Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@ahmetmithatefendi

Vakamız 1315 senesinde vukua geliyor. Mahall-i vaka dahi İstanbul’da Keşkekçilerbaşı’nda “konak yavrusu” ıtlakına şayan güzel bir evdir.

Vakıa şu “konak yavrusu” tabiri bugünkü günde adeta unutulmuş bir tabir hükmüne girdi. “Konak” kalmadı ki yavrusu olsun. Eski zamandan kalma koca koca konaklar bir yangında yandıkça arsaları parça parça satılarak mahalleler teşkil eyledi. Yanmayanları da verese tarafından evvela enkazı bu ticaretle iştigal edenlere satılıp yıkıldıktan sonra arsaları kezalik yeniden yeniye mahalle olmak üzere parça parça satıldı. Konak da kalmadı yavrusu da. Ama hikâye edeceğimiz vakanın mahall-i vukuu olan yeri biz hâlâ bir konak yavrusu diye tavsif edeceğiz.

Kocaman bir bahçe, dört dönüm kadar, yani altı bin beş yüz arşın bir bahçe. Müteaddit kuyulardan, tulumbalardan maada bir buçuk masura dahi Kırkçeşme suyuyla bir vakit o semtin en mamur konak bahçesiydi. Hikâyemizin zaman-ı vukuunda “konak bahçesi” sıfatına layık olacak ziynet ve mamuriyeti kaybetmişse de sularının mebzuliyetinden ve vaziyet-i arziyesinin cenuba teveccühünden maada meyve ağaçlarının da kesretinden dolayı iki mahir Arnavut bahçıvan bunu isticar etmişler, cayır cayır para kazanıyorlar. Konak bahçeliği zamanında her biri en âlâsından olmak üzere birçok incir, kayısı, erik, şeftali, vişne vesaire ağaçları yetiştirilmiş. Bahçenin şimal ve şimal-i garbi tarafları, yani en muzır soğuk rüzgârların esecekleri taraflar kapalı ve mahfuz oldukları için buranın meyveleri hep turfanda olarak hasıl olur. Arnavutlar bahçenin kirasını bu meyve mahsulünün nısfından ve belki de sülüsünden çıkarırlar. Ağaçtan hâli tarlalara dahi taze soğan, salata, maydanoz, dereotu, sarımsak, rengârenk turplar gibi satışı daimi olan şeylerden maada semizotu, ıspanak, taze bakla, fasulye, patlıcan gibi sebzeler dahi ekerek o kadar para kazanırlar ki, her sene ustaların birisi mahsul-i tasarruf birçok parayla memleketi olan Görice’ye gider ve İstanbul’da kalan arkadaşının hisse-i temettüünü de beraber götürüp ailesine teslim eyler. Bahçıvanlığa zerre kadar vukufu olan ve işten anlayan adamlar için kiraya verilecek şeylerden olmayıp, kendisi işleyecek ve işletecek şeylerdir ama bu bahçenin sahibi erkek değil. Senede altmış lira kira ve hanenin sebze ve meyvesi bedava verilmek şartıyla icar olunmuş.

Bu bahçenin sokak cihetine doğru ortalık yerinde bir konak yavrusu. Haremde on altı, selamlıkta altı oda, birkaçar sofa, güzel bir hamam vesaire. Fakat bir hayli zamanlardan beri adamakıllı bir tamir görmemiş. Boyası tazelenmemiş. Onun için biraz harapça görünüyor. Hayır! Harap değil. Bina pek sağlam. Kerestenin, paranın bol zamanında yapılmış. Gayet sağlam ama gözlere öyle görünüyor. Hele içi pek mamur. Sonraki sahipleri tamir ve tezyin ehemmiyetini daima içlere hasredegeldiklerinden konağın içi hakikaten pek mamur. Hatta en evvelki inşasını tezyin eyleyen tepe camları, sofa sedirleri, musandıralar, çiçeklikler, raflar falanlar kaldırılarak binaya yeni binalar şekil ve sureti verilmeye gayret olunmuş. Vakıa bu gayretteki yanlışlık böyle şeyleri anlayanlara, bilenlere hafi olamazsa da bu hanenin eshabında o gustolar olmadığından hanelerini alafranga yapmak istemişler de bu arzuyla o canım eski letafet-i mimariyeyi zayi etmişler. Bu tahriben tecdit gayreti mefruşatta dahi görülmüş. Eski divanlar, minderler kaldırılmış. Yerine köşeler, kanepeler, koltuklar, sandalyeler konulmuş. Yatak odaları, karyolalar, komotlar, gece servisleri filanlarla doldurulmuş. Aynalı dolaplar, lavabolar dahi unutulmamış. Alaturkadan kâmilen çıkarılıp alafranga edilmiş vesselam. Yalnız binanın eski usul-i mimaride yapılmış olması hâlâ kaybolamayarak yeni iltizam olunan alafrangalıkla bu usulün arasındaki nispetsizlik erbab-ı vukufun gözlerine batıp duruyor.

 

* * *

 

İşte düğünümüz bu konak içinde vukua geliyor. Konakta sakin olan familyayla bir muarefe peyda edelim mi?

Plevne Muharebesi’nde esir olan Miralay Gazanfer Bey’in babası kuzat-ı askeriyeden Yusuf Kenan Bey merhum işte konağı eski usul-i mimariyesinden çıkarıp yeni usule koyan zattır. Konak ona dahi babası İstanbul payelilerinden Sadettin Efendi merhum tarafından irsen intikal etmişti. Galiba Sadettin Efendi bu konağı inşa ettiren olmayıp o dahi eski haliyle satın almış da tamir ettirmiştir.

Plevne Muharebesi’nde esir olan Gazanfer Bey Mekteb-i Harbiyemizin bundan kırk beş sene evvel yetiştirmekte olduğu erkân-ı harbiyenin en güzidelerindendi. Yani ulum ve sanayi-i askeriyece bittabi zamanımıza nispetle nakıs ve fakat ulum-ı riyaziyece zamanımız derecesinde mükemmelse de an-asıl ulemazade olmanın dahi pek büyük bir yardımıyla Arabi ve Farisi’de behresi büyük ve binaenaleyh kitabet-i Osmaniyesi pek mükemmeldi. Haremi Dilşinas Hanım berhayattır. Bir Çerkez cariye olmak hasebiyle tederrüs etmemiş bir ümmiyse de pek güzel terbiye görmüş bir hanımdır.

Zaten de maneviyatı düzgün ve ahlakı uygun olduğundan kendisini herkes sever. Hüsn ü cemal cihetiyle vaktinde benat-ı Havva’nın en namdarlarındanmış. Ancak bilahare kocasının vefatından sonra o kahraman askerin yeis ve matemi badema hayatının mecra-i yegânesini teşkil ettiğinden kırktan öteye geçmiş olan sinin-i ömrüne bir de matem-i daimi acılığı munzam olunca biçare kadıncağız o gençlik revnak ve letafetini bilkülliye kaybetmiş. Hatta “Cami yıkıldıysa mihrap yerindedir,” meselinin de hükmü kalmamış.

Gazanfer Bey, Rusya muharebesinin mukaddematını teşkil eden Sırp muharebesine gitmezden biraz evvelce Dilşinas Hanım’la tezevvüc etmişti. Dilşinas Hanım cariyeyse de yine kuzat-ı askeriyeden birisinin dairesinde adeta evlat gibi bir mevkide bulunduğundan Gazanfer Bey’le vuku-ı izdivacı öyle cariye alım satımı yolunda olmamıştır. Cihazı mükemmelen mürettep bir hanımı istinkah suretinde vukua gelmiştir. Hatta konağın alafranga olarak tefrişi meselesi de bu münasebetle vukua gelmiştir.

Yeni müteehhil bir adamın taze zevcesini bırakıp muharebeye gitmesi vakıa pek acı bir müfarekat sayılır. Lakin din ve millet yolunda telef olan şehit ve kalan gazi olmak tebşiratıyla mübeşşer olan bir Osmanlı askeri için bu müfarekatların da hükmü olamaz, değil mi? Evet gözlerden yaşlar tereşşuh eder, son muanakada yürekler göğüs kafesini paralayıp dışarıya fırlayacaklarmış gibi halecana gelir. Ama bunların cümlesi beşeriyete mahsus ahval-i tabiiyeden olup Müslümanlığa, Osmanlılığa mahsus olan ahval-i maneviye karşısında bunların hiç hükmü kalmaz. Asker her halde vazifesini ifaya gider.

Cenk meydanlarında dönüp dolaşan Gazanfer Bey nihayet Plevne’ye düşer. Şanca birkaç galibiyete faik olan Plevne mağlubiyetinden sonra yirmi bin kadar silah arkadaşlarıyla beraber Rus esaretine duçar olur. Bir hayli zamandan beri İstanbul’la münkati olan muhaberesi hal-i esaretle yeniden başlar. Biçare Dilşinas’ın şuna buna yazdırdığı mektupları okudukça “Muhabere muvasalanın nısfı gibidir,” hükmü ne kadar doğru olduğunu o koca gazi Gazanfer anlayıp teslim eder. Ah ki sevgili zevcesinden gelen mektuplar onun kendi el yazısı değil. Kendi duygularının tercümesi değil. O satırlar, o kelimeler Dilşinas’ın ruhundan çıkmamışlar. Ya birkaç para mukabilinde arzuhalcilerin veyahut komşu çocuklarından birisinin kaleminden dökülmüşler. Zavallı Dilşinas bunlara kadın tabirince “aman çok diller dökünüz” diyorsa da bunların dil dökmeleri kendi tercüme-i ihsasına benzeyebilir mi?

Şu halin Gazanfer Bey’e derece-i tesirini anlamak bizim için pek lazımdır. Zira terbiye-i nisvan hakkında bizce hemen taammüme yaklaşmış olan fikir ve gayret bundan otuz sene mukaddem bu kadar umumi değildi. Kızların yazıp okumaları onların mesturiyet ve mahcubiyete mecbur olmaları kaziyesiyle henüz tevfik edilemiyordu. “Dostuna name mi yazacak?” itirazı henüz pek kuvvetli olup buna mukabil “Hayır. Kocasına mektup yazacak,” sözü bir zaaf-ı miskinaneden kurtulamıyordu. Ezkiya-yı erkan-ı harbiyeden olmasıyla beraber Gazanfer Bey’in dahi talim-i benat gayretini beğenemeyenlerden olmasına isterseniz taaccüp ediniz. Bey her halde kızlara dinlerini, mezheplerini adab-ı İslamiye ve insaniyelerini öğretmek lüzumuna kanaatle beraber öyle eline kalemi aldığı gibi karşısındaki erkekleri durduracak mertebelerde talim-i nisvanı bir türlü zihnine sığdıramıyordu. Ama şimdi şu hal-i esarette İstanbul’dan aldığı mektuplar kendi zevcesinin sözü olmayıp ara yerdeki başka bir kâtibin sözleri olmasından müteessir olunca bu fikri değişti. Nasıl değişmesin ki kendisi dahi yazacağı, yazdığı mektuplarında gönlünün her istediğini o kâğıda koyamayacak. Zira o sözleri doğrudan doğruya zevcesi okumayacak. Ara yerde bir bigâne okuyup Dilşinas Hanım o sözleri o yabancının ağzından işitecek.

İşte bu ahval-i elimenin tazyik ve icbariyle Gazanfer Bey: “Allah’la ahdim olsun ki kız evladım olursa mükemmelen okutturup yazdırayım!” demişti. İşte sözün sırası geldi. Şimdi haber verelim ki Gazanfer Bey Sırp muharebesine gidinceye kadar evladı olmamıştı. Bazen vukua gelirse de giderken zevcesini hamil bırakmak dahi vaki olmamıştı. Esaretten avdeti üzerine sevgili Dilşinas’ıyla tekrar kavuştuğu zaman Cenabıhak, baba olmak saadetiyle dahi kendisini mesut edeceğini tebşir etmiştir. Bir sene sonra Dilşinas Hanım dünyaya bir kız getirerek Gazanfer’in muradı hasıl olmuştur.

Zevcesi kız doğuranların erkek doğuranlar kadar memnun olmamaları hâlâ kesirü’l-vuku olan ahval-i garibedendir. İki nevi evlat arasında bir fark aranacak olursa “hayırlı evlat” olmaları nokta-i nazarından o fark hemen de yoktur. Hatta biraz ince eleyip sık dokunacak olursa kız evladın erkekten nafi olduğu bile meydana çıkar. Zira on beş, on altı sene sonra babasına damat namıyla hazır yetişmiş koskocaman bir arslan getirecektir. Babayı “büyükbabalık” şeref ve saadetine erkek evlattan daha tez nail eyleyecektir.

Bizim Gazanfer Bey dahi zevcesinin kız doğurmuş olmasına erkek doğurmuş olması halindeki sevineceği kadar sevinemediyse de hal-i esarette Allah’la ettiği ahit hatırına gelince memnuniyetinin noksan kalan ciheti itmam olundu. Sevindi. Hem günler geçtikçe sevinci artıyordu. Allah’la ettiği ahdi daima ihtar etsin diye kızının adını Fatma Ahdiye koydu.

