Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. Bölüm: Yabancı

@aey.lna_

 

Yabancı bir ıslık elektriklerde

Rüzgar dudaklarımı kesiyor

Şimdi git on beş yıl önce gel

Yalnızlar sokağında bekliyorum

^Atilla İlhan^

 

 

 

 

Bölüm şarkısı: Mayaewk- One Last Time

 

 

 

 

Keyifli okumalar :)

Bazen bazı cümleler ağır yaralı bırakır insanı. Sen yaşıyorum diye yaram kanamıyor sanırsın ama o can yanmıştır bir kere. Fark ettirmeden, yavaş yavaş canından giden bir parçadan bile haberin olmaz. Sen yaşıyorum sanırsın ama yaşayan sen değilsindir o noktada. Bir duygun bile kaldıysa senden geriye, gece gözünü kapattığında düşüneceğin şeylerden de sen mesulsundur.

Her yaşıyorum diyen yaşayamaz bu hayatı. Her mutluyum diyenin de gülemediği gibi.

Ve her tanımıyorum diyen de doğru hatırlayamaz bazı şeyleri. Zihnin bir oyunudur hatırlamak. O oyunda kazanırsan zihnine düşen bir parça anıyla yüzleşirsin dakikalarca. Hatırlamak bir lütuftur ve bazı insanlarla sadece bir kez tanışmazsın aslında.

Ne demiş Lev Nikolayeviç Tolstoy: "Bazı insanlarla iki kez tanışırsın." Bu cümle onun ve benim için doğru olan o cümleydi.

Bazen bazı cümlelerin altı defalarca çizilir ve bu çoğu zaman o cümlenin o an hissettirdikleriyle alakalı olur. Bu cümleyi dün görmüş olsam öylesine okuyup geçeceğim bir cümleyken bugün altını bir ihtimal bile olsa çizebileceğim bir cümle haline gelmişti.

Aklım almıyordu. Nasıl diye soruyordum kendime ama bunu kendime değil ona sormam gerektiğini biliyordum. Onunla bu şekilde karşılaşacağımızı, ilk kez tanışacağımızı biri çıkıp da bana söylese asla inanmazdım ama hayattı bu da işte. İnanamadığın her şeyi elleriyle alıp uzatıyor, al bu da benden sana diyordu. Bazen bazı şeyler elimizin tersiyle itebileceğimiz şeyler olurdu ama bu o türden bir şey değildi.

"Barlas." diye mırıldandı elini ikimizin arasına uzatmadan hemen önce. Önce ikimizin arasına uzattığı eline daha sonra yüzüne çıkardım bakışlarımı. O değişmemişti aslında. Onu tanıyamayan bendim. Bu bakışlar yıllar öncesinde burada oturup keklerimi paylaştığım çocuğun bakışlarından farklı değildi. Bu gerçekten oydu. Onu tanıyamayan gerçekten bendim.

Elim yavaşça eline uzandı ve elim uzun parmaklarının arasına hapsoldu. "İsmim Nergis değil." Duraksadım. O bana o gün Nergis diye seslenildiğini duymuştu. Bana bu isimle hitap etmesi normaldi. Bu isime yıllardır asla alışamayan bendim. "Fulya." dedim daha sonra.

Yüzünde herhangi bi değişiklik olmadı. Uzun uzun dolaştı bakışları yüzümde. Bu bakışlar bugün ilk kez maruz kaldığım ve rahatsızlık hissetmediğim o bakışlardı. Tuhaf bir şey hissediyordum. Bir his beni dipten alıp sanki pamukların üzerine bırakmıştı. Saçma bir güven vardı bakışlarında. Böyle hissetmem belki yanlıştı çünkü o bana yabancıydı. Biz birbirimize yabancıydık ama bakışları yıllar sonra ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi değil de beni yıllardır tanıyormuş gibiydi.

"Fulya." diye mırıldandı. Elim elinin içinden kayarak uzaklaştı. "Yıllar bakışlarını hiç değiştirememiş."

Birbirimiz hakkında aynı şeyleri düşünmemiz şaşırmama sebep oldu ama bunu ona belli etmedim. Aramızdaki tek fark onun sesli olarak dile getirebilmiş olmasıydı. Ben düşündüğüm şeyleri dışa kolay kolay vurabilen biri değildim ve bu kötü bir şey mi bilmiyordum. O yüzden söylediğine karşılık olarak sadece gülümsedim.

Hava kararmaya yüz tutmuştu ve yağmur tamamen durmuş yerini kuru bir soğuğa bırakmıştı. Ellerim bu soğuktan nasibini alırken parmak uçlarımın uyuştuğunu fark ederek ellerimi cebime yerleştirdim.

"Ne kadar tuhaf değil mi?" diye sordum. Bana tuhaf geliyordu.

"Tuhaf olan nedir?" diye sordu.

Bakışların, demek geldi içimden.

Yıllar sana göre hiç değiştirememiş bakışlarımı ama senin bakışlarına bir şey eklenmiş. Benimkiler hâlâ aynı hasretle kaplı, senin gözlerine ne oldu?

"Yıllar sonra bir anda karşılaşmamız." dedim düşündüğüm her şeyi geride bırakarak. Tesadüf müydü kader mi bilemiyordum. Bilmek de istemiyordum artık. Bu hayat bizi bir kez olsun yan yana getirmişti ve dahasını düşünmeye gerek yoktu.

"Ben olsam tuhaf demezdim." diye mırıldandı. Onun da boşta olan eli cebine yerleşti. Karşımda oldukça rahat duruyordu. Yüzünde mimik oynamıyor, benimle öylece konuşuyordu. Oysa ben ikili konuşmalara başarılı biri değildim. Avuç içlerim soğuk soğuk terliyordu.

"Ne dersin peki?" diye sordum. Ne diyeceğini, ne ad vereceğini merak ettim. Bu bir tesadüf müydü yoksa gerçekten ansızın beliren bir karşılaşma mıydı?

Derin bir nefesi dudakları arasından bıraktı. Verecek bir cevabı var mıydı bilemedim. "Seni ilk kez görmedim." diye mırıldandı sorduğum soruya cevap vermek yerine. "O yüzden bu soruna cevap veremeyeceğim. Sana tuhaf gelebilir ama bu bana tuhaf bir durum değil."

Kaşlarım bu söyledikleriyle eş zamanlı olarak çatıldı. Ben ona tamamen yabancıydım ama o değil miydi? "Daha önce ne zaman gördün?" diye sordum yavaşça.

Bakışlarım yüzünden göğsüne doğru düştü. Onu bu kadar görmezden gelmiş olma ihtimalimi düşündüm. Bu olabilecek bir şeydi çünkü ben hiçbir zaman etrafıma dikkatle bakan biri değildim. Onu daha önce görüp de tanıyamamam da bundandı. Dikkat etmediğim bir yüze aşina da olamıyordum bu sebeple.

Bakışlarım göğsünden arkasına doğru kaydı. Boyu benden oldukça uzundu. Ancak omzuna kadar gelebiliyordum. Tam karşısında durmadığım için arkasını rahatlıkla görebiliyordum. Ardına kadar açık olan kapının önünde belli belirsiz birini gördüm. Bizden tarafa bakan orta yaşlı olduğunu düşündüğüm bir kadındı. Ara ara da olsa buraya durumu iyi insanlar gelerek bağışta bulunurlardı. Bu kadın da o insanlardan biri olmalıydı.

Benim ona baktığımı fark ettiğinde birkaç adım geri çekilerek görebildiğim açıdan çıktı. O da nereye baktığıma anlam verememiş olacak ki kısa bir an omzunun üzerinden arkasına döndü. Baktığım yerde kimseyi göremediğinde yüzümde bakışlarını hissettim.

Benim bakışlarım da yeniden gözlerindeki yerini aldığında, "Ne oldu?" diye sordu. Sorduğum soruyu pas geçmişti.

Omuz silktim. "Hiç..." diyebildim. "Hiçbir şey olmadı."

