Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Birinci Bölüm

@ado1nia

 

4,5 Ay Önce

 

Başka ne isterdim ki hayattan. Huzur, evimi ve kalbimi sarmışken, sevdiklerim her zaman yanımdayken başka ne isteyebilirdim ki. Kitaplarımın arasına küçük küçük not alırken her zaman ilk satıra ‘Seni Seviyorum’ yazardım senin de o kitabı okuyacağını bilerek. Gözlerimin içine her baktığında birlikte olacağız derdin sevgilim. Sen ve ben çok mutluyduk fakat sen bizi darmadağın edene kadar. Atlas’ın arabasına adım attığımda, günün koşuşturması ardımda kalmış, içimde hafif bir yorgunluk vardı. Koltuğa oturup kapıyı kapattım, kemerimi takarken gözüm hemen yanımdaki koltuğun üzerine bırakılmış bir ruja takıldı. İlk bakışta sadece basit bir detay gibi görünüyordu, ama daha dikkatli baktıkça içimde bir huzursuzluk kıpırtısı belirdi. Bu ruj… Benim değil mi? Elimi yavaşça uzattım, ruju aldım ve kapağını açtım. Gözlerim tam da benim favorim olan, her gün sürdüğüm o pembemsi kırmızı tona kilitlendi. Bu benim rujum olmalı diye düşündüm, ellerimle inceleyerek. Etiketine bile baktım, her şey tam da benim rujuma benziyordu. Küçük bir gülümseme yayıldı yüzüme. "İşte burada unuttum demek ki," dedim içimden. Ama sonra, bir şeyler yanlış gibi hissettirmeye başladı. Aklımın bir köşesinde hafif bir rahatsızlık dolaşıyordu. Ne zaman burada bırakmıştım? Hangi gün, hangi an? Hafızamı zorluyordum ama ruju arabada bıraktığım bir anı hatırlayamıyordum. O kadar dikkatliyimdir ki böyle bir şeyi atlamam imkânsız gibi geliyordu. Atlas'la olan her buluşmamız, her yolculuğumuz, en ince ayrıntısına kadar hafızama kazınmıştı. Ama bu ruj… Sanki eksik bir parça gibiydi. "Tabii ki benimdir," diye düşündüm kendime güven vererek. Fakat içimdeki o hafif şüphe hissi beni rahat bırakmıyordu. Yine de, bu düşünceyi bir kenara itip, arabaya doğru gelen Atlas’a bakarak gülümsedim. Ne de olsa, onun arabasındaydım, onunla birlikteydim. Bu ruj kesinlikle benimdi… Değil mi? Atlas arabaya binerken kendimi toparlamaya çalıştım. Ruj hâlâ elimdeydi, parmaklarımın arasında evirip çeviriyordum, ama zihnimde bir soru işareti vardı. Onun bana yönelttiği sıcak gülümsemeye karşılık vermek istedim ama içimde bir sıkıntı, küçük bir kıpırtı vardı. "Her şey yolunda mı?" diye sordu, gözlerindeki endişeyi fark edebiliyordum. Başımı salladım ve sahte bir gülümseme yerleştirdim yüzüme. "Evet, sadece... Bu ruju burada buldum da." Rujun kapağını kapatıp ona gösterdim, sesimi gayet doğal çıkmaya çalışarak. "Sanırım unutmuşum." Atlas ruja bir an baktı, yüzündeki ifade değişmeden hafifçe gülümsedi. "Hım, öyle mi? Belki bir daha dikkatli olursun." dedi şakayla karışık, ama gözlerinde bir anlam göremedim. Normalde şakaları gözlerinden okunurdu, ama bu sefer bir boşluk vardı. Bu, beni daha da rahatsız etti. Ruju çantama attım, ama o küçük huzursuzluk hissi içimde büyüyordu. Her şey o kadar tanıdık ve sıradan görünüyordu ki kendimi paranoyak hissetmeye başladım. Neden bu kadar takılmıştım ki? Sonuçta ruj benimdi. Ama bir yandan da, içimde o sessiz şüphe yankılanıyordu. Ya benim değilse? Ya bu ruj başka birine aitse? Atlas arabayı çalıştırıp yola koyulurken, gözlerim dışarıya kaydı, ama aklım hâlâ ruja takılıydı. Onunla olan her anım, her detay, kafamın içinde dönüp duruyordu. Bu kadar küçük bir şey beni neden bu kadar rahatsız ediyordu? Yolda giderken Atlas’la kısa bir sohbet ettik ama ben ruhen orada değildim. İçimdeki huzursuzluk