Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm: Nergis

@aey.lna_

 

 

 

 

 

Bölüm şarkısı: Sezen Aksu- Haydi Gel Benimle Ol

 

 

 

 

 

Keyifli okumalar. :)

 

15 Ekim 2023, İstanbul.

Çıkmaz sokaklar bazı insanların evidir.

Kaçmak, bazen saklanmak, bazen unutmak ve bazen de hatırlamak için birer tercihtir. Buna rağmen bile bile girer insan o sokaklara. Korkunun üzerine gitmek, kaçamamak ve daha nice kötü hissin tesiri altında kalmak...

İnsan en iyi kendisini tanır.

Çevresindekileri tanıdığını sanır.

Halbuki insanlar kapalı birer kutudur. Karşındaki insan sana kendini ne kadar açarsa o kadar girersin onun dünyasına. Çünkü birini tanımak onun dünyasına girmekle olur ancak.

Bir dünya ancak kalple kabul gördüğünde çiçek açıyordu ve o çiçekleri de soldurmak çok kolaydı. Bir çift kötü bakan göz, bir tek çirkin söz o çiçeklerin kurumasına sebep oluyordu. Yani birinin dünyasına elini kolunu sallayarak girmek, oradan kovulmakla eşdeğerdi. Bazı yaralar nasıl ki iyileşmeyi kabul etmiyorsa, her çiçek her toprakta açmıyordu.

Yaşatmaya çalıştığın her şey elinin tersiyle ittiğin, itmek zorunda kaldığın oluveriyordu bir anda.

Nafile.

Kalpsiz birine kendini sevdirmeye çalışmak nafile.

İnsan umut ettiği denizde yaşamayı öğrenir, demişti oturup sohbet ettiğim bir arkadaşım. Oysa insan nasıl boğulmazdı o denizde? Nefes almak için kırılacağını bildiği umudun için dibe batmayı göze almak insanı hayatta mı tutardı sahiden? Son ana kadar çırpınıp yüzeye çıkmak bizi daha umutlu insanlar yapar mıydı?

"İnsan umut ettiği kadar vardır," diye mırıldandı kendi kendine. "ama bazen umudun tükendiği anlar da olur elbette." diye devam etti. O da biliyordu, umut olmadan hiçbir şeyi yoktu elinde. Elinden geleni yapmak onun umudunu canlı tutmaya yetiyordu. Gözlerinden sadece bunu okuyabiliyordum.

"Umut etmek o boğulduğun denizden sağ kurtulmak." dedim gözlerimi gözlerine sabitlediğimde. Gözlerime anlamayan gözlerle baktığında devam etmem gerektiğini düşündüm. "Sen boğulmayı seçtiğin için umudun tükendi."

Gözlerini sabırsızca gözlerimden çektiğinde arkasına yaslandı. O da biliyordu söylediklerimin doğru olduğunu. Belki de kaçmak, saklanmak istiyordu umudu biten herkes gibi.

Sesli bir nefes verirken ellerini kucağında birbirine kavuşturdu. "Ben..." Kelimeler ağzından çıkmamak için onunla savaş veriyordu sanki. Dudakları tekrar aralandı. "Ben bu denizde boğulmak istemiyorum."

Gülümsedim.

Bu denize başkaldırmanın ilk adımıydı. Gözleri bu savaşa meydan okumak istercesine yeniden gözlerimi buldu. "Bana başka bir seçenek bırakmadı."

Hiç düşünmeden cevap verdim. "O zaman sen onu bırak."

Ellerini nereye koyacağını bilemeyerek iki yanına bıraktığında ellerimdeki topraklara baktı.

Onu dinlerken bir yandan da çiçeklerimin topraklarını havalandırıyordum. Bahçem daha yeni yeni kendine geliyordu çünkü buraya yeni taşınmıştım ve ilk misafirim karşımda oturuyordu.

"Sana söylemesi kolay tabii," Elimdeki saksıya uzanıp yere bıraktı ve beni yanına doğru çekti. Gülerek yanındaki sandalyeye oturduğumda bana doğru döndü. "Seviyorum ben onu."

"Seviyorsun diye her fedakarlığı yapmak zorunda değilsin ki. Seni zaten bir şeylere mahkum etmeye zorluyorsa bırak onu." Kafasını iki yana salladı. "Hayır, o söylüyor diye değil. Ben kendim istediğim için yapıyorum."

Hiç düşünmeden cevap verdim. Belki de düşünmeliydim bu sefer. "Kimse sevdiği insana böyle bir şey söylemez Leman. Seni bunu yapmak zorunda bırakan hislerin farkında ve sen de buna izin veriyorsun."

Söylediğim şeyler onu kırar sandım, söylediklerimden pişman oldum ama o saniyeler içerisinde ellerini ellerimin üzerine koydu ve dolu dolu gözlerle bana baktı. "Ben bilmiyor muyum bunları canımın içi, biliyorum."

Ellerimden birini onun elinin üzerine koyduğumda sıcaklık ikimize de bulaştı. "O zaman neden bir dur demiyorsun buna?"

"Seviyorum." dedi sadece. Dudaklarından sadece bu tek kelime çıktı. Kendi içinde bile aklayamıyordu onu ama kalbine de söz geçiremiyordu insan neticesinde.

"Sevmek ne zamandan beri yeterli oldu?" diye sordum. Yolundan vazgeçsin istiyordum. Sonunda paramparça olacak bir kalple yanıma geldiğinde ona şu an baktığım gözlerle bakmak istemiyordum. "Ailenden vazgeçmeyi göze alacak kadar seviyor olamazsın Leman."

"Vazgeçemem." dedi. "Ondan da vazgeçemem."

"Neden?"

Gözlerinden birer damla yaş düştüğünde ellerini ellerimden çekerek yüzüne kapattı.

Bir şey onun bu denli içten ağlamasına sebep oluyordu. Gözlerinden okuyabildiğim duygu korkuydu. Onu deli gibi korkutan bir şey vardı ve bana söyleyemiyordu. Kelimelerle savaşması bundandı belli ki.

Uzanarak yüzündeki ellerini aşağı indirdim. Yaşlı gözlerle kirpiklerini kırpıştırarak yüzüme baktı birkaç saniye.

Gözlerinde karşılaşmayı beklediğim duygu yerine bambaşka bir duygu aramıza tuğladan bir duvar gibi örüldü. Korku ya da çıkmaz gözlerinde karşılaşmayı beklediğim duygulardı belki ama çaresizlik kesinlikle değildi.

Ellerini sıkı sıkı tutarak ikimiz arasına uzatmasını sağladım. Dirseklerini dizlerine yaslayıp eğildiğinde yanağına kocaman bir öpücük kondurdum. Leman bana gülümserken yüzüne gelen saçlarını omuzlarının arkasına doğru ittirdim. Uzun, kahverengi saçları beline kadar uzanıyordu. Dağılan saçlarını elimin tersiyle düzeltirken yüzümü izliyordu sessizce.

Belki de bu yüzden birbirimizi anlıyoruzdur diye düşündüm o beni böyle izlerken. Sorgulamıyor, her neyse kabulleniyor, birbirimize arka çıkıyorduk. Yaptığımız her ne ise o doğruydu. Onu sorgulamayacağımı bildiğinden oturuyordu yanımda, saçlarını düzeltmeme izin veriyor, gözyaşlarını gizleme gereği duymuyordu.

"Hamileyim."

Saçlarında gezinen ellerim ağzından çıkan tek kelimeyle öylece kalakaldığında gözlerim gözlerini buldu.

Gözlerim, gözleri ve karnı arasında mekik dokurken bana dolu dolu gözlerle bakmayı sürdürdü. Kelimeler öyle bir yere kaçıp gittiler ki onları oradan seçip çıkaramadım sanki. Ne diyebileceğimi düşündüm. Leman benim aksime kırılgan bir yapıya sahipti, o benim kırılacağımı düşündüğü şeyleri bana söylemiyordu belki ama ben o kelimelerle farkında olmadan deşiyordum içinde kanayan yarayı.

"Sen..." diyebildim dudaklarımı araladığım ilk an. Gözlerinden durduramadığını belli eden gözyaşı damlaları peş peşe düştü. Parmaklarım çenesine doğru süzülen damlaların üzerinde dolaştı.

Hıçkırıkları arttığında sandalyemi sandalyesine yaklaştırdım. Bedenini kollarım arasına aldığımda bana iyice sokuldu ve başını göğsüme yasladı.

Söyleyebilecek kelimelerim belki yoktu ama yapabilecek şeylerim çoktu. Ellerimi sırtında, saçlarında uzun uzun dolaştırdım. Şu an ihtiyacı olan sadece bu yaptıklarımdı belki de. Sorgusuz, sualsiz öylece göğsümde ağlamak istiyordu.

Ne yapacağını bilmediği zamanlarda gelip dizimde ağlardı ama bu çok başka bir şeydi. Bu halledebileceğimiz kadar küçük bir mesele değildi. Belli ki o da halletmek istemiyordu, kaçmak istemiyor ama vazgeçemiyordu da.

O an anladım.

Leman sevgisinden değil, bebeğinden vazgeçemiyordu.

Başını üzerine öpücük kondurduğumda artık nefes alış verişleri düzene girmeye başlamıştı. Hiçbir şey söylemeden öylece bekledim gözyaşlarının dinmesini.

"Ne yapacağımı bilmiyorum." diye mırıldandı belli belirsiz. Bu kadar yakınımda olmasa duyamayacağım kelimeler kafamın içinde dönmeye başlamıştı bile. "Bana nasıl böyle bir seçim hakkı sunabilir ki? Bunca yıldır tanıdığım adam gitti, yerine bambaşka, tanıyamadığım bir adam geldi."

Ellerim saçlarında geziniyordu durmaksızın. Bu onu yıllardır rahatlatan tek şeydi. "Sen bir seçim yapmak zorunda değilsin, Leman. Ben senin yanındayım ve eğer söylersen annen de senin yanında olur. Ona ihtiyacın yok ki senin."

Aldığı nefesler yetersiz geliyormuş gibi daha fazla nefes almaya çalışıyordu. Belli ki göğüs kafesini sıkıştıran bu his nefesini kesiyordu.

"Eğer istiyorsan bu bebeği..."

Cümlemi tamamlamamı beklemeden, "İstiyorum." dediğinde kafamı sallamakla yetindim. Cümlesi bitmemiş olacak ki dudaklarını araladı. "ama o istemiyor."

Onu ağlatan şeyi de o an anlamış oldum. O bir bebeği olacağı için değil hatta o öyle bir seçim sunduğu için de değil. O istemediği için ağlıyordu.

Öyle bir çıkmaza düşmüş gibi duruyordu ki söyleyecek kelimelerim kalmamıştı şu saniyelerde.

"Ne yapacağım ben?" diye sordu.

"Eğer bu bebeği istiyorsan yapılacak şey belli." diye mırıldandım ellerim henüz saçlarından ayrılmadan hemen önce. Başını göğsümden kaldırıp gözlerime bakmasını sağlarken sırtından kolumla destekledim. Oturmakta bile zorlanıyor bir hali vardı. "O olmadan da büyütebilirsin bu bebeği. Ben senin yanındayım ve korkmanı gerektirecek hiçbir şeye izin vermeyeceğim."

Kafasını salladı. "Ya daha sonrası?" Avuç içleriyle yanaklarını sildi. "O zaman ne olacak?"