Bir kaşı havalandığında, "Emin misin?" diye sordu. Şüpheli bir durum olabilirmiş gibi bir kez daha endişeyle arkasına döndü ama yine bomboş bir bahçeyle karşılaştı.

Başımı sallamakla yetindim. Sorun yoktu ve ben neden böyle davrandığını anlayamamıştım. Neden bu denli endişeli olduğunu umursamayarak, "Sorduğum soruya cevap verir misin?" diye sordum.

Bana doğru dönmediğinde bende bakışlarımı yeniden kapıdan tarafa çevirdim. Kadın bir kez daha bakış açımıza girdiğinde bu sefer bizden tarafa dönmeden direkt olarak ilerledi ve yeniden bakış açımızdan çıktı. Kadın gözden kaybolduğunda bana doğru döndü. Kadını o da görmüştü ve endişeli halinden eser kalmamıştı. Onu bu kadar endişelendiren bir durum mu vardı?

"Nergis..." diye mırıldandı. Bakışlarım yeniden gözlerini buldu. Bana neden Nergis dediğini anlayamamıştım ama ses etmedim. "2 yıl önce, 12 Kasım."

Doğum günüm.

O günü anımsadım.

O gün tamamen evdeydim. Leman ne kadar ısrar ederse etsin beni dışarı çıkaramamıştı. Küçük bir pasta kesmiştik sadece. Beni nerede görmüştü?

"Anlamıyorum, ben o yıl doğum günümü evde kutladım." diye mırıldandım hızla. Doğum günüm olduğunu duyması şaşırmasına sebep oldu. Kaşları çatıldı ama bozuntuya vermedi. Böyle bir şey beklemediğini anlayabiliyordum. Ağzımdan bir anda çıkmıştı. Anlayamıyordum. O sadece biliyorum der gibi kafasını salladı. Kapalı bi kutu gibiydi ve ağzından lafı zorla alıyordum. Bir kerede anlatsa ne olurdu sanki? "Baştan anlatır mısın?" diye devam ettim sabırsızca.

"O akşam kafam bozuktu biraz, hızlı gidiyordum." Elindeki kaskı diğer eline aldı. Bakışlarım kaskına kaydığında, "Ara sokaklara girdiğimi bile fark edemedim."dedi. Kaskı tek hamlede başına geçirdi. Çenesine denk gelen klipsini de taktığında sadece gözlerini görüyordum. "Tesadüfen önünden geçtiğim bir apartmandan yola biri fırladı." diye mırıldandı. Gözlerimi şaşkınca kırpıştırdığım esnada o yüzümün ifadesinden hatırladığımı anladı. Güldü. Kaskı başına hatırlamam için geçirdiğini anlamak zor olmadı.

Zihnim beni iki yıl öncesine götürdüğünde gözlerim kısıldı.

2 yıl önce, 12 Kasım 2021.

Gece yarısı, Leman Cihan geldiğinde yanımdan ayrılmıştı ve doğum günümde tüm gün beraber olmanın mutluluğuyla kalmıştım bir başıma. Odamın camının önüne oturmuş etrafı seyrediyor, karanlık sokakta olan bitene bakıyordum. Sessiz, sakin olaysız bir mahallede oturuyorduk. Bu gece de sıradan geçen gecelerden biriydi. Yağmur yağıyordu ama yine de camımı ardına kadar açmıştım. Yağmurlu havaları oldukça seviyordum. Masamın üzerindeki küçük saksıdaki çiçeğimi aldım ve camın yağmurdan ıslanan pervazına bıraktım. Yağmur suyuna ihtiyacı olduğunu düşünüyordum. Odam arka tarafa baktığı için çok ışık da almıyordu ama çiçeklerime odamda bakmayı seviyordum.

Menekşem yeteri kadar su aldığında onu camın dışından aldım ve yeniden masamın üzerine bıraktım. Camı da yavaşça kapattım ve masamın diğer ucundaki, sahaftan aldığım kitabımı alarak yerimden kalktım. Yağmurlu havalarda mahalleyi tamamen gören balkonda oturup kitap okumayı çok seviyordum. Odamdan çıkıp karşı odamdaki anneannemin açık lambasında gezdirdim gözlerimi. Telefonla konuşuyordu, rahatsız etmeden uzun holde ilerledim ve salona geldim.

Karanlık salonu bir şimşek aydınlattığında irkildim ve olduğum yerde kaldım. Yağmurlu havaların en sevmediğim yanı tam olarak bu kısımdı çünkü gök gürültüsü ve ardından gelen o aydınlanma beni oldum olsası korkutuyordu. Salon yeniden karanlığa büründüğünde adımlarım hızla balkonu buldu. Balkona geçip kapıyı da ardımdan kapattım ve bir uçtan diğer bir uca uzanan koltuğuma ilerledim. Bu koltukta benden başkası oturmuyordu. Anneannem bazen balkona bile çıkmıyordu. Burası onun kendini iyi hissettiği yer değilmiş, her seferinde böyle söylüyordu.

Elimdeki kitabı koltuğa bıraktım ve sürgülü camlardan birini araladım.

Camı aralamamla birlikte bir kedi sesi kulaklarıma ulaştı. Başımı ileri uzatarak gözlerimle etrafı taradım. Karşı evin balkonun altında, başını buraya doğru çevirmiş şekilde onu gördüm. Islanmış haldde olması içimden bir parçanın cız etmesine sebep oldu. Görebildiğim kadarıyla yavru bir kediydi.

Onun bu haline dayanamayarak camı hızla kapattım ve evin kapısına doğru ilerledim. Anahtarımı cebime iliştirdim çünkü anneannem odasının ışığını söndürmüştü. Uyandırmak istemiyordum.

Ceketimi de alarak kapıyı yavaşça kendime çektim ve merdivenlerden hızla indim. Demir kapıyı zorla açarak kendimi dışarı attım ve sağıma soluma bakmadan karşımdaki kediye doğru hızla ilerledim. Bir adım atmıştım ki tiz bir ses sokak lambasının yeterince aydınlatamadığı sokakta yankı yaptı. Ellerim istemsizce kulaklarıma kapandığında elimdeki ceketim yere düştü. Göğüs kafesim korkuyla şişip inmeye başladığında sağ tarafıma döndüm. Motorunda, kaskı başında, gözleri bende oturan birini gördüm.

O kadar yakınımda durmuştu ki bu kaygan asfaltta durması bile mucizeydi. Bir saniye bile gecikmiş olsa, çok büyük bir kazanın parçası olacaktım. Göğsüm korkuyla şiştiğinde kendimi sakinleştirmeyi denedim. Panik atak yıllardır benimle olan bir organım gibi olmuştu. Ani gelişen her şey beni korkutuyordu. O an bu an olmamalıydı. Doğum günüm olmamalıydı.

Ellerim kulaklarımdan sıyrıldı ve iki yanıma sertçe düştü. Nefes alıp vermek zor gibi geliyordu. Bir elim göğüs kafesimi serçe ovuştururken güçlükle birkaç adım atıp kaldırıma çıktım. Bakışlarını benden hiç ayırmamış, ne yaptığımı izliyordu. Bende ona bakıyordum ama gördüğüm o değildi sanki.

Yağmur damlaları sicim gibi saçlarımdan aşağı kayarken nefes almaya çalıştım bir kez daha. Çalıştım ama olmadı. Boğazımda bir yumruyla göğüs kafesimi bir kez daha ovuşturdum. Ayakta durmak çok zordu ve ben bunu başaramamıştım. Yere çömelip ellerimi yere bastırdım ve birkaç kez ardı ardına öksürdüm. Bir gün birinin karşısında yaşamaktan deli gibi korktuğum şeyi hiç tanımadığım, savunmasız kaldığım birinin yanında yaşıyordum. Önümde siyah bir karaltı gördüğümde ondan uzaklaşmaya çalıştım ama izin vermedi. Başımı başka tarafa çevirdiğim esnada elleriyle yanaklarımı sıkıca kavradı. Gözlerime yakından baktığında elleri duraksadı. Başımı dizlerime doğru eğerek nefes almayı denedim.

