet makyaj masası, bir adet kitaplık, bir adet kıyafet dolabı, bir adet çalışma masası, bir adet duvar saati, bir adet yatak ve bir adet balkon. Adam odamı gösterip çıkmıştı. Şuan napacağım hakkında ufak bir fikrim bile yoktu. Gözümü kapattım ve kitaplıktan rastgele bir kitap alıp rastgele bir sayfasını açıp parmağımı bir cümlenin üzerine koydum ve gözümü açıp okumaya başladım. “Eğer sen tam şuan savaşmazsan yenilgi gelir seni bulur ve düşersin. Düştüğünde ise her şey için çok geç olabilir.” Bu kitap sözü sanki benim için yazılmıştı. Sanki bu sözü bulmam beklenmişti. Haklıydı. Savaşmalıydım, savaşacaktım. O adamın uyarılarına aldırmayacak, bu gece buradan kaçacaktım. O an çok gürültülü bir şimşek çaktı. Korkuyla yerimden sıçradım. Yağmur başlamıştı. Sanki gökyüzü de beni onaylıyordu bu gece. Adaletin olmadığı şu zalim dünyada hayatta kalma mücadelesi veriyordum. Yapacaktım, başaracaktım. Kitabı komodine bıraktım, balkona çıktım ve aşağıyı gözlemeye başladım. Kapının girişinde 3 koruma duruyordu. Garaj kısmında 2 koruma vardı. Onun dışında evin her yerinde korumalar vardı. Yani kaçmam imkansız gibi bir şeydi. Ama ne demişler imkansız şeylerde imkan dahilindeydi. Bir şekilde içlerinden birini kendime çekecek, kaçacaktım. Odamdan çıktım ve korumalar arasında salona indim. Neredeyse salondaki tüm korumalar bana bakıyordu. Bana odamı gösteren adamla patron ortalarda yoktu. Herkes duygusuzca bakarken bir koruma’nın bakışları dikkatimi çekti. Yemek masasının orada duran koruma bana üzgün üzgün ve acıyarak bakıyordu. O adam benim kurtuluşum olabilirdi. Evet yine hızlı bir karar vermiştim ama başka da bir şansım yoktu. Herkes önüne dönmüşken yine odama çıktım. Gece yarısına kadar bekleyecektim.
(3 saat sonra) Saat gece 3.08’di harekete geçme zamanım gelmişti. Parmak uçlarımda, ses çıkarmamaya özen göstererek odamdan çıktım ve merdivenlerden indim. Salonda çok koruma yoktu. Sadece bana üzgün üzgün bakan koruma vardı. Hızlı adımlarla yanına gittim. Beni görünce kaşları çatıldı. “Bu saatte neden ayaktasın.” “Uyku tutmadı. Siz burada tek misiniz? “Arkadaş lavaboya gitti, o gelene kadar tekim. Neden sordun?” Acaba güvenmeli miydim? Başka şansım da yok gibiydi. Umutsuzca derin bir nefes alıp söze girdim:” Biliyorum imkansız gibi olacak ama bana yardım etmelisiniz.” “Maalesef, bu mümkün değil.” “Ama en son salona geldiğimde bana nasıl baktığınızı gördüm.” “Nasıl bakıyormuşum. Ne anladıysan yanlış anlamışsın. Hadi şimdi yatağa.” “Üzgün ve acıyarak bakıyordunuz yanılıyor muyum yoksa?” Adam derin bir iç çekti. Sonunda bir tarafından yakalamayı başarmıştım. “Tamam, öyleyse ne olmuş? Bu sana yardım edeceğim anlamına gelmez. Yapamam da.” “Bakın lütfen! Hem isterseniz bir yolunu bulabilirsiniz.” Adam bir kez daha iç çekti. Az kalmıştı. İkna edecektim. “Evet, yaparım. Ama bir şartla.” Bir de şart istiyordu. Alışmıştım gerçi. “Neymiş o şart?” “Dediklerimi