"Orasını da o zaman düşünürüz." diyebildim sadece. Yapılabilecek bir şey olursa illa halledilirdi. Halledemediğimiz işlerin altında kaldığımız da olmuştu, bir şekilde kurtulduğumuzda da öyle gülümsüyordu bana.

"Kötü şeyler olacak." dedi bana karşılık olarak.

"Nasıl kötü?" diye sordum. Kötünün de bir ölçüsü vardı neticesinde.

"Bilmiyorum, iyi şeyler hissedemiyorum." dedi ellerini karnına bastırarak. Koruma içgüdüsü müydü yoksa varlığını hissetmek mi istemişti anlayamadım. Yüzünü inceledim. Huzurlu görünüyordu içinde kopan fırtınalara rağmen. Bana gösterdiklerinin bin kat fazlasını içinde yaşadığından emindim ama yüzünden okunmuyordu artık. Gözyaşlarını sildiği an dünyanın en mutlu insanı gibi maskesini takınıyor, etrafa gülücükler saçmaya başlıyordu.

Dünyamızın en iyi annesi olacağına emindim. O anneliği geç de olsa annesinden görmüştü, annesi dünyalar iyisi bir kadındı. Etrafındaki herkese yetecek kadar sevgisi, şefkati vardı. Gülen yüzünden herkese saçacak neşesi çoktu. Yıllar sonra Leman onun hiç doğurmadığı kızı olmuştu.

Onların arasındaki ilişkiyi ne zaman görsem imrenirdim. Kıskançlık gibi değildi hissettiklerim ama neden diye soruyordum her seferinde kendime. Neden öyle değildik biz de?

Hayat beni her seferinde bir kez olsun şefkat dilediğim kapının eşiğinde ağlatmıştı. O günlerden sonra şefkat dilemeyi bırakmıştım.

Bazı anılar nefessiz bırakırdı insanı ve aslında en çok üzen anılar hayatta tutardı insanı.

Bir elim sırtında gezinirken diğer elim elindeydi. Öyle korkuyordu ki, taktığı maskenin altından bile belli oluyordu. Sadece bana gösteriyordu ya da.

"Korkma," diye fısıldadım onun duyabileceği bir sesle. Gözlerini saksılarına ektiğim nergislerimde gezdirirken elinde olan elimi sıkıca tuttu. "İçimde öyle bir his var ki," dedi sadece. Gözlerime bakmıyordu.

"Bırak o hissi. Üstesinden geleceksin."

"Ya yapamazsam, ya büyütemezsem onu?" diye sordu. Yanlış soruydu bu. Başımı iki yana salladım.

"Senin iyi bir anne olacağından hiç şüphem yok."

Gözleri dakikalar sonra gözlerimi bulduğunda yeniden doldu gözleri. "Bir tek sen inanıyorsun bana." diye mırıldandı. Gözleri öyle bir acıyla kapandı ki hayal kırıklığının dağılan parçaları benim içimde bir yerlere battı gibi hissettim.

"Hep inanacağım." dedim sadece. İçi rahat olsun istiyordum. Korkusuyla baş başa kalıp da içindeki bu çıkmazda daha fazla kalsın istemiyordum.

Kaçamıyordu.

Çıkamıyordu o çıkmaz sokaktan.

Onun evi bu çıkmaz sokaktı belki de.

Kaçamadığı, saklanamadığı ve artık kaçıp saklanamayacağı.

"Ne kadarlık bir bebekten söz ediyoruz?" diye sordum gözlerimi kırpıştırarak.

Heyecanlı sesime döndüğünde onun da gözleri parladı. "Yedi haftalıkmış." dedi ve yanındaki çantasına uzandı. Fermuarı hızla açıp içinden birkaç kağıt çıkardı. Üstteki ultrason görüntüsünü gördüğümde içimde öyle bir şey hissettim ki, bu his bu bebeği çok seveceğimin göstergesi olmuştu bile.

Ultrason görüntüsünü bana doğru uzattı ve gülümseyerek, "Henüz bir fasulye kadar ama burada işte." dedi. Parmağını kağıt üzerinde yavaşça gezdirdi. Diğer elini de karnına yasladığında, "Bugün varlığını öyle bir hissettim ki, bana öyle bir güç verdi ki, anlatamam. Herkes karşımızda dursa ben yine de onun elini bırakmayacağım."

Gözlerimi kırpıştırarak onu dinledim. Anne içgüdüsünün bir bebeğin rahme düştüğü anda oluştuğunu tahmin edemezdim. Başkası söylese de inanmazdım ya. İnsan gözleriyle gördüğü bir şeye yalan da diyemiyordu neticesinde.

Bu şefkat ona çok yakışmıştı.

"Canım benim..." Yanağına kocaman bir öpücük bıraktığımda bana tüm gücüyle gülümsedi. Sanki iki kişilik gülümsemişti. "Sen harika bir anne olacaksın."

"Hep yanımda olacaksın, değil mi?" diye sordu.

Hiç düşünmeden, çocukken birbirimize söylediğimiz sihirli olduğuna inandığımız kelimeleri mırıldandım.

"Yıldızlar sönene kadar."

*

 

 

 

 

16 Aralık 2005

 

 

 

 

Yetiştirme Yurdu.

"Yağmur yağıyooooor, seller akıyorrrrr..." Küçük kız ilk ezberlediği şarkıyı mırıldanırken ellerini uzatabildiği kadar ileriye uzattı. Yağmuru ve yağmur sonrasında çıkan kokuyu çok seviyordu. "Arap kızı camdan bakıyorrr." diye devam etti söylediği şarkıya. Derin bir nefes aldığında toprak kokusu ciğerlerini doldurdu.

Hava kararmış, arkadaşları çoktan uykuya dalmıştı. O bu gece uyumak istemiyor, gece yarısına kadar bekleyip annesinin onun dilek dilemesi için yıldızlardan bir tanesini kaydırmasını bekleyecekti.

Bugün doğum günüydü.

Ellerini biraz daha ileri uzattı ve ıslanan ellerine göz ucuyla baktı. Hava soğuktu ama aldırış etmiyordu. Bu gece bir dileği kabul olacaktı, şikayet etmekten nefret ediyordu.

Annesi onu iki yıl önce önce buraya bırakıp gitmiş, bir daha da gelmemişti. Annesi gittiğinden beri hayatında çok şey değişmişti.

Artık resimlerini çizerken karalamıyor, özenle yapıyordu.

Okula gidiyor, okumaya yazmayı artık tamamen akıcı bir şekilde yapabiliyordu.

Üstelik annesi onu bıraktığından bu yana oldukça boyu uzamıştı.

Her sabah kahvaltıda verilen sütü ne kadar sevmese de içiyordu.

Saçlarının toplanmasına bazen izin veriyor, bazen ise kendi toplamaya çalışıyordu.

Ama yine de annesi geri gelmiyordu.

Bir kez olsun gelmemişti.

Küçük kız gözlerini kırpıştırarak karşıdaki ağaçları, yoldan geçen sayısız arabayı, bankın kenarında kuru kalan yere uzanan kedileri ve kedilerin başını okşayan çocuğu seyretti.

Ama annesi yine gelmedi.

Yağmurdan ıslanan ellerini üzerine sildi ve birkaç adım geri çekilerek pencereyi kapattı. Arkadaşlarının üşütüp de hasta olmasını istemezdi. Hepsini çok seviyordu.

Bu odada beş kişi kalıyorlardı ve en küçükleri Leman'dı.

Aralarında bir yaş vardı ama Fulya ona ablalık yapmaya bayılıyordu.

Sabah kahvaltısında yemediği peynirini ona veriyor, saçlarını güzelce taramasına yardım ediyor, uyumadan önce bazen ona masallar anlatıyordu.

O kimseden görmediği sevgiyi kan bağı olmayan bir küçük çocuk için harcıyordu. Oysa o da bilmiyordu sevginin ne olduğunu, bir insanın nasıl sevilebileceğini. Sadece nasıl istiyorsa öyle davranıyordu, onu koruyup kolluyordu. Tek kelime laf eden olursa küçücük boyuyla dağ gibi Leman'ın önünde dikiliyordu.

Göz ucuyla Leman'a baktı. Boğazına kadar çektiği yorganına sıkıca sarılmış huzurla uyuyordu. Küçük kız bu görüntüye gülümsemeden edemedi.

Fulya o gece saatlerce camın önünde dikilip tek bir yıldızın kaymasını bekledi ama o gece hiç yıldız kaymadı. Gökyüzünde hiçbir hareketlilik yoktu.

Anlaşılan bu yaşında da annesi yanında olmayacaktı.

Artık alışmıştı annesinin olmamasına ama bazen yanı başında olsun istiyordu. Yolda yürürken gölgesini kendi gölgesinin yanında görmek istiyordu.

Bazı şeyleri istemekten bir adım öteye gidemiyorduk ve bu da tam olarak öyle bir şeydi.

Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Fulya arkasını dönüp Leman'ın yatağının yanındaki yatağına ilerliyordu ki birden dışardan gelen ışık ve odada bulunan gece lambaları söndüğünde korkuyla olduğu yerde kaldı. Gözleri bir şey görebilmek umuduyla kırpışırken adımları ezbere bildiği odada ilerledi.

Leman'ın ayakucuna geldiğinde hiç tereddüt etmeden uzandı ve Leman'ın sarıldığı yorganı biraz çekiştirip kendi de altına girdi.

Leman ne olduğunu anlamayarak uyku mahuru sesiyle, "Ne oldu?" diye sordu. Hiçbir şey göremediğinden kaynaklı olsa gerek bir anda Fulya'ya sıkı sıkıya sarıldığında başını göğsüne saklamaktan başka bir şey yapamadı. "Şşş, bir şey yok."

"Niye ışıklar yok?" diye sordu bu sefer. Uykusu iyice dağılıyor gibiydi.

"Elektrikler gitti ama korkma, ben buradayım." diye mırıldandı sessizce.

"Hiç kalkma yanımdan sabaha kadar tamam mı?" diye sordu bu sefer de. Soru sormaktan çok bunu istiyormuş gibi çıkmıştı sesi. Fulya ses çıkarmadan Leman'a sarıldığında Leman küçük elini koluna doladı ve çekiştirdi. "Söz ver."

"Söz." dedi sadece.

"Yıldızlar sönene kadar gitme." dedi bu kez.

Bu gece yıldızlarla başı büyük dertteydi anlaşılan küçük kızın.

Kafasını salladı ama Leman karanlıkta bunu göremedi.

"Yıldızlar sönene kadar gitmeyeceğim."

*

Günümüz

Bazen hayatın bize çizdiği yolda ilerlemek bize daha güzel kapılar açabilir, demişti parkta aylar önce yanıma oturan kadın. Ona nasıl gözlerle bakmıştım bilmiyordum ama anlamadığımı anlatmak için bile mecalim olmadığını anlamıştı saniyeler içerisinde ve devam etmişti. "Yani güzel kızım, demişti.

Yıllardır hasret kaldığım kelime bir yabancının dilinden dökülmüştü.

Sonra eklemişti üzerine cümlelerini. "Sen kendi çizdiğin yolda ilerlemek isterken belki de senin için çok daha güzelleri var bu hayatta. Bir şey için çok çabalamak hayırlısının o olduğunu göstermez hiçbir zaman. Şimdi üzülüyorsan daha sonra güleceğindendir."

