@ahmetmithatefendi
|
“Bir muammasınız Nurullah! Bak yine ‘Nurullah’ dedim, Nuri bir muammasınız.” “Anlayamadım Ceylan.” “Adam içinde adamsınız. Birbirine hiç benzemez iki adamı hamur etmişler ondan bir Nuri yapmışlar.” “Hâlâ anlayamadım. Asıl muammayı siz yapıyorsunuz.” “Hayır efendim, benim yaptığım muamma değil. Açıktan açığa söylüyorum. Efkârı açık olanların sözleri de açık olur.” “Lütfen biraz izahat verseniz. Adam adam içinde! Şimdiye kadar işitmediğim yeni bir söz. Birdenbire anlayamamakta mazurum.” “Bunda anlaşılmayacak ne var? Teorilerinize (nazariyatınıza) bakarsak serbest fikirli bir adamsınız. Yeni adamlardansınız. Halbuki pratiklerinize (ameliyatınıza) bakınca hâlâ eski zamanlar çürüklüğü içinde pala çalıp giden bir… bir... öf nasıl tabir edeyim. Bizim Türkçemizde bu tabirler de yok ki. Bir timide (mahcup) bir... ha! Buldum: Bir mıymıntısınız.” “Ben ha?” “Evet siz!” “Güzel hanım! Şu hükmü ne gibi esaslar üzerine bina ettiğinizi de lütfen izah buyurur musunuz? Bir zandan mı ibarettir? Yoksa metin esaslar üzerine mebni bir hüküm mü?” “En evvel kâni olmalı, emin olmalı ki bir zandan, bir vehimden ibaret değil. Esaslar üzerine mübteni bir hüküm. Ama esasların derece-i metanetini tayin için henüz tamik-i tetebbua muhtacım. Bakınız aşikâre söyleyim: Geçen gün sizin evde Fransızca musahabemizde beni ret için ‘Ceylan Hanım! Sizin teorileriniz bir matmazeli bir delikanlı ederek kapıp koyuvermek teorisidir,’ diyordunuz. Bense sizi ‘Bir delikanlıyı bir matmazel etmek istiyorsunuz,’ diye reddeyliyordum. Şimdi şu iki teorinin arasını bulmalıyız.” “Ondan kolay ne var? Kız kızlığını bilmeli, erkek erkekliğini. Size daima söylediğim bu değil midir? Teori başkadır, pratik başka.” İnsan birçok kitaplar okur. Bu kitapları da insanlar yazmışlardır. Efkâr-ı beşerdeki tehalüf ve tezat onların kitaplarında cem olunmuştur. Bu efkâr-ı mütezade ve mütehalifeyi zihnimizde cem ve muhakeme ederek biz dahi bir fikir peyda ederiz. O bizim teorimizi, nazariyemizi teşkil eder. Ama onu mevki-i fiil ve icraya koyabilir miyiz? Dünyada hiçbir adam bulamazsınız ki her fikrini mevki-i icraya…” “Her zaman sayıkladığınız şeyi bir daha tekrarla yorulmayınız rica ederim.” “Siz dahi her zaman reddettiğim şeyi tekrarla yorulmamanızı rica ederim. İnsan hatta bir kız bile birçok şeyleri öğrenmeli. Fakat içinde yaşadığı mevkiin muktezasına tevfik-i muameleden ayrılmamalı. Kız kızlığını bilmeli, erkek de erkekliğini!” “Pekâlâ! Ben kızlığımı nasıl istersem öyle bilmekte hürüm. Fakat siz erkekliğinizi niçin bilmiyorsunuz? Neden serbest bir kız yanında miskin bir diğer kız gibi davranıyorsunuz? İşte artık büsbütün aşikâr söylüyorum. Yıllar oldu ki sizinle münasebetteyiz. Çocukluğumuzdan çıkar çıkmaz bir münasebet-i refikanede bulunduk. Medeniyet-i cedide hakkındaki tetkikatınız, tetebbuatınız insanoğlunun... Yalnız insanoğlunun da değil, hem de insan kızının hukuk-ı medeniyelerini size anlatmış olduğunu gösterdiniz. Ben de muallimeden bu yoldaki tetebbuatın netayicine ve okuduğum Avrupa âsârından o netayici intaç etmiş olan mukaddemata doğru zihnimi sevk eylemiş bulunduğumdan sizi kafama denk buldum. Apaşikâre söylüyorum. Sevdim! Ne o? Bir kızın bu cüretini beğenmiyorsunuz ha?”
“Hayır! Buraya kadar beğenmeyecek bir şey yok. Vakıa bizim hissiyat-ı kavmiyemize göre bir kız ‘sevdim’ demeyecek. Yalnız sevildiğini kabul istidadında bulunduğunu gösterecek. Bizim hiss-i şairanemize göre bir kız bir peri-i dilsitandır ki erkek onun perestişkârıdır. O bir sanem-i hüsn ve melahattır ki kürsüsü üzerinde kemal-i vakarıyla oturacak ve erkek tarafından onun zir-i pay-ı kürsüsüne arz ve takdim olunan tuhfe-i garamı reddetmemesiyle kabul eylemiş olacak. Maahaza gerek kadında gerek erkekte görülen terakkiyat-ı fikriye şimdi bu hisleri safderunluk derekesine indirmeye yüz tutmuştur. Onun için ben de bunları layetegayyer addetmeye lüzum görmüyorum. ‘Sevdim’ demenize ses çıkarmıyorum. Ama bir şartla! Bu hududun haricine çıkmamak şartıyla.” “Ha evet. Bundan sonrası beğenilmeyecek. Sevdim. İnsan birini severse eski zaman kızları gibi sevdasını kimselere söylemeye bile cesaret edemeyerek verem olup gitmez ya? Sevdasının zevkini sürmek ister. Hicran ve hasretten yanıp yakılmak miskinliği şu zaman için tahayyül edebilecek şeylerden midir?” “Bunu sormaya ne hacet? O şeylerden olmadığı maddeten sabit olmuş bulunalı adeta eskidi bile. Şimdi kızların elleri kalem tutuyor. Yanmayı, yakılmayı bırakınız, gönülleri hangi delikanlıya ısınırsa onunla yazışıyorlar. Fotoğrafya teatisinden başlayarak cüretlerine, fırsatlarına göre görüşüyorlar da.” “İşte biz dahi bu serbestlikten istifade ediyoruz. Bakınız görüşüp konuşuyoruz.” “Kardeş gibi! Değil mi?” “Öyle ya.” “Hayır hiç de öyle değil! Birbirini seven bir kızla bir delikanlı kardeş gibi sevişmek gayret-i eblehanesinde bulunurlarsa Âşık Kerem, Şah İsmail zamanlarındaki kızlara, oğlanlara bile benzememiş olurlar.” “Evvelleri diyordunuz ki: Kadın ve erkek hikmet-i medeniye nazarında müsavi olduklarından bir kadın ile erkeğin hiç olmazsa iki erkek gibi serbestane münasebet-i dostanede bulunmaları neden memnu olsun, olabilsin.” “Evet, hiç olmazsa! Bu “hiç olmazsa” kadarını pek nadirlerimiz güç hal hasıl etmiş oldukları gibi biz dahi hasıl edebildik. Buna teşekkür ederim. Fakat düşünmeli ki ikimiz bir neviden değiliz. Nev-i zükurun gayet-i muhabbetiyle nev-i nisvanın gayet-i muhabbeti kardeşlikten başka bir şeydir. Bu tabiidir. Tabii olan bir şey inkâr, reddolunabilir mi?” “....” “Sükût ha? Siz her zaman böyle yaparsınız. Teorilerinize hiç diyeceğim yoktur. Fakat iş pratik cihetine geldi mi, delil ve burhanınız tükenince böyle sükût-u mağlubaneye iltica edersiniz.” “Sükût-u mağlubane değil! Efkârınızı ret için söylenecek sözler içinde sizi incitecek gibileri bulunur da incinirseniz diye! Her milletin kavanin-i diniye ve dünyeviyesinden mütehassıl bir usul-u medeniyeti vardır. Sizin ve emsalinizin nazariyeleri o usul-u medeniyeyle tevfik kabul etmezse size uyarak o usul ve kavanini ayaklar altına mı alalım?” “Hangi medeniyetin kanunları? Menşei Hindistan’a kadar varan yedi sekiz bin senelik medeniyet-i Brahmaniye kanunları mı? Gözlerinizi yalnız Şark’a dikip oradan ayıramayacağınıza biraz da Garb’a çevirseniz a. Avrupa ve Amerika’nın yeni medeniyeti ‘medeniyet’ değil midir? Her tarafta hukuk-ı nisvan davasıyla kıyam olunmuyor mu? ‘Nisvan’ deyince kızlar dahi dahil değil midir? Acaip! Bu ne kadar haksızlık? Bir beyefendi teehhül edecek. Görücüler gelir. Cariye alacaklarmış gibi kızı uzun uzadıya muayene ederler. Beğenip beğenmemek hakk-ı muhakkiranesi bunlarda. İlk muayenede beğenirlerse, ikinci muayenede nefesini koklarlar. Gece horlayıp horlamadığını tahkik ederler. Bilmem ne, bilmem ne. Sonra da utanmadan cihazını sorarlar. Bunlar ne? O biçare kız varacağı herifi rüyasında bile görmez. ‘Pek alafranga’ diye bazı çürük akılların tayiplerine rağmen damat beyin bir fotoğrafyası irae olunursa o!.. Yeni moda, alafranga bir iş olur. Her ciheti kız için bir gûne hakaretten ibaret olan düğün yapılır. Badema kızcağızın dirliği düzenliği kocasının ağzından çıkacak iki kelimeye merbut kalır: ‘Boş ol!’ Nuri Bey, hâlâ bu fikirlerde misiniz? Hâlâ bu medeniyet diye kabul ve tasdik edecek fikirlerde misiniz?” “Aman Ceylan Hanım beni korkutuyorsunuz.” Bir teheyyüc-i tıflaneyle “Avrupa ve Amerika’nın yeni medeniyeti” diye bir meseleden istidlale kadar varıyorsunuz ki o yeni medeniyetin ehli olanlar Avrupa ve Amerika’da bile hâlâ nevadirdendir. Kadından erkekten on binde birisi o medeniyet-i cedideyi kabul etmiyor. İstanbul’da sizin nazariyelerinize müşterek olanlar nasıl nevadirdenseler Avrupa ve Amerika’da dahi öyledir. Hem onların usul-i muaşeretleri bize asla kıyas olunamazken, hatta birçok derecelere kadar serbesti-i nisvan onlar için bir ihtiyac-ı mübrem demekken bile o taife o derece ekseriyeti teşkil edebilmesine la-akal bir asır zaman ister. Binaenaleyh siz çocukçasına ifratperestliğinizle hakikaten beni korkutuyorsunuz. “Tamam! İşte gönlünüz bu teorilerde benimle beraber olduğu halde pratik cihetine gelince böyle yakanızı korkuya kaptırıverdiğiniz için dedim ki: Adam adam içinde bir adamsınız. Bir muammasınız.”