Ne zaman yüksek bir ses duyacak olsam, bunun farkına varsam gardımı indirmemek için direniyor, kendimi buna zorluyordum ama bu sefer o kadar hazırlıksız yakalanmıştım ki bunun korkusu içimde peydah olduğu an göğsümdeki kuş içeride sıkışıp kalmıştı. Uçurmak istiyordum onu, kaçsın gitsin, özgür olsun diye dua ediyordum ama bu korkumdan bir kez olsun kurtulamıyordum.

Yetiştirme yurdundan kalan acı bir hatıraydı bana.

Bir nefes daha ciğerlerime ulaşamadan sönüp gittiğinde yanaklarımdaki sıcak elleri başımı kendine doğru kaldırdı. "Sakin ol." diye fısıldadı. Olamıyordum çünkü onu tanımıyordum. Olamıyordum çünkü korkuyordum. Bu korkular bana çocukluğumun birer hatırasıydı ve beni bırakıp bir yere gitmek gibi düşünceleri hiç yoktu. Bir nefes daha ciğerlerime ulaşmadan ortada kaldı ve beni öksürüklere boğdu. Birkaç kez öksürdüm, başımı ellerinden kurtarmaya çalıştım ama izin vermedi. "Özür dilerim!" dediğini duydum nefesleri arasından. "Nefes al, özür dilerim."

Ellerimi bileklerine koyarak ellerini itmeye çalıştım ama izin vermeyerek, "Benimle birlikte nefes al." dedi. Elimi göğsüme biraz daha sert bastırıp başımı iki yana saladım. "Hadi!" diye mırıldandı bu hareketime karşılık.

Gözlerim zor da olsa onun gözlerine döndüğünde burnundan bir nefes aldığını gördüm. Onu takip eden bakışlarım beni nefes almaya zorladı ama bunu yine yapamadım. "Bırak beni!" diye fısıldadım kara zorla.

Hiç beklemeden bir kez daha nefes aldı. "Nefes al." diye mırıldandı. Tam o an bulunduğumuz sokak gök gürültüsü ve ardından gelen şimşekle birlikte aydınlandığında yerimde sıçradım. Geriye doğru kaydığımda elleri yanaklarımdan uzaklaştı ve bir kez daha bana uzanmaya yeltenmedi. Yaslandığım duvara sindiğimde kulaklarım bir kez daha ellerim altında kaldı ve ona baktım. Gözlerimden birkaç damla yaş peşisıra düştü. Bir hıçkırık dudaklarım arasından firar ettiğinde ellerimi kulaklarıma daha sıkı bastırdım. Gözleri yanaklarımdan süzülen gözyaşına değdi. Nefesim daha da bozulur sandım. Bunun korkusu içimde saniyelik olarak büyüdü ama sandığım gibi olmadı. İçimdeki korku hafifledi, birkaç saniyeliğine de olsa sakin olabileceğimi anladım.

Zorla bir kez daha nefes almaya çalıştığımda bunu başardım. Ciğerlerime dolan nefesle birlikte gözlerimi kırpıştırıp ondan tamamen uzaklaştım ama ellerimi kulaklarımdan çekmedim. O ana kadar fark edememiştim ama önümde iki dizinin üzerinde duruyordu. Dizleri dizlerime yaslıydı.

Gözlerime dikkatle bakarak bir kez daha, "Özür dilerim." diye mırıldandı ve ayağa kalkıp motoruna doğru ilerledi. Nefes alış verişlerim düzene girene kadar bekledim. Soğuktan ve yağmurdan kurtarmaya çalıştığım kedi bacaklarıma sürtündüğünde ne halde olduğuma baktım. Her yerim sırılsıklam ıslanmıştı. Onun da benden farkı yoktu. Ellerim kulaklarımdan yavaşça ayrıldı. Kediyi kucağıma çekerek ceketime uzanacağım esnada bir el benden önce davranarak ceketime uzandı ve bana doğru uzattı. Bakışlarımı ona değdirmeden hızla elinden ceketimi aldım. "Ara sokaklarda bu kadar hızlı gitmemelisin." diye mırıldandım sakinlikle. Sesim sakin çıkıyordu belki ama göğsüm henüz aynı sakinliğine kavuşamamıştı. Bir an önce eve girsem iyi olacaktı. Kucağımdaki kediyi ceketime sıkıca sardım ve kafasını göğsüme bastırdım. Ben ayağa kalktığım esnada o bir şey demeden motoruna bindi ve yavaşça yanımdan geçerek ilerlemeye başladı. Tam o sırada balkonumuzun camı gürültüyle açıldı ve anneannemin bana, "Nergis!" diye seslenmesi tüm sokakta yankılandı. Motorla olduğu yerde durup omzunun üzerinden bana döndü ama onun bakışlarına karşılık vermeden apartmana girerek kapıyı sertçe kapattım.

 

"Sen..." diye mırıldandım zorla ama cümlemin bir devamı yoktu. Gözlerine bakmayı sürdürdüm. "Bu nasıl tesadüf?" dedim şaşkınca.

Kaskından gördüğüm gözleri kısıldı. Güldüğünü anlamak zor değildi. "Ben olsam tesadüf de demezdim." dedi. Ellerini cebine yerleştirdiğinde, "Hayat bu, insan karşısına ne çıkacağını bilemiyor." dedi önüne atladığıma atıfta bulunarak. Eğlendiği sesinden belli oluyordu.

Onun gibi güldüğümde eğlenmek konusunda ondan bir eksiğim yoktu. Bende oldukça eğleniyordum. "Hayat işte bu, insan hangi motorun önüne atlayacağını seçemiyor." diye mırıldandım. Kaşları çatıldı.

"Başka birinin motorunun önüne atlamayı mı tercih ederdin?" diye sordu. Sadece gözlerini görebildiğim için yüz ifadesini anlayamamıştım ama sesi az önceki gibi eğlenir bir vaziyette değildi.

"Kim bilir?" diye mırıldandım. "Belki de."

"Ben olsam tüm bu olanlara kader derdim." diye mırıldandı söylediklerimi umursamadan. "Ben tesadüflere inanmam Nergis. Eğer tesadüf seni benim önüme çıkarsaydı bu yalnızca bir kez olurdu. Sen beni tanımadan yanımdan geçip giderdin, belki ben de seni hiç hatırlamazdım." dedi. Belki ben de seni hiç hatırlamazdım. Hatırlayamadığım için kendimi yeterince kötü hissettiğim yetmezmiş gibi bir de böyle söylemesi beni daha da üzmüştü. "Biz bugün buradaysak," Gözleri arkamda kalan, küçükken beraber nasıl oraya sığdığımızı anlamadığım çitlere kaydı. "Bu tesadüf değil, kader." Gözleri yeniden gözlerimi buldu. "Yani diyeceğim o ki; sen başka bir motorun önüne atlasan bile biz bugün burada olurduk. Hayat bizi bir araya getirdi ve ben elimin tersiyle itmeyeceğim."

Kader demişti tüm bunlara. Ben de artık tesadüf demek istemiyordum.

Bu kadar net konuşması beni şaşırtmıştı. Elinin tersiyle neyi itmeyecekti? Beni mi yoksa bu karşılaşmamızı hiçe saymamak için mi böyle söylüyordu bilemiyordum.

Verecek bir cevabım yoktu. Söyleyecek kelimem de hiç yoktu. Öylece baktım gözlerine. Bana baktığı gibi baktım. Derin, yıllardır birbirimize aşinaymışız gibi.

"Ben ne diyeceğimi bilmiyorum." dedim bir şey söylemem gerekiyormuş gibi hissettiğimde.

Başını iki yana salladı. "Söyleme. Ben düşündüklerimi dile getirmek istedim." dedi bana karşılık olarak. Gerçekten böyle düşünmesi, gerçekten aynı şekilde düşünmemiz bana kendimi tuhaf hissettirmişti. Dile getirmeli miydim onun gibi? Yoksa susmam da ona bir cevap mıydı? Bir şey söylemeden ona bakmaya devam ettim ama o daha fazla burada durmak istemediğini bana çoktan belli etmişti. Gözleri sık sık etrafımızda dolaşıyor, her an hazırlıklı olması gerekiyormuş gibi davranıyordu.