Cümleleri beni öyle bir yerden alıp öyle bir yere koymuştu ki düştüğüm boşluktan saniyeler içerisinde çıkmama sebep olmuştu.

O gün o parkta, o bankta, o kadının yanına oturmasaydım belki de şu an burada, pastanemde olamayacaktım.

Hayat bana açılan kapıdan girmem için çaba göstermem gerektiğini öğretirken akışına bırakmam gerektiğini de o kadın öğretmişti.

Elimdeki tepsiyle dışarıda oturan bir gurup liseliye ilerledim. Üçünün de bakışları bana döndüğünde gülümsedim ve tepsideki pastaları ve meyve sularını masanın üzerine bıktım.

"Afiyet olsun."

Üçü de aynı anda bana teşekkür ettiklerinde gülümsedim ve yanlarından ayrıldım.

Yetimhaneden ayrılmadan önce annemi aylarca aramıştım ama ne bir iz bulabilmiştim ne de herhangi bir adres. Annem onu bulamamam için her yolu denemişti anlaşılan. Küçükken onun geri geleceğine inanan tarafımdan şimdi her zerremle nefret ediyordum.

Çünkü annemin beni geri alacağına dair inancım hep diriydi.

Oysa annem benden kurtulmak için böyle bir yol bulmuştu kendince.

Anneannem on sekizinci yaş günümden günler öncesinde yetimhaneye gelmiş ve müdiremizle görüşmüştü. Anneannemi küçükken gördüysem bile hiç hatırlamıyordum, bu sebeple onu tanıyamamıştım. Son altı yıldır canımın bir parçası olarak gördüğüm kadını o zaman tanıyamamıştım.

Beni karşısına alıp saatlerce anlatmıştı.

Bir pazar günüydü, beni dizlerine yatırdığı gün. Elleri saçlarım arasında dolaşıyordu ve tek kelime etmeden beklemişti dakikalarca.

"Annenin nerede olduğunu bende bilmiyorum." diyerek başlamıştı cümlelerine. Bilmek istemiyordum. O yok diye ağladığım her geceye biraz daha nefret kusmak istemiyordum artık.

On sekiz yılımın on üç yılında yoksa neden ağlamalıydım ki onun için? İçimde durduramadığım ağlama dürtüsüne sırt çevirmek, arkamda bırakmak istedim ama yapamadım. Gözlerim dolu dolu dinlemeye devam etmiştim.

"Seni bıraktığı gün beni aradı." demişti anneannem. Tırnaklarım avuç içlerime biraz daha baskı uygulamıştı. Dönüp anneannemin yüzüne bakmak istememiştim. Cesaretim yoktu. Bir kelime daha duyacak cesaretim yoktu. "Fulya'ya daha fazla bakamıyorum, dedi. Yapma dedim, yalvardım bana getir dedim. Çok dil döktüm."

Gözyaşlarım ardı sıra düşüyordu gözlerimden.

Ellerini saçlarımdan çekip elime uzandığında gözlerimi sıkıca yummuştum. "Seni bıraktığı gece de beni aradı."

Gözyaşlarım üzerindeki eteği ıslatıyordu ama o sıkıca elimi tutmuştu. Sanki bu tutuş ağla demenin bir diğer yoluydu.

O gün annemin bana söylediği cümleler beynimin içinde dönüp durdu saniyeler içinde. "Bir sürü arkadaşın olacak biliyor musun Fulya?" demişti üstüme çeki düzen verirken. Bu yaşımda bile hatırlıyordum. Beni süslü süslü giydiriyordu her seferinde. O gün de öyleydi. "Ben buradayım."

Beyaz, dizlerimin biraz üzerinde bir etek, eteğimin içine sıkıştırdığı mavi bir tişört... Saçlarım bile özenliydi o gün.

Yurda gittiğim ilk gün annem beni bırakıp gittiğinde hiç ağlamamıştım çünkü geleceğini düşünüyordum. Saatler sonra etrafta ne oynayacak arkadaş vardı ne de annem.

O zaman ağlamaya başladığımda benden yaşça büyük biri yanıma gelip gülümsememi, fotoğraf çekeceğini söylemişti. Ellerimin tersiyle gözyaşlarımı silip gülümsemiştim tüm hevesimle kameraya.

Annemin o fotoğrafı göreceğini düşünüyordum. Yoksa siler miydim gözyaşlarımı?

O fotoğrafı en sevdiğim kitabın arasında saklıyordum. Küçük Fulya'nın yüzüne bakmaya cesaret ettiğim an fotoğrafı kaldıracaktım ortadan.

Düşüncelerimi bölen şey anneannem sıktığı elimi dudaklarına götürüşü olmuştu ve küçük bir öpücük bırakmıştı. "Sen dünyalar iyisi bir çocuktun Fulya." dedi sadece.

Öyle miydim sahiden?

"Beni bıraktığı gece aradığını söylemiştiniz, ne söyledi?" diye sorabilmiştim zar zor çıkan sesimle.

"Siz yok yavrum."

"Alışacağım." demiştim sadece.

Tam o an dudaklarını saçlarımda hissetmiştim. "Seni bıraktığını, dayının onu aramaması gerektiğini, çok uzaklara gittiğini sıraladı durdu. Sadece dinledim ilk önce. Sonra seni sordum. Fulya'yı nereye bıraktın dedim. Sustu cevap veremedi. Ben telefonun bir ucunda bağırsam da o sessiz sessiz ağladı sadece."

"Ağladı mı?"

Umut tohumları öyle bir dağılmıştı ki içime o an gözyaşlarım bile dindiler saniyeler içinde. "Ağladı ya, çok ağladı." dedi anneannem. "Bakma seni bırakıp gittiğine..." birkaç saniye öylece beklemişti. Onu susturan şey benim sonumu hazırladı. "Çok seviyordu seni ve ona o kadar benziyorsun ki bu kadar benzeyemezsin sanıyordum."

Nefesim düğümlenmişti. İçimde yeşeren umut tohumları bir bir solmuştu.

Annemi hatırlamıyordum bile. Ona benzemek veya benzememek bana hiçbir şey katmıyordu. "Yanılıyorsunuz..." diye mırıldanmıştım dizlerinden doğrulurken. "Beni sevse bırakıp gitmezdi."

Başını iki yana salladı. "Bizi de bıraktı ama ben sevgisinden şüphe etmiyorum."

"O sizin kızınız, ben onun kızıydım. Siz ona sevginizi vermiş olabilirsiniz ama ben sevgisiz büyüdüm." Birkaç kez derin derin nefes alıp ve ayağa kalkmıştım. "Üstelik sadece onun sevgisine ihtiyacım vardı."

"Kızım..." demişti ellerime uzanırken.

Ellerimi yakalamadan hemen önce ellerimi çekip bir adım geriye çekilmiştim. "Biraz dışarıda oturacağım." diyerek salondan çıkmıştım.

On sekizinci yaş günümde duyduğum bu cümleler beni yirmi altı yaşımda bile mahvediyordu.

Ona artık anne bile demek istemiyordum ama içimdeki küçük kız çocuğu bir kez olsun ona sarılmadan ölmek istemiyordu.

Anneannem beni karşısında ilk gördüğünde sadece ağlamıştı. Beni evine almış, yıllarca yapamadığı ebeveynlik için benden özür dilemişti.

Anne, bana neden bir özrü çok gördün?

Bu pastaneyse dayımdan anneanneme kalan son şeymiş, öyle söylemişti.

Oğlunu kaybetmenin ağırlığını daha atlatamamıştı anneannem. Dayıma ne olduğunu henüz öğrenememiştim, anneannem anlatmak için kendini hazır hissetmediğini bana belli etmişti. Sadece kaybettim demişti.

Benden hiçbir şey istememişti ama bu pastanenin eski halini çok sevdiğini ve özlediğinden bahsetmişti. Bu yaşıma kadar kendimi bile doğru düzgün mutlu edememişken onu mutlu etmeyi çok istemiş ve bunu anneannem için yapmıştım.

Onu mutlu görmek beni öylesine mutlu ediyordu ki bir an olsun şikayetçi değildim.

Elimdeki tepsiyi tezgahın üzerine bıraktım ve Leman'a müsaitse buraya gelmesi için kısa bir mesaj attım.

Kafasını dağıtsın istiyordum ama o bana belli etmese bile içten içe kendini suçluyordu.

Korkusunu anlayamıyordum, böyle bir korkuyu ancak böylesine çıkmazda olan biri anlayabilirdi. Ben anlayamazdım.

Her şeye rağmen onu koruyabileceğimizi biliyordum.

Bana geleceğini söylediği birkaç cümle yazdığında kalpler gönderip telefonumu önlüğümün cebine attım. Önlüğümü anneannem işlemişti. Tatlı bir pembe olan önlüğümün ön kısmında birkaç nergis çiçeği vardı.

Neden Nergis diye sorduğumdaysa, "Seni bir Nergis olarak buldum. Fulya olsan bile Nergis'in artık hayatımda büyük yeri var." demişti.

Yetiştirme yurdunda kaldığım süre boyunca bana Nergis diye seslenilmiş, Nergis 'hadi uykuya' diyerek uyutulmuştum. İlk aylarda bana Nergis diyen herkese tepki gösteriyorken bir süreden sonra pes etmek zorunda kalmıştım çünkü benden başka kimse pes etmeye meyilli durmuyordu. Bense onlara uymayı seçmiştim. Dışarıda birisi bana Nergis diye seslense dönüp bakmazdım. Bu isim bana sadece annemsiz günleri hatırlatıyordu. Yıllarca böyle hatırlamıştım, hayatımı buna göre yaşamıştım ama artık buna devam etmiyordum. Çünkü değişen bir şey yoktu. Annem hâlâ yoktu.

Mutfaktan çıkarak pastaneye yeni müşteri gelmiş mi diye kontrol ettiğim sırada bir gurup erkeğin dışarıdaki bir masaya doğru ilerlediklerini gördüm. Önde yürüyen ikili, ellerindeki dosyaları masanın üzerine bıraktıklarında gözleri etraflarında gezinmeye başlamıştı. Arkalarından gelen ağır adımlarla onları takip ediyormuş gibi duruyordu fakat ilgilendiği farklı bir şey olduğu belliydi. Elindeki telefonu yan şekilde tutmuş vaziyette ilerlerken önündeki sandalyeyi görmedi. Sendelediğini gördüğümde birkaç adım geri çekildim ve onları izlemeye devam ettim. Böyle izlemek ne kadar doğruydu bilmiyordum ama şu an bunu düşünemeyeceğim kadar eğlenceli gözüküyorlardı.

Anlık gelen refleksle sandalyeye tutunup düşmekten son anda kurtulduğunda arkadaşlarının laflarına maruz kalacağını anlamış gibi onlara döndü.

Karşı sandalyeye yayılarak oturan, arkadaşı olduğunu tahmin ettiğim adam ona güldü. İçten gülüşü sokakta yankılanırken, "Senin fanatiklik sonun olacak anlaşılan." dedi gülüşleri arasından. Pastanem ara sokakların birinin başındaydı. Hemen karşıda bir cadde vardı. Bu konumundan dolayı oldukça kalabalık oluyordu.

Diğer adam ise dirseklerini masaya yaslamış arkadaşına bakıyordu. "Kaç kere dedik şu maçları yanımızda izleme diye." dedi.

Futbol mu seyrediyordu?