Şu muhaverenin kimler arasında güzar eylediğini anladınız mı? Birisi biçare Dilşinas’ın damadı, zavallı Ahdiye’nin menkuhu Nurullah Bey ki “Ceylan” tesmiye olunduğu yine kendi sözlerinden anlaşılan bir hanım kız gayet Frenkmeşrep bir şey olduğundan “Abdullah” ve “Seyfettin” gibi esami-i mürekkebeyi sevmediği cihetle yalnız “Nuri” demekle iktifa eder. Hatta bir kere Nurullah’la bunun için bir mubahaseye girişmişti. Nurullah: “Canım Frenklerde dahi ‘Diyödone’ ve ‘Diyölafua’ gibi mürekkep isimler yok mu?” dediği zaman, Ceylan, “Var ama şimdi bu isimler Frenkler nezdinde de şık sayılmıyorlar,” diye mukabelede bulunmuştu. Bu kesim kızlar, kadınlar, hatta erkekler nezdinde en büyük kanun “şıklık” değil mi ya? Şık olan her şey makbul, şık olmayan her şey merdud olacak ki “modern” yani terakkiyat-ı zamaniyeye göre uygun “yeni adam” olabilsin. Bu roman başka bir romandır. Bunun başka bir roman olduğunu biz daha evvel haber aldık. Hatırınıza geliyor mu ki Dilşinas Hanım’ın hanesinde Ahdiye Hanım’ın kına gecesinde herkes yatağa girdiği ve yatak komşuları arasında bazı hasbıhaller peyda olduğu zaman bir bilgiç hanım ne demişti? Hatırınızda mı? Demişti ki: “Hemşireler! Sizin bilmediğiniz şeyleri de ben biliyorum. Ahdiye ve Nurullah birbirine layık olsunlar, olmasınlar. İş bunda değildir. Bu işin içinde başka bir roman vardır. Adeta bir roman! O romanın aşk ve muhabbet cihetinden bir kahramanı Nurullah’sa da öteki kahramanı Ahdiye değildir. Ondan başka birisidir. Eğer benim bildiklerimi Dilşinas Hanım bilseydi mümkün değil Ahdiye’nin Nurullah’la nikâhına razı olmazdı. O meraklı kadın bilahare kızının başını ateşlere yakmak hususunda zerre kadar bir ihtimalden ürker. Dâr-ı dünyada bir Ahdiye!” İşte şimdi anlıyoruz ki romanın öteki kahramanı da Ceylan Hanım’mış. Asıl ismi Ayşe’yken Fransızca “biche” kelimesinin Türkçesi olarak “Ceylan” tahallüs eden bir hanım. Bu Ceylan Hanım kim oluyor? Romanımız ilerledikçe tercüme-i hali meydana çıkacaktır. Fakat şimdiki halde Nurullah’la olan muhaveresinden yukarıda gördüğümüz parça size Ceylan’ın nasıl bir Ceylan olduğunu tanıttıramadı mı? Pek serbest, pek serbaz bir kız ha? Böyle kızlar şu zamanımızda henüz nevadirden, hem de pek nevadirden oldukları için biraz istiğrab etmekte haklısınız. Hikâyemizin zaman-ı vukuu olan 1315 senesinde yani bundan dokuz sene evvel bu nedret daha ziyadeydi. Tek tük denilecek kadar azdı. Şu muhavere 1315 senesinde de güzeran etmedi. Ondan evveli güzeran eyledi. Bir sene kadar evvel. Her şeyde ifrat da fenadır, tefrit de! Kızları esen yellerden esirgemek gayretiyle kafesler derununda kanarya kuşu gibi yetiştirmek de tehlikelidir, bir hürriyet-i tabiiyeyle başıboş gezen sakalar, isketeler, ispinozlar gibi bırakmak da. Bu serbesti-i tabii halinde gezip yaşayan kuşlar da vakıa gûnagûn tehlikelere maruzdurlar. Kendilerinden daha kuvvetlileri elinde zebun ve makhur kalırlar. Fakat kafesteki kanarya bir an için kapısını açık bulur da karşıdaki ağacın dalına kadar gidip konarsa en aciz, en miskin kuşların taarruzlarından bile kendisini müdafaa edemez. Şu kadar ki kanaryamıza idman vereceğiz, kendi kendisini müdafaaya muktedir olmak için cesaretlendireceğiz diye mevzuiyyet-i asliye ve tabiiyesinden çıkaracak olursak vakıa bir zamana kadar bu sevimli kanaryayı bir atmaca olmuş zann-ı batılına düşersek de o her halde nazik bir kanarya olmak tabiatından harice çıkamamış olduğundan “ben bir atmacayım” cesaretiyle saldırdığı kuşlar pençesinde yine makhur olur ve böyle istidad-ı tabiisi haricine çıkmış olmak gayretiyle saldırdığı için duçar olduğu felaketine acıyanlardan ziyade gülenler hak kazanır. Muhaverede elbette dikkat buyurulmuştur ki Ceylan Hanım kendi mini mini felsefesinin esasını Avrupa’dan almış, ama bazı cihetlerini eksik almış. Hele bazı cihetlerini lüzumundan pek çok fazla almış. Öyle bir suret-i garibede ki Avrupa’da kendisine küfüv olabilecek sınıfın içinde bulunsa eksik almış olduğu cihetlerinden dolayı kendisinin Nurullah Bey’e isnat eylediği mıymıntılığı kendine isnat ederlerdi. Lüzumundan fazla almış olduğu cihetlere gelindiği zaman dahi “Aman bu Türk kızı ne başı açık şey! Ne cüretli şey! Bu kız değil adeta bir delikanlı. Hem de cüretini serbazlık derecelerine vardırmış en tehlikeli bir delikanlı” diye Avrupalı kızlar dahi Ceylan’ın yanından kaçarlardı. Romanımızın ilerilerinde Ceylan Hanım’ın filvaki takarrübü ne kadar tehlikeli bir mahluk olduğunu meydana koyacak türlü haller görülecektir. O kadar acip ve garip haller ki kari ve karielerimizden birtakımı ihtimal ki bu hallerin perde-i sükûtla setri daha münasip olacağı fikrinde bulunacaklardır. Hayır! Bu felsefe-i muzırra ve mühlike bizde henüz asla mevcut olmamış bulunsaydı setr ve ihfasından belki bir faide, bir faide-i muvakkate beklenebilirdi. Ama Ceylan bu sınıf içinde bir misli daha bulunmayan nevadir-i muhayyireden olduktan sonra ondan biraz noksan addolunacaklar birkaç ve daha biraz ehven olanlar daha ziyadeye baliğ olurlar. Nihayet gittikçe felsefelerinin tehlikesi azala azala “şık hanımlar” sınıfına kadar varıldığı zaman ne kadar çoğaldıkları görülür. Bunların seramedleri Ceylan gibi Avrupa’nın mesail-i nisvaniyeye dair olan matbuatını okudukları gibi serbesti-i nisvandan müstefit olan birçok erkekler dahi o kariat-ı serbestiperestane yardım ederler. Mütalaa ettikleri şeylerin netayicinden onları haberdar ederler. Nev-i nisvana karşı bu tavr-ı ahraranede bulunmayı da bir şıklık sayarlar. Binaenaleyh bu hakayıkı onlardan gizlemeye çalışmak bir heyet-i müstebidenin çehre-i hürriyeti nazar-ı halktan setr etmesine benzer ki mümkün olamadığı yakında görülmüş olan kendi misalimizle müstedildir. “Hürriyet” bir dereceye kadar, bir bakıma göre, ondan istifadeyi bilenlere kıyasen pek nafi, mukaddes bir nimet olmakla beraber, diğer bir bakıma göre diğer derecata nazaran ve bahusus ondan istifadeyi bilmeyenlere kıyasen ne kadar tehlikeli bir nimet olduğunu da işte şu birkaç aylık hayat-ı ahraranemizde görmüşüz, anlamışızdır. Binaenaleyh iyiliklerden ziyade fenalıklar meydana konulursa onlardan tevakki için daha ziyade mucib-i istifade olacağı şu asırda cümleden evvel Emile Zola’nın nazar-ı hikmetini açmıştır da naaşı pantheona, o kubbe-i vatanperverane naklolunmak derecesinde mazhar-ı hürmet-i millet olan o büyük muharrir kalemini bu tasvir-i meayibe vakfeylemiştir. Evet! Hakikat böyle diyor. Bir murdarlığı örtmekle onun levsinden tevakki edilmiş olamaz. Onu açmalı, âleme göstermeli. Âlem onu görmeli. Sıhhat-ı ahlakiye için ne kadar muzır olduğunu anlamalı da ona göre ondan tevakki ve mücanebet etmeli. Evet sıhhat-i ahlakiye! Aynıyle sıhhat-i bedeniye gibi bir sıhhat-i ahlakiye! Sıhhat-ı bedeniye hususunda muzırra, müfidi bilmek ne kadar lazımsa sıhhat-i ahlakiyece dahi tehlike ve selamet cihetlerini bilmek o kadar lazımdır. Bir sokakta açılan muzahrafat çukurunun üstüne geceleri fener asmak gibi. O çukuru yok farz ederek oraya fener asmazsak, onu âleme gösterip nazarıdikkat ve ihtirazlarını davet ve celp eylemezsek erbab-ı gafletten birçoklarını o mühlikeye düşürmüş oluruz. Hele biz Nurullah ile Ceylan arasındaki musahabenin bakiyesini de dinleyelim.
* * *
Ceylan son sözünü söylediği zaman Nurullah sükûta varmıştı. Hem de epeyce derin, epeyce sürekli bir sükût. Hatta biz dahi yukarıki fıkramızda vermiş olduğumuz bazı izahatı bu sükûtun müddeti arasına sıkıştırıverdik. O sükûtu ihlal eden yine Ceylan oldu. Dedi ki: “İşte mukabeleden yine aciz kaldınız. Mukabele kabil değil ki edesiniz. Zaten şu teorilerde gönlünüz, fikriniz benimle beraber olduğuna şüphe bile edemem. Nasıl olur ki bir delikanlıya her şey caiz, her şey mubah olsun da bir kıza hiçbir şey caiz, hiçbir şey mubah olmasın? Delikanlı her gördüğü kadına, kıza göz koyup bıyık burabilsin de kız, hatta yahut kadın bir hafif tebessüm bile edemesin. Bir erkek için tecviz olunabilen serbestliğin yüz binde birisi bir kadında, bir kızda görülecek olsa mahvolduğu an o andır. Biz, erkek efendilerin adeta eğlencesi olmuşuz, kalmışız. Bize karşı her hal ve tavırda onlar muhtar, müstahak. Biz? Oo! Biz eşyadan madut. Hayvandan bile madut değil, nerede kaldı ki insandan madut olalım. “Ama artık ifrat ediyorsunuz. Mübalağa...” “Hayır! Hiç de ifrat etmiyorum. Belki tefrit ediyorum. Düşününüz ki beğenilmek hevesi beşeriyet için cibilli, tabii, fıtri bir şeydir. Biz kadınlar beğenilmeyi bittabii isteriz. Fakat yolda veya bir çayırda kendimizi beğendirmek istediğimiz erkeğe mukabil gelince şemsiyemizi indirip siper almaya mecburuz. Neden? Dünyanın hangi tarafında böyle bir mecburiyet vardır? “Buraları böyle! Hatta tevahhuşun bu derecesi bir mecburiyet-i diniye değil bir âdet-i beldedir. Lakin sizin dediğiniz gibi serbesti Avrupa’da bile yoktur. Taklidiniz yanlıştır.” “Yok mu? Amma yaptınız ha! Haydi bakayım bedihiyatı da inkâr ediniz. Mariage libre (ahrarane izdivaç) mebahisine dair hiçbir şey okumadınız mı? Kocasını kız kendisi intihab etmek lüzumu bugün suret-i muhakkakada sabit olmadı mı? Bir kızın kocasını anası, babası, bunlar yoksa sair velisi intihab etmek medeniyete en tehlikeli bir şey olacağına hükümler verilmedi mi? O kocaya kızın velileri varacak değil, kız kendisi varacak. “Adi familyalarca böyle ama, kendi mertebe-i medeniyesini bilen familyalar nezdinde kız suret-i mahsusada velileri tarafından mezun olmadıkça ve yanlarında familya azasından bir kimse bulunmadıkça kariben nişanlısı olacak ve hatta olmuş bulunan delikanlıyla görüşemez. Onların muaşeretleri bize benzemedikleri için sair adi familyalarda vakıa bu kadar dikkat yoktur. Familyaların mertebe-i medeniyeleri indikçe kızlar da hiç de baskı kalmaz. Mariage libre, yani ahrarane izdivaç davaları da ancak bunlar için doğru görülebilmektedir. Bizse bunlara hiç benzemeyiz. Bizim kızlarımızı kendi hallerine bırakırlarsa...” “Vallahi şimdi aklıma gelmişti. Ya davulcuya varır ya zurnacıya! Değil mi? Varsın davulcuyu, zurnacıyı beğensin. Kim ne hakla karışacak? Bir kemancı çingeneye varmış prensesler yok mu? Yalnız Avrupa’da değil bizde bile! Bir kraliçeyken boşanıp adi bir adama varmış kadınlar yok mu?” “Fakat Avrupa’da dahi bu efkâr-ı ahraranenin muarızları var. Onu da biliyorsunuz ya? Gazeteler bu yoldaki izdivaçlar için neler yazdılar!” “Biliyorum. Hem maatteşekkür itiraf ederim ki birçok cihetlerini yine sizden öğrendim. Mariage libre usulüyle izdivaçların sürekli olmayacağı kaziyesi değil mi? Varsın sürekli olmayıversin. Birisinden ayrılan diğer biriyle birleşebilir.” “A gözüm bu mariage libre erkeklerden ziyade yine kadınların ziyanını mucip olacağını size uzun uzadıya anlatmamış mıydım?” “Ben de o fikirlerinize uzun uzadıya mukabelede bulunmamış mıydım? Her kaytan bıyık çelebi rastgeldiği kızı iğfal ediverecekmiş. Vakıa kızlar bizimkiler gibi miskinlerden ibaret olursa bu dediğiniz pek haklıdır. Biçareyi aldatırlar. Kızken valide eder sonra terk ediverirler. Zavallı mazlumeye ağlamaktan başka hiçbir suret-i intikam, hiçbir vesile-i teselli kalmaz. Ama düşününüz Nuri Beyefendi hazretleri! Düşününüz ki şimdi Avrupa’da kızların ellerinde hançer var, revolver var ve vitriyol şişeleri var.” “Aman Ceylan! Terakkiyibu derecelere kadar vardırdınız ha!” “Aman zahir! Gazetelerin her günkü nüshasında böyle bir vaka-i intikam görüyorsunuz! Değil mi? Veriniz kadınların hukukunu kendi ellerine, bakınız kadınlar kendi hukukunu muhafaza edebilirler mi edemezler mi görünüz. Fakat karşınızda bir alay cahil ve miskin bulundukça istediğiniz gibi hükmeder, keyfiniz veçhile oynarsınız.” Nurullah Bey hakikaten kıvranmaya başladı. Alaim-i mağlubiyet her cihetten yüz gösteriyordu. Ceylan’ın da dediği veçhile kendisi kalben bu hislerin ve fikren bu hulyaların fevkinde değilse de o tahayyülat ve tasavvurat fiile çıkacak olursa cemiyet-i medeniye dahilinde husule gelecek hercümercinin dehşetini pek büyük görüyordu. Böyle gördüğü için nazariyesi başka, ameliyesi başka bir adam olup yine Ceylan’ın dediği gibi bir muamma halini, hem de halli müşkül bir muamma halini kesp ediyordu. Ceylan musahibinin şu hal-i aczini bir tavr-ı galibiyetle temaşaya başladı. Nihayet tavrındaki ciddiyeti tadil ederek ve zaten güzel olan esmer çehresinin letafetini gayet tatlı tebessümlerle arttırarak dedi ki: “İnsaf et Nuri! Merhamet et! Bak sana artık senli benli söz söylüyorum. Henüz hakkım yokken böyle söylüyorum. İnsaf et, düşün! Bir genç kız sana diyor ki şu münasebet-i biraderaneyi, şu gayr-i tabii halinden çıkaralım. Tabii bir hale koyalım. Birbirimizi seviyoruz. Muhabbetimizden istifade edelim. Ama sende bin düşünce varmış. Seni men etmem. Hürriyetini yine sana bahşederim. Hazır şu akşam ev hali, fırsat eldeyken neden istifade etmeyelim? “Aman Ceylan ne söylüyorsun Allah’ı severseniz? Çıldırdınız mı?” “Neden çıldırayım? Sen çıldırtırsan belki de çıldırırım ama iş henüz çıldırmak derecelerine gelmedi. Tabiiyat dahilinde idare-i efkâr ediyorum. Canım bir erkek bir kadının visali için köpek gibi yalvardığı, ağladığı, sızladığı halde hiç mucib-i istiğrab olmuyor da bu niyaz kadın tarafından vaki olunca neden mucib-i istiğrab oluyor? Nuri! Sevgili mıymıntı! Bırak şu mantıksızlığı!” “Canım bir delikanlı bir geceyi hâli bir hanede bir kızın yanında geçirmiş denilirse...” “Evvela bu kadar hususi olan şeyi kim haber alıp da ne diyecek? Velev ki haber alsınlar. Ne derlerse desinler. Sen erkeksin. Sana bir şey demezler. Mahvolacak ben değil miyim? Varayım mahvolayım.” Söz buralara gelince Nurullah kızarmaya başlamıştı. Kan başına çıkıyor, rengi al al olduğu gibi hararet-i gariziyesi de tezayüt ediyordu. Bu tezayüd-i hararet kanı içindeki serumu, suyu bitteshin buhara münkalip eylediğinden cildinin mesamatından harice fışkıran o buhar derhal bittekasüf evvela darı tanelerinden küçük, daha sonraları nohut kadar ter katreleri teşkil eyliyorlardı. Ceylan’a bir cevap vermek için ruhunun olanca kuvvetini cem’e çalışıyordu. Ama çalıştıkça o kuvvet-i ruhiyeyi acze münkalip olmuş görüyordu. Ceylan da delikanlının şu duçar olduğu buhrana acıdı. Hücumlarını tadile lüzum gördü. Dedi ki: “Düşündüğün, çektiğin cihetleri bilirim dostum. Fakat ihtisasatımın bir ihtisas-ı hayvani olmadığına emin ol. İşte teklifimi tadil ediyorum. Geceyi burada geçirme. Tedarik etmiş olduğum akşam taamını birlikte edelim. Bunca zamandan beri münasebet... Münasebet-i refikanede, münasebet-i biraderanede bulunduğum sevgili Nuri’yle bir kerecik olsun iki lokma taamı beraber tenavül edelim olmaz deme Nuri.” Evet! Nurullah da olmaz demedi. Artık inadın bu derecesini o da çok gördü. Hiç olmazsa bir büyük beladan bir ehven suretle kurtulmayı tercihle o tehlikeli kıza istediği cevab-ı muvafakatı verdi.