"Bir problem mi var?" diye sordum bu hareketlerine karşılık.

"Hayır." dedi anında. "Gidelim, sana evine kadar eşlik edeyim." diye mırıldandı daha sonra da.

"Gerek yok." dedim onun gibi anında. Zaten arabamla gelmiştim. Onun bana eşlik etmesine gerek yoktu.

Bir şey demeden önümden çekildi ve geçmem için başıyla kapıyı işaret etti. Ufak bir teşekkür anlamında gülümsedim ve çekildiği yerden geçerek kapıya dek yürüdüm. Kısa bir mesafe bile çok çok uzak gibi geliyordu bugün. Birkaç adım sanki uzun bir yoldu ve ben o yolun henüz birazını bile yürüyememiş gibiydim. Oysa kapıya kadar gelmiştim. Büyük kapıdan çıkarak sola döndüm. Bu geldiğim yoldu. Arabamı ileriye park etmiştim.

Arkamdaki adımlarını hissediyordum ama neden arkamdan yürüdüğünü anlayamıyordum. Bir sebebi olduğunu düşünerek arabamın olduğu yere kadar yürüdüm ve önünde durdum. Arabamın yanına park edilen motorda gezdirdim bakışlarımı. Siyah beyaz bir motordu. Bu onun motoru muydu? Kafasındaki kaskı çıkarmış yeniden eline almıştı. Kaskının üzerindeki şeritlerden motorunda da vardı. Ben onun motoru olup olmadığını düşünürken bir anda motora yaslandı. Bir şey demeden önüme döndüm ve cebimden arabamın anahtarını çıkardım.

Arabama yöneldiğim esnada, "Yarın pastanede misin?" diye sordu.

Bir elimde anahtar bir elim kapıda öylece ona baktım. "Neden sordun?" diye sordum.

Kaskını yeniden başına geçirdi ve motoruna oturup bana döndü. "Belki seni göresim vardır." dedi gülerek. Söylediğini umursamayarak kapıyı kendime doğru çektim. Koltuğa oturdum ve kapıyı hızla kapattım. Beklemeden sağdaki camı açarak, "Eğer çok göresin varsa gelir kendin bakarsın." diye mırıldandım ve arabamı çalıştırdım. O da motorunu çalıştırıp arabama doğru yaklaştı. Bazı şeyleri benimle eğlenmek amaçlı söylediğini biliyordum ve bana nasıl yaklaşıyorsa ona öyle yaklaşıyordum.

"Seve seve, Nergis." diye mırıldandı. Kaskını yeniden başına geçirdiği için sesi boğuk çıkmıştı ama bu sefer sesi oldukça ciddi gelmişti kulağıma.

Seve seve, demişti.

Neden Nergis diyordu bana? Neden ondan kendi adımı duyamıyordum?

Duraksadı ama önüne dönmedi. "Unutma." dedi sadece ve önüne dönerek son hız yanımdan ayrıldı. Altındaki motor ıslak yolda kayıp gözden kaybolana kadar onu izledim.

Bana son söylediği şey unutma olmuştu ve ben her neyi unutmamamı istiyorsa onu unutmayacaktım.

*

1 Hafta Sonra

Attığın adımın sonunu gördüğün noktada başarılı olmanın bir yolunu er ya da geç buluyordun ve bazı şeyler sadece çok çalışmaktan geçiyordu. Koskoca üç yılımı bu pastaneyi daha da ileri taşımak için harcamıştım. Daha iyi pastalar, daha iyi tatlılar daha çok memnuniyet demekti. Bunun için defalarca kez eğitim almış, günlerce tarifi tutturabilmek için çaba harcamıştım. Sonunda başarmıştım ama çoğu gece bunun için oturup gözyaşı bile dökmüştüm.

Fırın tepsisini dikkatle fırından çıkarıp tezgahın üzerine bıraktım. Bugün de oldukça yoğun bir gündü ve dışarıdaki masalar tamamen dolup taşmıştı. Zorlansam da yanımda çalışacak birine ihtiyaç duymuyordum ama son birkaç aydır o kadar yoğun ve ağır geçiyordu ki yanımda birine ihtiyaç duyuyordum. Bu yüzden iş ilanı bastırmış ve cama asmıştım.

Yakındaki üniversitelerden sık sık buraya arkadaşlarıyla birlikte gelen birinci sınıf öğrencisi Ayşe Naz diye bir kız işe ihtiyacı olduğunu, onu işe almamın hem bana hem de kendisine oldukça yarar sağlayacağından bahsetmişti ve ben de kabul etmiştim. Henüz deneme sürecindeydi ama gözüme batan herhangi bir hareketi olmamıştı. En önemlisi bana yardımı oldukça büyüktü. Leman artık bana yardım edebilmesi için yardım isteyebileceğim biri değildi. Onun öncelikleri değişmişti ve bol bol dinlenmesi gerekiyordu.

Hamileliğin ona kattığı şeylerden biri de uyku olmuştu. Bazen saatlerce hiç uyanmadan uyuyordu ve bu saatlerde ona kesinlikle ulaşmam imkansızdı. Annesine durumdan bahsetmişti ama annesi beklediğimiz gibi bir tepki vermemişti. Aksine oldukça ters ve sert konuşup Leman'a bağırmıştı. Bu noktada devreye girip annesine karışmak bana düşmüyordu ama Leman'ın ağlamasına dayanamayarak annesiyle konuşmuştum. Biraz yumuşamış ama bu durumun gelenek ve göreneklerine uygun olmadığını, evlenmeleri gerektiğini söylemişti. Tam da o noktada sus pus olmuş, hiçbir şey söyleyememiştik.

Asiye teyze ve Ali amca Leman'ı on beş yaşındayken evlat edinmişlerdi ve kendi öz evlatlarından bir adım geride tutmamışlardı. Bu durum Leman'ı onların gözünde düşürmüştü. Ali amca Leman'a böyle söylemişti ama arkasında duracağına da söz vermişti. Ali amca Asiye teyzenin aksine pamuk gibi bir insandı Leman'a karşı. Asiye teyzenin çok katı kuralları vardı ve olması gerekenden fazla korumacıydı ve görmüştü ki bu korumacı tavırlar bir şeyi değiştirememişti. Olanın ve olacak olanın önüne geçmek bazen mümkün olmuyordu işte.

Zaman geçtikçe Asiye teyzenin de yumuşayacağından şüphem yoktu çünkü Leman'a karşı gerçek bir zaafı vardı ve ağlamasına bile dayanamıyordu. Hâl böyleyken Leman'a karşı daha fazla böyle kalamazdı.

Ayşe Naz mutfak kapısını iterek içeri hızlı bir giriş yaptı. Elindeki tepsiyi tezgahın üzerine bırakıp bana doğru geldi ve, "Bugün inanılmaz kalabalık. Herkes bu keklerden istiyor." diye mırıldandı. Benim az önce çıkardığım eldivenleri eline geçirdi ve fırından yeni çıkardığım cupcake tepsisini aldı. "Bu cupcakeler harika bir şey abla." dedi daha sonra. Ona gülümsedim. "Öğrenmesi hiç kolay olmadı." diye mırıldandım.

"El lezzetin bambaşka bir boyut." dedi. Utanarak ona baktığımda, "Teşekkür ederim." demekten başka bi şey yapamadım.

Bana gülümseyip, "Rica ederim Fulya abla." dedi ve mutfaktan çıkmak üzere yanımdan ayrıldığı esnada onu durdurdum.

"Bekle bir saniye." dediğimde olduğu yerde durdu ve bana doğru döndü. Mutfak dolaplarına doğru ilerledim ve üst raflardan bir tabak alarak ona yöneldim. Tepsideki büyük cupcakelerden birini dikkatle tutarak aldım ve tabağa yerleştirdim. Ayşe Naz ne yaptığıma anlam veremeyerek bana baktığında ona yeniden gülümsedim ve, "İşin bittiğinde gel sende ye. Çok yoruldun bugün." diye mırıldandım.