gittikçe büyüyordu. Sonunda dayanamadım ve içimdeki o rahatsız edici düşünceyi dışarıya döktüm. "Atlas, bu ruju hatırlamıyorum," dedim, sesim her zamankinden daha sakin ama bir o kadar da sertti. "Bu rujun burada ne işi var, bilmiyorum." Atlas bir anlık sessizlikle cevap verdi. Gözleri yola odaklanmıştı, ama yüzündeki o rahatlık yerini soğuk bir ciddiyete bıraktı. "Senindir," dedi, basitçe. Ama sesi o kadar soğuktu ki tüylerim diken oldu. İçimde bir şey kırılıyormuş gibi hissettim. O anda her şeyin çok daha karmaşık olabileceğini fark ettim. Atlas, sessizliğin uzamasına izin vermeden, gözlerini yoldan ayırmadan konuştu. "Belki de sinemadan dönerken düşürmüşsündür," dedi, hafif bir rahatlıkla. "O gece biraz uykuluydun, hatırlamıyor olabilirsin."Bir an düşündüm. Evet, o gece gerçekten yorgundum, film bittikten sonra göz kapaklarımın kapanmasına engel olamıyordum. Atlas beni arabaya kadar taşır gibi getirmişti, hatırlıyorum. Belki de gerçekten o sırada ruju düşürmüş olabilirdim. İçimdeki o huzursuz his biraz hafifledi. Mantıklıydı. Çok da üzerinde durmamaya karar verdim. Başımı sallayıp bir gülümsemeyle cevap verdim. "Haklısın," dedim, ruju kafamdan uzaklaştırarak. "Boş verelim, o kadar önemli değil." Atlas, rahatlamış bir ifadeyle direksiyonu çevirdi ve arabayı bir restoranın önünde durdurdu. Aşağıya inip kapımı açtı ve "Biraz açız sanırım," diyerek bana göz kırptı. Restorana girerken içimdeki sıkıntı tamamen kaybolmuş gibiydi. Sıcak ışıklar, ahşap masalar ve etraftaki insanların hafif konuşmaları bana huzur veriyordu. Garson bizi güzel bir masaya yerleştirdikten sonra menülere göz attık. Atlas her zamanki gibi bana ne sipariş edeceğimi sordu, ama bu sefer menüye bile bakmadan favori yemeğimi söyledim. "Lazanya," dedim gülerek. Atlas her seferinde şaşırıyor gibi görünse de artık çok iyi biliyordu. Yemeklerimiz gelirken derin bir sohbetin içine daldık. O an, sanki biraz önce yaşadığım o huzursuzluğu tamamen unutmuştum. Atlas, iş yerindeki komik olaylardan bahsediyordu; ofisinde yaşanan küçük anlaşmazlıklar, gülünç yanlış anlaşılmalar… Her zamanki gibi onunla konuşmak beni rahatlatıyordu. Atlas’ın gözleri her zamanki gibi bana bakarken ışıltılıydı. Yemeklerimizi yedikten sonra, kahvelerimizi içerken, ikimiz de gülmekten yorulmuştuk. Zaman nasıl geçti anlamadım bile. O an her şey mükemmel görünüyordu. Restoranın sıcak atmosferi, Atlas’ın gülüşü ve birlikte geçirdiğimiz o huzurlu anlar... O kadar mükemmeldi ki bana ruj olayını tamamen unutturmuştu. Kahvenin sonuna geldiğimde telefonumu açıp saate baktım. Atlas, geç olduğunu anlamış olacak ki ‘’Hesabı ödeyip kalkalım seni eve bırakayım,’’ diyerek kasaya doğru ilerledi. Onun arkasından biraz baktım ve telefonumu çantaya koyup yerimden kalkıp masanın yanında beklemeye başladım. Atlas, bir süre kasada duran kişilerle konuştuktan sonra yanıma geldi ve çıkışı işaret edip yürümeye başladı. Restorandan çıkarken yüzümde hafif bir gülümseme vardı. Atlas’la güzel bir akşam geçirmiştik, içimde huzur ve mutlulukla dışarı adım atıyordum. Hava serinlemiş, gece iyice çökmüştü. Dışarıdaki sokak lambalarının soluk ışıkları yavaşça caddelere yayılıyordu. Atlas'la yan yana yürürken, bir anlığına başka bir dünyadaymışım gibi hissettim. Tam o sırada, düşüncelere dalmışken, önümdeki karanlık gölgeyi fark edemedim. Sert bir darbe aniden beni kendime getirdi. Sarsıldım ve geriye doğru sendeledim. Bir an için dengesizce ayakta durmaya