Kadın kısmına meram anlatmak biraz güç olur değil mi? Hele kadın Dilşinas Hanım gibi biraz da cahil olursa! “Ahdiye” ismini hiç kimsede işitmemiş olduğundan kadın bu ismi beğenmedi. Kocası bu ismin sır ve hikmetini anlattı. İlk defasında Dilşinas sesini kestiyse de kâni olmamıştı. Zevç ve zevce arasında bu mesele defaatle tekerrür ve teceddüd eyledi. Her defasında da Gazanfer Bey izahat-ı cedideyle kızını Ahdiye tesmiye etmesini, mükemmelen tedris ve talimi için Allah’la etmiş olduğu ahdi ihtar eylesin maksadına mebni olduğunu Dilşinas’a anlatmaya mecbur oldu. Bin teessüf ki Gazanfer Bey bu kadar kuvvetli olan ahdini ifa edemedi. Ahdiye’nin doğmasından bir sene sonra İstanbul’da zuhur eden bir kolera esnasında o zalim hastalıktan irtihalle Dilşinas’ı dul ve Ahdiye’yi yetim bıraktı.

 

 

İşte Keşkekçilerbaşı’ndaki konak yavrusu hanede sakin olan aileyle muarefe peyda eyledik. Bir anayla kızdan Dilşinas ile Ahdiye’den ibarettirler. Bir ihtiyar ayvaz ve mutfakta bir zenciye aşçıyla yukarı hizmetinde kart bir Ermeni karısını da hesaba koyarsak beş nüfustan ibaret bir hane halkı ki o konak yavrusunun yalnız selamlık dairesini işgal edebilerek harem dairesini kiraya veriyorlardı. Bahçeyi isticar eden Arnavutlardan aldıkları ayda altı lira üzerine harem dairesi icarı olan beş lirayı zammederek on bir liraya varan şu mecmu üzerine bir miralay ailesine tahsis olunacak eramil ve eytam maaşını da ilave edince bu aile pek güzel geçiniyordu. 1315 senesinde tahririyle meşgul olduğumuz düğün vukua geldiği zaman kiracıları çıkarmak lüzumu dermeyan olunmuşsa da damat tarafı dahi uslu, akıllı adamlar olduklarından selamlığı teşkil eden altı odaya her halde sığışılacağı hesabiyle kiracıları çıkarmak lüzumu da bertaraf edilmiştir. Hem bu kiracıları ki sekiz on seneden beri ikamet ederek ve kirayı tediye hususunda hiçbir güçlük göstermeyerek adeta familyaya iltihak etmişcesine hoş geçiniliyor.

Evet! Gazanfer Bey ailesiyle muarefe peyda ettik. Ama bizim muarefemiz zamanında Ahdiye Hanım henüz

beşikteydi. Bugünkü günde romanımızın kahramanı olan Ahdiye henüz bir yaşında! Bu muarefe kâfi midir? Beşikten gelin köşesine vusulüne kadar mürur etmiş olan on beş on altı seneyi birdenbire atlayıvermek caiz olamaz.

Çerkez inadı! Bunu bilenler bilir. Bilmeyenlere tarif için şu kadar diyebiliriz ki Çerkez’i inadından döndürmek bir Müslüman’ı dininden döndürmek kadar güçtür. “Ondan da ziyade güçtür,” dersek bile mübalağaya hamletmemelidir. İşte Dilşinas Hanım kızının ismi Ahdiye olmasını hâlâ beğenmiyor. Hatta kızını bu isimle çağırmayıp daima Fatma diye nida ve hitap ediyor. Kiracılar alışmışlar. Dilşinas “Fatma” dedikçe murat Ahdiye olduğunu anlarlarsa da biraz uzakça olan aşinalar daima şaşırıyorlar. Dilşinas Hanım bir Fatma’dan bahsettikçe ondan murat Ahdiye olduğunu birdenbire anlayamayarak bazı istizahda bulunanları bile oluyor.

Lakin kocasının Allah’la ettiği ahit dahi Dilşinas nezdinde böyle bir Çerkez inadıyla iltizam olunmuştu. Hiç o sevgili koca Hak Teâlâ hazretleriyle bir ahit eder ve o ahit irsen Dilşinas’a intikal eyler de Dilşinas o ahdi ifa etmez olur mu? Kendisi ümmi, esasen o dahi kızların tedris ve talimine muteriz ama işin içinde kocasının ahdi var. Zaten bazı hasbıhaller arasında: “Dilşinas şayet ömrüm vefa etmez de bir emr-i Hak vaki olursa sana en büyük vasiyetim Ahdiye’nin okutup yazdırılmasıdır,” demiş! Artık anlaşılıyor ya? Kızının talim ve tedrisi Dilşinas için emr-i İlahi derecesinde bir mecburiyet hasıl etmiş. Kız büyüyor. O büyüdükçe Dilşinas’ın mecburiyeti de büyüyor. Fakat o zamanlar evlad-ı inasın talim ve terbiyesi için vesait bugünkü kadar ne çok, ne mükemmel! Ahdiye’ninse dâr-ı dünyada bir validesinden başka kimsesi yok. Ne amca, ne dayı, ne hala, ne teyze! Bereket versin ki harem tarafında oturan kiracı ailenin de derdest-i talim bir kızı var. Remziye Hanım. Çocuklar henüz altışar yedişer yaşlarındayken iki hemşire gibi civarda en yakın olan ve evlad-ı zükûr ve inası mahluten talim ve tedris eden bir mektebe devam eyliyorlar.

Kızlar on bir, on iki yaşlarına kadar bu mektebe devam ettiler. Yeni usu1-u tedrisin bahşeylediği teshilat sayesinde okudular, yazdılar. Birkaç hatimden maada usul-i tecvid-i Kuran’ı da öğrendiler. Amal-i erbaa derecesinde hesap bile yaptılarsa da taksim ameline bir türlü akıl erdiremiyorlardı. Coğrafyayı da duvarda asılı olan bir harita üzerindeki isimleri okumak derecesinde gördüler. Ha, bakınız ilmihali pek güzel öğrendiler. Dinin farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini, müstahablarını, haramı, mekruhu her şeyi pek mükemmel öğrendiler. Hem de tahsilin bu cihetinde Dilşinas Hanım’ın büyük bir muaveneti oldu. Hanımın ümmiliğine nazaran buna şaşırdınız mı? Hiç şaşılacak yeri yok. Dilşinas için yegâne ilim bundan ibaret olup kendisi de öğrenmek istiyor. Her akşam: “Ey Fatma! Söyle bakayım bugün ilmihalden ne öğrendin? Ben de öğrenmek istiyorum kızım!” diye Ahdiye’yi önüne oturtur, söyletir, dinler. Dinlediği şeyleri beller de. Şayet anlayamadığı, belleyemediği yerler varsa başka vakitler tekrar sorar. Mutlaka öğrenir. İşte bu musahabe dersleri Ahdiye’ye de mükemmelen belletir. Malum a, insan okuduğu zaman tamamıyla belleyemediği şeyleri bilahare kendisi başkalarına okuttuğu zaman anlar, beller.

Kızların on bir, on iki yaşlarına kadar bu mektebe devam eylediklerini haber verdik. Ya ondan sonra? Vakıa kiracı aile: “Baş örtüsüyle gidebilirler.” mütalaasında bulunduysa da Dilşinas Hanım bu mütalaalara gelemiyor. Onun nazarında on bir, on iki yaşındaki kızlar adeta kadındırlar. Hem asıl mesele bunda değil; tahsilin bundan ilerisi o gittikleri mektepte de yok. Bazı eş dost: “Darülmuallimat’a verilmeli,” diyorlar. Darülmuallimat’a mı? Allah esirgesin. Dilşinas’ın Darülmuallimat’a giden kızlar hakkındaki nazarı pek fena! Birçok zevzeklerin bilerek bilmeyerek Darülmuallimat talibatının serbestlikleri, açık saçıklıkları daha bilmem neleri neleri hakkında söyledikleri masallara Dilşinas Hanım tamamıyla sahihdir diye kail olmuş. Hiç kızını Darülmuallimat’a gönderir mi? Hatta harem dairesindeki kiracılara bile göndertir mi?

Ahdiye’nin kütüphanesini hemen tamamıyla Muhammediyeler, Ahmediyeler, Battal Gaziler filanlar teşkil ediyor. Yeni romanlar oraya girmek şöyle dursun Âşık Garipler, Şah İsmailler, Keremler bile girmiyor. Vaktiyle bir kere Dilşinas Hanım bunlardan birisini okudukları zaman dinlemiş, âşık bilmem kimin rüyada cam-ı aşkı nuş ettiğini işiterek Türkçesinin de kılletinden naşi anlayamayıp kadınlardan istizah ettiği zaman: “Rüyasında maşukası olan kızı görmüş de can ve gönülden âşık olmuş.” cevabını aldığı zaman bu hikâyeler hakkında ilk husumetini peyda etmişti. Hikâyenin daha ilerlerinde âşık ile âşıkanın sazlarla muşaere ettiklerini görüp işittiği zaman kendisi bile dinlemeye tahammül edememişti. Bunları kızına nasıl okutsun? Kocakarı masallarında böyle aşka, muhabbete dair olan mebahis bile Dilşinas’ı bizar eyliyordu. Ahdiye’nin kütüphanesindeki kitaplar meyanında okutup dinlemekten validesinin en ziyade lezzet aldığı kitap Eyüp Sabri Paşa merhumun Mahmudü’s-Siyer nam kitabıydı. Hazret-i Resul-i Ekrem’in siyer-i şerifesine dair olan bu kitabı Ahdiye’ye birkaç defa okutmuş ve birçok yerlerini ağlayarak dinlemiştir.

İlk mektepten çıktıktan sonra pek de uzak olmayan komşulardan Hoca Abdüllatif Efendi namında bir zat bulundu. Zaten büyücek bir mektebin Arabi ve Farisi muallimi olan bu ihtiyar adam ziyadesiyle de hüsn ü hal sahibi olduğundan epeyce hatırı sayılır bir ücret mukabilinde haftada üç gün iki kıza ders vermeye tayin edildi. Leyali-i muayyenede gelir, başları örtülü olan çocuklara Arabi’den ve Farisi’den birer ders verirdi. İşte Ahdiye’nin lisanca olduğu gibi fikirce dahi terakkiyatını temin eden tederrüs ve teallüm bu olmuştur.

Validesinin ika ettiği mümanaatlar Ahdiye’yi âsâr-ı cedide mütalaasından katiyen mahrum bıraktığını zanneyler misiniz? Ahdiye fıtraten zeki bir kızdır. Hem de bir “içli kız”dır. Refikası Remziye zekâda kendi derecesinde değilse de cüret ve cesarette kendisine bile faiktir. Bahusus ki Remziye, Ahdiye kadar baskı altında olmadığından âsâr-ı cedideyi birer birer edinmekten nefsini mahrum etmiyor. Bu yeni yeni eserlerin akla, imkâna muvafık olan hikâyatını istimadan ailesi dahi mütelezziz oluyor. Ahdiye bu telezzüze iştirak eyliyor ama kendilerinin sakin oldukları selamlık dairesinde değil. Oraya bu yolda âsârın girmesi katiyen memnu. Kiracıların sakin oldukları harem dairesinde okuyor. Dilşinas Hanım’dan bu işi mektum tutuyorlar. O kadar mektum ki bazen komşuları nezdine geldiği zaman o kitapları görmüyor bile.

Bu halde validesi tarafından ika edilmek istenilen memnuiyet Ahdiye hakkında pek hayırlı olmuş bulunduğuna şüphe etmezsiniz. Yalnız Remziye’nin nail olduğu müsaade dahilinde yetişmiş olsaydı Müslümanlığa dair olan terbiyeden mahrum kalarak sırf yeni fikirler içinde yetişmiş olurdu. Yeni fikirler içinde! Anlıyor musunuz? Bunu pek iyi anlamanızı arzu ediyoruz. O yeni fikirlerin en aşağı dereceleri bile bazı müşkülpesentleri bihakkın düşündürmektedir. Halbuki yeni fikirlerin yüksek dereceleri o kadar müthiştir ki o derecelere varanlara “Müslüman” demek yalnız “Müslümanım” diye ikrarlarından dolayı mümkün olabilip, tasdikleri araştırılacak olursa hiç de mümkün olamayacağı görülür. “Hafazanallah tanassur etmişler,” mi diyeceğiz? O yeni fikirlerde Nasraniyet dahi yoktur. Fikirleri o dereceye kadar tevessü edince Nasraniyet dahi kalmaz. Bunlara “Avrupalı” demek belki caiz olabilecekse de sözün doğrusunu söyleyelim ki terakkiyat-ı fikriyenin o derecesi Avrupa’da mehasin-i ahlak gayretinde bulunanlar nezdinde de istihsan edilememektedir. Hikâyemizin ilerilerinde bunlardan da bir numuneyi görerek şurada ahvalini tasvir ettiğimiz Ahdiye’yle farklarını muvazene edebileceğiz. Bizim Ahdiye yeniyi, eskiyi meze ederek hakikaten mükemmel bir talim ve terbiye dahilinde yetişmiş bir kız oluyordu. El hüneri olarak biçip dikmek ve nakış ve dantela yapmak derecelerini buldu. Yalnız müzikadan bilkülliye mahrum kaldı. Muannid Çerkez nezdinde müzikanın şeytan sadası olduğu itikadı öyle yerleşmiş ki kerpetenlerle söküp çıkarmak kabil değil.

 

* * *

 

İşte 1315 senesinde Keşkekçilerbaşı’ndaki konak yavrusu hanede vukua geldiğini hikâyeye başladığımız düğün bu Dilşinas Hanım’ın kızı bu Ahdiye Hanım’ın düğünüdür.

“Kime veriliyor?” mu diyeceksiniz?