Sandalyeyi tuttuğu gibi öne doğru iterken arkadaşlarına alttan dik dik baktı. "Babama söyleyin, toplantıları maç saatleri dışında ayarlasın." diye söylendi.

Gülümseyerek onları izlediğimi fark ettiğimde birkaç adım daha geriye çekildim. Kasanın üzerine bıraktığım kalem ve kağıda uzanıp onlara doğru ilerledim. İçlerinden kapıya doğru dönük oturan, beni gördüğünde üzerimdeki önlükte gezdirdi bakışlarını. Orada çalıştığıma kanaat getirmiş olacak ki arkadaşlarına ne içeceklerini sordu.

Masalarının yanında durduğumda gülümsedim ve, "Ne içersiniz?" diye sordum. Az önce arkadaşlarına ne içeceklerini soran adam, "Dört sade kahve alabilir miyiz?" diye sordu. "Tabii." diye mırıldandım ve elimdeki deftere dört kahve için işaret bırakarak geri çekildim.

Pastanenin içine gireceğim sırada elindeki telefondan başını kaldıran adam bana doğru döndü. Bakışları üzerimdeki önlükte, önlüğümün üstündeki nergis işlemelerinde dolaştı ve sonrasında, "Bir limonlu kek alabilir miyim?" diye sordu. Cevap vermek adına sadece kafamı salladığımda bakışlarını geri çekmedi. Öylece gözlerime bakmayı sürdürdü.

Az önce onları dinlediğimi fark etmiş olabilir miydi? O yüzden böyle bakıyor olma ihtimali var mıydı?

Gözlerimi ondan kaçırdığımda o da önündeki telefonu izlemeye döndü. Gerçekten futbol maçı seyrediyordu.

Az önce kalkan gençlerin tabak ve bardaklarını da alıp mutfağa ilerledim. Dolaptan dört kahve fincanı çıkarıp tabaklarıyla birlikte tezgahın üzerine bıraktım. Bir yandan da kahve makinesine su koyup kahveyi ekledim. Çok fazla karıştırmadan kahve makinesini fişe taktım ve kahvenin pişmesini bekledim.

Telefonum önlüğümün cebinde titrediğinde kahve makinesini tezgaha bıraktım ve telefonumu çıkardım.

Mesaj Leman'dandı.

Leman: Yarım saate geleceğim. Cihan görüşmek istediğini söyledi.

Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyormuş gibi hissettim. İçimde öylesine kötü bir his peyda oldu ki mesaj yazmaya uğraşmadan Leman'ı aradım. Birkaç çalıştan sonra açtığında, "Gitme." diyebildim sadece.

Bana gülerek, "Bir şey olmayacak, sadece konuşacağız." dedi. Ama gülmesinin sebebi bana sorun olmadığını anlatmak mıydı yoksa kendisini de bu söylediğine inandırmak mıydı anlayamadım.

"Olsun, sen gitme. Çağır buraya gelsin." dedim aceleyle. "Lütfen Leman."

"Söyleyeceğim, kabul ederse yarım saate oradayız." dedi sadece ve bir şey söylememi beklemeden telefonu suratıma kapattı. Telefonu kulağımdan indirirken ekrana baktım.

Gerçekten suratıma telefon kapatmıştı.

Kahvenin yükselen sesi mutfağı doldurduğunda taşmaktan son anda kurtarıp kahve makinesine uzandım ve tuşuna bastım. Birkaç damlası elime damlayıp yakmıştı ama şu an mühim değildi.

Tezgaha bıraktığım fincanlara eşit şekilde paylaştırdığım kahveleri tepsiye dizdim ve üst raftan bir tatlı tabağı alıp yeni fırından çıkardığım limonlu kekten dikkatle bir dilimi tabağa bıraktım. Telefonumu tekrar önlüğümün cebine atarak mutfaktan ayrıldım. Hızlı adımlarla kahveleri sahiplerine bırakıp oturup dinlenmek istiyordum. En azından Leman gelene kadar.

Kapıdan çıktığımda masadaki bakışlar yine bana döndü. Sadece birinin bakışları hariç. O henüz onlara doğru yürüdüğümü bile fark edememişti. Birkaç adımda tamamen masanın yanına ulaştığımda fincanları bir bir masanın üzerine bıraktım. Limonlu keki ise fincanların yanına bıraktım ve, "Afiyet olsun." dedim. Tam arkamı dönüp içeri gideceğim sırada içlerinden birinin sesiyle durdum.

"Bakar mısınız?"

Bu benden limonlu kek isteyen, futbol maçı seyreden adamdı.

Olduğum yerde ona bakarken arkadaşlarının bakışları da ona döndü. Alnına dağılan saçlarında, kahverengi gözlerinde, hafif çatık olan kaşlarında dolaştırdım gözlerimi.

"Buyurun," diye mırıldandım bir adım geri çekilirken. Arkadaşları da merakla ona bakıyorlardı.

"Tanışıyor olabilir miyiz?" dedi. Bakışlarının sebebi buydu demek diye düşündüm. Tanıdığını düşündüğü için bakıyordu. Birkaç saniye daha yüzünde gezdirdim bakışlarımı. Herhangi bir tanıdıklık hissetmemiştim. Hatta ilk kez gördüğüme de emindim ama öyle söylemesi acaba tanıyor muyum diye sorgulamama sebep olmuştu.

Kafamı iki yana salladım. "Ben sizi tanımadığıma eminim." diye mırıldandım sessizce.

Gözleri aynı dikkatle suratımda dolaşıyordu. Bir adım geri çekilmemek için kendimi zorladım. Bu kadar yakınında durduğumu fark etmemiştim o bana bu denli dikkatli bakana kadar.

Gözlerini gözlerimden birkaç saniye ayırmadı. Kahve gözleri hafifçe kısıldı, "İyi öyleyse." diye mırıldandı.

Ufak bir gülümsemeyle hepsine baktığımda, "Afiyet olsun."diye mırıldandım ve yanlarından ayrıldım. Ne de olsa insan insana benzerdi değil mi?

İçeriye ilerledim ve kasaya yakın olan bir sandalyeye oturdum. Bugün oldukça yoğun bir gündü ve dün gece de doğru düzgün uyuyamamıştım. Ceremesini şimdi çekiyordum işte. Evime yeni taşınmıştım ve alışana kadar rahat bir uyku çekebilecek gibi değildim. Anneannem ne kadar ısrar etse de kendi evimde kendimi daha rahat hissedeceğimi bildiğimden ısrarlarına rağmen kendi evimi tutmuştum. Anneannemin evinin bir sokak ötesindeki evim bana kendimi yuva gibi hissettiren ilk yerdi.

Bir evi yuva yapan içindeki insanlar olabilirdi ama ben o evi yuva yapan şeyin çiçeklerim olduğunu biliyordum içten içe. Bir de burası, burası da buram buram ev gibi kokuyordu.

Anneannem pastanenin adının değiştirmek istiyorsam değiştirebileceğimi söylemişti ama dokunmamıştım. Dayımdan anneanneme kalan hiçbir şeyi değiştirmek istemiyordum çünkü anneannem bu halini seviyordu.

Zeren Pastane.

Annemin adı.

Anneannemin anlattığına göre annemin adını dayım koymuştu ve kardeşini bu dünyadaki her şeyden çok seviyordu.

Annem bu dünyada onu koşulsuz şartsız sevebilecek herkesi mahvetmişti.

Birini elinin tersiyle itmek kolaydı tabii.

Ya da yetimhane kapısından, buradayım diyerek göndermek.

Nafile.

Söylediği kelimeler de nafile.

Başımı yanımdaki duvara yasladım ve caddeden geçen arabaları izlemeye başladım. Uyku o kadar tatlı geliyordu ki gözlerimi beş saniye yumsam uyuyacak gibi hissediyordum. Gözlerimi kırpıştırdım. Pastaneye şu anlık gelen giden de yoktu. Öğle saatleri her zaman biraz daha sakin oluyordu ama birkaç saate dolacaktı buralar.

Başımı yasladığım duvardan çektim ve doğruldum. Elimi yüzümü yıkamak için arka taraftaki lavabolara ilerledim bunu yapmasam olduğum yerde uyuma ihtimalim yüksekti. Birkaç kez yüzüme soğuk su çarptım.

Tam lavabonun kapısını kapatıp çıkacağım an bağırış sesiyle birlikte koşmaya başladım.

Bu Leman'ın sesiydi.

Cam kapıdan Leman'ı gördüğümde adımlarım daha da hızlandı. Dudağının kenarı patlamış, uzun ince bir çizgi halinde kan süzülmüştü. Kahverengi saçları karışmış, üstü başı dağılmıştı. Leman'ı kolundan tutup çekeceğim sırada bir el benden önce davrandı ve Leman'ı benden önce yanıma kadar çekti. Leman'ı kollarım arasına alıp sakinleştirmeye çalıştım. O arkadaşlarına uzak durmaları gerektiğini söyledi ve ard arda yumruklarını Cihan'ın yüzüne geçirdi.

Leman'a sıkı sıkıya sarıldım. "Tamam, geçti. Geçti, yanımdasın. Güvendesin." Arka arkaya ona söylediğim kelimelere aldırış etmeden ağlamaya devam etti.

Cihan'ın acı dolu inleyişleri üzerine Leman'ın omzunun üzerinden ona baktım. "Sen kimsin? Bırak beni!"

Cihan onunla konuşuyordu ama o bize doğru bakıyordu sadece. Gözleri birkaç saniye yine gözlerimde oyalandı ve ayaklanmaya çalışan Cihan'ın ayağa kalkmasını engelledi. Adını bilmediğim ama bu bakışlarına on dakika öncesinden aşina olduğum adamdı. Acaba gerçekten daha önce görmüş olabilir miydim? Tanışıyor olabilir miydik? Bana neden bu şekilde bakmaya devam ediyordu? Cihan'ı kolundan tuttuğu gibi pastaneden dışarıya atarken kollarımda henüz ağlaması hafiflememiş Leman'ın saçlarına öpücük kondurdum.

"Leman, sakinleş lütfen..." diye fısıldadım kulağına doğru. Onu içeri götürüp her şeyden uzakta kalabileceği bir sandalyeye oturttum. Dolaptan aldığım bir şişe suyun kapağını açarak birkaç yudum içmesine yardım ettim. Suyu içtiğinde kapağını kapatarak önüne bıraktım ve, "Ben geleceğim birazdan, tamam mı? Güvendesin artık. Korkma." dedim.

Beni sadece başıyla onayladı. Saçlarına bir kez daha uzun bir öpücük kondurdum ve yanından ayrılarak koşar adım dışarı çıktım.

Önce onu gördüm karşımda. Gözleri yine yüzümde dolaştı ama umursamadan yanından geçerek yerde yatan Cihan'ın yanına ilerledim. Cihan benim geldiğimi gördüğünde ağzını aralayıp bir şeyler söylemeye çalıştı. Onu dinlemeden yanına eğildim ve tüm gücümle suratına yumruğumu geçirdim.

Acıyla sarsılan bedeni kendini benden uzaklaştırmaya çalışırken engel oldum. Koluna tüm gücümle baskı uyguladığımda gözleri zor bela gözlerimi buldu. "Seni bir daha..." diye mırıldandım sadece onun duyabileceği bir sesle. "Leman'ın yanında, yakınında..." Tırnaklarımı koluna bastırdım. Yüzü acıyla kasıldı. "Görürsem çok kötü olur."