* * *
“Bir Düğün” serlevhasıyla hikâyemizin kısm-ı evvelini teşkil eden fıkrada aza-yı vakayla peyda etmiş olduğumuz muarefe kadar bir muarefeyi henüz burada musahabelerini yazdığımız ve felsefelerini muhakeme ettiğimiz iki zat haklarında peyda edemedik. Vakıa Nurullah Bey’in sergüzeştini gereği gibi tafsilatla yazdıksa da neşeti hakkında henüz haberdar olmadığımız halde yazdık. Ceylan Hanım’ın dahi ne kıratta bir matmazel olduğunu tanıdık ama kimin nesi olduğuna dair henüz bir haber alamadık. Bu akşam için kararlaştırılmış olan hususi, hem de gayet hususi ziyafette bu iki muhip ve muhibbenin –frenklerin dedikleri gibi– başbaşa nasıl zaman geçirip ne yolda eğlendiklerini görmezden evvel kendilerini tanımaya mecburuz. Birinci kısmın sonlarında Nurullah Bey’in Kâşif Efendizade olduğunu görmüş, öğrenmiştik. Bu Kâşif Efendi, eski vülat kapı kethüdalığından mütekait bir adamdır. Zaten de dünyalığını gereği gibi tedarik etmiş bulunduğundan La Fontaine hikâyelerinde Felemenk peynirini delip içinde kuşegir-i inziva olmuş bulunan tarik-i dünya fare gibi Kâşif Efendi dahi hanesi derununa çekilmiş ve kendi halinde yaşamakta bulunmuş bir adamdır. Haremi çoktan vefat etmiş. Haremde ilk mevludu olmak üzere kırkını mütecaviz bir dul kızı Zeliha Hanım hanenin hanımlığı makamını işgal eyler. Kâşif Efendi izdivaç hakkından fariğ olunacak kadar henüz ihtiyar sayılmazsa da Nurullah Bey gibi yetişkin bir oğlu olan böyle bir bekara gencecik bir kadınla izdivaç yakışmayacağı gibi her şeyden mahrum kalmış bir kocakarıyı kendisi de istemez. Kâşif Efendi bundan otuz beş kırk sene evvel hatırı sayılan kâtiplerdendi. “Kâtip” kelimesinin o zamanki manasını tahattur ediyor musunuz? “Münşi” demek değil. “Edip” demek de değil. Yalnız ve sadece kitabet-i resmiye erbabı hiç değil. “Kâtip” ha! Kâtip demek her şey demek. Gazete muhabiri, kitap müellifi, tumturaklı tebriknameler, teşekkürnameler münşisi. Her şey! Her şey! “Kâtip” kelimesi bugünkü “muharrir” kelimesinden daha şümullü bir manaya malik bir kelime. Hâlâ bugün muharrir olan bir adamın her şeye dair yazı yazması matlup değil mi ya? “İhtisas” maddesi henüz hükmünü tamim edemedi. “Muharririm” diyenden her yolda yazı yazmasını talep ediyorlar. İşte Kâşif Efendi zamanın böyle bir kâtibiydi. Epeyce Fransızcası var. O zamanın “Fransızcası var”ı sehlü’t-tefehhüm şeyleri okuyup gâh kamuslara gâh kendisinden daha kuvvetlilere müracaatla tefehhümüne kendisince de emniyet hasıl olduktan sonra Türkçeye nakilden ibarettir. Kudret-i ilmiye ve kalemiyesi şundan ibaret bulunmakla beraber Kâşif Efendi gayet zeki, durendiş bir adamdır. O zamanlar Kemal Bey ve rüfekasının Londra’da, Paris’te tab ve neşreyledikleri matbuat-ı ahraraneyi de edinip okur ama bazı ihtiyatsızlar gibi aleniyetten ihtiraz eyler. Hatta bundan otuz üç sene mukaddem Kanun-ı Esasi ilan olunduğu zaman hürriyetin tamamen muhibbi olmakla beraber Kanun-i Esasi’nin mahiyetini o zaman hiç anlamayanların anlayanlara nispetle ekseriyet-i azime teşkil ettiğini görmüş de kendi hürriyetperverliğini meydana vurmayarak mebahis-i hürriyeyi hâlâ esrardan olmak üzere telakkide devam etmiş. En sonra hükm-i istibdad olanca sıkletiyle halkın üstüne çökmüş bulunduğu sırada Kâşif Efendi hürriyetperest ama bittabi daha hafi, daha muhterizane. Böyle bir zamanda hafiyelerin şerrinden kendisini kurtarabilmiş olması pek büyük bir eser-i muvaffakiyet sayılır. Bu adam için oğlu Nurullah Bey’i de kendisi gibi terbiye etmek bir emr-i tabiidir. Nurullah Bey tamam 1290 senesinde doğmuş olduğundan şimdi hikâyemizin zaman-ı vukuunda yirmi dört, yirmi beş yaşında bir delikanlıdır. Tıpkı babası gibi orta boylu, tıpkı onun gibi etine dolgun, kumral, endamca mütenasip, babasının kopyası güzel bir adamdır. Hürriyet-i insaniyeyi sevmekle beraber herkesten muhteriz. Âsâr-ı ahraraneyi pek büyük bir lezzetle okur. Hem Türkçesini hem Fransızcasını okur. Zira Mekteb-i Sultani’de ikmal-i tahsil etmiş de sonra Mekteb-i Hukuk’a girmiş bir sene evvel oradan dahi çıkarak “tez” imtihanlarını vermekle meşguldür. Bir adamın efkârı dürüst, ahlakı dürüst olur, gözü, gönlü envar-ı maarifle münevver bulunur da hürriyeti sevmemesi, istibdada muhabbet etmesi kabil olur mu? Ama şahadet-i hürriyeyi göze aldıracak kadar cüretli bir âşık-ı hürriyet değil! Mekteb-i Hukuk imtihanlarında ikinciliği temin etmiş olduğunu evvel dahi haber vermiştik. Hukukiyyunu değil kâmil insanları tasnif edecek olsalar Nurullah Bey’in birinci sınıfa isbat-ı ehliyet edeceğine şüphe olunamaz. Zira “hüsn-i ahlakı muktesebat-ı ilmiyesinin revnakını müzdad eder,” diyeceğiz ama bizde o ahlak denilen şey henüz muayyen değildir. Bu hüsn-i ahlaktan maksat beş vakit namaza beş daha katmak, bilcümle menhiyattan tevakki ve mücanebet etmekse Nurullah Bey bunlardan değildir. Eli değerse namaz da kılar. Ramazan-ı şerifte camilere devam eder. Hatta halk saimken kendisi müftir bulunmayı vicdanına yediremediğinden oruç dahi tutar. İşret etmezse de lüzumu görülürse birkaç konyak ve mastika, bira filan için hiç de tevahhuş göstermez. Ama hiç yalan söylemez. Kimsenin hakkını yemez. Reyinde riya ve müdahaneye kapılmaz. Ahbabına karşı yüreği açık ve lisanı azadedir. Kimseyi incittiği, kimseye fenalık ettiği işitilmemiştir. Gençlik âleminin mukteziyat-ı tabiiyesinden de mütevahhiş değil. Benat-ı Havva’ya meyli mükemmeldir. Ama öyle umumhaneler müdavimi değil. Karda gezip de izini belli etmeyen pişkin delikanlılardandır. Malum a bu pişkin delikanlılar bir muhaddereyi iğfalden mücanebet ederler. Onların alış verişi kendi çeki ve düzenlerine zaten alışmış olanlarladır. Keşke öyle de olmasa ama bizim işimiz yalnız beyan-ı temenniden ibaret değildir. Tasvir-i ahvaldir. İşte Nurullah Bey böyle bir delikanlı, bu yolda bir iyi çocuk olup müddet-i ömründe kumardan hiçbir zevk alamamış olduğunu da haber verirsek tasvir-i ahvalini itmam etmiş oluruz. Yukarıki fıkranın sonlarında Nurullah Bey’in tasvir-i ahvalini okurken bu pişkin delikanlının Ceylan Hanım nezdinde gayet tutkun, mahcup, adeta bir mıymıntı olmak üzere telakki edildiğini tahattur eylediniz mi? Eğer Nurullah’ın mahiyet-i sahihası biçare Dilşinas Hanım nezdinde muhakkak ve malum olsaydı bu delikanlıyı pek serbaz, pek hovarda, pek alafranga, pek şık bularak mutlaka kerimesi Ahdiye’yi ona vermekte pek büyük bir ihtiraz gösterirdi. Ahval-i âlem böyledir. Herkesin, her şeyin iyiliği, fenalığı onları telakkiye göredir. Bizim iyidir diye telakki ettiğimizi siz fenadır diye reddedersiniz. Hangimiz haklıyız? Bunu hükmetmek mümkün olamaz. İyi ne, fena ne olduğu evvelce tayin olunmalı ki bunlara edilecek kıyasdan bir doğru hüküm çıkarabilelim. Maahaza Ceylan Hanım’ın olur olmaz kimseleri beğenmeyecek bir kız mı olduğuna, yoksa ilk karşısına çıkacak adama ruy-ı kabul gösterecek makuleden mi bulunduğunu da henüz hükmedemeyiz. Durunuz şunun da neşetini biraz taharri edelim: Bu kızın babası da sağdır anası da. Babası Kâzım Bey bir büyük dairenin kethüdasıdır. Hem de pek çok senelerden beri. An-asıl Babıâli’de mektubi-i sadaret kaleminden çıkmış. Orada en büyük hüneri mübeyyizlikmiş. Hüsn-i hattı pek mükemmeldir. Fakat ondan başka bir hüneri yok. İfade-i merama ancak muktedir. Kâzım Bey’in en büyük malumatı taayyüş hususundadır. İyi yaşamayı pek ala bilir. Her şeyin iyisini anlar. Çünkü mensup olduğu daireye her şeyin iyisi alınır. Gayet alafranga meşrep bir adamdır. Fransızca “bonjur” demesini bilmezse de daha gençliğinden beri polka oynamakta pek mahirdi. Rum ve Ermeni kadınlarından müteşekkil bir cemiyette, yani bir alafranga cemiyette bulunacak olsa evza-ı frenganesi ve etvar-ı zendostanesiyle celb-i enzar-ı dikkat eder. Zevcesi Sezayidil Hanım dahi mensup olduğu daireden çırağ edilmişti. Orada vazifesi perendebazlık olup bu tabirden rakkaselik mânâsı murat olunur. Hakikaten gerek alaturka ve gerek alafranga ayak oyunlarında yektalardan addolunur. Yalnız oyunculukta mı ya? Böyle büyük bir daireden çıkmış olan bir perendebaz ne kadar da kurnaz, ne kadar da dilsaz olur ya! O gûnagûn kıyafetleri saha-i temaşaya, meydan-ı raksa çıktığı zaman nazar-ı hayreti celp edemeyecek çolpa mizaçlı bir miskine giydirilir mi? Sezayidil Hanım dahi gayet alafranga hatta bilaihtiraz haber veririz ki yaşı kırkı geçmiş olduğu halde henüz gereği gibi şakrak, fıkırdak bir şuhtur, bir şeydadır. Dilşinas Hanım ile Sezayidil bir yere gelecek olursa birisi kocakarı zannolunur, diğeri civan. Halbuki ikisi hemen bir yaştadırlar. Anası babası hakkında vermiş olduğumuz malumat Ayşe Ceylan Hanım’ın menşeini tayine kifayet eyler. Bu ana baba elinde büyümüş olan bir kız hariçten başka hiçbir terbiye görmemiş olsa dahi Nurullah Bey’le muhaveresinde gördüğümüz Ceylan olacağı istibad edilemez. Halbuki Ceylan’ın asıl hariçten aldığı terbiyeler şu mahiyet-i asliyesini bir kat daha bast edecek yoldadır. Bu esmer güzeli ta tufuliyetinden beri güzeldi. İki yaşını geçip de yarım yamalak söz söylemeye başladığı zaman fıtratında meknuz olan cevher-i zeka ve cerbezeyle o kadar acip ve garip sualler sorar veyahut sorulan suallere o kadar tuhaf cevaplar verirdi ki görenlerin, işitenlerin şaşmamaları, gülmemeleri kabil olamazdı. Çocuğun bu hali babasının mensup olduğu dairece dahi anlaşıldığı zaman badi-i emirde haftada, on beş günde bir kere oraya celp olunmaya başladı. Büyük hanımlar bu çocuğun tuhaflığıyla pek tatlı eğleniyorlardı. Zaman geçtikçe çocuğun celbi günleri sıklaştı, mini mini Ayşe yalnız büyükleri değil küçükleri de eğlendiriyordu. Cariyelerin koğuşlarında bu kız pay edilemiyor, kucaktan kucağa atılıp kapılıyor, esmer yanakları üzerine günde bin buse konduruluyordu. Yedi sekiz yaşına vardığı zaman Ayşe’nin hali bilkülliye başkalaştı. Sazende cariyeler hangi sazları çalıyorlarsa Ayşe bunların hepsini karıştıra karıştıra hepsi hakkında vukuf hasıl etti. Az çok hepsini de çalabiliyordu. Hele her perendebaz cariyenin rakslarını daha güzel taklit ederek o yaştayken adeta mükemmel bir perendebaz kesildi. Cariyelerin söyleştikleri Çerkez lisanı pek hoşuna gittiğinden her şeyin Çerkezcesini soruyor ve aldığı cevapları bir daha unutmuyordu. Çerkez lisanını tamamıyla hüsn-i telaffuz Çerkez doğmaya mütevakkıf olduğundan Ayşe’nin Çerkezcesi cariyelerin kulaklarına pek yarım yamalak geliyordu. Ama bu hal, esmer çocuğun terakkisine hizmet ediyordu. “Ayşe Hanım şunu da söyle, bunu da söyle,” diye cariyeler kızın sormadığı şeyleri de söyleterek gülüşüp eğleniyorlardı. Bu Çerkez lisanında ciddiyet yoksa da Ayşe bu dairede Fransızcayı da öğrenmeye başladı ki bunda büyük bir ciddiyet vardır. Cariyelere piyano meşk etmek için bir ve arp ile keman