Hikâyenin bu ciheti şu kısmımızdan başka kısımlara aittir. Yeri gelmeden bir bahsi diğerine katmak hikâyenin tadını kaçırır. Zaten düğün esnasında şunun bunun ağzından buna dair bazı sözler işiteceğiz.

Bir çarşamba akşamını bir perşembe sabahına isal eden gece Ahdiye Hanım’ın kına gecesi oldu. Hariçten çalgı getirmek, hele çengi oynatmak gibi şeyler Dilşinas Hanım’ın hanesine sığar mı?

Çalgısız çağanasız düğün de olmaz. Artık Dilşinas’ın itirazlarına bakılmayarak bir kibar komşudan güzel bir piyano getirildi. Yine komşu hanımların utları, kemanları, yalnız birisinin mandolinası ve birkaçının tefleri saz takımını teşkil etti. Dilşinas Hanım böyle bir meserret gününde para sarf edemeyecek kadar fakir değil. Ahdiye’nin yetimliği, sabaveti müddetinde ailenin servet-i asliyesi eksilmek şöyle dursun Dilşinas’ın iktisat ve tasarrufu semeresiyle arttıkça artmış bile. Binaenaleyh kına gecesi için uzaklardan davet edilmiş olan hanımlara yemekler verildi. Geceye mahsus olacak meyve tepsileri pek mükellef ve mükemmel surette hazırlandı. Şerbetlere, şekerlemelere, pastalara, dondurmalara varıncaya kadar her şey düşünüldü. Yatsı namazını kılacak olanlar kıldıktan sonra fasla başlandı. Her biri bir başka ustadan meşk etmiş bulunan ve hemen hiçbirisi tarafından usul-u musikiyeye riayet vazifesi düşünülmemiş olan hanımlar beş altı saz birden fasıl ettikleri zaman musikada matlup olan birlik ve taktıa-i muntazama hususunda büyük büyük kusurlar ediyorlarsa da müzikanın dekayıkına vâkıf hanımların nedreti hasebiyle iş bu usulsüzlüğün kimse farkında olmuyordu. Piyanonun diyapazonuyla sazların diyapazonları arasında akort hasıl edebilmek bu hanımların kârı olabilir mi? Bu halde ince sazların piyanoya refakat edebilmeleri ihtimalin haricine çıktı. Piyanistler nöbet nöbet ayrı çalıyorlar. Bazılarının ustaları parmakları bozulmasın diye!.. Alaturka hiçbir şey öğretmemişler. Alafranga marşlar, polkalar, valslar çalıyorlar. Hatta bazı müterakkileri opera ve operetlerin en kolay parçalarını da çalabiliyorlar. Ama usul denilen şey alafrangada da var. Buna ne kadar riayet ettiklerini ve falsolarının azlığını çokluğunu kim fark edecek? Mevcut hanımların hemen kâffesi nezdinde alafranga müzika bir gürültüden ibaret olmak üzere telakki ediliyor.

Bazı taze kızlar ve hemen kızlar kadar taze kadınlar raks hevesini de izhar ettiler. Dilşinas Hanım’ın itirazlarına artık kim bakar? Bizim eski alaturka rakslarımız hanımlar nezdinde dahi şayan-ı istihya görülmeye başladılarsa da alafranga rakslar gereği gibi moda hükmünü almışlardır. Hele polkalar epeyce umumileştiler. Lakin piyanistlerden bazılarının çaldıkları polka havalarına raksçı hanımlar ayak uyduramamaya başladılar. Kabahat çalanlarda mı oynayanlarda mı olduğuna dair tekevvün eden mubahaseyi çaldığı polkanın tempolarını dürüst çalabilen bir iki hanım halledebildiler. Bunlar çaldıkları zaman oynayanlar adeta gereği gibi dürüstçe oynuyorlardı.

Gece ilerledikçe alaturka raks etmek hevesleri de arttı. Oynamaları rica olunan hanımlar ziyadesiyle nazlandılarsa da bazı yaşlıca hanımlar tarafından dahi mazhar-ı teşvik olunca mahcubiyeti bertaraf eylediler. Bu defa dahi alaturka müzikanın usulündeki mübalatsızlık bunların raksına mâni oluyordu. Yörüksemai usulüyle raksa alışmış olan hanımlar aksak usulüyle raks edemiyorlar. Zaten sazlar da bu usulün hakkını veremiyorlar. Bir mubahase dahi bu yüzden zuhura geldi. Her taraftan lakırdıya karışıldı. Nihayet en yaşlı hanımlardan birisi: “Sazları bırakınız. Sesle okuyarak ve el çırparak raks olunsun,” deyince, alaturka raks dahi bu suretle düzeltilmiş oldu. Maahaza pek güzel eğleniliyordu. Hele bazı hanım kızlar Peruz gibi Eleni gibi tiyatrolarda okudukları kantolarla erkeklerden ziyade kadınlar meyanında şöhret kazanmış olan aktrisleri pek güzel taklit eylemiş olduklarını bu gece ispat ettiler. Zavallı Dilşinas Hanım hiddetinden terler döküyorsa da kime meram anlatacak? Damadın validesi makamına kaim olan kırklık, kırkbeşlik Zeliha Hanım’la biraz dertleşecek olduysa da hanımı kendi fikrine celp edemeyeceğini görüp buna dahi haylice üzüldü. Halbuki taze kızlar yalnız o kantoları belki de o aktrislerden daha güzel okumak suretiyle değil, bazı kantolara mahsus olan raksları icra suretiyle dahi isbat-ı maharete gayret ediyorlar. Bu maharetler pek beğenildi. Alkışlandılar. Gece yarısından sonraya kadar müsamere devam eyledi. O kadar eğlenildi ki ertesi gün yüz yazısı olmasaydı eğlencede sabaha kadar devam olunacaktı da kimse şikâyet etmeyecekti. Bulunsa bulunsa bu eğlencelerden yalnız bir müşteki bulunabilirdi ki o dahi Dilşinas Hanım olurdu. Adi bir müzikayı bile havsala-i kabulüne sığdıramayan bu kadıncağız ne alaturka, ne alafranga raksları hiç zihnine sığdıramıyor. Hele o tiyatro kızlarını takliden o kantoları bütün bütün edep dairesinden hariçte buluyor. Kimseye meram anlatamayacağını bildiği cihetle sükût ediyorsa da içinden ateş dereleri çağlıyor.

Acaba Dilşinas Hanım bu nefretinden dolayı haklı görülebilir mi?

Kimsenin fikrine itiraz olunamaz. Fikrinden dolayı kimse muaheze edilemez. İşte başkalarına mâni olmuyor ya? Bununla iktifa etmeli. Şu kadar ki böyle şeylerde Dilşinas Hanım görgülü bir kadın olsaydı da başka emsaliyle bu kına gecesini mukayese etseydi bunu en ehven, hakikaten kibarane bir cemiyet olmak üzere telakki ederdi. Bu mukayese için iki makisünaleyh bulurdu. Birisi eski zaman kına geceleri, diğeri de yeni zaman.

Eski zaman kına gecelerinde “çengi” denilen cemaat-ı rezilenin “oyun çıkarmak” tabiriyle komedya yollu yaptıkları şeyler temaşasından hakikaten haya edilecek rezaletlerdi. Çocuk olduğumuz halde hatırlarımızdan bir türlü çıkamaz. Çenginin birisi erkek kıyafetine girer, dudakları üzerine bir de bıyık resmeder. Yine kendilerinden kızlar, kadınlarla o kadar rezaletler yapardı ki o zamanın perdelerinde Karagöz’ün rezaletlerini de geçerdi.

Yeni zamanın bazı kına gecelerini hiç sormayınız. Hele birtakım erkek çalgısı da olursa var ya! Hele kına gecesi esasen kadınlara mahsus olmak üzere tertip olunmuş bulunduğu halde hısımdan, akrabadan, konudan komşudan bazı delikanlılar dahi mücerret uzaktan!.. dinlemek için selamlık tarafında bulunurlarsa var ya! Bunların bazıları hakkında kulaklarımıza o kadar sesler gelmiştir ki ne bilelim ama yalnız Müslüman değil gayrimüslim düğünlerinde dahi ahvalin o türlüleri istibat olunur. “Yeni fikirli” ve “yeni terbiyeli” haniya şu “alafranga” kızlar! Daha evvelce bu kızlardan oldukları halde bilahare kadın olmuş bulunan alafranga hanımlar! Bunların serbesti-i ahraranesinin bihakkın tasviri emrinde Hüseyin Rahmi’nin o kalem-i püriktidarı bile aciz kalır.

İşte bu eski ve yeni kına gecelerine kıyasen bu akşamki kına gecesi hakikaten Osmaniyane ve edibane bir kına gecesi olmuş ve herkes pek güzel eğlenmiş olduğundan ne serbazlığın ifratından, ne de taassubun tefritinden dolayı bihakkın muaheze edilecek hiçbir şey görülmemiştir. İşte bunun için dedik ki ertesi gün yüz yazısı olmasaydı eğlence sabahlara kadar devam edecekti de kimse şikâyet etmeyecekti. Nasıl şikâyet olunabilir ki gece yarısına doğru çocuklar uyumuşlardı. Bu misillü kadın cemiyetlerini haşarılıklarıyla bizar eden o mini mini muaccizler birer tarafa büzülüp gürültüleri, patırtıları ortadan kalkmıştı. Lakin ferdanın yüz yazısı olması nısfülleylden biraz sonraca eğlenceye hatime çekti. Gece yatısına davetli olmayan yakın komşular çekildiler. Konak yavrusu hane geniş olduğu için gece yatısına kalacak olan hanımlar bazı kına gecelerinde olduğu gibi arzani serilmiş olan yataklara üçü dördü bir yerde yatırılmak mecburiyeti bu kına gecesinde görülmedi. Kiracı hanımlarla Dilşinas Hanım’ın yatak takımları zaten lüzumundan fazla oldukları gibi eşden dosttan dahi bilistiane misafirler pek ferih ve fahur yatırıldılar.

 

* * *

 

İnsan alıştığı yataktan başka yerde yatarsa yerini yadırgar. Hele her zamanki uyku zamanı geçerse yerini yadırgamaktan ziyade uykusu gecikir. Bunu herkes böylece tecrübe etmiştir. Değil mi? Bu gece şu hal uzacık yerlerden davet ve celp olunmuş bulunan bu misafir hanımlar nezdinde de vaki oldu. Bazı odalara serpilmiş olan üçer dörder yatak içindeki hanımlar epeyce yuvarlanıp çabalandıkları ve uykuyu almak için gereği gibi çalıştıkları halde o tatlı uykuyu bir türlü celp edemiyorlardı. Bazıları karanlıkta uyumaya alışkın olduklarından yanmakta bulunan gece kandilinden bizar olurlarsa da kendi hanelerindeki hükümleri burada geçmez ki o rahatsızlığı defediversinler.

İmdi aradan beş on dakika sükûtla geçtikten sonra iki yataktaki hanımların yataklarının kenarlarına kadar gelerek güya diğerlerini rahatsız etmeksizin konuşabilmek ihtiyaçları baş gösterdi. Hatta “diğerleri” dediğimiz zevat dahi yavaş yavaş bu yolda musahabeler teşkil eylemeye koyuldular. İşte bu suretle beş altı odanın beş altısında da hususi muhavereler meydan aldılar.

Bu beş altı odalardaki muhaveratı aynen kayıt ve zapt etmeye imkân mevcut olsa dahi lüzum yoktur. Bunlardan bazı en mühimce olanlarını ihbarla iktifa edeceğiz:

Bir odanın iki yatağı arasında cereyan eden sözler şöyle eğlenildiği böyle hoşlanıldığı vadilerini geçtikten sonra iki hanımdan birisinin: “Hepsi âlâ ama rivayete göre damat Nurullah Bey pek mükemmel tahsil görmüşmüş. Müzikasıyla, resmiyle bir tahsil ki adeta Avrupalı. Zavallı Ahdiye pek iyi bir kızsa da tahsil ve terbiye cihetinden Nurullah Bey’e küfüv addolunmuyor. Birisi pek alafranga, öteki pek alaturka. Dilşinas Hanım’ı bilmez miyiz! Onun kızı!” tarzındaki mülahazasına diğer hanım: “Vakıa orası öyle. Şu kadar ki Ahdiye boylu poslu, kaşlı gözlü gayet güzel bir kızdır. Beğenmemek kabil midir?” yollu mukabele etmiştir. Diğer bir odada iki yatak arasında:

“Bence şu kız şu oğlan birbirine pek layıksalar da Dilşinas Hanım’ın damadı Nurullah Bey’den hoşlanacağını pek de ümit edemem. Zira Dilşinas Hanım alafranganın gayet düşmanı olup damatsa tamamıyla alafranga bir adam olduğunu söylüyorlar.” Her söylenene inanılmazsa da: “Ah! A kardeşim! İş tamamıyla bunun aksinedir. Nurullah vakıa pek mükemmel talim ve terbiye görmüş delikanlıysa da kadınlar hakkındaki tecrübesi iktizasınca öyle pek alafranga ailelerden hoşlanmıyormuş,” yollu bir muhavere cereyan ederek Nurullah Bey’in Ahdiye’yi beğenmesi alafranga namıyla alaturkayı bütün bütün unutmuş adeta Frenkleşmiş olan ailelerden hoşlanmadığından neşet eylediği dermeyan olunuyordu.