"Abla..." diye mırıldandı mahçup bir sesle. "Teşekkür ederim."

Ona bir şey demeden gülümsedim. Gülümsemek gerçekten bulaşıcıydı ki o da bana gülümsedi. Yeniden önüne dönerek mutfaktan çıktı. Ben de bir bardağa limonata koydum ve tabağın yanına bıraktım.

Ayşe Naz hasta annesine yardımcı olmak, ilaçlarını alabilmek için işe girmişti. Bunu bir akşam kafeyi kapatacağım saatlerde onu ağlarken bulduğumda öğrenmiştim. Annesi kanser hastasıydı ve şu hayatta onlara yardım edebilecek kimseleri yoktu. Babası yıllar önce hayatını kaybetmiş ve bu kocaman hayatta, yalnız başına kaldıklarından bahsetmişti.

Yalnızlık her zaman tek kişilik olmuyordu işte. Bazı yalnızlıklar kalabalıktı ve onun adına yalnızlık denildiği sürece kalabalığa hiç karışılmıyordu.

Ayşe Naz'a ve annesine elimden geldiğince yardım ediyordum. İkisi de dünya iyisi insanlardı ve dualarını bana bağışlıyorlardı sürekli. Birilerinin duasında olmak çok önemli bir şeydi benim için. Bu karşı tarafın verdiği değerle alakalıydı ve bir insan ancak değer verirse değer görebiliyordu.

Ayşe Naz'ın ardından bende mutfaktan çıktım ve kasaya doğru ilerledim. Yarın için oldukça büyük bir pasta siparişim vardı. Normalde doğum günleri için pasta siparişi almıyordum ama Leman beni bir şekilde ikna etmiş, bu fikri mantıklı bulmama sebep olmuştu. Bazen doğum günlerine katılmam için çağıran anne babalar oluyordu ve bu bile o kadar mutluluk verici bir şeydi ki emeğimle saygı görmek beni dünyanın en mutlu insanı yapıyordu.

Siparişleri yazdığım kağıtları kasanın altında saklıyordum. Kasayı kaldırarak elimi altına uzattım ve birkaç kağıdı tuttuğum gibi kendime doğru çektim ve kasayı yerine geri bıraktım. Aldığım kağıtları düz zemine bıraktım ama kağıtlarla birikte kasanın altından çekip aldığım başka bir şey daha vardı.

Onun bilekliği.

İsmi bileklik üzerinden parlıyordu ama dudaklarımdan dökülmüyordu hiç. Geleceğini söylemişti. Hayır geleceğim dememişti. Seve seve, demişti ama kafenin önünden bile geçmemişti. Bir haftadır yoktu ortalıkta. Zaten bir hafta öncesinde de yoktu. Bir günde tanımıştım onu, bir haftadır yoktu.

Unutma, demişti sadece.

Unutmamıştım.

Belki de bir haftadır düşündüğüm sayılı şeylerden biriydi.

Ama o gelmemişti.

Elime aldığım bilekliği kasanın altına yeniden gönderdim. Elbet bir gün bu bileklik yeniden sahibini bulacaktı.

Önümdeki kağıtlardan acil olanı buldum ve arkamdaki büyük panoya dönerek raptiyeyle oraya astım. Küçük bir kız çocuğuna yapmam istenilen bir pastaydı. Çilekli ve çikolatalı sevdiğini söylemişlerdi. En güzel pastayı ona yapabileceğimi düşündükleri için bana güvenmişlerdi.

Takdir edilen her zaman sevilirdi ve ben bunun verdiği o gururla oldukça mutluydum.

Gerekli malzemeleri Ahmet amcaya mesaj atarak mutfağa ilerledim ve fırından çıkarmam gereken poğaçaları çıkardım. Ahmet abi anneannemin kardeşinin oğluydu ve bizimle aynı apartmanda ailesiyle birlikte kalıyorlardı.

Annemin teyzesinin oğlu değil, anneannemin kardeşinin oğlu demek geliyordu içimden. Onu en ufak bir şeyde bile anmak istemiyordum. İçimden o konuda hiçbir şey gelmiyordu. Küçükken de elimden bir şey gelmiyordu. Kaç yaşına gelirsek gelelim, bir noktada eksik olduğumuz konu patlak veriyordu işte. Bu istekle değil isteksizlikle alakalıydı aslında. İstemediğin her şey gün yüzünde ışığıyla vuruyordu yüzüne. Seni karanlığa gömmek, bakışını köreltmek için.

Umursamamayı öğrenmek tam da bu noktada önemliydi çünkü umursamadığın sürece unutmuş gibi yapmak kolaydı. Unutmak en zor olanıydı, umursamamak, bunun böyle olduğunu kanıtlamak ise en kolayı.

Her insan biraz kendi hikayesinin yalancısıdır.

Ve ben iyi bir yalancıydım.

Bu yalanlar benden başka kimsenin canını yakmıyordu.

Anneannem dışında.

Onu ne zaman annemin resmine bakarken yakalasam gözleri buğulu, hasret kaplı oluyordu. Bunu bana göstermekten zerre çekinmiyor ve açık açık belli ediyordu. Çekinilecek bir şey değildi elbet ama elinde tuttuğu fotoğrafa bakmaya bile cesareti olmayan bir torunu vardı. Annemi küçüklüğümdeki anılarımla hatırlayıp, güzel anılarda saklamayı tercih ediyordum. Anılarımı da kirletmesine izin vermeyecektim elbette.

Giden bir kez gidiyordu, bin kez gidilmezdi.
Kalan anılarıyla geride kalıyordu ama bir kez inanıyordu.
Bir yalana da bin kez inanılmazdı.

Onlar bana ondan kalan son hatıralardı.

Görsem tanır mıydım acaba diye düşündüğüm geceler uykuya dalmanın en zor olduğu geceler oluyordu. Bir yaz gecesi hatırımda. Yatağın duvar kenarında yatıyorum ve o yanımda uyuyor. Gözlerimi bu hatırayla kapatıyorum. Uyandığımda yanımda olmayacağını biliyorum ama gözlerimi aralamaya gücüm olmuyor. Sabaha kadar gözünü yum, açtığında unut gitsin diyorum kendime. Yüzü zihnimde iyice silikleşmişti. Anneannemin odasındaki albümlerde fotoğrafları olduğunu biliyordum ama görmek istemiyordum.

Ben seni affedemiyorum.

Sen kendini nasıl affediyorsun?

Anne.

Mutfağın kapısı sertçe açıldığında ardıma döndüm ve gelene baktım. Ayşe Naz kapının önünde öylece bana bakıyordu. Ona nasıl baktım bilmiyordum ama bana, "İyi misin abla?" diye sordu. İfademi toparlamayı denedim ama neyi toparlayacağımı da bilemedim. Ellerimi tezgahtan ayırıp tamamen ona döndüm ve kafamı iyiyim demek amacıyla salladım.

"Biri geldi, Nergis diye birini sordu. Burada öyle biri çalışmıyor dedim ama dinlemedi."

Nergis, dedi içimden bir ses. Kurtulamayacağın binbir anıdan biri daha.

Nergis.

Başımı sallayarak Ayşe Naz'ın yanından geçtim ve mutfaktan ışık hızında çıkarak kasa tarafına ilerledim. Gözlerim etrafı taradı ve kapının hemen yanındaki masada oturarak kitap karıştıran ona rastladı. Bir saniye bile düşünmeden ona doğru ilerledim ve karşısındaki sandalyeye oturdum. Arkası kasaya dönük olduğu için geldiğimi görmemişti. Elinde tuttuğu kitaptan başını yavaşça kaldırdı ve beni gördü. Çatık kaşları düzeldi. Bir şey söyleyeceğini anladığım esnada ona fırsat tanımayarak, "Bana Nergis deme." dedim.

Neyden kaçarsak ona tutuluyorduk.

Ve belki de şu hayatta en sevmediğim isim bu isimken kaçamıyordum bile.