meşk etmek için dahi diğer bir ve alafranga raks meşki için dahi bir ki, üç Fransız muallimesi bu dairede müstahdem bulunduğu gibi küçük hanımefendilere Fransızca öğretmek için bir de gayet muktedir bir Fransız muallime haftada üç gün devam etmektedir. Bu muallimenin küçük hanımefendiye Fransızca öğretemeyeceğini anlarsınız ya! Hanımefendiler öğrenmeye gayret edebilecekler değil ki muallime dahi bunlara Fransızca öğretebilsin. Bilakis muallime bu dairede Türkçe öğreniyordu. Hem de serian terakki ediyordu. Lakin orta yerde afacan bir Ayşe bulunur da bu Fransız madam ve matmazellerinin nazarıdikkat ve ehemmiyetlerini celp etmez olur mu? Çocukluğundan beri Ayşe’yle eğlenmekte olan cariyelerin biraz itidal kesp eden tehalükleri yerine Fransızların rağbetleri kaim oldu. “Gel Ayşe, git Ayşe, otur Ayşe, kalk Ayşe,” gibi emirler verip de Ayşe hasbel-tekerrür bu emirleri anlayarak icraya dahi başlayınca Fransızlar eğlenceden bayılıyorlardı. Tabii her gün bu emirler, nehiyler tezayüt ediyor. Ve birtakım sualler bunlara munzam oluyor. Mini mini Ayşe cevap vermeye icbar ediliyordu. En kolay lisan öğrenmenin yolu da bu değil midir? Babası Kâzım Bey bu hali görünce “Kızım Çerkezceyi ne yapacaksın, asıl Fransızcayı öğren. Alafranga, hem de tam alfranga olmak için Fransızca lazımdır. Kibar kızları hep Fransızca öğreniyorlar. Bazıları muallimeler tutup bazıları da Frenk mekteplerine gidiyorlar. Çerkezceyi bırak! Fransızca öğren. Eğer Fransızcanı beğenirsem sana neler alırım neler!” diye teşvike başladığından ve kibar kızların Fransızca öğrendiklerini o afacan Ayşe zaten bir sem-i gıbtayla işitmiş bulunduğundan babasının teşvikatıyla bitteşevvuk artık Çerkez cariyelerin yanlarından kaçar ve Fransızların yanlarından ayrılmaz olmuştur. Bir gün babası Ayşe’ye bir alfabe getirdi. Gayet güzel basılmış, güzel ciltlenmiş bir kitap. Birçok da resimlerle sahifeleri tasvir edilmiş. Ayşe sevincinden çıldırdı. Daireye kitabı beraber götürüp Fransızlara gösterdi. “Vay Ayşe okumak öğrenecek,” diye zevzek Fransızlar çırpınmaya başladılar. O günden itibaren Ayşe Fransızca okumaya başladı. Dikkat buyurulmalı ki Türkçe okumaya başlamazdan evvel Fransızca okumaya başladı. Türkçenin lüzumu bundan sonra anlaşıldı. Dairede iki tane hoca hanım da var. Ne küçük hanımlardan, ne cariyelerden bu hoca hanımların yanlarına sokulanlar yok a? Zavallılar adeta bir tufeyli tavrıyla oraya sığınmışlar. Ayşe için mübayaa olunan ve sırma işlemeli bir keseye konulan yaldızlı elifbadan bir ders dahi bunlar açtılar. Ama bunların dersini Kâzım Bey derece-i kifayede bulamadı. Hoca hanımlar yeni usul-i tedrisi bilmiyorlardı. Bunu Kâzım Bey kendisi tedrise başladı. Vakıa Kâzım Bey kızının Türkçedeki terakkisine pek memnun oluyordu. Zaten Ayşe için hiçbir şeyde güçlük yok ki. Afacan çocuk zekâ-yı mücessem! Ya o kuvve-i hafıza? Bir gördüğünü; bir işittiğini unutmak Ayşe’de yok ki derslerine uzun uzadıya çalışmak lüzum ve mecburiyeti de yok. Ayşe bir yandan haşarılıklarını yapıp gidiyor. Kitaplarda, gördüğü resimleri taklit dahi bu haşarılıklardan madudsa da bu da kendine başkaca bir ders makamına kaim oluyor. Ayşe’ye “Bir arslan resmi yap,” denildiği zaman yaptığı resmi arslana benzetiyor. Hatta kitapta arslan yatmış olduğu halde resmedilmişse onu afacan Ayşe iki ayağı veyahut dört ayağı üzerinde kaim bir arslana da az çok tahvil edebiliyor. Türkçedeki terakkisine babası memnun oluyor ama Fransızcadaki terakkisini takdire muktedir olsaydı asıl buna memnun olurdu. Ayşe on yaşına girdiği zaman Fransızcayı tamam Fransız şivesiyle söyledikten fazla üçüncü lecture kitabını da saldır saldır okuyor ve okuduğunu ekseriyetle anlayıp anlayamadığı yerleri Fransızlar şerh ve tefhim ettikçe pek ala anlayabiliyordu. İşte Ayşe’nin suret-i neşeti budur. Bu neşeti görünce Nurullah Bey’le gördüğümüz musahabesinde gösterdiği o dehşetli nazariyat-ı serbazanesine hayretimiz azalır, değil mi?
* * *
Kâzım Bey’in hanesi Kâşif Efendi’nin hanesine uzak değildir. İki yüz metre kadar bir sokağın bir ucunda birisi ve diğer ucunda diğeri sakindir. Kâzım ve Kâşif tanışırlarsa da aralarında sıkı fıkı muhabbet ve ciddi dostluk derecesinde münasebet peyda olamamıştır. Bu kusur Kâzım’da değildir. Kâzım hezaraşina bir adam olup gülmek oynamak olduktan sonra herkesle münasebetini dostluk derecesine değil onun öte tarafına, uhuvvet mertebesine kadar vardırmaya şatırdır. Hanesi erkek misafirsiz kalmaz. Kendisi de bazen gece yatısı misafirliğe de gider. Kâşif Efendi malumunuz olan etvar-ı muhterizanesi ve tavr-ı merdümgirizanesiyle Kâzım’a sokulmadığı için münasebetleri bir muarefe-i adiyeden ibaret kalmıştır. Kadınlar tarafı böyle değil! Ayşe bir Beyoğlu bebeği fakat frenklerin “poupee parlante” dedikleri lafazan bir Beyoğlu bebeği addolunduğu zamanlar sanki karnına fonoğraflar konulmuş da çocuklar için istibat olunacak sözleri söylüyormuşçasına görenleri, işitenleri hayrette bıraktığı zamanlar Kâzım Bey’in haremi Sezayidil Hanım ile Kâşif Efendi’nin dul kızı Zeliha Hanım arasında muarefe ve münasebet peyda olmuştur. O zamanlar Zeliha kırkını mütecaviz orta yaşlı bir dul değildi. Otuzunu henüz geçmiş bir taze duldu. Hatta zevcini yeni kaybetmiş olduğu için gam dağıtmaya ihtiyaç ve mecburiyeti dahi Sezayidil’le münasebeti tesri ve takviye eylemiştir. Malum a? Sezayidil gayet şakrak, parlak bir perendebaz olduğundan Zeliha gibi kederdide bir taze dul onun sohbetinden münşerih olur. O zamanlar Ayşe henüz altı yedi yaşlarında olup Nurullah dahi on beş on altı yaşlarındalarsa da Zeliha ile Sezayidil arasındaki münasebet çocuklara intikal edememiştir. Nurullah, Mekteb-i Sultani’ye devam edip yalnız cumartesi akşamları gelir ve pazar akşamları gider olduğundan o akşamı babası ve ablasıyla geçirirdi. Büyük tatil geldiği zamansa hane-i pederde ancak birkaç gün misafir kalıp badehu tatil zamanını Kadıköyü’ndeki Fransız mektebinde muallimlere refakat ve müsaferet gibi bir suret-i hususiyede leyli ve nehari olarak geçirirdi. Bu devamın tahsil hususunda ne büyük ehemmiyeti olduğunu babası Kâşif Efendi tamamıyla takdir eylediği gibi Nurullah Bey kendisi dahi takdir etmiş olduğundan tatil zamanından bu suretle istifadeyi en büyük istifadelerden addeyliyordu. Nurullah Bey, Mekteb-i Sultani’de kemal-i tahsil ederek çıktığı zaman Ayşe Hanım on biri bitirip on ikiye ayak atmıştı. “Ceylan” mahlasını da almıştı. Hatta Fransızlar “la biche! la biche!” diye bu ismin Fransızcasını Türkçesinden evvel vermişlerdi de Ayşe bunun Türkçesini “karaca!” ve “ahu!” suretinde teşkil etmeyi beğenmeyerek “ceylan” kelimesini tercih etmişti. O zaman Nurullah Bey dahi on dokuz yaşını bitirip müsabaka imtihanını kazanarak Mekteb-i Hukuk’a girmiştir. Mekteb-i Hukuk yalnız nehari olduğundan ve Nurullah için boş yere vakit geçirmek tecviz olunur bir hal olmadığından Ayasofya Medresesi müderrislerinden sit ü şöhret-i ilmiyesine hayran olduğu Hafız Mehmet Efendi’nin elini öpüp mektebe devam saatlerinin müsait olabileceği bir zamanda diğer bazı şürekayla beraber ulum-ı Arabiyeyi tamike lüzum gördü. Mercan Yokuşu’nda matbaacılık ve sahaflık eden Mirza Hüseyin Ali namında bir İrani’den dahi Farisi tilmizine başladı. Edebiyat-ı Osmaniye’ye ve bahusus âsâr-ı ahraraneye muhabbetini de bundan evvel haber almıştık. Her halde şu iştigalat-ı tilmizane Mekteb-i Sultani derecelerinde mümanaat-i ika edemediğinden ablası Zeliha Hanım ile Sezayidil Hanım arasındaki münasebet-i dostane Ayşe Ceylan ile Nurullah arasındaki ilk münasebeti de teşkil eylemiştir. Aralarında ilk münasebet husule geldiği zaman Nurullah Bey’in Ceylan’ı nasıl bir nazar ve hisle telakki etmiş olduğunu bilmek şu romanımız için ehemmiyet-i mahsusayı haiz bir keyfiyetse de sözün doğrusu ilk münasebette Nurullah bu kızın zekâ ve cerbezesine hayretten başka hiçbir duyguda bulunmamıştır. On bir yaşını henüz bitirmiş olan bu çocuk hakkında Nurullah gibi bir delikanlı ne histe bulunabilir? Kızın müstakbelini düşünerek, ha? Halihazırdaki veleh ve hayret henüz istikbali tahayyüle müsait değil ki! On bir yaşında bir kız Fransızcayı ailelere mahsus bazı tabirat ve temsilattan kat-ı nazar olunursa o yaştaki bir Fransız kızından daha dürüst söylüyor. Birkaç seneden beri üç dört Fransız madam ve matmazelinin içlerinde bulunarak musahabelerine iştirak etmiş. Bunların en akıllısı olmak lazım gelen institutrice bile otuz beşi tecavüz etmiş olan sinin-i ömrüne rağmen henüz ter ü taze addolunacak bir kadın. Hukuk-ı tabiiye-i nisvaniyesine ne kadar talebkâr olduğunu setre bile mecburiyeti olmayan bir kadın. Diğerleriyse kimisi çalgıcı, kimisi oyuncu! Yani sanatkâr. Hariçte bunların derdinin dahi amante’ları (muhipleri) var. İhtimal ki bazılarında birden ziyade amante dahi var. Bunlar musahabat-ı nisvaniyelerini “la biche”ten (ceylandan) hiç saklamıyorlar. Ceylan’ın sabavetinde onu musahebalarına teşrik için bir maniat görmüyorlar. Ya Çerkez cariyeler! Oo! Bunların taharrüsat-ı nisvaniyelerini ne siz sorunuz ne biz söyleyelim! Belki kariben bazı pek küçük örneklerini Ceylan’ın validesi Sezayidil Hanım’da görürsünüz. Nasıl! Şu mektepten çıkan Ceylan’ı ahval-i nisaiyeye dair vukuf-ı külli sahibi bir kadın diye telakki edebilirsiniz ya! Fakat Nurullah böyle telakki etmemişti. Çocuk diye telakki etmişti. Fransızca lisanındaki maharete ve ondan münbais olarak Türkçesindeki cerbezeye de bu çocukluğuna nazaran valih ü hayran kalmıştı. Ha! Bakınız az kaldı unutacaktık. Kitaplardaki resimleri taklitle elini kurşun kalemine pek güzel alıştırmış olan Ceylan yazı kalemine dahi alıştırmıştır. Babası hüsn-i hatta pek mahir olduğu için kızının bu sanat-ı nefisede temeşşukunu kendisi deruhte etmiştir. Alelusul sülüsten başlatıp “rabbi yesir”den sonra “ba, beb, bec, bed, ber, bes, bas, bad, ba’, bef, bak, bek, bel, bem, bev, beh, bela, bey” diye ebcede kadar meşkleri sırasıyla vermiş ve badehu nesih cihetine nakl-i meşk ederek nihayet rikayı dahi o zamanlar üstad-ı hünerver İzzet Efendi merhumun adeta yeniden icat derecesinde bir maharet-i hattataneyle meydana koyduğu rika-i celisinden başlatmış ve inde’n-nas maruf olan rikaya kadar vardırmıştır. Bu halde Ceylan’ın yazısı “kadın yazısı” olmak mertebesinde kalmamıştır. Kalem sahibi hanımlarımızın insaf ve aflarına istinaden ihtar ederiz ki kadın yazısı erkek yazısına nispetle besbelli olur. Usul ve kavaid-i hattatiye altında pişirilmiş bir yazıya malik olan kadın adeta mefkuttur. Bunlar içinde Ceylan bir müstesnadır ki yazısı erkek yazısından fark olunmaz. Hatta her şeyi taklitte bir maharet-i fıtriyesi olan bu kızın yazısı babasının, üstadının yazısından dahi kolay kolay fark edilemez.