yapacaksın, sözümden çıkmayacaksın.” “Anlaşıldı.” “Bir dakika telefonumdan kameraları kapatıyorum.” “Tamamdır.” “Hadi gidiyoruz. Şuan tam değişim saati ortada kimse yok. Çok zamanımız da yok zaten.” Hızlıca malikaneden çıktık. Garaja doğru ilerlemeye başladık. Garaja gelince adam kumandayla garajın kapısını açtı. Arabanın kapısı açıldı. Hızlıca sürücü koltuğunun yanındaki koltuğa oturdum. Birden kafamda silahın soğuk namlusunu hissetmemle arkamı döndüm. Kandırılmıştım. Kapım açıldı ve bana yardım edecek olan adam beni tutup dışarı çıkardı. Bana silah tutan adam: “Haber vermekle iyi iş çıkardın Tahsin. Esraya’da öğretmiş olduk kimseye güvenmemesi gerektiğini.” “Aynen öyle Muhsin. Malikaneye dönelim.” Malikaneye doğru yürümeye giderken sinir krizi geçirmemek için çok zor duruyordum. Malikaneye girdik. Sandalyeye oturup bağladılar. Onlara bakarken Tahsin konuşmaya başladı:” Kaçmak istemenin cezası bu. Rahat dursaydın da yatsaydın hiçbir şey olmayacaktı.” Hiçbir şey demedim. Yavaş yavaş gözlerim kapanıyordu. … Birden bir şarkı sesiyle olduğum yerde sıçrayarak uyandım. Uykulu uykulu etrafa bakınırken televizyonda bir şarkının açık olduğunu gördüm. Adamlardan birisi: “Sonunda uyanabildiniz hanımefendi,” dedi. Biri de sonunda ellerimi çözmüştü. Muhsin denilen it de yemek masasına yumurta tabağı taşımıştı. Yemek zamanıydı. Bu sefer ikiletmeden oturdum ve yine hızlıca yiyip kalktım. Duvar saatine baktım. Saat 10.08’di. Adamlardan biri bana dönüp “Patron 7.30 saat sonra gelecek ve tam 17.30.’da başlayacağız.” Başımla onaylayıp hızlıca odama çıktım. Daha 7.30 saat vardı. Dün kaçma işleriyle uğraşırken benden ne sakladıklarını düşünememiştim bile. Aklıma da hiçbir şey gelmiyordu zaten. Kaç gündür duş almamıştım. Hızlı bir duşa girdim. Banyodan çıkınca üstüme ev ile uyumlu olsun diye yeşil pijama ve yeşil üstümü geçirdim ve kitaplıktan bir kitap alıp okumaya başladım. (7.30 saat sonra) Kapımın açılmasıyla gözlerimi gelen adama diktim. “Vakit geldi. Aşağıya iniyoruz.” Başımla onaylayıp kitabı komodine bıraktım ve odamdan çıktım. Artık konuşma ihtiyacı bile duymuyordum. Sadece onaylamakla yetiniyordum. Hızlıca merdivenleri indim. Patron olacak şahıs içerideydi. Eliyle tekli koltuğu işaret etti. Hızlıca oturdum. Adam boğazını temizleyip konuşmaya başladı.” Dün yaptığın kaçma girişiminden sonra ödeyeceğin bedel 10 kat ağırlaştırıldı.” “Ne ödeyecektim de ne oldu acaba.” “Şuan ki bedelin bir oyun olacak.” Kaşlarımı çatıp “ne oyunu?” dedim. Sana bir silah vereceğiz ve adamlarımdan birkaçıyla çatışacaksın. Hem silah becerini görmüş oluruz, hem de gerçeği hakketmiş olursun.” Şok olmuştum. Resmen bir gerçek için hayatımı riske atacaktım. Bu riski göze alamazdım. “Peki, kabul etmezsem ne olacak?” “Ölürsün.” Tek kelime, çok fazla anlama gelen bir söz. Hayatımı tehlikeye atacak kadar gerçek ne kadar önemli bir gerçek olabilirdi ki? Ama yapacak bir