Etrafımda Nergis diyen insan sayısı bir elin parmağını geçmezken sen nereden çıktın?

"Sana da merhaba." dedi kaşları yeniden çatılırken. Elindeki kitabı özenle kapattı ve masaya bıraktı. "Ne diyeyim ben sana?" diye ekledi daha sonrasında.

Sinirliydim ama neye sinirli olduğumu bile bilmiyordum. Sahiden bana Nergis dediği için miydi bu öfkem?

"Bir adım var, herkesin olduğu gibi. O ismimi kullanabilirsin mesela." Arkama yaslandım. Ellerimi bacaklarımın üzerinde kavuşturmuştum ve ona bakıyordum.

Masaya yaklaşarak ellerini masanın üzerinde birbirine kavuşturduğunda bana yaklaşmış oldu. Küçük bir masa seçmişti oturmak için. Oysa daha büyük masalar da mevcuttu. Sırtım sandalyeye yaslı olmasına rağmen çok yakınımda duruyor gibi göründüğüne emindim. Bu hiç hoş olmamıştı.

Bakışlarımı yakınlığından dolayı başka tarafa çevirmek zorunda gibi hissederek çektim gözlerinden ama o buna izin vermeyerek adımı söyledi. "Fulya."

"Hım?" diye bir ses çıkardım dudaklarım arasından. Ona bakıyordum yeniden.

Bu isim benim ismimdi.

Nergis değil.

"Nergis sana yakışıyor." diye mırıldandı gözlerimin içine baka baka. Ağlamak istedim. İçimde bir şeyler acıyla kıpırdadı. Bağırmak istedim, sus demek bile istedim ama dudaklarımı aralayacak cesareti kendimde hiç bulamadım.

Her acının bir anlamı yoktu belki dilimizde ama bu acının anlamı sadece anneden geliyordu. Onu suçlamaktan başka hiçbir şey gelmiyordu elimden. Kötü bir çocuk değildim. Her zaman uyumlu olmayı başarmıştım. Böyle bir çocuk olmama rağmen beni neden bıraktığını hiç anlayamamıştım.

O karşıma çıktığından, tanıştığımızdan bu yana annemi daha çok anımsar olmuştum. Ağlamak huyum değildi ama o bana sürekli Nergis derse huyum olabilirdi.

"Bana Fulya diye hitap etmen için ismimin bana yakışması gerekiyorsa ne yapabilirim? Sen söyle. İsmimi hiç sevmediğim bir isim ile mi değiştirmeliyim?" diye sordum ifademi korumaya çalışarak. Gardımı sağlam tutmaya çalışıyordum ve sanıyordum ki başarılı olmuştum.

Gülümseyerek geri çekildi ve sandalyesine yaslandı. "Sev. Yıllarca bu ismi taşımak yük gibi gelmiş olamaz." diye mırıldandı.

Gelmişti.

Üzerime yapışan, bana ait olmayan bu isimle yaşamak zor gelmişti ama ona bundan bahsetmedim. "Ben bu ismi hiç taşımadım." dedim onun yerine. Daha yerinde bir cümle olduğunu düşünüyordum. Aksi takdirde bana böyle bakacağını düşünmüyordum. Ya da onun için önemli olmayan bir şeyi dinlemek zorunda değildi. "Sen herkesten öyle duydun ama benim kulaklarımı tıkayabileceğimi hiç düşünmedin mi?"

Kaşları çatıldı. Ellerini masa üzerinde birbirine kavuşturduğunda, "Bu ismi birçok kez başkasından duyduğumu düşündüren her neyse unut gitsin." dedi ve sesli bir nefesi dudaklarından vererek yeniden masaya doğru eğildi. Sessiz konuşuyordu? Bunu neden yapıyordu? "Sen beni dünya gözüyle kaç kez gördüysen bende seni o kadar gördüm." diye devam etti. Yeniden duraksadı. Bir problem varmış gibi davranıyordu. Tedirgin gibi durmuyordu ama belki de kötü bir yalancıydı duygularını gizleme konusunda. Çünkü yine de anlayabiliyordum. Gözleri sakinlikle etrafta dolaştı ve yeniden gözlerimi buldu. "Bu hayat yedi yaşımda seni çıkardı karşıma. Seni tanımıyordum ama seslendikleri isim Nergis'ti." Limonlu keklerimi paylaştığım günden bahsediyordu. O gün ilk kez duyduğunu biliyordum ama ondan bu şekilde duymak tuhafıma gitmişti. "Yirmi altı yaşımda bir kez daha çıktın karşıma. Öyle bir geceydi ki, o gece sen önüme atlamasan daha kötü bir şey olur muydu bilmiyorum ama daha iyi olmayacağını anlamıştım. O zaman da seslenilen isim buydu." Doğum günümde önüne atlamamdan bahsediyordu şimdi de. Belki de o gece önüne ben çıkmasam felaket bir kaza yapacaktı. Bunu o da anlamıştı.

Başımı oynadığım ellerime eğdim. "Anneannem." diye mırıldandım lafını bölerek.

O da beni onaylamak ister gibi, "Anneannen." dedi ve devam etti. "Yirmi sekiz yaşındayım. Bana Nergis değil Fulya olduğuu söylüyorsun. Ben ne Nergis'i ne de Fulya'yı tanımıyorum ama bunca yıl hatırımda kalan ismi yok saymamı bekleme benden."

Bunca yıl hatırında mı kalmıştım?

Beni gördüğü ilk andan beri mi hatırındaydım?

Yirmi sekiz yaşındayım demişti.

Yirmi bir yıldır unutmamış mıydı?

"Yirmi bir yıl?" diye mırıldandım belli belirsiz. İnanamıyordum. Nasıl olurdu o beni unutmazdı ama ben hiç hatırlamazdım.

Bir şey söylemeden öylece baktı gözlerime. Söyleyecek cümlelerim olmadığından değil, hatırlamamamın ağırlığıyla oturuyordum karşısında sessizce. Yok saymamı bekleme, demişti. Yok saymam onu belki soru işaretleriyle dolu bir odada bırakırdı ama alınacak nefesi çok olurdu. Yok saymamam demek; bu ismi duyduğum her an nefessiz kalmam demekti. Bir şey söylemedim. Kabul de etmedim ama yok da saymadım.

Onayladı. Dile kolay yirmi bir yıl. Koskoca yirmi bir yıl! Bir insan bir insanı nasıl unutmazdı? Ben onu hatırlamıyorken onun hep hatırlaması lütuf muydu ceza mı?

Düşündüklerimi bir kenara bıraktım ve ona, "Neden buradasın?" diye sordum. Konuyu değiştirmem gerekiyormuş gibi hissetmiştim çünkü ne zaman bana o isimle seslense üzerime yıkılacak koca bir dağın önünde duruyormuş gibi hissettiriyordu. Neydi bu his? Sıcak bir duyguydu. Güven gibi değildi. Sanki... Sanki hep tanıyordum onu, yüzünü hiç unutmamış gibi hissediyordum. Böyle değildi elbette ama bu şekilde hissettiriyordu. Bu his yabancı bir his değildi ama yirmi bir yıl beni unutmamış olması birbirimize yabancı olduğumuz gerçeğini hiç değiştirmiyordu.

"Geçiyordum uğradım." diye mırıldandı. Dudaklarında bir gülümseme peyda olduğunda gerçekten böyle mi olduğunu yoksa başka bir şey için mi geldiğini anlayamadım.

"Öyle mi?" diye sordum bende. Ayşe Naz neredeydi? Masalar yavaştan boşalmaya başlamıştı. Başıyla onayladı sadece. Bugün konuşmak da zor geliyordu anlaşılan.