* * *
Zeliha ve Sezayidil hanımların münasebet-i muhibbaneleri zaten pek kuvvetliyken Nurullah Bey’in Mekteb-i Sultani’den çıkarak Ceylan Hanım’la da görüşmeye başlaması üzerine bu iki hanım arasındaki münasebetin bir kat daha kuvvet bulmuş olması bu hikâyemizce bir dikkat-i mahsusaya muhtaç ahvaldendir. Sezayidil Hanım’ın hususiyat-ı ahvali malumumuz oldu ya, müvesvis ve mütecessis kimseler için bu kadının Kâzım Bey gibi her halde sade bir kocadan tamamıyla mutmain olabileceği hususunda iştibah hasıl olursa badi-i emirde vehleten istibat edilmemek lazım gelir. Zira Sezayidil pek koket pek yosma olup her nerede olursa olsun kendisine karşı gülümseyen erkeklere mukabele-i bilmisilden çekinmez, bu nokta-i nazardan denilebilir ki Ceylan’ın Nurullah Bey’le olan musahabesinde gösterdiği o serbazane cüretlerin bir kısmı da validesinden bu yolda ettiği temeşşuklar eseridir. Fakat Sezayidil Hanım’ın hususiyat-ı ahvaline yakin hasıl edildikçe böyle bir suizandan beraeti görülür ve teslim edilir. Sezayidil açık meşrepli bir kadındır. Ama büsbütün açılarak kendisini kepaze edecek ahmaklardan değildir. Güzel ve yosma erkeği sever. Lakin kendiliğince sever. Kendisini de o erkeğe sevdirmek girivesine ayağını uzatmaz bile. Ama Nurullah Bey sabahları biraz geç gitmek ve akşamları erken gelmek ve geceyi hanesinde geçirmek programından ibaret bulunan yeni maişetine tahavvül edip de ya kendi hanesinde Sezayidil Hanım’a rast geldiği veyahut Kâzım Bey’le görüşmek için aralıkta bir onların hanesine gittiği zamanlar Sezayidil Hanım’ın erkekler içinde Nurullah Bey hakkındaki ihtisasatı gereği gibi münbasit olduğu dahi inkâr olunamaz. Derunundan geçen şeyleri delikanlıya anlatmak cüretini beklememeli. Bu ihtisasat onun canı içerisinde bir sırdır ki onu Zeliha Hanım’a, hiçbir kimseye ifşa edemez. Edemiyor. Nurullah Bey’in Ceylan hakkında henüz bir hissi, hiçbir niyeti bulunmadığı şu mebadide bilahare kızını bu delikanlıya tezviç etmek hayali Sezayidil Hanım’ın zihninden geçse mazur ve belki de musib görünecekse de o hayal dahi zihninden geçmiyor. Yalnız bu çocuğa yaklaşmaktan, onun altında bulunduğu dam altında bulunmaktan, onun biraz yüksekçe söylediği sözler esnasında sesini işitmekten hoşlanıyor. Pek hoşlanıyor. Pek çok mütelezziz oluyor. Buna bir aşk mukaddimesi diyebilirsek de can altında mahfuz bir sır olmak haysiyetiyle bu hükmü dahi suret-i katiyede veremeyiz. Sezayidil Hanım’ın Nurullah Bey hakkındaki bu ihtisasatının romanımızca bir tesiri görüldüyse o da delikanlıyla kendi kızı arasında peyda olan münasebetin terakkisini men’e çalışacak yerde bilakis tezyide çalışması suretinde görüldü. Aradan bir sene kadar zaman daha mürur edip de on üçüne yaklaşmış, hatta varmış olan kendi kızı Ceylan’ın bu yaşta makasid-i nisvaniyenin kâffesine arzukeş bir kadın olduğunu görüp duruyor. Bilip duruyor. On altı on yedi yaşına varmış olduğu halde henüz mevkiini tanımayan ve kendini bilmeyen aptal kızlar gibi değil. O yaştaki delikanlıları bile cüretiyle mahcup bırakacak bir açık kız. Ama kızı ne kadar açık olursa olsun ve Nurullah’la münasebetini ne kadar ileriye götürürse götürsün Sezayidil Hanım için korkacak bir şey görülmüyor. Sevip varmak, sevip almak cihanda ilk defa olmak üzere kendilerinde görülecek hal değil a?.. Varsın bu gençler dahi böyle tezevvüc etsinler. İşte zaman ve ahval bu derecelere vardığı esnada Sezayidil Hanım Nurullah’la kızının izdivaçlarını tahayyüle başladıysa da bu tahayyül Nurullah hakkındaki kendi ihtisasatını men etmeyip arttırdıkça arttırıyordu. Gâh oluyordu ki o gizli aşkının hayalatına yakasını büsbütün kaptıran Sezayidil: “...Benim olmayacaksa bari kızımın olsun,” diyordu. Bu sözü söylediği zaman bilaihtiyar söylüyordu. Zira derakap aklını başına alınca ettiği bu divanelikten mahcup kalıyordu. Ayşe Ceylan Hanım on üçüncü sene-i ömrünü dahi hitama yaklaştırdığı hengâmlarda Nurullah Bey’in dahi ihtisasatı başkalaşmaya başladı. Malum a Nurullah Bey de art eteğinde namaz kılınacak bir perhizkaran-ı civanandan değildir. Sezayidil’i uzaktan yakından gerek tesadüfi gerek iltizami olarak gördükçe kendi gustosuna pek muvafık buluyor. Biraz daha sonraları bu komşu hanım ablayla komşu birader düşürdükleri münasebetler üzerine lakırdı söyleşmeye de başladılar. “Komşu valide”, “komşu oğlu” demiyoruz. Yaşca bu analık ve oğulluk müstahil addolunmasa bile Sezayidil’in yosmalığına karşı “valide!” hitabına kimse cesaret edemez. Lakırdı dahi etmeye başlamaları üzerine Sezayidil’in kendi zevk-i merdane ve recülanesine muvafakatı arttıkça arttığı Nurullah Bey dahi ret ve inkâr edemiyor. Lakin hususiyat-ı ahvalini anladık ya? Bu delikanlı her kuşun eti yenilemeyeceğini bilen ve validesi makamındaki ablasının muhibbesi olup şimdiye kadar şan-ı nisvanisi masun kalmış olan bir kadına taşkınlık edilemeyeceğine hükmeden pişkin delikanlılardandır. Bahusus ki o zaman Sezayidil ile Nurullah Bey arasında Ayşe Ceylan dahi taze bir fidan gibi sivrildi yetişti.
Evet! Hâlâ Ceylan hakkındaki ihtisasatı dahi bir âşığın bir âşığa hakkındaki ihtisasatına benzeyebilmekten pek uzaktır. Romanımızda bu parçanın başlarında gördüğümüz musahabeler esnasında Ceylan’ın dediği gibi şu iki gencin arasında bir münasebet var ama bir münasebet-i refikaneden, bir münasebet-i biraderaneden ibaret. Bunlar artık Sezayidil yanında da Zeliha yanında da kardeş, kız kardeş gibi konuşuyorlar. Bahusus Zeliha Hanım yanında! Zira bu dul kadıncağız nazarında Nurullah hâlâ çocuk, Ceylan dahi hâlâ Beyoğlu bebeği! Bu iki kadından birisi veyahut her ikisi nezdinde buluştukları zaman musahabe ve muhavereleri mertebe-i ehemmiyetini yükselttikçe sözü Fransızcaya naklediyorlar. Frenk lisanıyla uzun uzadıya söylüyorlar. Bazen mubahasenin harareti artıyor. Görülüyor ki münazara, hatta mücadele ediyorlar. Lakin ne söylediklerini, nelerden bahsettiklerini anlayamıyorlar. Bereket versin ki anlayamıyorlar. Anlasalardı yalnız Zeliha Hanım değil o serbest, şakrak, fıkrak Sezayidil bile bunların arasına girerek birini hareme tıkar ve diğerini selamlığa atardı. Anladınız ya! Fakat anlamakta henüz pek ileriye varmayınız. Bu manzaralar hâlâ şu kısmın ibtidalarında gördüğünüz musahabe suretini almamışlardır. Fakat rical ve nisvanın hukuk-ı tabiiyelerine filanlarına dair olan mebahis bilahare Ceylan’a o gördüğümüz cüreti verdirecek mebahisti. Bunlar kadını öyle bir surette tasvir ediyorlardı ki Zeliha Hanım’ın kadın denilen muhaddere-i masumeyi öyle tanıyabilmesi şöyle dursun Sezayidil dahi tasvir olunan kadın gibi bir kadın yanında bulunacak olsa başını örtmeye lüzum hissederdi. Zira o tasvir olunan şey kadın değil adeta bir erkek suretiydi. Hem de pek atak, pek saldırıcı bir erkek.
* * *
On üçünü bitirip on dördüne girmiş bir kızla hukuk mektebine müdavim yetişkin bir delikanlı arasında vukua gelen iş bu musahabat hiçbir validenin, hiçbir abla ve teyzenin havsalasına sığamayacak surette olmakla beraber henüz korkulacak, mahzurlara yol açacak sureti dahi bulmamış olduğuna biz eminiz. Bu bahisler sosyoloji bahisleriydi. Feminizm bahisleriydi. Görenekten madud olan birtakım manasız şeylerin terbiye-i medeniyemizi bozmuş olmasından bahsolunuyordu. An-asıl Rumlara mahsusken onlarla imtizac-ı maişetten dolayı bize dahi intikal etmiş olan türlü türlü zunun-ı batılaya gülünürdü. Bizde kibarlıkla fukaralık pek nisbi bir şey olup dünkü acezenin bugün bir ikbal tevcihiyle kibardan olması ve bugünkü kibarın teveccühden düşerek bir idbarla aceze meyanına karışması gibi ıttıratsızlıklardan bahsolunurdu. Ekmeğini kendisi kazanıp yemek gayret-i merdanesi henüz meydana çıkmayıp meslek ve memuriyetinde terakki için etekler öpülmesinden haya edilmemesine şaşılıyordu. Bu musahabelerde ne erkeğe benzer erkek ve ne de kadına benzer kadın görülememesinden dolayı tuhaf tuhaf hasbıhallere giriliyor ve arabacısına gönül veren bazı hanımlara ve esafilden bir karıya âşık olup kendi kazandığını değil babasından irsen nail olduğu serveti yediren ve bu aşkıyla hüngür hüngür ağlayan erkeklere gülünürdü. Daha sonraları yani Ceylan dahi artık kadınlık mertebesini ihraz etmiş bulunduğu zamanlar bu mebahis bir kat daha yükselip Avrupa’daki “mariage libre” yani “ahrarane izdivaç” metalibine kadar vardırılmıştır. Otuz seneden beri matbuatımız dahili olsun harici olsun az çok ehemmiyet götürebilecek mebahisten memnu tutulduğu cihetle Avrupa’nın bu yoldaki terakkiyat-ı fikriyesine Fransızca bilmeyenler vakıf olamamıştırlar. “Feminizm” denilen mebhas-ı nisvan Avrupa kadınlarını öteden beri duçar olageldikleri pestane bir mazlumiyetten kurtarıp hukuk-ı insaniye ve medeniyeye layık ve nail etmek gayret-i merdanesinden ibarettir ki Avrupa’yı yalnız zahiren tanıyanlar için böyle bir gayrete şaşmamak kabil değildir. Zahir halde kadınlara bu kadar hürmet ve riayet gösterilsin de hakikat-i halde o kadınlar pest görülsün, mazlum görülsün buna imkân verilir mi? Halbuki böyledir. O görülen hürmet-i zahire adeta adam aldatıcılıktan ve daha doğrusu kadın aldatıcılıktan ibarettir. Bizim medeniyet-i İslamiyemizde bir kadın bıdaaından maada her hukukuna malik olduğu halde hiçbirisine layık görülmeyerek erkeğin keyfine tabi kalması nasıl inanılamayacak bir halse Avrupa medeniyetince dahi kadının bir ihtiram-ı tam içinde tutulduğu görülmekteyken hakikat-i halde hemen hiçbir hakka malik olmaması bu derecelerde inanılmayacak olan ahvaldendir. Mesela Mehmet Efendi’nin bir kızı olur. Kız oldukça adı “Matmazel Mehmet” olur. Ahmet Efendi’ye tezvic olunduğu zaman babasının ismi zail olarak “Madam Ahmet” olur. Vakıa onun mesela Fatma gibi bir ismi de vardır. Ama “küçük isim” denilen o isimle kendisini ancak en yakın akrabası çağırabilirler. Asıl ismi kocaya varmakla kaybettiği baba isminden sonra bir de koca ismidir. Demek ki kadının ismi bile yoktur. Babasından drahoma namıyla ne kadar para getirirse getirsin, sair akrabasından ne kadar miras yerse yesin eğer hin-i izdivaçta “tefrik-i servet” mukavelesi akd olunmamışsa kadın kendi servetine malik sayılamaz. Her halde kocasının tasdiki olmaksızın hiçbir mukaveleye, hiçbir senede imzasını koyamaz. Kocası kendisini her nereye götürecek olsa “gitmem” diyemez. Bir itaat-ı mutlakayla itaata mecburdur. Bir kere akdolunan izdivaç bir daha bozulmazdı. Kilisenin yeryüzünde kendi bağladığını gökyüzünde Cenabıhak dahi bağlamış olduğu hükmüyle bir daha fekk-i nikâha imkân bulunamazdı. Kilise nazarında dahi makbul olan bazı esbab-ı faciadan dolayı yekdiğerinden ayrılan zevç ve zevce bir daha teehhül edemezlerdi. Fransa’ da talak kanunu vaz olunarak fenalığın bu ciheti biraz tahfif edildiyse de kadınların hukuk-ı saireden mahrumiyetleri meselesi hâlâ devam ediyor. Talak kanununun vazı’ı addolunan Alfred Naquet gibi düşünücü adamlar izdivacın henüz akdinden mukaddem ki