çalıştım, ama adımlarım beni geriye götürdü. Başımı kaldırdığımda, karşımda duran adamı gördüm. Adam, uzun boylu, kaslı ve tehditkâr bir duruşa sahipti. Üzerinde siyah deri bir ceket, altına dar bir kot pantolon giymişti. Gözlerimin hizasına gelen geniş omuzları ve yüzündeki sert ifade, sanki filmden fırlamış bir mafya karakteri gibiydi. Gözleri gri, derin ve soğuktu; bir an için bakışlarını üzerimde gezdirdi ama ne bir özür ne de bir ilgi gösterdi. Sanki çarptığı insan hiç önemli değildi. O an kalbim hızla çarpmaya başladı. Bu adamın varlığı beni rahatsız etmişti, içgüdüsel olarak bir tehdit hissediyordum. Daha ne olduğunu anlamadan, Atlas öfkeyle araya girdi. Birkaç adım öne çıktı, gözleri sert ve kararlıydı. "Önüne baksana!" diye sertçe bağırdı. Sesi her zamankinden çok daha yüksek ve keskin çıkmıştı. Adam, hiç istifini bozmadan Atlas’a döndü ve bakışlarını ona dikti. Soğuk ve ifadesizdi. Atlas’ın söylediklerini bir an için tarttı ama hiçbir şey söylemedi. O sessizlik içinde gerilim iyice yükseldi. Sanki bu iki adam arasında görünmeyen bir meydan okuma vardı. Sonunda, o tehditkâr adam, küçümseyen bir tavırla Atlas’ı süzdü, ardından hiçbir şey söylemeden, arkasını dönüp ağır adımlarla yürümeye devam etti. Sanki etrafında olup biten hiçbir şey umurunda değilmiş gibi. O uzaklaştıkça gerilim biraz dağıldı, ama içimde kalan rahatsızlık bir türlü geçmiyordu. O adamla çarpışmak, içimde tuhaf bir his bırakmıştı. Atlas, adamın uzaklaştığından emin olduktan sonra hemen bana döndü. Yüzündeki o sert ifade yerini endişeye bırakmıştı. Elini omzuma koydu, gözleri kaygılı bir şekilde benimkilere kilitlenmişti. "İyi misin?" diye sordu, sesi yumuşak ve dikkatliydi. Derin bir nefes aldım, kalbimin hala biraz hızlı attığını fark ettim. Birkaç saniye kendimi toparlamaya çalıştım. "Evet, iyiyim," dedim hafifçe gülümseyerek. Ama gerçekte, o adamın soğuk bakışı beni ürkütmüştü. İçimde nedenini anlayamadığım bir huzursuzluk vardı. Sanki sadece bir çarpışma değil, çok daha büyük bir şeyin gölgesine takılmıştım. Atlas, gözlerimin içine bakarak güven verircesine elimi tuttu. Yüzünde beni sakinleştiren bir şefkat vardı. "Tamam, hadi eve gidelim," dedi yumuşak bir sesle. Başımı sallayıp Atlas’a daha sıkı sarıldım. O anda sadece yanında olmak istedim. Arabaya bindiğimizde Atlas, koltuğumu hafifçe geriye yatırdı ve ‘’Eve gidene kadar gözlerini kapat gelince seni kaldırırım,’’ diyerek alnıma küçük bir buse kondurdu. Radyodan kısık sesle müzik açtı ve loş bir ortam oluşturup arabayı çalıştırdı. Bir süre arabayla ilerledikten sonra yavaşlayıp bir yere yanaşınca eve geldiğimizi anladım. Hafifçe doğruldum ve çantamı koluma taktım. Atlas, beni yüzünde hafif bir tebessüm ile izliyordu. Bende ona tebessüm edince biraz yaklaşıp yanağıma küçük bir buse kondurdu ve ‘’Hadi eve gir. Annenleri daha fazla bekletme, senin eve girdiğine emin olduktan sonra bende giderim,’’ diyerek göz kırptı. Bu dediğine başımı salladım ve arabadan indim. Atlas’a el salladım ve eve doğru yürümeye başladım. Annemlerin uyumuş olma ihtimalini göz önünde bulundurup kapıyı olabildiğince sessiz açmaya çalışsam da kapının sesi etrafta hafifçe yankılandı. Sessizliğin içindeki bu küçük ses bile, yorgun zihnimde büyük bir dalga yaratıyordu. Ayakkabılarımı çıkarıp evin loş ışıkları altında salona doğru yürüdüm. Salonun kapısından içeri bakarken annemi koltukta derin bir uykuda buldum. Üzerine aceleyle atılmış ince bir