Cihan elimi kolundan çekmeye çalıştı ama iyi hırpalanmıştı. Gücü yoktu belki de ama hak etmişti. "Bırak kolumu." diyebildi sadece.

Kolunu daha sıkı kavradım. "Daha söyleyeceklerim bitmedi."

"Bu i-iş..." Ağzına dolan kanı yere tükürdü. "Burada bitmedi."

"Seni yemin ederim mahvederim!" diye bağırdım yumruğumu bir kez daha suratına geçirdiğimde. İçimde günlerdir ona karşı biriktirdiğim öfke öyle çok yakıyordu ki şu an içimi. Daha fazlasını istiyordum ve öylesine değildi bu istediklerim. Hak ediyordu sonuna kadar.

Ayağa kalktığım sırada kolumun baskısından kurtulduğunu sandı. Oysa ben çekilmiştim zaten. Birkaç adım gerileyip haline baktım. İçler acısıydı ve haline üzülebilecek biri vardıysa bile bugün elleriyle o hisleri öldürmüştü.

Herkes kendine karşı beslenen sevginin katiliydi neticesinde.

Yüzünde zafer edasıyla ayağa kalkmaya çalıştığında içimde harlanan ateş daha da büyüdü. Kendimi durdurabilecek gücü bulamadım ve açtığım mesafeyi kapatarak yeniden sırtını yerle buluşturan o hamleyi yaptım.

Karnına hızla art arda savurduğum tekmeler acıyla geri doğru savrulmasına sebep olurken bir tekme daha karnını buldu. Nefessiz kalarak öksürmeye başladığında umursamadım.

"Sen her şeyi hak ediyorsun!" diye bağırdım tüm gücümle. "Yaşadığın her acıyı hak ediyorsun!" Karnına bir tekme daha savuracağım sırada güçlü bir el beni geri doğru çekti. Ani bir hızla yalpalayarak geri çekildiğimde beni çeken kola tutunmak zorunda kaldım.

"Yeter artık, öldüreceksin!" diye bağırdı suratıma doğru.

Kolumu elinin baskısından kurtarıp yeniden Cihan'a yöneleceğim sırada kolumu daha sıkı kavradı ve arkasına aldı. Bana doğru döndüğünde iki eliyle kollarımı tuttu. "Sakinleş!"

"Bırak kollarımı!" diye bağırdım onun bana yaptığı gibi. Kollarımı kendime doğru çektim. Elleri kollarımdan düştüğünde adımlarım geriledi ve sırtım duvarla buluştu.

Nefes alışverişlerim düzene girene kadar öylece bekledim. Ben öylece beklerken o ise Cihan'ı olduğu yerden kaldırıp arkadaşlarına bir şeyler söyledi. Arkadaşları Cihan'ı uzaklaştırırken ona ne olacağını zerre umursamadım.

Umarım bu hayatta yüzü bir daha gülmezdi. Çünkü benim arkadaşımın yüzünü bir kez olsun doğru düzgün güldürmemişti. Leman'ın günlerdir ağlamasına sebep oluyordu ama günlerce güldürdüğünü hiç görmemiştim.

Karşıma geçip suratıma baktığını hissettiğimde yerde olan bakışlarımı yüzüne çevirdim. Gözleri gözlerimi yakaladığında başımı başka yöne çevirmeden bekledim. "Sakinleştin mi?" diye sordu usulca.

Başımı sallayarak onayladım.

Gözleri birkaç saniyeliğine aşağıda bir yerlere kaydığında gözlerini takip ettim. Eklem yerleri kan toplamış elime baktığını fark ettiğimde elimi arkama gizledim ve yeniden ona baktım. O da yeniden bana baktığında kafasını iki yana salladı.

Bir şey demeden karşımdan çekilip arkadaşlarıyla oturduğu masaya ilerledi ve masanın üzerindeki sigarası ve telefonunu aldı. Maçı kapatmıştı galiba çünkü ses yoktu bir süredir. Bu hengamede onu düşünmediği belliydi. Bakışlarım onu takip ederken arkasını dönüp gidecek sansam da öyle olmadı.

Omzu üzerinden bana doğru döndü ve bakışları yeniden gözlerimi buldu. Neden bu denli gözlerime dikkatli baktığını anlayamıyordum. Dudakları arasından beni şaşkına çeviren o cümle döküldü. "Eline buz koy."

Bir şey dememi beklemeden önüne döndü ve ilerlemeye başladı. Uzaklaşırken ona bir kelime de olsa bir şey söylemem gerektiğini hissettim. Pastaneden uzaklaşmaya başladığında birkaç adım öne ilerledim ve beni duyabileceğini düşündüğüm bir ses tonuyla, "Teşekkür ederim!" diye seslendim.

Her şey için.

Adımları yavaşlayıp durduğunda bana dönecek sandım ama öyle olmadı. Birkaç saniye olduğu yerde bekledikten sonra ilerlemeye devam etti.

Sokağın sonuna doğru ilerlediğinde birazdan gözden kaybolacağını anlamam zor olmadı.

Bakışlarım sızlayan elime düştüğünde ellerimin titrediğini yeni fark ediyordum. Umutsuz gözlerle elime baktım, daha sonra sokağın sonuna.

Gitmişti.

*

Sözler birer bıçak olup saplanabiliyordu insanın kalbine. Leman'ın söyledikleri de şu an böyle hissettiriyordu. Son on beş dakikadır karşımda oturmuş onun için yaptığım şeyin bir kötülükten öteye gitmediğini anlatmaya çalışıyordu.

Oysa ben hep yaptığım gibi onu korumak istemiştim.

Canımın yanması söz konusu olsa bile umursamamış, sadece onu düşünerek, karnındaki bebeğini düşünerek hareket etmiştim. Sanırım yanlış yapmıştım.

"Şimdi her şey daha kötü olacak!" diye mırıldandı kendi kendine. Hiçbir şey söylemeden onu dinliyordum dakikalardır ama yine de susmuyor, iyi niyetle yaptığım şeyi görmezden geliyordu.

Ellerini saçlarına geçirdi. "Umarım memnunsundur yaptığın şeyden." dedi. Ayağa kalkıp karşımda dikildiğinde ona baktım. "İşte şimdi her şey çok daha kötü olacak!"

Sandalyemi iterek ayağa kalktığımda karşısında durdum ve olabildiğince hissiz bir şekilde suratına baktım. "Sana kötülük yaptığımı düşündüren ne?" diye sordum usulca.

Gözleri kısıldı, alayla güldü. "Bir de soruyor musun?" dedi.

"Leman, ne saçmalıyorsun?" diye sordum. Sıkılmıştım böyle konuşmasından, beni suçlamasından, bir suçluymuşum gibi davranmasından.

"Sen sadece kendini düşünen bencilin tekisin..." dedi. İçime sapladığı hançerin o bile farkında değildi.

"Seni düşünerek yaptığım şeyden nasıl bencil olduğumu çıkardın?" diye sordum sadece. Daha fazla söyleyebilecek kelimem, kendimi açıklayabilecek cümlem yoktu. Açıklama yapmaya çalışmayacaktım çünkü karşımda beni anlayabileceğine inandığım biri yoktu.

"Şimdi daha da çok düşecek peşime. O hale gelmesinin acısını benden çıkaracak." dedi.

Susmadım ve onun bana sapladığı hançerden bende ona sapladım. "Peşine düşmesinin sebebi ben miyim? Sana onunla buluşma dedim, çağır buraya gelsin dedim!" diye bağırdım sesimi yükselterek. Sustukça daha da üzerime gelecekti ve ben bunu istemiyordum.

"Kolay mı o kadar?" O da benim gibi sesini yükselttiğinde başımı iki yana salladım.

"Kolay! Senin onu arkanda bırakman çok kolaydı! Senin sevgin gözünü kör etmiş, hiçbir şey görmüyorsun, duymuyorsun. Onun sana yaptığı kötülüğün bedelini bana ödetemezsin sen!"

Ellerini yeniden saçlarına geçirerek karşımdan çekildi ve pastanenin içinde volta atmaya başladı. "Sus!"

"Onu suçlaman gereken yerde beni suçlama o zaman!" diye bağırdım yüzümü görmemesine rağmen. Ona doğru döndüm. Olduğu yerde durmuş ve bakışlarını bana çevirmişti. Anında sakinleştiğinde bir şeylerin farkına varmış olmasını diledim içten içe. Onun o hale gelmesinin sebebi ben değildim. Sırf birkaç kez vurdum diye tüm acısını benden çıkarmasını anlayamıyordum.

"Seni..." dedi önce. Sadece baktı gözlerime. Cümlesinin devamını getiremedi. Suçlamıyorum diyemiyordu çünkü içten içe suçladığını o da biliyordu. O sadece kendini suçlayamıyordu ama bu hikayenin iyi tarafında bir suçlu varsa o da Leman'dan başkası değildi.

Başımı iki yana sallayarak alayla güldüm. "Suçluyorsun..." dedim. "Sen sadece kendini suçlamıyorsun."

"Hayır," dedi anında. Hazır cevaptı. Devamında ne diyeceğini bilmiyordu belki ama hemen kendini savunmaya geçiyordu.

Bazen insan kendini savunacak cümleleri bile seçemiyordu bu hayatta ama o önce kelimeleri söyleyip sonra tartıyordu içinde.

Yanlış olan buydu.

"Ben en çok kendimi suçluyorumdur belki de." dedi.

"Bu beni de suçlamanı gerektirmiyor Leman. Ben senin arkadaşın olabilirim, sırdaşın olabilirim, belki kardeşin bile olabilirim ama suçladığın biri olarak bunların hiçbiri olamam. Anladın mı?" diye sordum.

Bunun yükü ağırdı çünkü kendi yaptığı hatasının vebalini benim boynuma yüklemek onu hafifletmeyecek ama beni olduğumdan daha da ağırlaştıracaktı.

Benim sırtım taşıdığım yüklerle yeterince eğilmişken bir yükü daha kabullenemiyordum.

"Özür dilerim..." diye mırıldandı. "Amacım suçlamak değildi, ben sadece bir anda çok sinirlendim. Sen de beni anla."

Anlayamıyordum, anlamak istemiyordum.

Çünkü onun yerinde ben olsaydım ona asla böyle cümleler kurup onu kırmazdım.

Oysa ben her zaman kelimeleri ok gibi kullanıp kaşımdakini kıran taraftım. Buna rağmen onun bana yaptığını ben ona yapmazdım.

Düşündüklerimin, içimden geçirdiğim her kelimenin üstünü çizdim ve ona sadece tek bir kelime söyledim. "Anladım."

Gülümsedi.

Öyle bir içim acıdı ki bir daha bana böyle gülümsesin istemedim.

Kırdığının farkında biri olmak zordu ama kırılan olmak çok daha zordu.

Gülümseyemedim.

İki adımda yanıma kadar geldiğinde kollarını etrafıma sıkıca sardı ve bana sıkıca sarıldı. Bana kaybetmekten korktuğu bir şeyini korur gibi sarıldı. Bende ellerimi onun sırtına koyduğumda, "Eline bakayım mı?" diye sordu.

"Mühim bir şey yok." dedim sadece.

"En azından bir krem sürsek?" diye bir öneride bulunduğunda kollarının arasından çıktım ve dolapların yanına doğru ilerledim.

"Buz koysam yeterli."