ahvalden bedle talakın vukuundan sonraki ahvale kadar her şeyi düşünerek beşeriyetin iki nevi arasındaki münasebeti daha ziyade ıslaha çalışıyorlar ve adeta izdivaç edecek erkek ve kadını bilkülliye serbest bırakmak yollarını arıyorlarsa da büyük büyük müşkilata tesadüf ediyorlar. İşte Ceylan’ın Nurullah’la musahabesinde “mariage libre” yani “serbest izdivaç”, “ahrarane izdivaç” dediği keyfiyet budur ki izdivaç edecek olan kadın ve erkeğe ebeveynin bile karışmamaları derecelerine varıyor. Zira yirmi bir yaşına kadar ne kızların ne erkeklerin teehhül hususunda selahiyet-i tammeleri bulunmayıp velilerinin muvafakatı hasıl olmayınca teehhül edemiyorlar da onun için bu hürriyete lüzum görüyorlar. Diğer cihetten nisvanın terakkiyat-ı medeniyeleri yol almış. Ama ne kadar? Kadınlar meyanında bizzat çalışıp kazanmayan ve yalnız kocasına yar olup kalan kadınlar bir ekalliyete kadar azalmışlar. Köylerde kadınlar mine’l-kadim erkeklerle beraber çalışa geliyorlar ya. Fakat şehirlerde dahi kadınlar evvela fabrikaları doldurmaktan başlayıp yapma çiçek ve dikişcilik gibi sanayii yed-i inhisarlarına almışlar. Daha sonraları postaneleri, telgrafhaneleri, telefonhaneleri kadınlar doldurmuş. Mağazalarda tezgâhtarlık, veznedarlık hizmetleri ağlebiyetle kadınlara kalmış. Şu son zamanlarımızda kadınlar tabip oluyorlar, avukat oluyorlar, mühendis oluyorlar, hatta arabacı oluyorlar. Ey, havaic-i hususiyelerini kendileri tesviye eden bu gayretli ve latif nevi beşer artık erkeklere boyun eğebilirler mi? Bunun içindir ki el-haletü hazihi Paris’te doğan çocukların yüzde otuzu evlad-ı tabiiyeden olmak üzere yani bizcesi “piç” olarak doğuyorlar. Bu evlad-ı tabiiye işte bir nevi ahrarane izdivaç demek olan amante ve metreslerin mahsulüdürler. Bunlar o hizmete mahsus olan devairde bakılıp büyütülüyorlar. Bu usulde mahzur bulanlar da çok, muhassenat bulanlar da. Bir çiçekçi kız bir makineci oğlanla bağdaşıyor. Bir çocuk dünyaya geliyor. Müessese-i mahsusasında bakılıyor. Herif kızdan bıkıp terk edecek olsa kız bu müfarekata razı olmadığı surette vay herifin haline. Bir hançer darbesi, bir rovelver kurşunu, bir şişe vitriyol muhakkakan hazır, her tarafta yüzlerce emsali görülür. Kancıklık kız tarafında görülürse yine aynı hal muhakkak. Metresini öldürmüş, katiller mehakim-i cinayette amante’ınını öldürmüş metreslerden az görülmüyor. Vakıa bunlar nasın aşağı tabakasını teşkil ediyorlarsa da bu ahval yukarı tabakalarda dahi nevadirden değildir. Bir kızla bir delikanlı arasında mercimeği fırına vermek kibar tabakasında da görülür. Hem gereği gibi çok görülüyor. İğfal edilen bir biçare kızcağız familyasının merhametine nail olarak doğan çocuğu yok etmek bu sırr-ı mülevvesi örtbas eylemek muvaffakiyetine nail olurlarsa febiha ve illa namusu berbat olmuş sayılarak manen mahvolup gidiyor. Alfred Naquet diyor ki: “Bu misillü hususat-ı faciada namussuzluğu o biçare kıza isnat etmemeli asıl onu iğfal eden alçak herife isnat etmeli.” Bu fecayi içinde “valideliğe gayr-ı layık” sernamesi altında fıkralar gazetelerde gözlere batıyor ki hükümleri doğurduğu çocuğu yok ederken yakalanmış bedbahtların teşhirinden ibarettir. Gazetelerde görülen o cinayet-i müdhişeyi beceremeyip yakayı ele verenlerdir. Ya becerip yakayı kurtaranların miktarı?.. Yine gazetelerde “desespoir d’amour” yahut “amour tragique” sernameleri de nevadirden hiç değildir. Bu sernameler altındaki münderecat dahi ya bir çapkın tarafından iğfal edilmiş kızın intiharından veyahut izdivaçlarına ebeveynin muhalefeti mâni olan âşık ve âşıkanın ölüm yatağında birleşmeleri için telef-i nefse mecbur olduklarından ibarettir. İşte ahrarane izdivaç taraftaranı bu fenalıklara çare-i ıslah bulmaya çalışanlardan müteşekkil olup bu maksadın gerek lehinde ve gerek aleyhinde o kadar sahifeler, sütunlar yazılmıştır ki mütalaa edenler hangi tarafı iltizam eyleyeceklerinde mütehayyir kalırlar. Bizim Nurullah Bey gibi aklı başında olanlar hiçbir şeye katiyen karar veremezlerse de Ceylan Hanım gibi aklı başında olmayanlar bu neşriyata vakıf oldukları zaman neye karar vereceklerini de bilemeyerek bütün bütün baştan çıkarlar giderler.
* * *
Babasının mensup olduğu dairedeki Fransız kadınlardan aldığı ilk mayayı Frenk kitaplarından okuduğu şeylerle büyütmüş olan Ceylan Hanım Nurullah Bey’le sebk eden musahabelerinde, mubahaselerinde bu mesaili birer birer meydana sürdükçe Nurullah bunların bazılarını tasdiken ve bazılarını redden tabii birçok tafsilata girişecektir, değil mi? İşte bu tafsilat zikrolunan mesail-i içtimaiyeden her birini tevsi ede ede Ceylan’ın zihninde itmam ve ikmal eylemişti ki eğer Ceylan Avrupa’da bulunsa da bir konferansta şu vukuf ve malumatını ortaya koysaydı feminizm ve sosyalizm mesailinde adeta pişvalardan olmak üzere alkışlanırdı. Lakin bu pişvalık onu alkışlayanlar nezdinde ne kadar mefharet addolunursa akılları henüz çileden çıkmamış olanlar nezdinde de o nispette rezaletten addolunur. Meşhur Pierre Loti geçen sene Les Desenchantees namıyla bir roman neşretti. İstanbul’da “Cenan Hanım” namında bir kibar kadınla münasebat-ı muhibbanesini musavvir bir roman. Ahlak-ı İslamiye ve Osmaniye’ye fevkalade riayetle yazılmışsa da o riayetin altındaki tasvirat-ı hususiye biraz ehil ve erbap olanlar nazarında tesettür edemez. Cenan ve hemşiresi ve diğer bir kadınla evvela mükatebeden başlamış ve sonraları hususi ve halî bir hanede mülakatlara kadar varılmış bir münasebet ki İstanbul’umuzun bu yoldaki esrar-ı hususiyesini bilenler için hakikaten pek muhterizane yazılmış, pek kapalı yazılmış bir romandır. Bu romanda Pierre Loti’nin kendisinden ibaret olan kahraman o kadar ihtiyatlı, o kadar cüretsiz ve Ceylan’ın tabirince o kadar mıymıntı ki ona nispetle bizim Nurullah adeta en cüretli bir kahraman sayılır. Ceylan’ın Nurullah’la son musahabesini gördünüz ya! Cenan ile Ceylan mukayese edilecek olursa birisi işte kafes içinde doğmuş bir kanarya diğeri daldan dala sıçrar bir bülbül addolunur. Şu kadar ki Ceylan’a şu mebahisteki cüret bir haftada, bir ayda, bir yılda hasıl olmuş zannetmemelidir. Kendisinin dahi dediği veçhile yıllarca devam eden bir münasebet-i refikane, bir münasebet-i biraderane neticesinde hasıl olmuştur. En son günkü muhaveresinde gördüğümüz cüreti eğer Ceylan üçüncü beşinci mülakatta bir erkeğe göstermiş olsaydı “mecnundur!” diye bir hükm-i katiye isbat-ı ehliyet edeceği şüphesizdir. Fakat bu cüret üç dört senede hasıl olmuş bir şey olduğu için Nurullah nezdinde o açık kızın cinnetini hükmettirmeye medar olamaz. Ceylan’ın talihi pek yavermiş ki yolu üstüne bir Nurullah çıktı da onu böyle yıllarca işgal eyledi. Nurullah’dan başka birisi karşısına çıkmış olsaydı dört beş sene sonra görülen vukuat-ı fecia dört beş sene evvel görülürdü. Adeta Ceylan’ın henüz sabi sayılacağı bir zamanda görülecek olan netayiç kadınları, koca karıları değil, akl-ı kâmil sahibi erkekleri de hayrette bırakırdı. Halbuki Nurullah bu kızın meziyat-ı nisvaniyesiyle kendi ezvak-ı recülanesini tatminden ziyade şeytancasına zekâsını şu görmüş, anlamış olduğumuz suretteki mübahasatla cuş u huruşa getirmekten lezzet alıyordu. Bir yandan Ceylan’la mubahese ettikçe diğer taraftan kadınlık istidadının ne mühim, ne müthiş derecelere kadar münbasit olabileceğini derin derin düşünerek kendisini bir acibe-i hilkat mukabilinde buluyor ve bu acibe-i hilkatın garabetine hayran oluyordu. Eğer Nurullah, Ceylan’la mülaki olmayıp da benat-ı Havva meyanında böyle bir kadın ve bahusus böyle bir kız bulunduğunu değil bulunabileceğini kendisine haber vermiş olsalardı, ne kadar delail-i muknia irat edilirse edilsin mümkün değil inanamazdı. İşte böyle inanılması kabil olmayan bir harika karşısında bulunmak o müdekkik delikanlıyı valih u hayran ediyordu. Nasıl etmez ki birçok mubaheselerde mağlubiyet kendisinde kalıp bazı kere delail ve berahin-i katıayla isbat-ı müddei ederek Ceylan’ı mağlup ediyorsa da bu afacan kız kendini mağlup eyleyen o berahin ve delaille birkaç hafta sonra Nurullah’ı mağlup etmek yani o âlim ve fazıl delikanlının esliha-i müdafaasını yine onun aleyhinde istimal gibi harikalar göstermek bu kızın mahsusatındaydı. Günler, haftalar, aylar geçip de bu kısmın mukaddematında gördüğümüz muhaverenin zaman-ı vukuu yaklaştığı esnada Nurullah, Ceylan’la olan musahabesini biraz daha tatlılandırmaya başladı. O zamana kadar eşhas-ı gaibeye isnaden mevki-i mubaheseye konulan aşk meselesini kendilerine takrip eyliyordu. O zamana kadar sevimli bir çocuk muamelesinden pek de ileriye geçmediği Ceylan’a sevmeye layık bir kadın muamelesi ederek adeta meyl-i derununu ihsas edecek bazı efkâr ve güftarda bulunuyordu da zaten birdenbire parlamaktan Ceylan’ın güç men edebildiği ateş-i aşkını nev-umma görülüyordu. Bu muharrisatın tesiri Ceylan’da pek çabuk görüldü. Nurullah Ceylan’a doğru bu yolda bir adım atıyorsa Ceylan beş adım atarak takarrüp ediyordu. “Bir muammasınız Nurullah! Bak yine “Nurullah” dedim. Nuri! Bir muammasınız!” sözleri Ceylan gibi bir kızın ağzından Nuri gibi bir delikanlıya ilk defa olarak sudur edebilir mi? Bu mukaddimeyle başlamış olan musahabede Ceylan “Sizi kafama denk buldum, apaşikâre söylüyorum, sevdim!” sözünü bir kızın bir erkeğe söyleyebilmesi için ne kadar mukaddemat ister. Bir kızın erkeğe değil bir erkeğin bile bu sözü bir kıza söyleyebilmesi için pek çok mukaddemat ister, öyle değil mi? İşte bu musahabenin vukuu zamanları takarrüp ettikçe Ceylan ile Nurullah arasındaki musahabeler kariben şu neticeyi gösterecek suretlere giriyorlardı. Bir defasında raks üzerine musahabe ediliyordu. Nurullah alafranga raksa pek de vâkıf olmadığından vals oyunları hesabat-ı musikiyece üç tempo üzerine yürütüldüğü halde esna-yı raksta bu üç temponun bir harekete tahvil edilmesindeki hurdeyi anlayamıyordu. Gerek babasının mensup olduğu dairedeki perendebazlardan ve gerek doğrudan doğruya kendi validesinden sanat-ı nefise-i raksı künhüyle, hakikatıyla öğrenmiş bulunan Ceylan bu hurdeyi, üçü bire kalbetmek dakikasını tarife girişti. Fakat ne kadar tarif etse bir türlü anlatamadığını görünce Nurullah’ı kaldırdı! Onu kadın ve kendini erkek farz ederek sağ elini Nurullah’ın beline dolayıp sol eliyle onun sağ elini tuttu. Alelusul delikanlı dahi sol elini kızın sağ omzundan aşağı ve sağ memesinden yukarı bir kısım vücuduna vazetti. Ceylan “tarala, tarala” diye bir vals havasını ağzıyla terennüm ederek Nurullah’ı tahrike başladı. Fırıl fırıl dönüyorlar ama pek gayr-ı muntazam dönüyorlar, delikanlının bacakları titriyor, üç temponun bir harekete münkalip olması hurdesini evvelce anlayamadığı halde şimdi hiç de anlayamayacak bir hal-i perişaniye geldi. Raks bırakıldı ama bırakılmasını ikisinin de yüreği istemiyordu, çünkü iki vücut ilk defa olmak üzere bu anda yekdiğerine temas etmişti.