Kezalik bir diğer odada dahi üç hanım arasında cereyan eden muhaverede birisinin: “Dilşinas Hanım’ın hal ve vakti yolunda, hem de gereği gibi yolundaysa da Nurullah Bey henüz bir baltaya sap olmamıştır,” yollu mülahazasına ikincisi: “Fakat babası hiç de züğürt değildir. İradıyla pek âlâ geçinir. Kirli çıkı bir adamdır,” diye mukabele etmişse de bu mukabele hüküm götüremeyip üçüncüsünün: “Zenginlik başka, zengin olmaya namzet olmak yine başkadır. Bir genç adamın zenginliğine hiç itibar etmemeli. Servetini sefahat yolunda mahvedebilir. Asıl talim ve terbiyesine bakmalı ki züğürt dahi olsa muhtaç olduğu serveti kendisi kazanabilir. İşittiğime göre Nurullah Bey hukuk mektebinden ikincilikle çıkmıştır. Böyle bir delikanlı mehakim-i adliyede en büyük memuriyetlere namzet olup hiç memuriyete geçmeyerek yalnız vekâlet edecek olsa yine büyük büyük paralar kazanabilir,” yollu verdiği izahat diğer ikisini de ikna edebilecek hakayıktan addolundu, insanlar nikbinlik fıtratından ziyade bedbinlik fıtratıyla meftur olduklarına nazaran şu muhavereleri icra eden hanımların en terbiyeli en nik-endiş zevattan olduklarına şüphe kalmaz. Zira muhaverelerin hulasa-i hükümleri gelin ve damadın aleyhlerine olmaktan ziyade lehlerine olmak üzere kabul olunabilir. Yalnız bir odadaki muhavere bu kabulün haricine çıkacak bir surette vukua gelmiştir. Muhaverenin mukaddematı yine Nurullah’la Ahdiye’nin birbirine liyakat ve adem-i liyakatları hakkında baş gösterip sonlarında gayet zeki, mütecessis, ahval-i âlemden haberdar olmak iddisıyla müddei bir hanım: “Hemşireler! Sizin bilmediğiniz şeyleri de ben biliyorum. Ahdiye ve Nurullah birbirine layık olsunlar, olmasınlar. İş bunda değildir. Bu işin içinde başka başka bir roman vardır. Adeta bir roman! O romanın aşk ve muhabbet cihetinden bir kahramanı Nurullah’sa da öteki kahramanı Ahdiye değildir. Ondan başka birisidir. Eğer benim bildiklerimi Dilşinas Hanım bilseydi mümkün değil Ahdiye’nin Nurullah’la nikâhına razı olmazdı. O meraklı kadın bilahare kızının başını ateşlere yakmak hususunda zerre kadar bir ihtimalden ürker. Dâr-ı dünyada bir Ahdiye!” sözlerini meydana koyunca muhatap hanımları bir hayret bürüdü. Bildiği ne gibi şeyler olduğunu hiç olmazsa biraz çıtlatması diğer hanımlar tarafından ne kadar rica edildiyse de bilgiç hanım mümkün değil hiçbir şey çıtlatmadı. Bir kadının ketm-i esrar hususunda bu kadar sebat edebilmesi kabil midir? Kadın kısmının ağzında bakla ıslanmayacağını pekâlâ bilen diğer muhatap hanımlar bilgiç hanımın bu ısrarını görünce zahiren bir şey diyemedilerse de içlerinden bu hanımın adeta bilgiçlik tasladığına, yani yalancıktan bir balgam attığına hükmederek muhaverelerini bittedriç sükûta vardırdılar.

* * *

 

Tulu ve gurubuyla perşembe gününün hududunu tayin edecek olan güneş epeyce bir vakitten beri tulu etmişti. Yevm-i pencşenbih, Ahdiye’nin yüz yazısı günü hulul eylemişti. Kına gecesi meşgalesiyle geç uyumuş olan düğün halkı pek erken kalkabilirler mi? En gayretlilerinden birkaç hanım kalktılar. Diğer birkaçını daha kaldırmaya lüzum ve mecburiyet gördüler. Zira gelinin tuvaleti icra olunacak.

Büyücek bir oda alelusul kahve odası ittihaz olunmuştu. Uykudan kalkanlar birer ikişer bu odaya geliyorlardı. Biraz sonra odada hayli cemaat peyda oldu. Gelenlere takdim olunacak şey yalnız kahveden ibaret değildi. Çay, tereyağı, birkaç türlü peynir, zeytin, süt, birkaç türlü reçel hep şu “sabah kahvesi” nam-ı umumisi altında yad olunan hazırlığın ecza-yı mütemmimesindendi. Hanımların meratib-i medeniyesine göre her biri istediği şeyi ya emredip getirtiyor yahut kendisi alıp tenavül eyliyordu.

İlk musahabe-i subhgahiyi teşkil eden sözler geceki kına gecesi eğlenceleri olmak tabiidir. Şöyle eğlenildiğine, böyle eğlenildiğine dair sözler ki müzikalara, rakslara dair intikadata kadar da varılıyor. Bazı hanımlar gerek müzikanın ve gerek raksın alaturkasını ve diğer bazıları alafrangasını sevdiklerinden bahsediyorlar. Birisini sevenler, diğerini hiç sevmiyorlar, zemmediyorlar. Ama sözün doğrusu hanımların en çoğu ne sevdiklerini bilerek seviyorlar, ne sevmediklerini bilerek sevmiyorlar. Yalnız bir iki tanesi var ki sevdiğini ve sevmediğini bilerek seviyor veyahut sevmiyor. Şu kadar ki müzika ve raksın gerek alaturkasını ve gerek alafrangasını sevmek veyahut sevmemek için evvel be evvel bunların bihakkın icrasına lüzum gösteriyorlar ki asıl en doğru söz bu söz olduğuna şüphe edilemez. Öyle değil mi ya? Bir şey alaturka olsun alafranga olsun fena icra olunduğu halde elbette sevilmez. İyi icra olunduğu halde elbette sevilir. Gariptir ki sevmek hususunda reylerin en çoğunu kazanan kantolar oluyorlar. Kantoları sevmeyen hemen hiç yok. Sevdiklerinin sebeplerinden bahsetmiyorlarsa da kari ve karielerimiz pekâlâ anlarlar ki alafranga taraftarı olanlar bunları alafrangaya benzeterek sevdikleri gibi alaturka taraftarı olanlar dahi bunları alaturkaya benzeterek seviyorlar. Hakikat-i halde bunlar ne alafrangadırlar ne alaturka! Müzikadırlar vesselam! Şen müzikadırlar, kolay müzikadırlar. Bu şenlikleriyle bu kolaylıklarıyla elbette hoşa giderler. Ağır ve güç müzikaları beğenip hoşlanmak kudret ve istidadı herkeste bulunabilir mi? Müzika dahi edebiyat gibidir, edebiyatın mizah kısmı pek kolay, pek şen olduğundan herkes anlar, herkes beğenir. Fakat iş edebiyat-ı aliyeye intikal edince anlayanların adedi azala azala abdülumum hiç de beğenilecek şeylerden addolunmaz.

Kahve odasında sabah kahvesi musahabesi şu surette başlayıp bir hayli devam dahi ettikten sonra musahabe adeta bir müzakere suretine tahavvül etmeye başladı. Gelini kim giydirecek? Hanımlardan birisi: “Keşki bir modistra getireydik,” diyecek olduysa da diğer hanımlar ve bahusus en şık hanımlar: “A canım! Modistra elbise dikmesini bilir. Ama giymesini bilir mi? Fakir kadınlar, kızlar kendileri ne zaman, ne giymişler ki giyinmesini bilsinler? Provalarda bin türlü kusurlarını bularak uzun uzadıya tarifatla tashih ettirmeyecek olsak elbisemizi dikemeyecekler de. Gelini giydirmek bizim işimiz!” diye bu temenniyi reddettiler. Hem de bihakkın reddettiler. Avrupa’da dahi en büyük modistralar bile “elegante” bir madam kadar giyinmesini bilmezler. Giyinmek hüneri asıl tiyatro artistlerinde bulunursa da bunlara dahi telebbüs dersi verecek madamlar hiç de nevadirden değildir. Hele bizim burada reyleri mesmu olacak modistralarımız yok hükmündedirler. Buna mukabil giyinmesini pekâlâ bilen hanımlarımızın miktarı çok ve hem de pek çok olduğundan Ahdiye’yi giydirmek için modistraya ihtiyaç göstermeyen hanımların şu davaları hodpesentliğe asla hamlolunamaz.

Tazelerden, şıklardan beş altı hanım gelin giydirmeye ayrıldıkları sırada epeyce yaşlılardan iki üç hanım dahi cihaz sergisini düzeltmeye ayrılmışlardı. Vakıa daha pazartesi ve salı günleri Dilşinas Hanım birkaç ahbabının muavenet-i müşaveraneleriyle gelin odasını, yatak odasını tanzim etmiş ve gecelik takımını şuraya ve paçalık takımını buraya, hasılı her şeyi yerli yerine koymuş ve koydurmuşsa da görgüleri kendisinden ve müşavirlerinden daha pek çok ziyade olan o iki üç hanımlar bunlarda bir hayli kusur bulduklarından ve buldukları kusurları diğer gustolu hanımlara dahi tasdik ettirdiklerinden cihaz ekspozisyonunda şöyle bir tashihe gerçekten lüzum olduğunu adeta ittifak-ı ârâyla hükmolunmuştu. İşte bu iki üç hanım cihaz yerleştirilmesini tashihe gittikten sonra gelin giydirmeye intihab olunan hanımlar dahi yerlerinden davrandılar.

 

* * *

 

Cihaz yerleştirmek kolay ama gelin giydirmek o kadar kolay mı ya? Bu iş hemen hemen sanayi-i nefiseden addolunur. Hele gusto denilen hakem dahi buna karışır ki sanayi-i nefiseden madut gösteren müşkilatı bu gusto meselesi bilkülliye arttırır. Bahusus iş yalnız bir iki reye bırakılmayıp da altı yedi rey işe karışacak olursa müşkilat daha başka bir suret kesp eder. Her rey saib olabilir mi? Arayı mütehalifeden yalnız birisi saib olmak ve diğerleri gayr-ı saib kısmında kalmak ahval-i tabiiyedendir. Fakat reyinde isabet görülmeyen hanımların reyleri nasıl reddedilecek? Birisini bile darıltmak nezaket-i nisvaniyeye sığmaz.

İşte biçare Ahdiye bu arayı mütehalife içine kendisini kaptı koyuverdi. Sanki bir mankenmiş de kendisinin ağzı dili yokmuş. Kendisini ilbas edecek olanlar ne derlerse ittibaa mecburmuş gibi bir teslimiyet-i tamme!

Zaman her şeyi taklib ve tahvil eylediği gibi şu gelin giydirmek meselesini dahi o kadar tahvil etmiştir ki büyük babalarımızın valideleri veyahut kaynanaları bugün gelip de gelin ilbasını görecek olsalar başka bir milletten gelin giydiriyorlar zannına düşerler. Bir zaman gelinlerin yüzlerini yazarlardı. “Yüz yazısı” namıyla bu ameliyatın elyevm yalnız ismi kalmışsa da cismi bilkülliye münadim olmuş değildir. İstanbul’ a pek yakın yerlerde, mesela Çanakkale gibi İstanbul’un bir mahallesi olan mahallerde bile hâlâ gelinlerin yüzlerini yazarlar.

Bu “yüz yazmak” ne olduğunu bilir misiniz? Bilmezseniz dahi tekdir olunmazsınız. Taşralar ahvaline vâkıf olanlar bilirler. Efendim! Evvela gelinin yüzünü yolarlar. Ne o? Taaccüp ettiniz ha? Siz taaccüp ededurunuz, biz hikâyede devam edelim: Evet! Evvela gelinin yüzünü yolarlar. Haniya şu deri üzerinde ayva tüyleri yok mu? Haniya cildin en güzel ziyneti ki ziyaya mukabil peyda ettiği vaziyetlerle her kıl üzerinde hemen hurdebini denecek kadar hafif elvan-ı kuzahiye izhar eden ince tüyler! İşte onları yolarlar. Bunun için şeker veyahut pekmezi kestirip akide şekerinin mayası demek olan ağdayı vücuda getirirler. Sonra bu ağdayı yüzün derisi üzerine yapıştırıp kıllar güzelce sarsın diye biraz zaman terk olunduktan sonra bir ucundan çekip çatır çatır koparırlar. Bunun ne vecanak bir amel olduğunu o acıyı çekmiş olanlardan başka kimse bilemez. Ağda yüzden koparıldığı zaman o güzelim ayva tüyleri ağdaya yapışmış olarak koparılan kökleri ağda üzerinde ayan beyan görülürler. Gerdandan baş saçları hizalarına kadar yüzün her tarafına birçok defalar bu belalı sakız yapıştırıla yapıştırıla yüz tamamıyla yolunduktan sonra derisi tıpkı tefler üzerine gerilmiş kursaklar gibi parıl parıl parlar.

İşte yüz bu suretle yolunduktan sonra üzerine bir kat beyaz düzgün ve onun üzerine de bir kat koyu zamk sürerler. Haniya şu kâğıt yapıştırmak için eritilip mayi haline konulmuş olan zamklar yok mu? İşte öyle bir mayi gelinin yüzüne sürerler. Badehu gayet ince kırkılmış gümüş veyahut altın gelin telleri ve beyaz ve sarı ince pullarla yüzünü nakşetmeye başlarlar. Mesela alnı üzerine çifte ay yıldız ve yanaklar üzerine mühr-ü Süleyman ve çeneye bir devair-i müttehidülmerkez gibi eşkal-i acib ve garibeyi resmederler ki şu halde gelinin yüzü bir nikab-ı acible tastamam örtülmüş olur. Ne korkunç şey! Değil mi? Ama o zaman bu yüz yazısı güzel olmak gayretinde bulunan kadınların can attıkları bir tuvaletti. Hatta biz yalnız tellemeyi pullamayı söyledik de kaşların simsiyah ve yanak ve dudakların kıpkırmızı boyandığını ve gözlere çekilen sürmelerin uçları kulaklara doğru uzatılıp götürüldüğünü yazmadık.