şey yoktu. Babamın yolundan gidip polis olmak istiyordum. O yüzden ara sıra ondan gizli Beste Abla ile beraber poligonda çalışıyorduk. Şimdi öğrendiklerimi uygulama zamanı gelmişti. “Kabul ediyorum,” dedim. Adam gülümseyerek yerinden kalktı. “Tahsin, Muhsin ve Nisa. Siz üçünüz savaşacaksınız.Diğerleri benle gelsin. Savaş bittiğinde geliriz. Adamın soğukkanlılığı şaka gibiydi. Nisa, Muhsin ve Tahsin kalırken diğerleri çıktı. Elime bir silah verdiler. Tahsin söz aldı: “Git bir yerlere siper al. Dışarı da çıkabilirsin. 10 saniyen var, 10 saniyeye başlıyoruz. Havaya silah sıkıldığı an başlamışız demektir. ” Fazla zamanım yoktu. Aklıma gelen ilk fikirle dışarı fırladım ve bir duvarın arkasına attım kendimi. Aradan 2 saniye geçmişti ki silah sesi duydum. Başlamışlardı. Duvar ardından eve doğru bakmaya başladım. Direkt olarak bu tarafa gelip farklı farklı yerlere konuşlanıyorlardı. İlk atış benden geldi. Muhsin’in olduğu yere doğru ateş ettim. Hepsi aynı anda benim olduğum tarafa doğru ateş etmeye başladılar. Kafamı çıkaramıyordum. Aklıma gelen bir fikirle hafiften kafamı çıkarıp art arda ateş etmeye başladım sonra birden ateşi kesip ateş ediyormuş gibi yaptım ve sanki istemeyerek ateş edemiyormuş gibi silahı kontrol edip sesimi onlara da duyurmak için yüksek sesle “KAHRETSiN MERMİM BİTTİ!” diye bağırdım. Ateş bir süre sonra kesildi. Git gide yaklaşan adım seslerini duydum. Yemişlerdi. Çok hızlı bir şekilde yerimden çıkıp art arda mermilerimi sıraladım. İlk Muhsin, sonra nisa ve en sonda Tahsin vuruldu. Hızlıca yanlarına gidip silahlarını onlardan uzaklaştırdım. Şaşkın bir şekilde bana bakıyorlardı. Gülerek konuşmaya başladım: “Ne oldu? Beklemiyordunuz değil mi? Ufacık kız en fazla ne yapabilir? diyordunuz.” Muhsin kafasından vurulmuştu. Diğerleri de omuzlarından. Nisa da yavaş yavaş bilincini kaybediyordu. En sona Tahsin kalmıştı. “ Ne oldu? Beni kandırırken sözde “hayat dersi” verirken iyiydi değil mi?” Tahsin zorlukla konuşmaya başladı: Allah senin belanı versin.” “Allah benim belamı vermiş vereceği kadar. Sıra sende.” Tahsin de sonunda bilincini kaybederken alkış sesleri duydum. Sesin olduğu tarafa baktım. Patron olan şahıs ve diğer şahıslar gelmişti. Patron olan şahıs söz aldı: “Gözlerim yaşardı Esra. Beklemiyordum doğrusu.” Sonra silahı bana doğrulttu. “ Şimdi ver o silahı da geç şu koltuğa otur. Gerçekleri hakkettin.” Silahı yere bırakıp koltuğa oturdum. Adam elinde bir resim tutuyordu. Bir süre baktıktan sonra bana verdi. Resmi dikkatlice incelerken birkaç gündür duymaya aşina olduğum o sesi art arda duydum. Önümdeki adam kanlar içinde yere yığılmıştı. Ben gördüğüm resmin şokunu atlatamamışken her şey birbirine girmişti. Yine ve yine bir olayın ortasında kalmıştım. Yine ve yine bir hiçliğin ortasında kalmış, olduğum yere sabitlenmiş, önümdeki resme bakıyordum. Tek anladığım şey şuydu: Yalandı, hayatım koca bir yalandı... |
0% |