* * *
“Kadın Mektupları” diye gerek filhakika aklam-ı nisvandan çıkmış olsun ve gerek aklam-ı rical tarafından nisvana isnat suretinde yazılmış bulunsun birtakım mektuplar neşrolunur ki ihtisasat-ı nisvaniyeye dair münderecatlarında hakikaten pek büyük letafetler bulunur. Bunların bazı sıravari olanlarında mükemmel bir roman münderiç olur. Mektupları imza eden kadın bir sergüzeşt-i âşıkanenin daha mukaddemat-ı husulünden başlayarak netice-i visale kadar bittedric vukuatı mahremi olan diğer bir kadına yazar. Bazen asıl roman visalden sonra başlayacağı için müncer olacağı felakete kadar hikâyede devam olunur. Evet ekseriya bir macera-yı aşkın neticesi bir felaket olur. Biz bu hikâyemizin Ceylan ve Nurullah’a ait olan kısmını dahi böyle yazabilirdik. Daha doğrusu biz yazardık değil Ceylan’a yazdırırdık. Ceylan bu romanı “roman yazmak” için değilse de velev ki bilaihtiyar olsun yazmıştır. Zira Nurullah’la olan macerası yalnız buraya kadar tarif etmiş olduğumuz mülakatlardan ibaret değildir. Bir iki seneden beri aralarında mükatebe dahi başlamıştır. Mülakatlarındaki mubahaseler nasıl bittedric ehemmiyetini arttıragelmişse müraselelerindeki mektuplar dahi münderecatlarının ehemmiyetini bittedric artıragitmişlerdir. Şu valsin üç temposu raksın hareket-i vahidesine nasıl münkasım olduğunu talim zamanlarına doğru Ceylan’ın mektupları adeta âşıkane, fakat biraz ihtirazlı âşıkane bir suret almaya başlamıştı da Nurullah’ın mektupları pek nasihane, biraderane, pederane bir surette yazılır olmuştu. Nurullah bu kızın şedit ihtisasatından birkaç defalar pek ziyade ürkmüş olduğu için aşk duygularınca Ceylan’ın gulüvv mertebelerine varmasını hiç istemiyordu. Fakat çılgın kız Nurullah tarafından ne kadar istiğna ve nasihatlerinde ne kadar etvar-ı biraderane görüyorsa kendi duygularını o kadar arttırıyordu. Nurullah’da “mıymıntılık” olmak üzere intikat ettiği ihtiyatkârlığı asıl mektuplarında intikat eyliyordu. Yüz yüze geldikleri zaman şifahen söylemeye cüret bulamadığı şeyleri mektuplarında uzun uzadıya bahse çekip Nurullah’ta gördüğü “kızlara layık bir mahcubiyet”i gizli gizli istihzalarla ref etmeye çalışıyordu. Kendi gösterdiği “delikanlılara layık bir cüreti dahi mazur göstermek için bu cüretlere yine Nurullah’ın mahcubiyetiyle sebebiyet verdiğini dermeyanla kabahati yine delikanlıya yükletiyordu. Hele vals dersi verildikten sonra Ceylan’ın ümitleri artarak ona mütenasiben cüret ve cesareti de müzdad oldu. Bakınız bu vaka üzerine yazdığı mektubu aynen derç edelim de münasebet-i vakıanın ne suret kesp etmiş olduğunu görünüz.
“Azizim Nuri Beyefendi! Ne kadar bahtiyarım bilir misiniz? Adeta neşe-i bahtiyariyle sermestim. Dünden beri yerde miyim, gökte miyim, bilmiyorum. Fakat sanki bütün cihan bir neşe kesilmiş ve o neşe dahi benim bütün cism ü canıma nüfuz eylemiş gibi bir haldeyim. Bu halim tabii bir hal değildir. Adeta bir cinnet olmalı. Fakat ne tatlı cinnet!? Eğer bu cinnetin lezzetini âlem bilseydi Hafız-ı Şirazi’nin bir gün bana okumuş ve manasını vererek öğretmiş olduğunuz ‘Akılan-u divane gerdizaz pi zincir ma’ mısraının hükmü gelir çıkardı. Bu mısraı bana söyleyeli iki sene olduğu halde unutmamış olduğuma memnunsunuz ya! Hiç ben işittiğim şeyi unutur muyum? Hele sizin gül dudaklarınızdan çıkan sözlerin bir kelimesini bir harfini unutmam. Ah efendim ‘Dünyada en büyük lezzet galibiyettedir’ derler, ne doğru bir sözdür. Muvaffakiyet ve galibiyet-i adiye bile insana büyük bir lezzet izaka eder. Ya sizin o inad-ı müstağniyanenize galebeden hasıl olacak lezzetin dereceleri nerelere varır? Yaşasın vals! Bundan sonra ömrümde valsdan başka oyun oynamayacağım. Vücudumun vücudunuza ilk teması vals sayesinde müyesser olmuştur. Benim vücudum sanki bir ateş, bir cehennemmiş de temas değil takarrübü bile sizi cayır cayır yakacakmışcasına benden mütebaid olduğunuz halde bizi vücut vücuda ilk defa olarak değdiren vals olmuştur. Vals oyununa minnettar olmazsam nankörlük etmiş olurum beyim. Münasebetimiz kuvvet buldukça mülakat ihtiyacı dahi kuvvet buluyor. Allah aşkına olsun efendim mülakatımızı biraz daha sıklaştırmak inayetini diriğ buyurmayınız. Mülakat müyesser olamayacak günler için iki satır mektubunuz olsun beni ihyaya kifayet eder. Cism ü canı sizin, fikr ü hayali sizde olan Ceylan’a şefkat ve merhametiniz sizin için merdane bir borçtur.”
Şimdi şu mektubu dahi gördükten sonra romanımızda bu kısmın mebadisinde görülen musahabe esnasında Ceylan’ın cüret-i kahramananesine o zaman şaştığımız kadar artık şaşmaya lüzum görmeyiz değil mi? Bu romanın kahramanı olan Ceylan işte kendi cinnetine kail oluyor. Mecnun kısmı mükellef değildir. Ne yapsa mazurdur. Bahusus ki Ceylan kendi cinnetini lezzet-i mahza buluyor. Zevk-i mahz görüyor. Artık Nurullah’ın istiğnalarıyla bu kız mahrumiyete razı olabilir mi? Sevgili Nurullah’ıyla bir kerecik olsun iki lokma taamı beraber tenavül etmesini musahabenin sonunda Nurullah’dan rica edip de Nurullah “olmaz!” diyemediği zaman Ceylan’ın ne kadar sevinmiş olduğunu o musahabe nihayetinde haber vermedik. Veremezdik ki verelim. Bunu ne yolda ihbar etmiş olsak yine karilerimize derecesini takdir ettiremezdik. Karilerimiz o dereceyi şu yukarı ki mektubu okuduktan sonra kendi kendilerine takdir edeceklerdir. Hatta Ceylan’ın Nurullah’ı kucaklayarak nasıl tahassür ve iştiyakla öptüğünü ve hâlâ mahcubiyet altından kurtulamamış olan o delikanlının şu an ve halde bile hâlâ kendisini kurtarmaya nasıl çalıştığını ve fakat ne kadar acizane ve mağlubane bir gayretsizlikle çalıştığını karilerimiz nazar-ı tahayyülde kendi kendilerine bulacaklardır. Hoş hikâyemizin mabadi de bu ilk visali velev ki pek çok nevakısla olsun tasvir edecektirya! Ceylan ile Nurullah’ın bundan evvelki kısmımızda münderiç olan musahabeleri Kâzım Bey’in hanesinde vukua gelmişti. O gün bir salı günüydü. Vakit dahi ikindiden sonra Kâzım Bey’le zevcesi Sezayidil Hanım Üsküdar’da gayet aziz dostlarından birisinin kına gecesine davetliydiler. Bu düğün hakikaten kibardan bir paşanın büyük bir düğünüydü ki hem erkeklerin hem kadınların kına gecesi bu kalabalığa mütehammil olan konakta aynı gecede icra olunurdu. Muzıka-i Hümayun’un alaturka takımından mükemmel bir saz takımı davet edilmiş olduğu gibi eski kadın çengileri bekayasından sekiz oyuncu buldurulup yeniden yaptırılan elbiseleriyle gerek erkekler gerek kadınlar tarafında icra-yı hüner edeceklerdi. Salıdan cumartesiye kadar hanesinden gaybubet Sezayidil Hanım için güçse de salı günü gidip çarşamba sabahı avdetle yüz yazısına dahi perşembe günü öğle vaktinde gitmesi ve cuma günü paçadan sonra avdete gayret eylemesi suretiyle bu müddet-i gaybubet taksir edilmiş oldu. Kâzım Bey’se salı günü gidip çarşamba günü avdet ederek Ceylan’a refakat edecekti. Vakıa Ceylan dahi düğüne davet olunduysa da oradaki diğer kızlara galebe edecek kadar tuvaleti mükemmel olmadığından bayat tuvaletle mümkün değil gidemeyeceğini anasına babasına katiyen bildirdi. Sebeb-i sahih acaba tuvalet noksanı mıydı? Buna inanmazsınız, değil mi? Hakkınız var. Ceylan kendi hanesinde böyle bir tenhalığı ne zamandan beri arzu ediyordu. Nuri’si, sevgili Nuri’si için arzu ediyordu. Vals dersinden sonra böyle bir tehi ve tenha hanede maşuk-ı dil ü canı olan Nurullah’la baş başa bir sohbeti artık labüd ve lacerem görerek onu bu arzudan men edecek hiçbir kuvvet tasavvur olunamazdı. Kâzım Bey’in hanesi alafranga idare olunur bir hane olduğunu bilirsiniz ya? Hatta harem ve selamlık farkı da yok. Kiryaku isminde elli yaşında kart bir Rum uşak hem ahçı hem uşak hizmetini görür, Kiryaku’nun Despina isminde elli beş yaşındaki bir hemşiresi de yukarı hizmetinde bulunur. Anası babası haneden gaybubet ettikleri bir zamanda Nurullah’la mülakat için Ceylan’ın ne Kiryaku’dan ne de Despina’dan hiçbir endişe ve ihtirazı olamaz. Çocukluktan beri devam edegelen münasebetler üzerine validesi yanında dahi her zaman mülaki olup durduğu bir delikanlı validesinin gıyabında neden mülakat edemesin? Despina ve Kiryaku nazarında Nurullah Bey, Ceylan Hanım’ın nişanlısı addolunuyor. Rumların usul-ı muaşeretince nişanlı demek adeta nikâhlı demek kadar hüküm götürür. Delikanlı nişanlısının evine sellemehü’s-selam girer çıkar, devam eder. Bazı familyalar nezdinde gece yattığı bile vaki olur. Binaenaleyh Ceylan’ın Nurullah Bey’le buluşup görüşmesi zaten Despina ile Kiryaku’nun nazar-ı istiğrablarını celp edecek ahval-i fevkaladeden addolunmaz ki Ceylanca mûcib-i ihtiraz olacak bir cihet görülsün. Siz Rumların şu âdetini beğenmediniz değil mi? Onu Rumların kendileri de beğenmezler. Bu namzetliğin ciddiyet ve ehemmiyetini arttırmak için nişan halkasını bir papazın takması ve bu resmi yarım nikâh mertebesine isal için dualar edilmesi gibi güzel tedbirler bulunmuşsa da bu işin esasındaki yolsuzluğu men’e yine imkân bulunmamıştır. Yekdiğerini beğenmiş, sevmiş olan bir çiftin bu kadar serbestane görüşebilmeleri zifafı, hem de henüz nikâhı akdedilmemiş olan zifafı bittabi tacil ederek düğünden birkaç ay sonra zevcenin ilk çocuğu dünyaya gelivermesine meydan açması pek çok vaki olur. Bunda ol kadar beis görülmeyebilir. Fakat bazen düğünden evvel dahi ilk yavru meydana geliverir. Bazen bu hadiseler düğüne dahi mani olur. Bundan o kadar facialar husule gelir ki birçok gözyaşları pahasına oturur. Bugün kısm-ı evvelini gördüğümüz musahabe esnasında Despina kahve getirmek, kibrit getirmek gibi münasebetler üzerine bu gençlerin yanına birkaç defa girip çıkmıştı. Calib-i nazar-ı iştibah olacak hiçbir hallerini görmemişti. Vakıa akşam taamını burada birlikte tenavül etmelerine Nurullah’ın rıza göstermesi üzerine Despina yanlarına girecek olsaydı nazar-ı taaccüb ve hayretini mucip olacak bir hali temaşa edecekti. Fakat o zaman dahi rastgele Despina gençlerin yanına girmedi. Evet! O esnada Despina’nın temaşa edeceği levha pek acib ve garip bir levha olurdu. Genç ve güzel, gayet serbest bir kız. Genç ve güzel, gayet vekarlı alicenap bir delikanlının boynuna sarılmış, her buse arasında bir veya birkaç kelimeyle bahtiyarlığını beyan ve temin ediyor. Delikanlıyı hayret bürümüş. Ne kızı men edebiliyor ne de mukabele-i bi’l-misilde bulunabiliyor. Kızda ateş-i aşk alevlenmiş yüz göz ateş içinde. Delikanlı dahi o halde, şiddet-i hararetinden buram buram terliyor. Şu levha şüphesiz üç, hatta beş dakika devam etti. Evvela “üç” dediğimizin sebebi bu üçüncü dakika hitamında Nurullah Bey’in Ceylan’ı teskine cidden ihtimam etmeye başlaması kaziyesidir. İki dakika kadar dahi bu ihtimamda devam ederek nihayet: “Aman Despina gelmesin.” ihtarıyla teskine muvaffak olabildi. Bizim bildiğimiz matmazel Ceylan böyle Despina’nın gelmesi ihtimalinden korkacak, ürkecek mahluklardan değilse de şu levhayı teşkil ettiren galeyan-ı ihsas-ı âşıkaneyle hemen de o malumumuz olan ceylanlık halinden çıkmış olduğu için Nurullah Bey bu teskine muvaffak oldu. Hemen Ceylan’ı bir koltuk sandalye üzerine oturttu. Kendisi dahi bir iskemle alarak kızın yanına oturdu. Teskin ve temin maksadını itmam için: “Sevgili Ceylan! Senin gibi bir mükemmel kız tarafından sevilmek bahtiyarlığını takdir edemeyecek nankörlerden miyim? Niçin beni mıymıntılıkla itham ediyorsun? Değil güzelim. Fakat bir Ceylan Hanım’a kavalyelik (refakat) mesuliyeti ne büyük olduğunu apaşikâre görüyorum da o mesuliyete göğüs vermek için muhtaç olduğum kuvvet-i ruhiyeyi topluyorum.” yollu söze başladı. Ceylan için teminatın bu derecesi dahi pek ziyade mucib-i itminan olduğundan: “Teşekkür ederim Nuriciğim! Hiçbir mesuliyetten korkma. Her mesuliyeti bana tahmil et, keşke bir Ceylan olacağıma bin Ceylan olsaydım da hepsini sana feda etseydim.” diye Nurullah Bey’in teminatına mukabil itminanını gösterdikçe Nurullah’ı dahi mutmain eyliyordu. Bu âşık ve âşıkanın şu dem-i visallerini bir roman sahifesinde ve bahusus bizim şu eserimiz gibi mümkün mertebe ihtisar ciheti gözetilen bir roman sahifesinde bihakkın tasvire imkân yoktur. Bu saat ki şu oda bir tiyatro saha-i temaşasında bulunmalıydı da onların şu tasvir ettikleri levha gözle görülmeli ve ne kadar kuvvetli enzar ve evza ve etvarla birbirlerine söyledikleri teminat sözleri kulakla işitilmeliydi ki vakanın tesiratı tamamıyla hükmünü gösterebilsin. Tiyatronun bu kısmı, bu faslı on dakika kadar devam etti. Bu on dakika zarfında tarafeynden teati olunan teminat sözleri iki tarafı da mutmain eyledi. Hatta Nurullah Bey’deki tavr-ı istiğna dahi bertaraf oldu. Evvelki cesaretsizlik geçti. Onun yerine bir vaziyet-i mücteriane peyda oldu. Bir defa dahi Nurullah, Ceylan’ın ellerini elleri içine alıp öpüyordu. Birkaç defa buselerinin vaziyetini i’lâ edip husul-i maksadını teshil için Ceylan dahi eğiliyordu. Nihayet her ikisi oturdukları yerden ayağa kalktılar. Bayağı tabii denilebilecek bir halle oda içinde gezinerek istirahat-ı ballerini tamamen istirdat için başka vadilerden sözler açtılar.