Buna kadınlar mütehassir olmakla beraber o zamanların teşrifat-ı nisaiyesi bu tuvalet için her kadına müsaade vermezdi. Yüzün tamamıyla yazılması yalnız geline mahsus olup gelin olan kız derece-i karabetine göre bazı kadınlara yalnız alınlarını yazmak için müsaade olunabilirdi.

Bu müstekreh âdet kalktıktan sonra yerine bundan daha ehveni, daha güzeli kaim oldu. Bugün için “yüz yazısı” namı baki kalmakla beraber yeni çıkan şeye “gelin başı bağlamak” namı verildi. Bu vazife hamam ustalarına tevdi olunup ifa edene de “kutucu usta” denildi. Gelinin yüzü iptidalarında yine yolundu. Yine düzgünlendi. Fakat teller pullar yerine “yapıştırma” denilen murassa paftalar yapıştırıldı. Kaşlarına rastık ve gözlerine sürme yine çekildi. Başına birçok elmastan maada sorguçlar dahi takıldı ki hükümdaran-ı selefin başlarına taktıkları alamet-i şehriyaridir. Gelin elbisesi behemahal sırmalı olmak lazım gelip düğünden sonra hiç bir işe yaramayacak olan bu pahalı elbiseyi kimse yaptırmayıp kirayla yağlıkçılardan kaldırmak âdeti galebe eyledi. Bu halde gelinler evvelki gibi umacılıktan kurtuldularsa da yine medeni addolunmak liyakatına yaklaşamadılar. Şehriliğe mahsus olan sadelik ve o sadelik içinde güzellik ve o sade güzellik içinde zenginlik nokta-i nazarından en nazar-rüba gelinler zamanımızda görülmeye başladı. İşte beş altı hanımın çiredesti-i mahareti olarak bugün Ahdiye Hanım üzerinde icra olunacak ameliye-i ilbasiye bu olacaktır. İhtimal bir zaman gelir ki bugünkü gelinlerimiz dahi bize pek umacı görünerek daha sade bir gelin aranır. Nasıl ki gelin giydirmek hususunda taklit eylediğimiz Avrupa’da bugünkü gelin kıyafetleri de göze batmaya başlamışlardır. Alfred Naquet gibi tezevvüc meselesini sadelendire sadelendire kâffe-i rüsum ve alayıktan kurtarıp bilkülliye serbest bırakmak gayretinde bulunan efkâr-ı cedide-i hürriye erbabı bugünkü gelin kıyafetini yani sair nisvandan mütemeyyiz bir kıyafetle gelin teşhirini adeta utanmaya şayan maayipten addetmektedirler.

 

* * *

 

Ahdiye Hanım için en makbul bir kumaşın mai, açık mai renklisinden, yarım dekolteden biraz ziyadece üç rubu dekolte güzel bir gelin entarisi yaptırılmıştı. Telebbüs hususunda malumatı her hanımdan ziyade, binenaleyh reyi cümlesine faik olan Fettan Hanım birçok tuvalet resimlerini tetkik ederek vukuf ve malumatlarına kendisinin itimadı olan sair birkaç hanımın da tasdiklerini kazanarak modistraya edilen tarifler üzerine yaptırılmış bir entari ki bazı müsriflerin gösterişten başka bir emele mebni olmayarak Paris’e ölçü gönderip yaptırdıkları elbiseye kat kat faik bir enfes âsâr-ı hıyatıye olmuştu. Garnitürü yukarıdan aşağıya kadar limon çiçeklerinden ibaret olan bu entariyi Parisli hem de kibardan bir geline giydirmiş olsalar en müşkülpesent Parisli madamlar dahi intikad ve muaheze edecek yerini bulamazlardı. Fettan Hanım: “Bu entari üzerine en muvafık düşecek saç taranması La Vallier’in kuaförü olabilir,” dediği zaman şu meclis-i müşaverenin azası olan hanımlar bu sözü layıkıyla anlayamadılar. Fettan Hanım refikalarından birinin saçlarını düzeltircesine tarifatla anlatmaya çalıştıysa da yine anlatamayınca: “Larousse’un kamusu yok mudur?” dedi. Halbuki bu hanede Osmanlıca kamus bile bulunmadığından bu suale taaccüp olundu. Fettan Hanım bilhassa saçların taranmasını keyfe tabi bırakmayarak herhalde bir numune-i tarihiye tatbik etmek istediğinden yakın komşulardan Doktor İrfan Bey’in hanesine adam koşturdular. Giden adam matlup olan cildi kimseye bulduramayacağından cümlesi bir hamal yükü eden Larousse koleksiyonunu kâmilen getirmeye memurdu. Bereket versin ki Doktor İrfan Bey hanesinde bulunarak hangi cilt matlup olduğunu bir pusulayla sormuş ve aldığı cevap üzerine “kuaför” kelimesini havi olan cildi, dördüncü cildi göndermişti.

Fettan Hanımefendi bu ciltten “kuaför” yani baş taramak lügatını buldu ki iki büyük sahifeye yetmiş kadar resim konularak erkek ve kadın başlarından ol miktarının nasıl taradıklarını irae ediyorlardı. Refikaları olan hanımlar bu resimleri temaşa eylediler. Jacques de Lagrange ve Ode sur Seine ve Charles Sabi asri gibi saç taranışlarına bir hayli gülüştükten ve bahusus kalyonlu hotoza sürekli kahkahalar salıverdikten sonra bir gelin başı için beğenecek birkaç resim buldularsa da La Valliere’in saçlarını hakikaten cümlesine faik buldular.

Fettan Hanımefendi intihabını bu veçhile tasdik ettirmiş olmasına memnuniyetle dedi ki: “Şimdi şu iki tarafın büklümleri arasına şu incecik altın tellerden birer tek tel saldırırsak büklümler ne büyük letafet kesp ederler! Bu resimde tepe açık gibi görünüyorsa da biz oraya taç koyacağız. Tacı bir şinyon üstüne koymakta o kadar büyük letafet bulamam. İşte şu sonlara doğru grand düşes saçları üzerine bir taç dahi konulmuşsa da letafeti olmadığına dikkat buyuruluyor ya? Hem bizim gelinin başına koyacağımız şey tam bir taç da değildir. Adeta bir diademedir. O diademi şu açık görülen tepeye oturtursak hakikaten güzel olur.

Bu sözler Fettan Hanım’ın zaten hakkı olduğundan o hakkın tesliminde kimse tereddüt etmedi. Fakat saçları bu La Vallier usulünde kim tarayacağı soruldu. Fettan epeyce mağrurane bir tavırla “ben” diye meydana atılıp gelini oturttular. Tarağı eline alıp mahir bir saççı kadın tavrıyla taramaya başladı. Bir tarayıp bir de resme bakıyordu. Bu bakıma göre haniya kitabı getirttikleri ayn-ı isabet olmuştu. Eğer kitap gözleri önünde açık bulunmasaydı Fettan Hanım belki La Valliere kuaförünü benzetmekte aciz kalırdı. Resim karşısında olarak taradığı başsa tamamı tamamına bir La Valliere kuaförü oldu, hele gayet incesi intihab olunmuş bulunan altın teller uçları ta saçların köklerine kadar sokulup da saç telleriyle beraber büklümleri teşkil ederek sarktıkları zaman bu kuaför mansubesi olan matmazel La Valliere’in başında da bu kadar letafetnisar olamamış bulunduğunu herkes hükmeyledi.

Fettan Hanım için işin en gücü saçların taranmasından ibaretti. Saçlar tarandıktan sonra diademi ve sair elmasları yerleştirmek o kadar güç bir şey değildi. Açık mai entari giydirildiği zaman limon çiçeklerinin o fidan gibi boyu sarması ve vücudun şurasına burasına kollar atması dahi giydirici hanımları epeyce düşündürdü. Epeyce yordu. Fakat bir saat kadar sa’y ü gayretten sonra gelin tamamıyla giydirilip iş bittiği zaman yapılan işi herkes beğendi. Şu yakınlarda görülen gelinler birer birer derhatır edilerek her birinin baş taranmasında ve esvabında ve esvabın telebbüsünde görülmüş olan kusurlar birer birer sayılıp döküldü. Onlarda görülmüş olan kusurların hiçbirisi Ahdiye’nin gelinlik halinde görülmemekte olduğuna ittihad-ı lisanla karar verildi.

Evet! Onlarca bu böyleydi. Yaptıkları işin hiçbir kusuru yoktu. Fakat geliniz de bir de biraz sonra geline bakmaya gelen kadınlara sorunuz. Acaba hiçbirisi beğenecek miydi? Geline bakmaya giden kadınların da bir şeyi beğenebilmek mümkinattan mıdır ki Ahdiye’yi de beğenebilsinler?

Zavallı Ahdiye aynalı dolabın karşısında kendi kendisini beğeniyordu. Biz dahi görmüş olsak hiç şüpheniz olmasın ki biz dahi beğenecektik. Uzuna karib bir boy! Etine dolgun bir vücut! Gür lepiska saçlar, yine bu renkte mebzul kaşlar, iri gök maisi gözler, gayet mevzun bir burun, bir ağız, bir çene, hele hafif bir tebessüm çehre çerçevesinin bu letafet-i asliyesini o kadar artırır ki çeşm-i temaşanın hayran kalmaması kabil değildir.

Evet Ahdiye kendisi dahi gelinlik tuvaletini pek beğendi. O beğenişten mütevellit latif sevinç tebessümleriyle etrafta bulunan hanımefendilerin ellerinden öperek kendisine gösterilen bir koltuk üzerine oturdu.

 

* * *

 

Bir yandan gelin cihazı sergisinin bir kat daha tanzimi ve diğer taraftan gelinin ilbas ve iksası işleri görüldüğü sırada bu hizmetlere iştirakı olmayan hanımlar kendi giyinmek işiyle iştigal etmişlerdir. Kadınların giyinmesi! Ne büyük iş! Ne uzun iş! Muradımız itirazdır zannolunmasın. Kadın telebbüs ve tezeyyün için ne kadar ihtimam ederse yeri vardır. Vakıa şair “Hacet-i meşşate nist rûy-i dilaram ra,” demiş, vakıa erkek nazarında kadının telebbüs ve tezeyyünü ikinci derecede ehemmiyet alabilecek şeylerden görülmüşse de mademki kadının kendi hüsn ü cazibesine itimadı tezeyyünüyle olacak, o halde kadını bu sa’y ve ihtimamda tamamıyla serbest bırakmalı. Ta ki celb-i enzar hakkındaki ümitlerine halel gelmesin de kadınlığa mahsus olan bütün etvar-ı latife-i galibanesiyle hakikaten tamamıyla celb-i enzara muvafık olsun.

Bugün tuvaletlerini icraya ilk kıyam eden hanımlar istedikleri gibi tezeyyüne bol bol vakit bulabilmişlerse de gelin giydirmek hizmetinde bulunanların vakitleri o kadar müsait değildi. Zira koltuk resmi için tam vakt-i zuhr tayin edilmiş olup ondan evvel kuşak bağlanmak resmi dahi icra olunacaktı. Vakitse kuşak bağlanmak resminin icrası için hemen hulul etmişti.

Bazıları için vaktin darlığıyla beraber odalarında birer birer tuvaletlerini icradan sonra hanımlar meydana çıkmaya başladıkları zaman konağın letafeti bir kat daha arttı. Kına gecesi esnasında ve sabah kahvesi hengâmında görülen hanımlar şimdi sanki tenasüh etmişlerdi. Orta yaşlılar süsleriyle adeta gençleşmişler. Ya gençler? Artık onlar bilkülliye afet-i can u cihan şeyler olmuşlar. Her birinin elbisesi vücudunun kısm-ı âlâsına yapışmak ve etekleri en latif mevceler teşkiliyle sürünmek için ne kadar ihtimama muhtaçsalar o kadar ihtimamla bayılmışlar. Bunların bazıları şefkat nişan-ı zişanının birinci rütbesini haiz ve hamil olarak büyük kordonların teşkil eyledikleri hamail o fidan boylara bir letafet-i zaide bahşediyorlar. Şefkat nişanının ikinci, üçüncü rütbesini haiz olanların da yalnız büyük kordonu eksik. Zira tezeyyün için cümlesinin hamil oldukları elmaslar miktarca birbirinden pek az farklı. İhtimal kıymetçe farkları pek büyük olsun. Fakat baş ve gerdan ve göğüs ve kol ve parmak takımlarının miktarınca adeta hiçbirisinin noksanı yok. İhtimal bazılarının müştemelatı kendi malları olmayıp da ariyeti olsunlar. Erbab-ı temaşa için bunda bir beis yok. Çeşm-i temaşa herkesin kendi malıyla ariyet-i emval arasındaki farkı aramakla mı meşgul olacak? Hayran hayran temaşa için hepsi müsavidir. Öyle değil mi?