Dolaptan buz kalıbı aldım ve ecza dolabına doğru ilerledim. Leman'ın yarasına pansuman yapmak için gerekli malzemeleri aldım ve geri döndüm. Geri döndüğümde onu sandalyede otururken buldum. Karşısındaki sandalyeyi çekip oturduğumda elimdekilere baktı.

Buz kalıbını masanın üzerine bırakarak elimdeki pamuğa biraz batikon döktüm ve ona doğru uzandım.

"Fulya..." diye mırıldandı eli bileğimi tuttuğunda. "Bir şey söylemeyecek misin?" diye sordu.

Tek kaşım havalandığında bakışlarım yüzünde gezindi. Üzgün görünüyordu, bakışlarında küçük Leman'ı görmüştüm sanki.

"Ne söylememi bekliyorsun?" diye sordum.

"Bilmem, susma sadece." dedi eli bileğimden yavaşça ayrıldığında. Güldüm. "Sus demiştin, hatırlatırım." dedim pamuğu yavaşça dudağının kenarına dokundurduğumda. Gözleri acıyla kapandığında yüzümü buruşturdum. "Çok mu acıdı?" diye sordum yarasına hafifçe üflerken.

Kafasını iki yana sallamakla yetindi. "Özür diledim ama affetmedin mi?"

Pamuğu bir kez daha dudağının kenarında gezdireceğim sırada pastaneye giren kadınla birlikte Leman'ın eline pamuğu tutuşturdum ve, "Pamuğu biraz daha bastır, geliyorum hemen." diyerek yanından ayrıldım.

Kadının siparişlerini alıp mutfağa ilerleyeceğim sırada gözüm Leman'a takıldı. Elindeki pamuğa yabancı bir maddeymiş gibi bakışlar atıyordu. Gülmemek için dudaklarımı dişledim ve yanından geçerek mutfağa ilerledim.

Ona ne kadar kızarsam kızayım dargın kalamıyordum.

Siparişleri kadına ve karşısında oturan adamın masasına bıraktıktan sonra kahve bıraktığım masaya yöneldim. Fincanları toplamaya zamanım olmamıştı, iki saattir burada duruyorlardı.

Sandalyeleri düzeltip masadaki fincanları tepsiye koydum. Geri çekileceğim esnada masanın biraz ilerisinde, yerde parlayan bir şey gördüm. Tepsiyi masaya bırakıp eğildim ve parlayan şeyi yaklaşarak elime aldım.

Bu bir bileklikti.

Üstelik iç kısmında bir isim yazıyordu.

Baş parmağım çıkıntılı ismin üzerinde gezindi.

Barlas.

Bu onlardan birini bilekliği olabilir miydi? Sorgulamadan pantolonumun cebine iliştirdim ve tepsiyi de alarak içeri girdim. Kafe yavaştan dolmaya başlayacak gibiydi ve benim bacaklarım artık buna dayanamayacak gibilerdi.

Adımlarım yavaşça mutfağa doğru ilerlediğinde elimdeki tepside gezdirdim bakışlarımı. Söyledikleri kahveleri tam anlamıyla bitirememişlerdi bile. Üstüne bir de para bırakmışlardı masaya.

Tepsiyi tezgahın üzerine bıraktım ve fincanları suyla durulayarak makineye yerleştirdim. Önlüğümün ipinin gevşediğini hissederek daha sıkı bağladım ve saçlarımı bağladığım tokamı saçımdan çekip çıkardım.

Ellerimle saçlarımı dağıtarak mutfaktan çıktım.

Leman henüz oturduğu yerden kalkmamış, elinde kendim için aldığım buzu tutuyordu. Adım seslerimi duyduğundan kaynaklı olsa gerek bana doğru döndü bakışları. Elini bana uzatarak tutmamı bekledi.

Ona kırılsam da kıyamayan tarafım daha ağır basıyordu.

Elini sıkıca kavradım.

Bana yeniden gülümsedi.

Beni yanına çekip karşısındaki sandalyeye oturmamı sağladığında, "Uzat bakalım elini..." diye mırıldandı. Tuttuğu elimi bırakıp diğer elime uzandı ben uzatmadan. Elim elinin içinde dururken buzu elimin üzerine bastırdı.

Bastırmanın etkisiyle sızlayan elimi çekmek için bir hamle yapacağım sırada acıdığını anladı ve bana üzgün gözlerle baktı. "Pardon..." dedi uzatarak.

Boşta kalan elimle karnına uzandım. "Korktun mu sende?" diye sordum. Leman ne yaptığıma bakmak için gözlerini elime indirdi ve kiminle muhattap olduğumu anladı.

"Daha korkacak kadar büyüklüğü yok." diye mırıldandı.

Kafamı iki yana salladım. "Senin hissettiğin her şeyi hissediyor, onu da kendini de üzecek şeyler yapma." dedim gözlerine bakarken. Bana yeniden kırgın gözlerle baktı.

"Ve seni." diye mırıldandı bu sefer de elindeki buzun arka tarafını elime bastırırken.

Bıkkınlıkla bir nefes dudaklarım arasından kaçtığında, "Ben üzgün değilim Leman." diye mırıldandım. "Ben kırgın da değilim. Sorun ben değilim."

"Sorun ne o halde?" diye sordu.

Henüz anlamamış olması daha da canımı sıkıyordu.

"Sorun sensin, sorun kendini düşünmeden hareket etmen. Hadi beni geç, kendini de koy bir kenara." Gözlerim karnına kaydı. "Sen bebeğini de düşünmüyorsun."

Eli karnını bulduğunda, "Ben en çok onu düşünüyorum, eksik olsun istemediğim için uğraşıyorum." diye mırıldandı.

Güldüm.

Sadece güldüm.

Elindeki buzu aldım ve ayağa kalkıp kasaya doğru ilerledim.

"Sen uğraşırken Cihan'ın ne yaptığını da göz önünde bulundurursun umarım." diye mırıldandım kendi kendime.

Leman da benim ardımdan ayaklandı ve yanıma kadar geldi. "Daha fazla bu konu hakkında konuşmak istemiyorum." dedi ve kollarını kasanın bulunduğu yere yaslayarak bana doğru uzandı. "Ne zaman okula uğramayı düşünüyorsun? Herkes seni soruyor."

Önümdeki kağıtları toplamayı bırakarak bakışlarımı ona çevirdim. Kaşlarım havalandığında, "Kim soruyor?" diye sordum.

Aynı üniversiteye gidiyorduk ve birbirimizin arkadaşlarını tanıyor, hepsiyle iyi anlaşıyorduk. Kızlarla kampüste oturup sohbet etmeyi ne kadar özlediğimi daha yeni fark ediyordum.

"Kızlar işte... hepsi..." duraksayarak konuşmasına bir kez daha kaşlarım havalandı. "Bir de..." diye başladı cümlelerine ama devamını getirmedi.

"Dahası mı var?" diye sordum kağıtları kasanın altına iliştirirken.

Gözlerini kaçırırken başını yavaşça salladı. "İki gün önce olması lazım, Eymen sordu."

Eymen Lemanla aynı bölümde okuyan bir arkadaşımızdı ve bundan aylar öncesinde bana karşı duyguları olduğunu dile getirmişti. Bende duygularının karşılığının olmadığını bilmesine rağmen karşıma geçip bana söyleyebilmesi tuhafıma gitmişti.

Bir ihtimal demişti, seversin.

Hayatımız da buna bağlı değil miydi?

Bir ihtimal.

İhtimal denizi.

O denizden seçtiğimiz bir ihtimale tutunmuyor muyduk? Bir ihtimal diye yaşamıyor muyduk?

"Çocuk gerçekten seviyor seni." diye mırıldandı çekingen bir tavırla. Çünkü bu konu ne zaman açılsa tepki gösteriyordum. "Bir şans versen ne olur sanki?"

Oflayarak geri çekildiğimde, "Leman başlama yine." diye mırıldandım. Bir insan bir şeyi istemiyorum diyorsa gerçekten istemiyordur ama bunu anlatamıyordum ona. Ya da ben bugün tersimden kalkmıştım.

"Kızma hemen." dedi. Suratıma baktığını hissettim ama dönüp bakmadım. Konuya ilgim de alakam da yoktu.

Omuz silkip söylediklerine cevap vermeyi es geçtim. "Hadi sen dinlen biraz." diye mırıldandım. Bugün onunla daha fazla zıtlaşmak istemiyordum. Genel olarak bugün bir şey daha kaldıramayacaktım.

"Eve gideyim," dedi ama ona dönen gözlerimde ne gördüyse sustu. "Tamam bakma öyle, seni denedim sadece. Arkadaki koltukta uzanayım biraz." dedi sonrasında. Gülümsedim.

Başımı salladım usulca. Peşindeki felaketin farkına varmıştı. "Kek, poğaça, pasta?" dedim usulca.

Birkaç saniye fırından sabah çıkardığım poğaçalarda gözünü gezdirdi. İştahla baktığı sırada ona gülümsedim. "Ben..." diye mırıldandı ama ne söyleyecekse vazgeçti. "Yok, yok. Bir dakika..." Biraz daha geri çekilip tüm cam dolabı göreceği yerde durdu. "Im..." diye mırıldandı belli belirsiz.

"Hepsinden birer tane koyayım mı?" diye sordum gülerek.

Bana alınmış gözlerle baktı. "Bitiremem ki..." Dudaklarını büzdü. Bu hali gözüme o kadar tatlı geldi ki bir kez daha gülümsedim.

Güldüğümü gördüğünde, kaşlarını çatarak bana baktı. "Ya gülmesene." dedi. Parmaklarıyla birkaç kez çenesini ovuşturdu ve kasaya doğru yaklaştı. Çenesi acıyor olmalıydı ve dudağının kenarı da.

Bakışlarımın çenesine kaydığını fark ettiğinde elini çenesinden çekti ve gülümseyerek, "Patatesli poğaça ve limonataya hayır diyemem." diye mırıldandı.

Başımı sallayarak poğaçaların olduğu sürgülü camı yana kaydırdım ve elime geçirdiğim eldivenle poğaçayı alıp dilimleyerek geniş bir tabağa koydum. Büyük bir bardağa da limonata doldurduğumda ona uzattım.

Mutfağa doğru ilerlediğinde arkasından baktım. Çenesinin de acıdığını tahmin edememiştim. Adımlarım hızla dolaba ilerlediğinde buzluğu açtım ve bir buz kalıbını alıp dolabı kapattım. Adımlarım onun arkasından mutfağa düştü. Kapıyı yavaşça açıp ona baktığımda oturduğu koltukta dirseklerini dizlerine yaslamış, bir eli çenesinde öne doğru eğilmişti.

Kapının sesiyle bana doğru döndüğünde eli çenesinden aşağı kaydı. "Fulya, bir şey mi oldu?" diye sordu.

Yanına doğru yaklaştığımda mavi buz kalıbını ona doğru uzattım. "Çenene koy." diye mırıldandım. Gözleri saniyesinde dolduğunda bu kadar duygusal olmasını hamile olmasına yordum çünkü bu kadar duygusal biri değildi benim arkadaşım.

"Teşekkür ederim." diye mırıldandı sessizce elimdeki kalıbı alırken.

Onun dolu dolu gözlerine kıyamadığımda saçlarına uzunca bir öpücük kondurdum. "Doymazsan gel yine." diye mırıldandım.

Bir kıkırtı dudakları arasından firar ettiğinde bende güldüm. "Yok artık Fulya." diye mırıldandı. "Doyarım bununla." dedi.