Gözleri etrafta dolaştı ama yeniden gözlerime ulaşmadı. Onu izlemeye başladım. Onu son gördüğümden bu yana sakalları epey uzamış, saç traşı olsa bile sakallarına dokunmamıştı. Saçlarının ön kısmı ara ara alnına dökülüyordu. Saçları da çok uzun değildi ama ön kısımdan alnına dökülen saçları yine de vardı. Geniş omuzları kaskatı duruyordu. Rahat kıyafetler içinde olmadığı belliydi. Üzerinde beyaz bir gömlek vardı ve üstten üç düğmesini açmıştı. Boynundaki benlere kaydı gözlerim. Sağ tarafta yan yana iki tane, adem elmasının hemen solunda ise küçük bir beni vardı. Bakışları bana döner gibi olduğunda gözlerimi kaçırdım ve omzunun üzerinden kasa tarafına baktım.

O tarafa bakmam pek işe yaramamıştı çünkü görmüştü onu izlediğimi. Bakışlarının yüzümde gezindiğini hissettim ama hiçbir şey söylemedi. Tenim ona yakalandığım için cayır cayır yanarken o başını önüne eğdi. Ne yaptığına bakarken buldum kendimi. Gömleğinin bilek kısmındaki düğmeleri çözüyordu. O kadar bıkkın bir ifadesi vardı ki onun gerçekten geçerken uğradığına emin oldum. Olduğu yerde uyuyacak gibi bir hali vardı. Gözlerinin içi hafifçe kızarmıştı ama açık tutabiliyordu henüz.

Bir gömleğinin kolunu katladıktan sonra diğer koluna geçti. Onu yeniden izlediğimi hissetmiş olmalı ki, "Daha ne kadar beni izleyeceksin?" diye sordu. Rahatsız olma ihtimali bir an için içime oturdu. Biri bana bu denli dikkatli baksa rahatsız olurdum ama onu izlerken bunu düşünememiştim.

"Ben..." diye mırıldandım ne diyeceğimi bilemereyerek. "Özür dilerim." dedim daha sonra.

Bakışları anında beni buldu. "Böyle küçük şeyler için ne zamandan beri özür diliyorsun?" diye sordu. Kaşları çatıktı. Neden özür dilediğimi gerçekten anlayamamış gibi bir surat ifadesi vardı ve benim de ona verecek net bir cevabım.

"Çocukluğumdan beri."

"Alışkanlık mı?" diye sordu.

"Bilmem." diyerek yanıtladım onu. "Bize her zaman birini rahatsız ettiğimizde özür dilememiz gerektiği aşılandı." dedim gözlerine bakarak. Bir kez olsun bile Meryem Hanım'dan böyle bir cümle duyduysa neden böyle söylediğimi anlayacaktı. Beklediğim gibi de oldu. Bakışları yumuşadı. İlk kez bana böyle bakıyordu. Bakışları yumuşak, anlayışlı.

"Birini rahatsız ettiğimizi hissediyorsak ondan özür dilemeliyiz." dedi zihnimdeki binbir anıdan birinde Meryem Hanım. Ona çok uzun zamandır teyze demiyordum. Ona öyle hitap etmemin yanlış olduğunu söylediği günden beri.

"Teyzem ve katı kuralları." diye mırıldandı. Ortamı kasvetten kurtarmak için böyle söylediği çok belliydi. Hissedebiliyordum ve bunu o ve benden başkası anlayamazdı. "Boşversene." O da teyzesinin onun deyimiyle katı kurallarına maruz kalmıştı belli ki.

"Bu katı bir kural değil bence."

"O niye?"

"Bence de birini bakışlarımızla rahatsız ediyorsak özür dilemeliyiz."

"Senin bakışların beni rahatsız etmedi." dedi. O bakışlar yine gözlerindeydi. Nasıl bu kadar duygu dolu bakabilirdi bir çift göz?

"Hiç mi?" diye sordum.

Hiç düşünmeden, bir saniye bile beklemeden yanıt verdi. "Hiç."

Gülümsedim. O da bana karşılık vererek gülümsedi. Rahatsız olmadığı için içim gerçekten rahat etmişti. Birini rahatsız etmek şu hayatta isteyeceğim son şeylerden biriydi. Ellerini masanın üzerinde birbirine kenetledi. Gözlerim bu sefer de katladığı gömleğinin bilek kısmına kaydı.

Bileklik.

Tabii ya!

Bilekliği bir haftadan fazla süredir bendeydi.

Buradaydı.

Bugün bilekliğini ona vermeliydim.

"Çok sessizsin." dedi ve beni düşüncelerim arasından çekerek aldı. "Ne düşünüyorsun?" diye sormayı da ihmal etmedi.

Bugün madem onun bana karşı açıkça konuştuğu günse benim de ona açık konuşmam gerekiyordu. Düşündüğüm şeyi ona üç kelimeyle açıkladım.

"Çok yorgun görünüyorsun." diye mırıldandım ellerimi masanın üzerinde onun gibi birbirine kenetleyerek.

Kaşları hafifçe havalandı. Şaşırdı. Çok kısa bir andı ama gözle görülmeyecek gibi değildi. Yüzü anında eski halini aldı. Bunu mu düşünüyorsun, der gibi bir surat ifadesi vardı ama ona verecek bir cevabım yoktu. Konuşma sırası ondaydı. Birbirimizin lafını konuştuğumuz hiçbir konuda kesmemiştik. Sanki anlaşmış gibi sırayla konuşuyorduk.

"Yoğun bir gündü." Duraksadı. Sanki konuşurken kelimelerini tartıyordu da öyle söylüyordu. Aklına geleni söylemiyor, düşünerek konuşuyor gibiydi. Birkaç saniye duraksamanın ardından devam etti. "Bir haftadır işler fazla yoğun." diye devam etti.

Bir haftadır uğrayamamasının sebebi işleriydi demekki. Ben de unuttuğunu düşünmüştüm. İçimden bir ses, o seni on dokuz yıl unutmamış bir haftada mı unutacak, dedi. Hak verdim. Elleriyle yüzünü birkaç kez ovuşturdu. Gözleri daha fazlası mümkünmüş gibi daha da kızardı.

"Bu kadar yorgunken neden buraya geldin?" diye sordum buraya gelmesini mantıksız bularak. Başını masaya koysa uyuyacağına emindim neredeyse.

"Belki seni göresim var derken çok ciddiydim." dedi. Şaşkınlıkla ona baktığım esnada Ayşe Naz yan masanın tabaklarını topladı ve yanımızdan geçerek mutfağa ilerledi. Cevap vermemi beklemeden, "Buraya gelmemden rahatsız mı oldun?" diye sordu.

Şaşkınlığım daha da artarken başımı iki yana salladım. "O nereden çıktı? Ben öyle bir şey söylemedim." dedim. Yanlış anlamasını istemiyordum çünkü öyle bir şey yoktu. Bir haftadır gelecek diye beklemiş, erken gelmemi gerektirmeyen günlerde bile gelir diye erkenden buraya gelmiştim. Rahatsız olacak değildim elbette.

"Benimle sohbet etmek bile istemiyor gibisin." dedi. Aramızda birden beliren gerilim hattını anlayamamıştım. Patlayacak bir bomba gibi aramıza bıraktığı o sorunun cevabını bekliyordu gözlerimin içine bakarak.

"Bence sen rüya görüyorsun." dedim onu yanıtlayarak. Öyle bir şey olma ihtimali bile yoktu çünkü. "Seninle konuşmak istemesem bunu anlardın." diye mırıldandım daha sonra. Öyleydi. Bunu ona belli ederdim. Gerçekten öyle biri olduğumu anlamış olmalıydı ki güldü. "O kadar uykum olduğu belli mi?" diye sordu sadece. Bir anda parlayıp bir anda sönmesine bir kez daha şaşırırken arkama yaslandım ve başımı sallayarak onu onayladım.

"Fazlasıyla." diyerek yanıtladım onu.

Onunla konuşmak sebepsizce iyi hissettiriyordu. O zamanlardan, çocukluğumun en acı günlerinden birinde onunla tanışmış olmak da garip hissettiriyordu. Garip ama iyi. Acı ama tatlı gibi. Ya da iyi ve kötü gibi. Bir meleğin kanadını açması ve tüm kötülükleri arkasına alıp gizlemesi gibi. Bu kanat bizi koruyup saklamış, bu yaşa gelmemize yardımcı olmuştu ve kader; bizi yıllar sonra bir araya getirmişti.