Süslü hanımlar meydana çıktıkları zaman salon ve sofalar öyle bir hale girdiler bir gün şu hanede sanki bir gelin değil kırk gelin var olduğuna şüphe edilemezdi. Vakıa Ahdiye Hanım başındaki tacıyla gelin odasında henüz iclas edilmemiş olduğu tahtıyla aynıyla bir kraliçe halini kesp etmişse de diğer süslü hanımların bu gelinden eksikleri ne? Zülüflerindeki birkaç altın telle elbisesini tezyin eden limon çiçeklerinden ibaret! Zira taç sairlerinin başlarında da var. Sairlerinde nişan kordonları var ki onlar dahi gelinde yok. Hem hüsnüşinas olan gözler için gelinden ziyade bu hanımları temaşadan mütelezziz olmak muhakkakattandır. Bir öksüzü gelin etmişler. Vakıa kraliçeler gibi, imparatoriçeler gibi giydirmişler ama çocukluk hali, gelinlik mahcubiyetiyle bu kraliçe tacının sıkleti altında ezilip gidiyor. Öteki hanımlarsa bu çocukluktan çoktan kurtulmuşlar. Tuvaletlerini kendilerine ve kendilerini tuvaletlerine alıştırmışlar. Her biri cüret-i nisvaniyenin hangi derecesine kadar varmaya müstaitse varmış. Yüzüne bakacak olanlara mukabil utanarak gözlerini yere dikmek mecburiyet-i mahcubanesini çoktan unutmuşlar. Bilakis meydan okurcasına bir nazar-ı galibaneye alışmışlar. Bunlar kadın! Gelinse çocuk!

 

* * *

 

İşte her tedarik ikmal olunarak hanenin içi böyle hurilerle malamal cennet misali olduğu sırada: “Hanımlar yol veriniz. Kuşak bağlanacak!” diye bir seda peyda oldu. Kuşak mı bağlanacak? Zavallı öksüzün babası yok. Amca, dayı gibi başka bir velisi de yok. Kuşağı kim bağlayacak? Herkes bunu düşünürken soygun kadınlardan birisinin delaletiyle bir efendi büyük salona doğru yürümeye başladı. Gençliğinde uzun boylu bir adam olduğu el-haletü hazihi ihtiyarlıktan bayağı beli bükülmüş olduğu halde bile yine orta boylu adamlardan daha yüksek görülmesiyle istidlal olunuyor. Beli bükülmüş olmasıysa arkasında olan yeni latanın art eteği diz uyluklarına doğru yükselmiş olduğu halde ön etekleri yerlere sürünmek derecesinde uzanmış olmasından anlaşılıyor. Yüzü yerde bir adam olduğundan yüzünü herkes layıkıyla göremiyorsa da süt gibi bir beyaz sakal latanın siyah rengi üzerinde daha büyük bir letafetle celb-i enzar ediyor. Yüzünü görebilen bazı hanımlarsa bu latif ihtiyarın pembe rengine ve cevarih-i vechinin tenasübüne hayran oluyorlar.

Tanımadınız mı? Abdüllatif Efendi! Ahdiye Hanım’ın hocası Abdüllatif Efendi! Kuşak bağlamak resmini ifa edecek bir akraba bulunmazsa ne yapılır? Vaz mı geçilir? Yok! İşte buna Dilşinas Hanım mümkün değil razı olamaz. Dünyada bir tek ciğerparesini bu şereften mahrum bırakamaz.

Ahdiye zaten baba görmemiş, baba muhabbeti tanımamış olduğundan baba makamına ikame ederek bir muhabbet-i duhteraneyle sevdiği hocasının kuşak bağlamak resmini icra etmesi için validesine rica eylediği zaman Dilşinas Hanım bu ricanın tekerrürüne meydan bırakmadı. Ricayı hemen muallim efendiye nakil ve tebliğ etti. Çoraplarından abani sarığına varıncaya kadar mükemmel bir bohçalıkla bu ricayı teyit eyledi. İşte hoca Abdüllatif Efendi dahi hakikaten bir hiss-i pederaneyle kendisine tahmil olunan vazifeyi ifaya geldi.

Dilşinas Hanım, Hoca Abdüllatif Efendi’yi alelusul başörtüsüyle salon kapısından istikbal ederek kapıya karşı olan dıl üzerinde gelin için hazırlanmış olan tahta doğru götürdü. Bu taht mor çuha kaplı güzel bir set üzerine konulmuş ufak bir kanepeden ibarettir ki üzerine hafif bir askı asılmış ve iki tarafına iki büyük ve güzel vazo içine gayet latif ve tabii birer limon ağacı yerleştirilmiştir. Ama bu limon ağaçlarıyla tahtın kubbesini teşkil eden askı birbirine o kadar güzel uymuş o kadar güzel bir tenasüp peyda etmiştir ki hiçbir şeyi beğenmek şanından olmayan en müşkülpesent hanımlar bile hiçbir yerde böyle sadelik içinde bu kadar güzel bir gelin tahtı görmediklerini itiraf eylemişlerdir.

Abdüllatif Efendi, Dilşinas Hanım’ın kendisini bu taht üzerine oturtmak azmini görünce büyük bir tereddüt gösterdiyse de Dilşinas Hanım: “Kızım Ahd… şey, Fatma’ya öksüzlüğünü tahattur ettirmemek istiyorsanız henüz hiçbir kimsenin oturmamış olduğu şu kanepeye oturmalısınız. Ve illa cümlemizi mahzun ve mükedder edersiniz,” deyince ve zaten hanımın yüzüne baktığı zaman… haniya şu sedasının ihtirazından şüphelenerek “Neden sedası böyle çatal çutal çıkıyor,” diye yüzüne baktığı zaman göz pınarlarında birikmiş olan iki elmaspare sirişkin solgun yanakları üstüne doğru aktığını da görünce ricayı tekrar ettirmeksizin kanepe üzerine oturdu. Zavallı Dilşinas! Zavallı Dilşinas! Bugünkü günde bir peder vazife-i mukaddesesi olan şu kuşak bağlamak resmini kocasının, sevgili şerik-i hayatının yerine başka birisinin ifa etmekte olduğunu görür de müteessir olmaz mı? Abdüllatif Efendi’den daha yakın bir kimse yok a. Velev ki kocasının kardeşi olsun bugün şu makamda her kim olsa kocasının fıkdanını ihtarla biçare Dilşinas’ı mutlaka ağlatacaktır. Ama bu acı teessür yalnız Dilşinas’tadır. Ondan başka kimsede yoktur. Hatta Fatma Ahdiye Hanım’da bile yoktur, baba görmemiş, baba ne olduğunu bilmez ki müteessir olsun.

Abdüllatif Efendi’nin gelin tahtına oturması üzerinden iki üç dakika ancak geçmişti ki salon kapısından Ahdiye Hanım sağ tarafında refikası ve ders şerikesi Remziye Hanım olduğu ve sol tarafında Hoca Abdüllatif Efendi’nin ihtiyar zevcesi bulunduğu halde girdi. Hazır bulunan hanımlar tarafından maşallahların haddi hesabı olmadığı gibi Remziye’yi tanıyanlar böyle bir yevm-i mesudu kariben onun hakkında da temenni eyliyorlar. Gelinin salona girdiğini gören Abdüllatif Efendi oturduğu kanepeden derhal kalktı. Mor setten aşağıya fırlayıp gelini karşıladı. Ahdiye, bir baba karşısında diz çökerek ayaklarını öpmek vaziyetini aldıysa da ayağa bedel hocasının iki ellerini birden tutup defaatle öptü. Latif ihtiyar dahi hem gelinin alnından öpüyor hem de: “Hak Teâlâ hazretleri mesut ve müteyemmen etsin kızım. İkinizi kemal-i mesudiyet-i bahtiyaraneyle bir arada kocatsın!” temenniyatını dermeyan ediyorsa da bu sözleri şurada bizim yazdığımız gibi münsecim bir surette söylemeye takat bulamayıp rikkat ve teheyyücün birbirine karıştığı şu anda bu kelimeleri zihninde buluncaya ve bahusus dudakları arasından çıkarıncaya kadar tir tir titriyor, buram buram terliyor, biçare ihtiyar Dilşinas Hanım’ın uzattığı bir şal kuşağı Ahdiye’nin beline bağlamak lazım geldiği zaman ellerinin titremesinden bir türlü muvaffak olamayacağını herkes gördü. Kendi zevcesinin yardımıyla beraber pek büyük güçlüklerle ancak bağlayabildi.

Şu müessir resim dahi bu veçhile icra olunduktan ve Dilşinas Hanım’ın bittedarik bohçayla göndermiş olduğu üç yüz kuruş kadar çil parayı gelinin başına saçtıktan sonra huzzarın teberrüken ve birtakım çoluk çocuğun taman o parayı kapışmaya koyulmalarından fırsat bularak salondan çıktı gitti.

Düğünlerde halkı yemeklemek meselesi! Malum a? Külfetin en büyüğü bu şey olduğundan zamanımızda bu âdet yavaş yavaş kalkıyor. Keşke hızlı hızlı kalksa! Keşki defaten kaldırılıverse! Hoş badi-i emirde bunu ilga etmek geline bakmaya gelmek âdetini ilga kadar müşkül görünürse de bu âdetlerin ikisi de o kadar mucib-i şikâyettir ki halk ne olursa olsun göze aldırarak bunları lağv ettikleri gün bina-yı istibdadı hedmle hürriyeti iade ve idame etmişcesine bir muvaffakiyet-i azimeye nail olmuş sayılacaklardır.

Geline bakmaya gitmek! On sekiz mahalle aşırı yerlerden kadınlar sökün ederler. Davetli değiller. Fakat onlar davetlilik, davetsizlilik bilir mi? Bazı yeni düğünlerde geline bakmaya gelecek olanlara evvelce birer kart irsaliyle onları bu suretle de davet etmiş olmak yolu bulunmuş. Ne güzel yol ama kadınlar o güzel yollara gelirler mi? Mahalle bekçisi kapıda! Bir de jandarma var. Bir de polis var. Heyhat! Önlerine gelenleri paralarcasına edilen hücumlara bunların hangisi tabaver-i mukavemet olabilirler!

Mutlaka girecekler. Hem çarşaflarını, ayakkabılarını çıkarmak da yok. Çıkarsalar nereye koyacaklar? Kim muhafaza edecek? Eğer hava biraz da yaşlıksa var ya, vay o düğün hanesinin haline! İçine dört beş tulumba alınarak yangından kurtarılmış haneye benzedi gitti. Şimdi tasavvur buyurulsun. Hane içi bu halde bulunmakla beraber yüzlerce davetli misafirlere yemek çekilecek. Bizim Dilşinas Hanım’ın düğünü gibi orta halli bir düğünde laakal kırk elli sofra yemek verilecek. Bunun için her takımıyla dışarıdan aşçı tutulmuş. Sofracı tutulmuş. Birkaç sofra birden verileceği cihetle yemek buharı evin etrafını istila etmiş. Yağ kokusu zerde kokusuna karışmış. Herkesin alelade kuşluk yemeği saati olan vakitten üç dört saat evvel yemek verilmeye başlamış. Başka türlü sofraları yetiştirmeye imkân yok ki! Henüz karınları acıkmamış olanlar yemek yemeye davet yani sözün doğrusu icbar olunuyorlar. Bu kadar erken başlandığı halde de sofraların sonları saat sekizlere, dokuzlara kadar devam ediyor. Bu sofralara oturtulacak olan biçareler açlıktan gebermeye takrip ediliyorlar.

Sofracılıktan bihaber olan terbiyesiz hizmetçinin birisi bir veya birkaç hanımın üzerine kuru bamya sahanını giydirivermiş. Avuç dolusu paraya mal olmuş bulunan rubasına hanımların ciğerleri yanıyor ama ne diyecek? Her taraftan “uğurdur inşaallah” tesliyetlerine boyun eğmeyebilecek mi? Bir sofradan halk kalktıktan sonra evlerin hal-i tabiilerinde olduğu veçhile sofralar ve levazım-ı malumesi sabunlu sularla yıkanacağına bu kadar ihtimama vakit müsait olmamak hasebiyle sadece bir kuru bezle silmek suretiyle iktifa olunuyor. Yağ yağ üstüne binmiş, kir kir üstüne. Havlu, peşkir namlarıyla misafirlere verilen bezler ele alınabilecek halden çıkmışlar, mide olsun da bunlardan iğrenmesin.

Fakat çare yok! Görenek! Eğer bir sınıf misafirleri yemeğe davet etmeyecek olsalar gücenmek muhakkak. Bunların hemen kâffesi bir düğün hediyesi de getirmişler. Kimisi soğan zarı kadar ince birer gümüş kupa. Kimisi yine bu yolda yapılmış eski biçim bir çift zarf ve fincan! Velev ki hediyeler biraz daha giranbaha olsunlar. Ne kadar giranbaha olmak lazım gelirse davetlilerin şikâyetleri o kadar artacak. Zira bir familya, yılda düğün ve loğusa gibi sekiz on cemiyete davet edilecek olur da her birine de az çok giranbaha hediyeler götürecek olursa aile bütçesi bozuldu gitti.