Geri çekilirken, dudak büzüp 'orasını ben bilmem' bakışları yolladım. Arkamı dönüp çıkacağım sırada kalçama hafifçe vurduğunda ona dönerek güldüm. "Git artık." dedi.

Öpücük yollayıp mutfaktan çıktım.

*

Yollar insanı eninde sonunda evine çıkarırdı. Her şey zamanla, bir ev sevdiğin insanlarla dolu olduğunda ev olurdu. Evimde seviyorum diyebileceğim şeyleri bulundurmayı çok sevmiş, bu yaşıma kadar neyi sevdiğimi bilemeyişimin üzüntüsünü yaşamıştım. Sürekli bir arayış içindeymişim meğer. Arayışın bittiğinde hayatın, nefes almanın, bir amaç teşkil etmediğini anladığında yolun sonundan dönemiyordun ama bir kitap seni o yolun sonundan alıyor, başına geri götürüyordu.

Bugün pastaneyi erken kapatmış, Leman'ı eve bırakmıştım. Annesi o halini gördüğünde ne olduğunu sorup durmuştu ve Leman sadece geçiştirmişti. Oysa anlatsa her şey çok daha kolay olacaktı onun için.

Onun hayatına karışamayacağım kadar büyümüştük artık ve birbirimizin hayatında, iyiliğimizi düşünsek bile, söz sahibi olacak konumu geçmiştik. Onun hayatı için lafının üzerine laf söyleyemezdim.

O da söyletmezdi zaten.

Benim de kendi hayatım için laf söyletmeyeceğim gibi.

Arabam ıslak sokaklar arasında yavaşça süzülürken gideceğim yeri ezbere biliyordum. Yedi yaşındaki Fulya olsa adımları geri geri giderdi bu sokaklardan ama yirmi altı yaşındaki Fulya elinden gelse koşa koşa gidecekti. Bunu bilmenin ağırlığı her gün üzerime bir önceki günden daha fazla çöküyordu. Çünkü biliyordum. Başımı sokacak dört duvarı bir çatısı olan bir evim de olsa benim asıl evim burasıydı. O zamanlar bir kez olsun buradan nefret ediyorum diye ağlamamıştım. Çok ağlamıştım o zamanlar annem diye ama gelmeyeceğini adım kadar iyi ezberlediğim o günden beri annem diye de ağlamamıştım. Bu da benim göğsümde kanayan bir yaramdı, kimseye açıp göstermediğim.

Açılan yara pansuman isterdi ve benim yaramın pansumana ihtiyacı yıllardır yoktu.

Kanasa bile yoktu.

Kabuk bağlamasına izin vermiştim.

Elim radyoya uzandığında arkamda bir sokak daha bırakmıştım. Şarkının sesi arabanın içini artık tamamen doldurduğunda düşüncelerimi geriye doğru savurdum.

Ben sigara dumanının altında
Yana yana en sonunda kül oldum
Sen kibritin hiç yanmayan ucunda
Birinin hayatından geçmiş oldun

Çalan şarkıya eşlik ederken gözüm yan koltuğuma bıraktığım ikinci el olarak aldığım kitaplara kaydı. Birinin içinden koltuğa doğru sıyrılan kağıt gözüme çarptı. Yolu kontrol ederek kitaba uzandım ve kağıdı yeninden kitabın arasına iliştirdim. Tam bu esnada şarkı bitti ve ben de ait olduğum o yere geldim.

Tam karşımda duran tabelayı okudum.

EFNAN GÜNGÖR KIZ YETİŞTİRME YURDU.

Ait olduğum yer tam olarak burası, küçük çocukların yanıydı. Her birinin ablası olmayı öyle çok sevmiştim ki, buradan bir saniye olsun ayrılasım gelmiyordu. Yeni reşit olduğum günlerde buradan ayrılmamın zorunlu olduğunu idrak etmiştim ve anneannemle o zamanlar yeni tanışmıştım.

Birer yabancıydık birbirimiz için ama bana çok çabuk alışmıştı. Belki kızının yokluğunu doldurmaya çalışıyordu belki de artık beni kendi kızı gibi görüyordu. Bunu altı yıldır hiç çözememiştim ama daha fazla kafamı meşgul edemeyecek kadar yorgun hissediyordum.

Gözlerimi baktığım tabeladan uzaklaştırdım ve karşı kaldırımdaki kedilere döndüm. Yavru kediler birbirlerine sırnaşmış uyuyorlardı. Başuçlarında bir kap su ve ıslatılmış oldukları belli olan ekmek parçaları vardı. Bu hallerine gülümsemeden edemedim.

Radyodaki şarkı değiştiğinde uzanıp kapattım ve kapıyı yavaşça açarak dışarı çıktım. Yağmur henüz dinmemişti ama ıslanmak sorun değildi. Arka kapıyı açarak aldığım hediye paketlerine uzandım ve onları aldığım gibi kapıları kilitleyip kapıdan içeri girdim.

Biraz daha oyalanırsam bugün gelmeyeceğimi düşünmeleri muhtemeldi ve ben bunu asla istemiyordum. içlerinden bazıları bunun acısını daha önce tatmış çocuklar değillerdi belki ama ben beklediğim birinin gelmemesinin acısını yaşamıştım.

Sindirilmesi zor bir acıydı ve ezbere bildiğin bir acıyı sevdiğin birine yaşatmak demek ona bu dünyadaki cehennemin ne demek olduğunu tattırmak demekti.

Neredeyse bir aydır gelemiyordum buraya. Taşınma işleri beni oldukça zorlamıştı ama bu onlara sunabileceğim bir bahane değildi çünkü buradaki hiçbir çocuk bahane kabul etmezdi. Verilen söz tutulmalı, geleceğim denildiyse gelinmeliydi.

Etrafta koşuşturan çocuklar çarptı gözüme kapıdan girdiğim ilk an. Bir oraya, bir buraya koşuşturan ve ağaçların arkasına sığınan çocuklar. Gülümsedim. Bu ağaç ben buraya geldiğimden beri buradaydı ve altında kitap okumayı en sevdiğim ağaçtı. Boyu oldukça yüksekti ve gölgesinde oynanan oyunlar gözümün önündeydi. Sanki dündü ve ben bugün ayrılacaktım buradan. Her şeyi arkama bırakıp gidecek, aylar sonra gelecektim.

Koskoca sekiz yıl olmuştu.

"Fulya ablaaaa!"

Tanıdık ses kulaklarımı doldurduğunda sesin geldiği yöne doğru döndüm. Kollarını açarak bana doğru koşan Ece'yi gördüğümde yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştirdim. Ece'yi altı yıldır tanıyordum. Ben buradan ayrılmadan bir hafta öncesinde yetiştirme yurdunun kapısına bırakılmıştı. Pembe tüylü bir battaniyeye sarılı bir halde ismiyle gelmişti buraya. Boncuk gibi masmavi gözleri, uzun sapsarı saçlarıyla çok güzel bir kızdı.

Yanıma ulaşana kadar koştu ve kollarını sıkıca belime doladı. Hızla sarılmasının etkisiyle birkaç adım gerilediğimde elimdeki poşetleri yere bıraktım ve onu kucağıma aldım. Kolları bu sefer de boynuma dolandı. Yanaklarına birer öpücük kondurup, "Özledin mi beni fıstığım?" diye sordum. Başını boyun girintime yasladığı esnada, "Hı, hı…" dedi ve devam etti. "Hiç gelmeyeceksin sandım. Çok uzun zaman oldu seni görmeyeli." dedi başını boynumdan kaldırdığında.

Gülümsememi yüzümden silmeden yanağına bir öpücük daha bıraktım. "İşlerim vardı ama yine de geldim." diye mırıldandım onu kucağımdan indirirken.

"Yine mi pastane çok yoğundu?" diye sordu. Ona gelemediğimde söylediğim iki cümleden biri buydu. Yalan değildi ama ona kötü hissettiriyor mu bilmiyordum.

"Hayır, bu sefer daha farklı bir şey."

Heyecanla sordu. "Ne meselaaaa?"

Uzatarak konuşması beni güldürürken elim saçlarına ulaştı. Lüle olan saçlarını parmak uçlarıma doladım ve, "Ev taşıdık Leman ablanla birlikte." dedim.

Şaşkın gözlerle baktı. "Nasıl yani? Kucağınızda mı götürdünüz evi?" Güldüm. Elini çenesine koyup kafasını iki yana salladı. Ne düşündüyse saçma gelmiş olmalıydı. "Kocaman evi nasıl kucağınızda götüresiniz ki..." diye mırıldandı kendi kendine.

"Öyle değil..." dedim onun boyuna eğilerek. "Evin içindeki lazım olan eşyaları alıp kamyonlara koyuyoruz sonra da başka bir eve yerleştiriyoruz."

"O zaman eski eve ne oluyor?" diye sordu merakla.

"Olduğu yerde kalıyor, başkaları eğer orada oturmayı isterse oturmaya devam ediyor."

Anladığını belli etmek adına başını salladı. "Peki anneannen? O da mı seninle geldi?" diye sordu.

Başımı iki yana salladım. "Hayır..." Kaşları çatıldı. İfadesinin bu denli hızlı değişmesine bir kez daha güldüm. "Anneannem orada kalmak istedi, ben ona yakın bir yerde başka bir eve taşındım." dedim anlaması için.

Bir kez daha başını salladı. "Şimdi anladım." dedi. Yere bıraktığım poşetlerden birine ayağı takıldığında onları fark etti. "Fulya ablaaaaa!" diye bağırdı yeniden.

Onun gibi uzatarak, "Efendimmmm." dediğimde gülmeden edemedi. Poşetleri işaret ettiğimde içlerinden birini seçmesi gerektiğini anladı. Uzanarak tamamen pembe olan paketi açtığında içinden sarı saçlı, mavi gözlü bir bebek çıktı.

Gülerek boynuma atladığında ona sıkıca sarıldım. "Teşekkür ederim abla..." Biraz uzaklaştı ve yanağıma sulu bir öpücük kondurdu. "Teşekkür," bir öpücük daha. "Ederim," bir öpücük daha. "Çok teşekkür ederim!" ve son kez kocaman bir öpücük daha.

Bu kez ben de ona uzandığımda yanağını bana doğru çevirdi. "Rica ederim ablacığım." dedim önce. Ve sonrasında uzattığı yanağına onun bana yaptığı gibi bir öpücük kondurdum. "Rica," bir öpücük. "Ederim," bir öpücük daha. "Çok rica ederim!" ve kocaman bir öpücük daha.

Gülerek geri çekildi. "Çok rica edilmez ki ama." dedi bebeğine sıkıca sarılırken.

"Niye edilmezmiş?" diye sordum.

"Çünkü..." diye mırıldandı ama devamını getiremedi. Diğer kızlar da gülüşerek hızla bize doğru koşmaya başladıkları sırada Ece'ye, "Söyleyeceğini unutma." dedim.

Ayağa kalktığım an bana doğru koşarak gelen kızlara kocaman gülümseyip kollarımı açtım. Hepsi birer birer sarıldıklarında gülmeye başladılar. Ece arkadaşlarından biraz geride durduğunda elinden tutarak onu da arkadaşlarının yanına çektim.