battaniye, onun yorgun bedenini örtmeye yetmemişti. Günün stresi yüzünden okunuyordu. Yorgun ama huzurlu bir şekilde uyuyordu. Adımlarımı yavaşlattım, onun bu huzurlu halini bozmaktan çekinerek yanına yaklaştım. Hafifçe omzuna dokunup fısıldadım, “Anne, hadi yatağa git, burada uyuma. Üşüyeceksin.” Annemi uyandırmak her zaman zor olsa da bu sefer ufak dokunuşlarıma hızlı bir tepki vermişti. Yavaşça gözlerini araladı, ama uykunun ağırlığı hala üzerinde asılı duruyordu. "Tamam, gidiyorum," dedi uykulu bir sesle. Gözleri yarı kapalı bir şekilde yerinden doğruldu, yavaş adımlarla odasına doğru yöneldi. Onun ardından bakarken, hafif bir gülümseme belirdi yüzümde. Annemin böyle uykulu halleri, çocukluktan kalma bir sıcaklık hissi yaratıyordu içimde. Sonra kendi odama geçtim, ayaklarımın her adımda biraz daha ağırlaştığını hissettim. Bütün günü dışarıda geçirmiş, akşam yemeğinde Atlas’la yaşadığımız küçük olayların etkisinden henüz tam anlamıyla kurtulamamıştım. O mafyatik adamla yaşadığım o an, içimde kalıcı bir iz bırakmıştı, ama şimdi tek istediğim şey rahatlamak ve her şeyi arkamda bırakmaktı. Banyoya yöneldim. Sıcak suyun altında olmak, günün ağırlığını bedenimden akıp götürdü. Kaslarım gevşedi, suyun ritmik sesi zihnimi boşalttı. Saçlarım ıslanırken düşünceler de suyla birlikte akıp gidiyor gibiydi. Kafamı duvarın soğuk fayansına yasladım, birkaç dakika boyunca sadece suyun rahatlatıcı etkisinin tadını çıkardım. Tüm endişelerim geçici olarak da olsa sanki yıkanıp gitmişti. Duştan çıkıp havluya sarındığımda, aynadaki buğulanmış yansımama baktım. Sanki buharlı camın ardında başka bir yüz vardı, ama ben yine de o bakışları tanıyordum. Yavaşça saçlarımı kurutmaya ve taramaya başladım. Saçlarım fırçanın her geçişinde biraz daha yumuşuyor, ama zihnimde küçük bir huzursuzluk belirmeye başlıyordu. Masama oturdum, ellerim saçlarımı tararken gözlerim istemsizce makyaj malzemelerimin üzerinde gezindi. Maskaralar, allıklar, rujlar... Hepsi her zamanki yerlerinde duruyordu. Ama bir an için gözlerim bir şeye takıldı. Masanın üzerinde duran ruj... Arabada bulduğum ruj. O an kalbim hızlandı, adeta o küçük obje bana bir şeyler fısıldıyormuş gibiydi. İçimdeki o huzursuzluk yeniden yükseldi. Fırçayı elimden bıraktım ve parmaklarım titreyerek ruja uzandım. Onu elime alıp yakından inceledim. Ambalajı tanıdıktı, çok tanıdık. Aynı renk tonu, aynı marka, aynı parlaklık… Ama bir şey vardı: Sanki kullanılmış gibi durmuyordu. O anda zihnimde bir şeyler çakıldı. Çantamın kenarında duran kendi rujumu hatırladım. Aynısıydı... Ya da öyle olmalıydı. Çantamı karıştırarak aceleyle ruju buldum ve elime aldım. Elim titreyerek her iki ruju da yan yana koydum. Kalbim deli gibi atıyordu. İki ruj. Gözlerime inanamıyordum. Tıpatıp aynıydılar. Ambalajın üzerindeki detaylar, tonlar... Her şey birebir. Ama dikkatli baktığımda bir fark gördüm. Benimki hafif çiziklerle doluydu, kapağı birkaç defa sert kapanmaktan aşınmıştı. Diğeri ise mükemmel durumdaydı, sanki hiç kullanılmamış gibiydi. Bu nasıl mümkün olabilirdi? İçimde bir düğüm çözülmek yerine daha da karmaşık hale geliyordu. Bu benim rujumsa, diğeri kimin olabilirdi? Atlas'ın arabasında nasıl bulunmuştu? Düşündükçe kafam daha da karışıyordu. Ellerimle iki ruju yan yana tutarken, kalbimdeki şüphe büyüyordu. Bir şeyler doğru değildi. Atlas’ın sözleri zihnimde yankılandı. "Belki sinemadan dönerken düşürmüşsündür…" Ama ya öyle değilse?

Loading...
0%