Düğünlerimiz için şu fıkramızda tasvir ettiğimiz şeyler tasvire şayan olan şeylerin binde birisi olamaz. Yalnız bazılarını ihtar edişimizden kari ve karielerimiz külliyatına intikal edebilirler. Hiç şüphe edemeyiz ki bu beyhude külfetleri, bu kuru kalabalıkları kendileri de istihsan etmezler. Hele zihinlerini biraz daha tevsi ederek ve gözlerini biraz daha açarak “cihaz” namıyla ne kadar lüzumsuz şeylere ne çok paralar sarf edildiğini düşünecek olurlarsa ev yapmak demek olan düğünlerin adeta ev yıkmakla hükümde müsavi düşeceğini kendi kendilerine hükmederler. Orta halli bir adamın gelin edecek üç kızı oldu mu vay haline! Meğer ki bol ağırlık verecek taliplere rast gelsin ama zamanımızda ağırlıkla kız alabilecek babayiğitler şöyle dursun, aldığı kızı beslemek gayretiyle alacak kahramanlar bile nedret peyda etmişlerdir. Selamet-i umumiye, terakkiyat-ı medeniye, teksir-i tenasül, muhafaza-i servet nokta-i nazarlarından şu tezvic ve tezevvüc meselesinin pek ziyade muhtac-ı ıslah olduğunu inkâra mecal olmayıp inşallah kariben bu ıslahın müyesser olduğunu görürüz diye duada kusur etmeyelim. Belki kabulgâh-ı rabb-i izzete vasıl olur.

Bir gayret-i intikad bizi sadedimizden biraz tebid ettiyse de bakılsa şu enzar-ı ibrete arz eylediğimiz noktalar dahi beyan-ı saded dahilindedir. İşte bugün Dilşinas Hanım’ın hanesinde gelinin giydirilmesi dakikasından bedle hane derunu şu tasvir ettiğimiz manzarayı almıştı. Abdüllatif Efendi kuşak bağlamak resmini bilifa çıkıp gittiği dakikada derun-ı hane bir düğün evinin peyda etmesi mutat olan fevkaladeliği tamamıyla peyda etmişti. Bu dakikadan bedle damadın vüruduna intizar olunuyordu.

* * *

 

Damat Nurullah Bey’in koltuk resmini icra etmek üzere düğün evine gelmesi için tamam vakt-i zuhr tayin olunmuştu. Bu delikanlının hususiyat-ı ahvalini bilenler bu yolda tayin olunan vakitlerde asla hulf etmeyeceğinden emindiler. Binaenaleyh bu emniyette olan birkaç hanım civardaki bir camide öğle ezanı okunduğunu işittikleri zaman damat beyin handiyse geleceğini hükmederek ona göre hazırlık görülmesini Dilşinas Hanım’a ihtar eylediler. Dilşinas Hanım, “Biz hazır ve amadeyiz. Teşriflerinden başka bir şeye intizarımız yoktur,” demekle beraber sokak kapısından gelin tahtına kadar damat ve gelinin güzergahı üzerinde tanzime muhtaç bir şeyler varsa icaplarının icrası için şöyle seri bir cevelanda bulundu, lakin düzeltecek hiçbir düzgünsüzlük bulamadı.

Cemaat camiden çıkacak kadar zaman geçti. Nurullah Bey’den henüz eser yok. Zaten isticale de ne lüzum var? Düğün evi pürneşe. Koltuk resminin geciktiği, gecikeceği kimsenin hatırına bile gelmiyor. Vakıa gelin henüz mevki-i mahsusuna ikad edilmemiş ve binaenaleyh geline bakmaya gelenler için zaman-ı intikad bermutat hulul etmemişse de intikadcılar bir hayli zamandan beri intikadata başlamışlar. Ne gelini beğeniyorlar, ne tahtı, ne döşemeyi. Hatta o büyük kordonlu hanımları da beğenmiyorlar. Beğenmeyenler ekseriyette kimlerdendir bilir misiniz? Mahrumlardan!.. Kendi kudretlerinin fevkinde gördükleri esbab-ı refah ve saadete imrenmekle kalmıyorlar. Bunları nazar-ı husumetle görüyorlar.

Öğleden bir saat geçti, damat Nurullah Bey henüz gelemedi. Olabilir ya. Gelinin kolunu koltuğuna alacak bir damat olur olmaz süsle iktifa edemez. Başkalarının tıraşı bir çeyrek sürerse onun tıraşı bir saat sürer. Potinlerinden fesine kadar her şeyiyle yerli yerinde ve temiz, pak olması zamana muhtaçtır. Düğün halkından hiçbir kimse damadın vürudunda bir teehhür görmüyor. Herkes kendi temaşası kendi intikadıyla meşgul oluyor. Yalnız Nurullah Bey’in o evkat-ı muayyeneye ne derecelerde riayetkâr olduğunu bilen birkaç hanım bu işte biraz teehhür görüyorlarsa da onlar dahi teehhüre ehemmiyet vermiyorlar. Her zaman evkat-ı muayyeneye riayetkar olan bir adam şöyle bir düğün günü o riayete halel iras edebilir. Beş on kere düğün münasebetiyle bile vakt-i muayyene riayet etmiş olduğu tecrübe edilmiş değil a!

Öğleden iki saat geçti. Cemaat içinde: “Yahu! İkindi oluyor. Koltuk ne zaman yapılacak?” sözleri söylenmeye başlandı. Vakıa henüz bir ehemmiyet-i mahsusayla söylenen sözlerden değil ama bu sözleri işitenlerde biraz tavr-ı tasdik ve tasvib görülüyor. Nurullah Bey’in evkat-ı muayyeneye ne kadar riayetkâr olduğunu bilen birkaç hanım bu işteki teehhüre ehemmiyet vermeye başladılar. Mutlaka “bir özr-i şeri olmalıdır ki Nurullah Bey’i muayyen olan saatten böyle iki saat sonraya kadar teehhür etsin,” mütalaalarına kadar koyuldular. Bunlardan birisi sebeb-i teehhürü Dilşinas Hanım’dan sordu. Dilşinas epeyce dalgın bir tavırla, “Vallahi hanım kızım ne diyeyim bilmem! Öğle ezanında geleceğini haber vermişlerdi. İki buçuk saat kadar bir teehhür vukua getirdi. Neredeyse şimdilerde gelir,” cevabını verince bu cevap Nurullah Bey’i tanıyan o birkaç hanımda itminan-ı tam hasıl edemedi.

Kına gecesi şenliklerinden sonra yataklarına girmiş ve bir zamana kadar uyumamış bulunan hanımlardan birisinin hasbıhal yollu yatak komşusu bulunan diğer hanımlara başkalarının bildiklerinden ziyade kendisi bazı şeyler bildiğini söylemiş olduğu hatırlardadır ya! Öğle ezanından sonra üç saat geçip de ikindi vakti hulul eylediği halde damat Nurullah Bey’in henüz zuhur etmemesi üzerine bu bilgiç hanım diğer yatak komşularını birer birer arayıp bulmuş ve ağızdan kulağa bir fiskosa girişmişti. Yanlarına sokulup da neler söylendiğine kulak vermiş olaydık kulaklarımıza mucib-i merak olacak bazı sözler vasıl olurdu. Ezcümle işitirdik ki, “Hanım hemşireler galiba bildiklerim dosdoğru çıkacak. Bu damat beyefendi gelecekseydi şimdiye kadar gelip çıkmalıydı. Akşam ezanından sonra koltuk resmini yapacak değil a! Pek zannediyorum ki bu düğün, bu bayram bir facia suretini alacak.”

Bu sözlerin bize nasıl tesir edeceklerini bilemezsek de bunları işiten iki hanıma tesirleri pek ziyade olduğunu benizleri sapsarı kesilmiş olmasından anlayabiliriz. Hatta keyfiyet bir suret-i elektrikiyeyle düğün halkı arasında dahi şüyu buldu. Yalnız “damat bey henüz gelmedi”den de ibaret değil, “galiba hiç gelmeyecekmiş” suretini de geçerek birkaç dakika zarfında “düğün bozulacakmış” derecelerine kadar da vardı.

Bu sözlerin biçare Dilşinas Hanım’ın kulağına vasıl olmaması kabil midir? Gürül gürül ikindi ezanları okunmaya başladığı halde damadın henüz zuhur etmemesini tevil için hiçbir yol bulunamıyordu. Damadın hemşiresi olup düğünde hazır bulunan Zeliha Hanım’ın yanına sokularak, “Hanım hemşire! Siz bu hallere ne mana verirsiniz?” diye sorduysa da Zeliha Hanım’ı kendisinden daha ziyade müteessir buldu. Onun hayreti kendi hayretini de geçiyor. Vakt-i zuhurda mutlaka koltuk resminde hazır bulunmak kararında olduğundan başka bir haber veremiyor. Nurullah Bey’in hanesine bir adam saldırıldı. İki kilometre kadar uzak bulunan haneden bir cevap alabilmek için hiç olmazsa yarım saat beklemek lazım geliyordu. Yarım saat! Böyle bir hengâmede ne uzun zamandır. Velev ki Nurullah Bey’in hanesi daha yakın olsun. Evin hanımı işte burada, düğün evinde. Nurullah’ın bir de babası var, ama şu saatte onun da hanesinde bulunacağına hiç ihtimal verilemez. Fakat ahval gittikçe digergun oluyor. Zira kadınlar meyanında bir cuşuhuruş mukaddimesi görülmeye başladı. Üç beş yüz kadının içtima etmiş oldukları bir düğün hanesinde yüz kadarının olsun terbiyesizlerden olacağı ve bunlar için de beş on tanesinin dahi edepsizlerden bulunacağı tahmini güç şeylerden değildir. Bu edepsizlerden en cüretli olan birisi Dilşinas Hanım’a hitaben, “Hanımefendi! Hanımefendi! Düğün var, yüz yazısı var diye memleketi başınıza topladınız ama hani ya damadınız nerede?” deyince bu cüret diğer edepsizlere ve onlardan dahi terbiyesizlere intikal ederek her ağızdan bir söz çıkmaya başladı. Filvaki hiçbir koltuk resminin ikindiden sonraya kadar gecikmesi görülmemiş, işitilmemiş bulunduğundan hoşnutsuzluk teammüm ettikçe ediyordu. Biçare Dilşinas Hanım’ı hiç sormayınız. Hicabından, kahrından yerler yarılsa yerlere geçecek. Mahut bilgiç hanımsa tavr-ı muvaffakiyet ve galibiyeti artırdıkça arttırıyor: “Meğer işittiklerim hep sahihmişler. Bu düğün bozuldu efendim bozuldu. Zaten derme çatma bir şey olduğundan Ahdiye Hanım’ın şem-i ikbali bir ‘püf’le söndü gitti,” diyor. Ve bu sözü artık yalnız kendi iki refikasına değil dinlemek isteyenlerin hepsine hitap edercesine söylüyor.

 

* * *

 

Saat ona yaklaştı. Nurullah Bey’in hanesine gönderilmiş olan adam geldiyse de sadra şifa verecek bir haber getiremedi. Küçük bey sabahleyin hanesinden çıkmış, hamama falan gidecekmiş, babası olan büyük bey dahi ikindi üstü hanesinden çıkmış, akşam güveyi sofrasına gelecek ve namazında hazır bulunacakmış. Hanesinde bundan başka haber yok.

Ey bu haberlerden ne çıkar?

Uzak yerlerden gelmiş olan hanımlar ikişer üçer çarşaflarını, carlarını istemeye ve hanelerine avdet arzusunu göstermeye başladılar. Artık çenelerini bıçaklar açamamakta olan Dilşinas biçaresi bunlara, “Ne acele ediyorsunuz hanımlar, elbette neredeyse gelir çıkar,” diyebilmek için olanca cüretiyle cebr-i nefs ediyorsa da ağzından çıkan sözler işitilip anlaşılabilecek bir surette çıkamıyorlar. İşitilse anlaşılsa bile ne fayda? Saat on bire geliyor. İkişer üçer derken, beşer altışar, hatta sekizer onar hanım kafileleri avdete başladılar. Zavallı Ahdiye neye uğradığını bilemiyor. Bu bela-yı azimin derece-i dehşetini tayine bile muktedir olamıyor. Refikası Remziye’nin elini tuttu. O dost elini buz gibi soğuk buldu. Sanki biçare Remziye’nin damarlarında kanı kurumuş, halbuki Remziye, Ahdiye’nin elini ateş gibi sıcak bulmuştu. Öyle olacak ya! Şedit sıtma gibi bir hal kızcağızı istila etmiş. Başı ateşler içinde! “Remziyeciğim bu hal ne hal?” suallerine Remziye bir cevap bulabilmekten aciz. O dahi bu halin ne hal olduğunu soracak bir adam arıyor.

Konak bir yandan boşalıyor. O terbiyesiz ve edepsiz takımı boşalıp gitseler cana minnet fakat onlar giderler mi? Onlara seyir lazım. Dram veyahut komedya olduğunu fark ve temyize yanaşmak bile şanlarından olmayan bu güruh-ı esafil ve erazil şu işin sonu neye müncer olacağını görmek için bekliyorlar. Asıl kibardan ve erbab-ı haysiyetten olanlar gidiyorlar. Hem de ciğerleri pürhun olarak gidiyorlar. Gerek geline ve gerek validesine ne yolda beyan-ı taziyet edeceklerini bilemeyerek gidiyorlar. Hatta taziyet lazım mı? Onu da kestiremiyorlar. İşin içinde bir büyük sır var ama ne olduğunu, ne olabileceğini bir türlü anlayamıyorlar.