Daha önce geldiğimde, "Bana arkadaşlarından önce sarıldığında neden onlarla birlikte de sarılmıyorsun?" diye sormuştum. Çünkü her seferinde aynısını yapıyordu. "Kimsenin hakkını yemek istemiyorum. Herkes bir kez de olsa sana sarılmalı." demişti.

Günlerce bu cümlelerini düşünmüştüm o zamanlar. Buradaki çocuklar böyleydi işte. Hak yemekten deli gibi korkan, benim varsa onun daha çok olsun diyebilen çocuklardı her biri.

Bir başka gün gittiğimde aynısını tekrarladığında onu uyarmış, böyle bir şey yapmasına gerek olmadığını anlatmıştım. "Hepinize yetecek kadar sevgim var." demiştim. Bir daha öyle yapmayacağına söz vermişti ama kendini neden böyle hissettiğini anlayamıyordum. Arkadaşları Ece'yi de aralarına aldıklarında sıkıca bir kez daha sarıldık.

Hepsine sırasıyla hediyelerini verdim ve hava kararmaya başlayana kadar büyük çınar ağacının altında oturarak sohbet ettik, oyunlar oynadık. Yemek yemek için içeri girdiklerinde benim de gideceğimi biliyorlardı. Tek tek sıkıca bir kez daha sarıldığımızda bana her seferinde yaptıkları gibi fazlaca teşekkür ettiler.

Onla gözden kaybolana dek arkalarından baktım. Onların bana karşı olan bu sevgileri içimde öyle bir yer etmişti ki silip atamayacağım, atmaya kıyamayacağım bir sevgiydi. Ezip geçemeyeceği, paramparça edemeyeceği herkesi sarıp saklamak geliyordu insanın içinden. Her biri bana böyle hissettiriyordu.

Oturduğum yerde biraz toparlandım ve yere bıraktıkları hediye paketlerinin çöplerini topladım. Burayı böyle bırakmamız demek müdire hanımın onlara kızması demekti.

Meryem Güngör bu yetiştirme yurdundan ayrıldığından beri çok şey değişmişti burada. Dokuz yıldır onu görmemiştim ve o buradan ayrıldığından beri bir kez olsun konuşmamıştık. Buraya bir daha hiç uğramamış, kapısının önünden geçtiğini bile görmemiştik. Buradaki herkese anne sevgisiyle yaklaşıyordu ve herkes o sıcaklığı özlüyordu içten içe. Söylemeseler dahi biliyordum. Ne zaman onun adı geçse kızların gözlerinde gözle görülür bir hüzün beliriyordu. Kimse özledim diyemiyordu ama içten içe gelmesini beklediklerini biliyordum.

Buradan ayrılmadan hemen önce yurdun adını değiştirmiş, kaybettiği ablasının adını yaşatmak istemişti fakat burayı bırakıp gitmişti.

Kendisi yoktu ama ablasının adı burada yaşıyordu.

Efnan Hanım'ı küçükken birkaç kez görmüştüm ve iyi kalpli, merhametli bir kadındı. Ne zaman onu hatırlasam bana bakarken yukarı kıvrılan dudakları, ağlarken saçlarımı okşayan elleri gözümün önüne geliyordu. Vefat haberinden sonra Meryem Hanım hiç toparlanamamıştı. O günden sonra savrulmuş bir halde geliyordu her gün buraya. Dakikalarca büyük tabelanın karşısındaki bankta oturuyor, gözlerinden akan yaşlarla tabelayı seyrediyordu.

Daha fazla dayanamamış, ablasının ölümünden kısa bir süre sonra ayrılmaya karar vermişti. Her birimizle tek tek vedalaşmış, ziyarete geleceğim diyerek gitmişti. Ben buradan ayrıldıktan birkaç ay sonra geldiğini ve yeni müdiremize benim nerede olduğumu sorduğunu öğrenmiştim. Fakat telefon numarasını kimseden bulamamış, konuşamamıştım. Onu özlüyordum. Annemin yokluğunu bana hissettirmemek için benimle birlikte bir kez bile olsa uyuyuşu, diğer çocuklara kendini kötü hissettirmemek adına hep birlikte yemek yiyişimiz bir saniye olsun aklımdan çıkmıyordu.

Elimdeki hediye paketlerinin çöplerini en yakın çöp kutusuna atmak üzere ilerledim. Kızlara her geldiğimde küçük ama seveceklerine emin olduğum hediyeler almak hoşuma gidiyordu. Müdire hanım ise ne zaman buraya gelsem yüzüme anlamamın zor olduğu bakışlarla bakıyordu. Artık on sekiz yaşında genç bir kız olmadığımın farkında olmadığını düşündürtüyordu bu bakışları bana. Umursamıyordum gerçi. Buraya sadece kız kardeşlerim gibi gördüğüm insanları görmeye geliyordum.

İleride çiçeklerin çitlerle korunduğu kısma ilerledim. Renk renk çiçekleri buraya Efnan Hanım ekmişti ve ondan sonra gelen müdire de bu düzene ayak uydurmuş, çiçekleri buradan kaldırmamıştı.

Annemin gittiği o ilk gece, saatlerce burada oturup ağlamıştım. Çitlerden atlamam zor olmuştu ama yara bere alarak da olsa o tarafa geçmeyi başarmıştım. Kollarımın ve bacaklarımın çitlerden dolayı çizilebileceğini hiç düşünmemiştim.

Eğilerek kurumuş yapraklara uzandım ve toparlayabildiğim kadarını toplamaya başladım. Yere düşmüş yapakları toplayabildiğim kadarıyla toparladım ve yandaki bankın bir ucuna çöpe atmak amacıyla koydum. Ellerimi çırpıp toprakların uzaklaşmasını sağladığım sırada yanımda bir hareketlilik hissettim. Ayaklanıp uzaklaşacağım sırada bir el belli belirsiz omzuma dokundu. Kim olduğuna bakmak için omzumun üzerinden ona döndüğümde gördüğüm yüz karşısında öylece bakakaldım.

Nasıl bir surat ifadesiyle baktığımı bilmiyordum ama bakışlarım gülümsemesine sebep oldu. "Merhaba." dedi.

Söyleyecek çok kelimesi varmış gibi duruyordu ama bana sadece tek bir kelime söylemişti. Oysa benim ona söyleyeceğim, soracağım oldukça fazla şey vardı.

Ayaklanıp karşısına geçtiğimde, "Sen..." diye mırıldandım ne diyeceğimi bilemeyerek. Bu pastanede, futbol seyreden aynı zamanda Cihan belasını başımızdan uzaklaştıran o adamdı. "Senin ne işin var burada?" diye sordum.

Elindeki motorcu kaskını diğer eline aldığı sırada, "Kim bilir?" diye mırıldandı. Elindeki poşeti bana uzatacak gibi oldu ama ne düşündüyse vazgeçti. "Belki de tanıyorsundur beni."

Düşündüm.

Okul yıllarımı, bu zamana kadar tanıdığım, tanışmadığım ama yüz olarak aşinası olduğum, olabileceğim herkesi.

Zihnim benimle yıllar öncesine kadar gidiyordu ama o yoktu hiçbir yerde.

Kaşlarım çatıldı. Bulamıyordum bir türlü nereden tanıdığımı. "Nasıl, nereden?" diye mırıldandım bir yandan hala düşünürken. Zihnim mi benimle bir oyun oynuyordu yoksa onun bir oyunu muydu bu anlayamıyordum.

"Hatırla." dedi bana bakarak. Gerçekten hatırlamamı istiyor gibi bakıyordu gözleri. Bugün bir saniye olsun gözlerini gözlerimden ayırmayışına bir anlam bulmak zordu ama şimdi anlıyordum. Doğruyu söylüyordu, biz tanışıyorduk ama zihnim bana onu hatırlatmıyordu. Belki de onu tanıdığım yıldan beri hiç aklıma gelmeyen biriydi ve zihnim onu hafızamdan silmişti.

"Nereden tanışıyoruz?" dedim gözlerine dikkatle bakmaya devam ederken. Bir iz arıyordum gözlerinde, bir yer.

Bana tuhaf gözlerle baktı. Gerçekten hatırlamadığıma inanamıyor gibi bir surat ifadesi vardı. "Hiç mi tanıdık gelmiyor her şey?" diye sordu. Koyu kahve saçları alnına dağılmış vaziyetteydi.

Hiç beklemeden kafamı iki yana salladım. Gerçekten unutmamam gereken birini unutmuşum gibi bakan gözlerine daha fazla bakamadım.

Ben ona bakamadım ama o sanki ona bakmamı istiyormuş gibi elindeki poşeti bana uzattı. Sanki 'bana bak' diyordu gözleri. Bak ki hatırla. Yeniden ona dönmek zorunda kaldım. Uzattığı poşeti almak için ellerimi yukarı kaldırdığım sırada, "Bu nedir?" diye sordum.

O ise bana cevap vermeden bakmayı sürdürdü. İçindeki paketi çıkarıp poşeti bankın üzerine bıraktığımda ona baktım. Elimde koca bir paket limonlu kek vardı tam şu an. Pastanede benden limonlu kek isteyişi ve tanışıyor olabilir miyiz deyişi geldi gözümün önüne. O zaman olan bakışları ve şu an ki bakışları arasında hiçbir fark yoktu. O an anladım. O zaman da beni tanıdığına emindi. Sadece benim de onu tanıyıp tanımadığımı anlamak için yapmıştı.

Ben ise onu tanımadığımı o an daha net söylemiştim suratına karşı.

O beni tanıyorken benim onu hatırlayamıyor olmam tuhaf hissetmeme sebep olmuyordu.

Elimde en sevdiğim keki tutarken, arkamızda kalan çiçeklerin arasından bir ses duydum. Benden önce onun bakışları arkamdaki çiçeklere takıldığında gözlerinde anlayamadığım bir şey gördüm. Hafifçe arkaya dönerek onun baktığı yöne baktım. Sarı siyah bir kedi çiçeklerin dibine uzanmış öylece yatıyordu.

Gözümde bir an olsun küçük Fulya canlandı. Orada oturmuş annesinin onu bıraktığı gece çantasına koyduğu limonlu keki ağlayarak kemiriyordu.

Yalnız değildi.

Yanında biri vardı.

Saçları alnına doğru dökülen bir erkek çocuğu oturuyordu yanında.

Gözlerimi kırpıştırarak önüme döndüm. O ise hala bana bakıyordu. Dudaklarından hiç beklemediğim o isim dökdüldü ve bana, "Nergis." dedi.

Nergis.

Bana burada herkes yıllarca Nergis demişti. Adım Nergis değildi ama bu ismi herkes bana seslenirken kullandığından dolayı kabullenmeye başladığım zamanlar olmuştu. O andan itibaren bana kim Nergis diye seslense içim hüzünle dolardı. Yıllarca böyle hissettirmişti bu isim ama bu kez öyle farklı gelmişti ki kulağıma. Onun sesinden bu ismi duymak bana çok tuhaf hissettirmişti. Yabancı bir his değildi bu. Anlamıştım.

Bir kez daha göz göze geldik. Bu sefer ona tanımayan gözlerle bakmadım.

Onu tanıyordum.

Bu tanıdıklık hissi saatler öncesinde olduğu gibi yabancı değildi.

Yağmur başlamıştı. Her şeyin başladığı yerde, yıllar sonra yanımda yine o varken, bu bahçede öylece birbirimize bakarken yağmur damlaları aramızdan süzülüp gitti ve ben bunun adına kader dedim.

*

 

 

 

 

Loading...
0%