Hava yavaştan kararmaya başlamıştı. Siyah bulutlar da kendini gösteriyordu. Sanırım sağanak bir yağış da bizimleydi bu gece. Evimde tek olduğum günden beri sağanak yağışa hiç şahit olmamıştım. Beni korkutan sayılı gecelerdendi bu geceler ama ne yapacağımı da bilmiyordum. Yıllardır aşamadığım o korku elimi kulağımda bırakıyordu tüm gece. Bakışlarımı camdan çekerek ona döndüm. Ellerini göğsünde birleştirmiş bir şekilde o da dışarı izliyordu. Neyi izlediğini merak ederek o tarafa döndüm. O benim gibi gökyüzüne bakmıyor, kaldırım üzerinde yürüyen anne ve yanında gülüşerek yürüyen iki çocuğuna bakıyordu.

Tuhaf bir andı ama annesini özlediğini anlayabilmiştim.

Yıllardır bir kere bile konuşmadığı birini nasıl hissedebilirdi bir insan? Onu bu kadar tanıyormuş gibi, hissettiklerini anlayabiliyormuş gibi hissetmem normal miydi sahiden? O da böyle düşünüyor muydu, yoksa bunu sadece ben mi böyle düşünüyordum? Öğrenemeyeceğim ve sormaya cesaret dahi edemeyeceğim sayılı şeylerden biriydi.

Herkesin korkusu, acısı farklı noktadandı. Annesini kaybetmek belliki onda büyük bir hasar bırakmıştı. Gözlerine hüzün çökmüştü bu saniyelerde. Sert bir mizacı vardı. Bu gözle görülen bir şeydi ama gardı şu an o kadar düşüktü ki gözlerinden okunuyordu hissettikleri. Gözleri artık kadrajından tamamen çıkan anne ve çocuklardan koptu ve bununla eş zamanlı olarak yeniden bana döndü. Gözlerine yeniden bir duvar örüldüğünde hissettiklerini anlamak zordu. Fakat az önce anlayabilmiştim.

Annesini özlemişti.

Anlamıştım ama anlamayayım diye az önceki bakışları yoktu. Aksine daha soğuk, tamamen düz bakıyordu gözlerime.

Eli cebine doğru uzandı ve bir kart çıkardı. Ben anlamaya çalışırken kartı bir anda bana uzattı. Bir şey söylemeden elindeki kartı almam için gözlerimin içine bakarken bende karta uzandım ve elinden aldım.

Üzerinde büyük harflerle ALAVZAN MİMARLIK yazıyordu. Bakışlarım daha aşağıya kaydı. İletişim numarası yazısının hemen altında adı, adının hemen altında ise bir telefon numarası yazıyordu.

Barlas Han Alavzan.

Bakışlarım önce adında daha sonra da isminin yanındaki telefon numarasında dolaştı.

Bu neydi şimdi? Bu kartı neden vermişti? Anlamayan gözlerle ona baktım bakmasına ama o izin vermeden, bir şey söylememi beklemeden, "Bir şey olursa, herhangi bir tehlike sezersen arayabilirsin." diye mırıldandı.

Kaşlarım çatıldı. "Ne tehlikesi?" diye sordum.

"Arayacağına söz ver." dedi sadece. Soruma cevap vermediği içim huzursuz olurken ne yapacağımı bilemeyerek arkama yaslandım. Kağıt avcumda küçücük kalırken bakışlarımı ondan ayırmadım.

"Anlat bana." dedim. Bir şey vardı. O gün de. Bugün de. Bir şey onu benim yanımdayken tedirgin ediyordu. Arkadaşlarıyla birlikte geldiği günü anımsadım. Gözleri etrafında dolaşmıyor, oldukça rahat davranıyordu ama benim yanımda durduğu iki günde de bakışları sık sık etrafı tarıyor, bir tehlikeyi göz ardı etmemeye çalışıyordu sanki. Bunu anlamamak için kör olmak gerekirdi ve ben ona karşı kör değildim.

Bakışları yüzümde dolaştı. "Anlatacak bir şey yok." dedi.

Direttim. "Var."

Gözlerini başka tarafa çevirdi. "Yok."

Başımı iki yana salladım. "Kötü bir yalancısın."

Başını olumlu anlamda salladı. "Yalancıyım aynı zamanda da tanıdık bir yabancı. Her söylediğime kulak asma o yüzden." dedi. İnanmadım çünkü bu söyledikleri de doğru hissettirmiyordu. Bir şey vardı. Onun benim karşıma çıkması da kader değildi belki de. Adına kader demişti ama belki de asıl yalan olan oydu.

Bakışları bir kez daha bana döndü. Vereceğim cevabı bekliyordu ya da anlat diye diretmemi. Yapmadım. Diretmek, ona istediğini vermek yerine, "Yabancılaşan insan ölür gözümde." diye mırıldandım. Öyleydi. Bir yabancı ne kadar daha yalancı olarak kalırdı ki birinin hayatında? İlla ki kaybolurdu izi bile. Gelmiş ve gitmiş olurdu, iziyle birlikte. Gözleri yüzümde dolaştı. Dolaştı ve dolaştı.

Hiç beklemediğim bir anda eli oturduğum sandalyemin bacağına dolandı ve kendine doğru çekti. Hızla çektiği için düşmemek adına koluna tutunmak zorunda kalmıştım. Dengemi sağladığımda elimi kolundan çekmeye yeltendim ama benden önce davranarak kolumu tuttu ve bedenimi kendine doğru çekti. Yüzünün yakınlığıyla birlikte ne yapacağımı bilemeyerek kendimi geri çekmeye çalıştım ama buna izin vermeyerek kolumu sıkmadan yumuşak bir baskı uyguladı. Geri çekilme, diyordu hareketleri. Aklım benimle dalga geçiyormuş gibi kendimi bir kez daha geri çekmemi söylüyordu. Hareket edemeden öylece bekledim. Buna aklım değil de başka bir şey karar vermiş gibiydi.

Yüzü görüş açımdan çekilip yana doğru kaydığında kulağıma doğru yaklaştığını anlamam zor olmadı. Birkaç saniye öylece bekledikten sonra, "Yabancılaşan insan ölür gözünde, öyle mi?" diye sordu. Onay bekliyor gibi değildi o yüzden sesimi çıkarmadım. "Söylesene hiç tam anlamıyla yabancı olduk mu biz?" dedi.

Güçlükle kendimi toparlayıp yakınlığını umursamamaya çalıştım. "Olmadık mı?" diye sordum.

Onaylamayan bir ses çıkardı dudakları arasından. "Olmadık. O yüzden ölen ölür, ben kalırım gözünde." dedi. Önce yüzü boyun girintimden, sonra eli kolumdan, daha sonra vücudu görüş açımdan bir anda çekildi ve bir şey söylememi beklemeden pastaneden uzaklaşmaya başladı. Ardıma dönerek az önce dışarı izlediğimiz cama döndüm.

Bir elim bilinçsizce kalbime uzanmaya yeltendiğinde kendime engel oldum ve elimi indirdim. Kalp atışlarımı hissetmek için elimin kalbimin üzerinde olmasına gerek yoktu. Böyle de fazlasıyla hissediyordum. Bu kaderdi. Kader. O ve ben kaderin bir oyunuyla karşı karşıyaydık belki. Belki de hayat bana bir oyun oynuyordu. Bilmiyordum. Anlamak güçtü. Kalbimin neden bu denli hızlı attığını da anlayamıyordum.

Bakış açımdan tamamen çıktığında elim bir kez daha kalbime uzanmaya meyletti ve ben bu sefer kendime engel olmadım. Ardında küçüklüğünü bildiği, şimdiki yaşında yeniden tanıştığı eli kalbinde beni ve rüzgar çanının çıkardığı tiz bir ses bırakmıştı. Bırakıp gitmişti ve ben birini daha bir kez daha görüp göremeyeceğimi bilemeden uzaklaşana kadar izlemek zorunda kalmıştım

*

 

 

 

 

Bölüm sonu.

Loading...
0%