Misafirlerin muteberleri kâmilen gittiler. Hane içinde mahut esafil ve erazilden başka kimseler kalmadı. Hoca Abdullah Efendi’nin haremi Zehra Hanım bunlara, “Hanımlar haydi siz de gidiniz. Görüyorsunuz ya? Düğünümüz, derneğimiz bozuldu. Saat on biri geçiyor,” diye nida ediyor ama biçare Dilşinas’la ondan daha biçare olan kızcağızı Ahdiye’nin gözlerinden baran-ı bela gibi yaşlar boşaltan bu acı sözler o sokak karıları nezdinde istihza handelerinden başka hiçbir tesir hasıl etmiyorlar. Hatta Zehra Hanım’ı ret ve tahkirle, “Hanım Hanım! Hem suçlu hem güçlü derlerse o da sizsiniz; geline bakalım diye işimizi, gücümüzü bırakıp geldik. Şimdi de bizi kovuyorsunuz ha!” yollu başladıkları tekdiri bitirmek bilmiyorlar. Nihayet kapıdaki polis ve jandarma ve bekçiyi içeriye alarak bu esafili cebri gibi bir surette ihraç ve tarda mecburiyet elverdi. Aman ya Rab! Bunların çıkarken ettikleri edepsizlikleri görmeli ve söyledikleri biedebane sözleri işitmeliydi. Hayır hayır! Ne bu haller görülecek hallerdendir. Ne de bu sözler işitilecek sözlerdendir.

Akşam ezanına yakın bir zamandayda ki polis efendi, “Öyleyse biz de gidelim,”den ibaret bir haber gönderdi. Öyleyse!

Aman ya Rab ne mühim söz! Yani düğün dernek berbat olduysa!

Öyle ya bari onlar dahi gitsinler, hatta Dilşinas Hanım bunlar için hazırladığı ipekli mendilleri gönderdi ki polis efendi için iki ve jandarma için bir ve mahalle bekçisi için dahi yarım lira bu mendillerin birer ucuna bağlanmışdı.

Onlar dahi gittikten sonra hanenin içi hemen hemen her zamanki haline avdet etmiş oldu. Yalnız aşcılarla sofracılar her zamanki hale munzam sayılırlarsa da bunlar alt katta bulunduklarından üst kat ahalisi ana kız Dilşinas ve Ahdiye ve görümce Zeliha ile kiracılardan ibaret kaldı.

Bir çeyrek saat kadar bir zaman geçti ki bunların güya cümlesi dilsizmişler gibi hiçbirisinin ağzından bir kelime çıkmıyordu. Ezandan sonra damat Nurullah Bey’in pederi Kâşif Efendi kendi ehibbasından iki zatla güveyi taamında bulunmak için selamlık tarafına geldiler. Ayvaz bunları istikbal ve kendilerine mahsus odaya ithal eyledi. Vürutları haberi Dilşinas Hanım’a vasıl oldukta biçare kadıncağız Zeliha Hanım’ı da elinden tutup çıldırmış gibi koştu ve aralık edilen kapıdan, “Aman Kâşif Efendi hazretleri başımıza gelen bu hal nedir?” sualini derecesi pek kolay tahmin olunabilecek bir telaşla irat eyledi. Halbuki Kâşif Efendi, hanım gelinceye kadar olanı biteni ayvazdan öğrenmiş ve o da hanımdan besbeter bir hale girmişti. Dedi ki:

“Vallahi hemşire hanımefendi ne diyeyim? Ne diyeceğimi ben de bilemiyorum, bizi bir felaket vurdu. Ama nasıl bir silleye uğradığımızı vallahülazim bilemiyorum.”

“Mahdum Bey hanenizden bugün saat kaçta çıktı?”

“Tahminen saat dörtte.”

“Çıkarken gördünüz mü?”

“Evet! Her gün mutadı olduğu veçhile bugün dahi elimi öperek çıktı.”

“Hal ve şanında bu işten pişman olduğuna dair bir alamet görebildiniz mi?”

“Hayır efendim hayır! Allah göstermesin. Pek şen, pek hevesliydi. Güveyi sofrasında ve namazında mutlaka hazır bulunmaklığımı tekrar tekrar ellerimi öperek rica etti. Asıl bugün ve bu akşam hayır dualarıma muhtaç olduğunu bildirdi. Ben oğlumdan eminim hanımefendi hemşireciğim. Bize bir felaket isabet etti.”

“Ne gibi bir felaket diye tahmin edebilirsiniz?”

“Hiçbir şey tahmim edemem. Bu bir kaza-yı nagehani olacak oturduğu yerde oğlumun üstüne duvar yıkılmak gibi bir kaza.”

Babası bu sözü söylerken kızı Zeliha dahi büyük bir hayretle başını sallayarak babasını tasdik ve teyit ediyordu.

 

* * *

 

Bu aralık mahalle imamı ve iki muhtarıyla vücuh-ı mahalleden üç dört adam daha geldikleri cihetle Dilşinas Hanım Zeliha’yla beraber yine harem tarafına çekildi. Bu biçareler bir düğün evine değil sanki bir cenaze evine gelirlermiş gibi geldiler. Vücuhdan olan adamlardan birisi hiç de içeriye girmemek reyinde bulunmuşsa da imam efendi bu hareketin pek uygunsuz bir hareket olacağından bahisle arkadaşlarını cebre yakın bir surette ithal eylemişti. Kâşif Efendi, imama ve imam Kâşif Efendi’ye hayretlerini nasıl beyan edeceklerini bilemeyerek şaşkın şaşkın birbirinin yüzlerine bakıyorlardı. Çarnaçar sofraya oturdular.

Hazırlanmış olan taamı tenavül eyledilerse de ne yediklerini biliyorlardı ne içtiklerini. Yemekten sonra biraz hasbıhal eylediler. Fakat Nurullah Bey’in teehhürünü ne gibi bir sebebe hamledebileceklerini tayinde aciz kaldılar.

İmam efendiyle cemaati çekilip gittikden sonra Kâşif Efendi, Dilşinas Hanım’ı tekrar davet eyledi ve “Hanımefendi hemşireciğim, henüz kendimizi yeise kaptıracak bir hal göremiyorum. Müsaadenizle gideyim oğlumu taharri edeyim. Her zaman tıraş olduğu yeri bilirim. Oradan arayım. Zabıtaya müracat edeyim. Bu gece vakit geç olacağından netice-i tedkikatımı yarın size bildiririm. Kızım Zeliha burada, yanınızda kalsın,” mukaddimesinden başlayarak bir çok teselliler verdi. Bu tesellilerin Dilşinas Hanım’a bir hüsn-i tesiri olduysa o da Nurullah Bey’in teehhür veya gaybubetine kendilerinin sebebiyet göstermemiş olmalarının tahakkuk etmesi yüzünden mütehassıl bir teselli oldu. Böyle, düğünlerin bozulması nadirül-vuku şeylerden değildir. Fakat en ayıp olan ciheti, alacağı kız hakkında tedkikat-ı ahiresinin gösterdiği mecburiyet üzerine damadın caymasındadır. Kâşif Efendi’nin temini ve Zeliha Hanım’ın teyidi veçhile Nurullah Bey’de böyle bir caygınlık olmadıktan sonra çocuğun bir kazaya uğramış bulunmasına inanmak lazım geldi.

Evet! Biçare Nurullah bir kazaya uğramıştı. Hem de ne büyük kaza! Rabbimiz taala ve tekaddes hazretleri düşman başına vermesin bakınız ertesi gün Kâşif Efendi Dilşinas Hanım’a gönderdiği tezkirede ne diyordu? Diyordu ki:

“Hemşirem hanımefendi hazretleri! Oğlum Nurullah Bey oğlunuz her zaman tıraş olduğu berber dükkânında dünkü gün saat tam beşte tıraş olmuş. Koltuk resmini icra için devlethanenize gitmek üzere dükkândan çıkacağı sırada iki polis hafiyesi gelmişler ‘İsminiz Kâşif Efendizade Nurullah Bey değil midir?’ sualini bilirat cevab-ı tasdiki aldıktan sonra ‘bu sene Mekteb-i Hukuk’tan çıktınız, değil mi?’ sualini dahi irat etmişler. Buna da tasdik cevabı alınca ‘Öyleyse buyurunuz sizi zabtiye nazırı paşa hazretleri istiyorlar,’ diye hazır bulundurdukları arabaya bindirmişler. Kendileri dahi beraber binerek götürmüşler. Berberden bu haberi aldığım anda geç vakte bakmayarak zabtiye nezaretine koştum. Oğlumu görmek istedim! Va esefa ki göstermek istemediler. ‘Nazır paşa hazretleri görmeksizin sizin görmeniz uyamaz,’ dediler. Bela ve felaketin ne kadar büyük olduğunu anladım. Vakıa ‘Merak etmeyiniz. Pek o kadar mühim bir şey değildir. Galiba bir düşman şerrine uğramıştır. Birkaç istintakla birkaç gün sonra kurtulması memuldur,’ dedilerse de sizi aldatmaya ne hacet, böyle şeylerden birkaç istintakla birkaç gün zarfında kurtulmak mümkün olabileceğine inanamam. Zira ben mahalleniz imamı vesaireyle konağınızdayken polisler hanemi de basıp oğlumun odasından bir hayli kitap filan kaldırmışlar götürmüşler. Benim kitap odamı dahi aramışlarsa da bir şey bulamamışlar. Oğlumda evrak-ı muzırra bulunabileceğine asla ihtimal veremem. Zira politikayla meşgul bir delikanlı değildir. Daima böyle şeylerden ihtiraz eder. Bir düşman iftirasına uğramış olduğu muhakkaktır. Her halde korkacak bir kusurumuz olmadığına eminsem de böyle işlerin öyle birkaç gün değil a birkaç hafta ve belki de birkaç ay zarfında da bitirilemediğini nice emsaliyle istidlal edebilirim. Sizi aldatarak teselli vermeyi hiç münasip görmeyeceğimden işte tahkikat ve mütalaatımı dosdoğru yazdım. Süreklice bir habere muhtaç olduğumuzu ketmedemem. Bilhassa kızım Ahdiye Hanım’ın şu felakete karşı tamamıyla sabır ve metanet göstermesini tavsiye ederim.”

Allah cümleyi muhafaza buyursun böyle felaketler zamanında insanın izanı tıkanır kuvve-i müfekkiresi halelpezir olur. Nasıl düşüneceğini, ne yolda bir hüküm vereceğini bilemeyerek şaşırır kalır. İşte bu hal Dilşinas Hanım ile kızında maaziyadetin vaki oldu. Hele Ahdiye dünyanın germ ü serdine dair hiç tecrübesi sebk etmemiş bir çocuk olduğundan böyle bir hale ne hikmete mebni kahırlanmak lazım geleceğini de zihninde bir suret-i ciddiyede tayin edemiyordu.

Kâşif Efendi ilk mektubu sabahleyin yazmış olduğu halde akşamüstü bir mektup daha gönderdi. Gündüz zaptiye nezaretine bir daha gitmiş. Oğlunu mutlaka görmek için yalvarmış yakarmış. Yalnız olamazsa zabitler huzurunda olsun bir kerecik görmek istirhamında

bulunmuşsa da merhamete dair bir eser görememiş. “Bugün cuma, büyük memurların gelmemiş olduğundan kat-ı nazar oğlunuz ihtilattan memnudur. Uzaktan bile göremezsiniz”den başka cevap alamamış.

Bu mektup dahi zavallı Dilşinas Hanım’ın yeisini arttırdı. Hoca Abdüllatif Efendi’yi tahkik-i ahvale memur ederek onun getirdiği malumat dahi hep Kâşif Efendi’nin verdiği mucib-i yeis ve keder haberleri teyit eyliyordu. Bundan sonra günler geçiyor, her günün hali dünküden daha ziyade mucib-i yeis ve nevmidi oluyor. Biçare kadınların hanelerinin hali ölü hanesinin ahval-i küduretinin makesi oldu. O hanelerin en büyük yeis ve matemi ilk güne mahsus olup badehu günler geçtikçe kederlerin azalmasına mukabil bu hanenin en hafif hal-i küduret misali ilk günü olup ondan sonra günler geçtikçe yeis ve matem hali artmaktaydı.

Üç ay böyle zucretli bir halde geçtikten sonra bir gün Kâşif Efendi’den bir mektup daha geldi. Bu mektubu Ahdiye bervech-i ati okudu:

 

“Hanımefendi hemşirem! Yekdiğerimizi taziye edecek bir gündeyiz. Şimdi oğlum ve oğlunuz Nurullah’a veda ederek geldim. Tevkif olunalı üç ay olduğu halde bir defacık olsun görüşmeye müsaade istihsal edememiştim. Bugün Akka’ya nefy olunuyor. Hapishanede, vapurda şöyle ayakta bir görüşmeye müsaade verdiler. Sizin ellerinizi ve Ahdiye Hanım kızımın gözlerini öpüyor. Namus ve insaniyetin kendisine tarh eylediği vezaifte kusur etmeyeceğini ve kendi yüzünden size hiçbir ziyan gelmesine rıza göstermeyeceğini yeminlerle temin ediyor. Ne yapalım hemşireciğim, asrımızda böyle felaketlere duçar olan yalnız biz değiliz. Biz Akka’ya sürülmekle yine hafif bir belaya duçar olmuşuz demektir. Bunun daha Trablusgarpları, Yemenleri, Fizanları da var. Sabredelim. Hak Teala mazlumların ahını zalimlerde bırakmaz.”

 

Ahdiye, mektubu okurken Dilşinas Hanım bir iki defa baygınlıklar geçirdiyse de kızına renk vermemek için bütün kuvvetini topluyordu. Nurullah Bey’in bu gün şu haneden tabutu çıksaydı haneyi ne halde bırakacakdıysa hane ve ehl-i hane o halden de besbeter bir hal-i yeisdeydiler. Hele biçare Dilşinas Hanım üç aydır yaş döken gözlerinden artık menabi-i sirişk kurumuş zannındayken bugün dahi dökecek sel gibi yaşlar bulduğuna kendisi de şaşıyordu.

Loading...
0%