* * *
Başka vadilerden!.. Büsbütün başka vadilerden olabilir mi? Ceylan için “feminizm” den başka vadi yoktur. “Başka” dediğimiz vadi teminat-ı âşıkane vadisinden başka bir vadiydi. Yoksa o vadi her halde feminizm vadisidir. Ceylan feminizme ait mebahisle şu mini mini ömrünün tekmil müddetinde münhasıran işgal etmiş bulunduğu cihetle mebahis-i nisvan hususunda hakikaten bir bıdaa-i uzma sahibi olmuştur. Kadınlar meyanında onunla mubahase edebilecek hiçbir kadın mutasavver olunamaz. Erkekler meyanında da bu kudreti haiz adam biraz nadirce bulunur. Mübahasat-ı vakıaları esnasında Nurullah Bey hangi Avrupa muharririnin ismini dermeyan etmişse Ceylan o zatın eserini tedarik eylemiştir. Denilebilir ki Fransızca olarak mebahis-i nisvaniyeye dair yazılan şeylerin hemen kâffesini okumuştur. Her neyi okumuşsa onu bizim ahval-i Osmaniyemize de tatbik eylemiştir. Binaenaleyh bizim gibi ahyayen bu meseleyle iştigal edenlerin hatırlarına gelen güya yeni bir mesele Ceylan’ın çoktan vakıf olarak hatta Nurullah Bey’le bilmubahase halletmiş olduğu mesailden madud kalır. Bugün teminat-ı âşıkaneyi bilikmal ayağa kalkarak oda içinde gezinmeye başladıkları sırada Ceylan feminizmin ahval-i Osmaniyemize tatbiki emrinde güya kadınlarımızın lehinde olmak üzere istitar bahsinin şu cihetini ele alarak... daha doğrusu dile alarak dedi ki: “İhticab ve istitardan Osmanlı kadınları bir cihetten kârlıdırlar. İnkişaf-ı nisvan âleminde bir kadının şaşaa-i nisvaniyesiyle enzar-ı rağbet ve hayreti celp edebilmesi için genç olması, güzel olması, tam elegante olarak tuvaletinin mükemmel olması, bahsedeceği şeylerde vukûf-ı tamla söz söyleyerek muhatabı olanları ve bilhassa erkekleri melzum ve mebhut etmeye muktedir olması lazımdır. Zenginlik dahi bu levazımdan birisidir. Nisvaniyetin bu derecesine varmış kadınlar bizde binde kaç nispetinde bulunur? Avrupa’da bile bu nispet istiğrab olunacak kadar küçük olduğunu mütalaa eylediğim eserlerde anlıyorum. Bizdeyse...” Bu noktada Nurullah, Ceylan’ın sözünü kesti… Dedi ki: “Asıl bir ciheti eksik bıraktınız. Mehafil-i Avrupaiyede parıl parıl parlayacak olan bir kadının bahusus sahib-i nüfuz bir kocaya veyahut babaya malik olması daha büyük bir lüzumla lazımdır.” “Öyle ya! öyle!” “Şimdiye kadar bir münasebet düşürüp de size söyleyememiştim. Mösyö Thiers’e mi, Monsieur Grevy’ye mi, hasılı cumhur reisi olan zevattan birisine bir fıkra isnat olunur. Reis-i hükumet olmak ikbali Casimir Perier gibi binnisbe genç addolunacak adamlara teveccüh edebilmek nevadirdendir. Bu makam ekseriyetle ihtiyarlara nasip olur. O halde “Madame la President de la Republique” yani reise-i cumhuriyet hanım mutlaka artık muşmula addolunabilecek bir kocakarı olur. Kocakarı ama reise-i cumhur! Askerden, sivilden terfi ve terakki ihtiyacında bulunan reisenin muşmula mı, üvez mi olacağına bakar mı? Mülazemet-i rağbetkârane musaaraatlarında birbirlerini çiğnerler. Fıkra kendisine isnat olunan Reis Efendi bir gün ale’l-gafle reise hanımın hususi odasına giriverir. Bir de ne görsün? Arslan gibi bir kaytan bıyık çelebi!..” Hikâye bu pereseye gelince Ceylan Hanım öyle bir kahkaha kopardı ki yirmi dakika, yarım saat evvelki teheyyücat-ı âşıkanesiyle hiç münasebet düşmezdi. Her kelimesi bir kahkaha arasında dağılmak suretiyle: “Ah Nuriciğim, ha şöyle! İşte yine benim Nuriciğime benzedin” diye bir daha muanakaya saldırıyor. Bu defasında Nuri dahi hüsn ü telakkiyle sözünde devam eyliyor. Diyor ki: “Mösyö le prezidan gayet zeki ve zarif bir adam. Şu hali görünce iki kabahatlinin ikisini de öldürmek için silah araştırmak telaşı bu pir-ı zarifte yok. Fakat şu cani ve caniyenin ceza-yı sezalarını tayin gayret-i merdanesini de elden bırakmıyor. İkisini birden kulaklarından tutup aynalı dolabın endam aynası önüne getirir. Evvela delikanlıya hitaben: “Şu maymun suratlı karıyı görüyor musun? Dikkatli bakıyor musun? Bu karı gençliğinde bile yüzüne bakılacak matahlardan değildi. O zaman ben bir züğürt avukat olduğumdan drahomasına tamahen bunu tezviç etmiştim. Şimdiyse altmış yaşını geçti.” “Sen bu kadar genç bir delikanlı olduğun halde bu maymuna âşık olduğunu iddia edemezsin ya! Bunun himayesi sayesinde terakki ümidiyle bu münasebet-i namerdanede bulundun, değil mi? dedikten sonra karısına tevcih ve hitab ederek: “Bunun böyle olduğunu sen de biliyorsun ya! Şu delikanlı sana âşık olmuştur diye inanmak derecelerinde ahmak değilsin ya! Oğlun olacak bir delikanlının metresi olmak senin için en büyük bir maskaralıktır. Tuh!” demiş ve büyük bir reveransla ikisini de selamlayarak odadan çıkıp gitmiştir. Kahkahaları sürebileceği kadar sürdükten sonra tadiline muvaffak olabilen Ceylan: “Bir kadın için hakaretin bundan ziyadesi tasavvura sığar mı?” dedi. Ve meşgul olduğu meseleye avdetle sözünde devam eyledi: “Bizdeyse bir sosyetede (cemiyette) parlayabilecek kadın bilkülliye nevadirdendir. Olsa olsa gençliği ve güzelliğiyle enzar-ı rağbeti celp edebilir. Meziyyat-ı saireyi araştırmaya hiç gelmez. Ya bir sosyetede teşa’şu’ kabiliyetinden mahrum olan biçarelere ne diyelim? Avrupa’da bulunanlar ister istemez cemiyetlerde isbat-ı vücud edeceklerdir. Kendilerinde cazibe olmadığı halde meczubiyet ihtiyac-ı nisvaniyesinde bulunan o zavallılar erkeklerin artık şefkat ve merhametlerine müftekır kalmak mecburiyeti altına girerler ki ihticab ve istitara mahkûm olan bizim kadınlarımız bari bu mecburiyetten azadedirler. Nurullah Bey etvar-ı feylosofanesiyle Ceylan’ın bu sözlerini tasdik ediyordu. Ceylan dahi o tavr-ı tasdikten cüret ve cesaretini arttırarak sözünde devam eyliyordu: “Bir zamanlar Şark nisvanı kâmilen mesturmuşlar. Rum, Ermeni, Yahudi nisvanı dahi Müslüman kadınları gibi kendi harem dairelerinde mestur olup sokağa çıktıkları zaman dahi örtüleriyle muhteciben çıkarlarmış.” “Hala Anadolu ve Arabistan’ın bazı bilad-ı dahiliyesinde böyledir.” “O zaman kadınlar daha mesut, daha bahtiyarlarmış, zira kocaları hariçte başka kadınları görmediklerinden kendi hanesindeki kadınla daha kanaatkârane iktifa edebilirler. Bu halde kadın kocasından emin olur. Ne kadınlar erkeklerle ve ne de erkekler kadınlarla münasebette bulunmayınca birbirine imrenmek beliyyesi de ortaya çıkamaz.” “Bak ne güzel söylüyorsunuz. Bu hal az çok zamanımızda dahi böyledir. Vakıa kadınların muhtecib olmadıkları Hıristiyan cemiyetlerinde erkekler o dediğiniz imrenmek beliyyesinden... veyahut saadetinden masun veya mahrumsalar da rical-i müslime için her halde hanesindeki kadınla iktifanın müreccah görülmesi hâlâ umumiyyete karib bir hükümdedir.” Keşki bahis bu cihete dönmeseydi. Şu son sözlerin Ceylan Hanım’daki felsefe-i serbazaneyi ihtarla yine o müddeiyat-ı mecnunaneye kadar yol açacak bir mukaddime hükmünü alabilirdi. Bereket versin ki Ceylan’ın bugünkü istidadı o kadar müfritane değildi. Şimdiye kadar görülen ifratları sevgili Nuri’sini kendi hahişine ram etmek ihtiyacıyla vukua gelmiş ve Nuri’yse işte karşısında her emrine hazır ve amade bir Nuri olmak istidadını almış bulunduğundan cin fikirli Ceylan için evvelki şiddetlere kadar varmak lazım addolunmuyordu. Binaenaleyh: “Hayır Nuriciğim! Bu hükmü o kadar kati bir surette verme. Biz bugünkü günde bir intikal noktasında bulunuyoruz. Ecnebi sosyetelerinde erkekleri imrendirecek kadınlarla hem-bezm olup da hanesindeki kadınla iktifa edeceğini zannettirmek istediğin erkekte bu iktifanın ez-dil ü can mucib-i itminan olacak bir itminan olacağına beni değil a hiçbir kadını ikna edemezsin. O sosyetelere alışmış olan erkekler oralardaki musahabattan pek büyük lezzet alırlar. Bunu nerden biliyorum bilir misiniz? Biz kadınlar dahi bu lezzetin mukaddematını bir parçacık tattıktan sonra onu pek büyük buluyoruz da ondan biliyorum. Hatta sana şunu da temin edeyim ki bu imreniş bir tahassüsat-ı hayvaniye imrenişi değildir. O tahassüsat-ı hayvaniye üçüncü, beşinci derecelerde kalır. Fakat beğenmek ve beğenilmek hevesi kadın için de, erkek için de tabiidir. Evvela beğenmek ve beğenilmek hükmü hasıl olunduktan sonra sevmek ve sevilmek hükmü dahi hasıl olacak ve böyle birkaç mertebe geçildikten sonra tahassüsat-ı hayvaniye cihetine doğru da yol açacaktır. Vakıa birkaç defa pek haklı bir surette demiş olduğun veçhile bu mesail gayet tehlikeli mesailden olduğu için siz erkekleri şu mebadi-i intikaliyede ziyadesiyle ürkütür, biz kadınları daha ziyade ürkütmesi lazımdır. Ama bu ürküntü yine şu mebadi-i intikaliyeye mahsustur. Zaman geçe geçe alışkanlıklar dahi arttıkça bu ürküntünün de ortadan kalkacağına hiç şüphe etme.” demekle iktifa etmiştir.
* * *
Eğer Nurullah Bey murat etseydi Ceylan’a bu son sözüyle iktifa ettirmeyebilirdi. Biraz önünü eşeleyip biraz da damarına basacak itirazatta bulunsaydı Ceylan bu defa dahi ateşlenerek saatlerce müddet bu musahabede devam eylerdi. Lakin saat on bire yaklaşmış. Ceylan’sa emsali nadirce bulunur bir artisttir (sanatkârdır). Şöyle baş başa bir visal âleminde değil a, valideler, ablalar, pederler yanında bile Ceylan’ın müzikasıyla, tegannisiyle Nurullah’ı gaşy etmiş olması defaatle vukua gelmiştir. Âşıkası olan kızın, asıl bu akşam, hünerlerini görmek emeli Nurullah’ın derununda uyanmaya başlamıştı. Onun için bililtizam mubahaseyi kısa kesti. Tamam dakika-i münasebeyi bularak: “Ey! Sevgili Ceylan! Bu akşam kulaklarımı teşnif etmeyecek misiniz?” dediği zaman Ceylan bu emri telakkiye tehalük gösterip: “Öyleyse haydi piyano odasına gidelim.” dedi. Nurullah Bey: “Hayır! Ben alaturka isterim. Hatta yalnız saz değil ses de isterim. Bence piyano alaturka müzikaya tastamam yakışmadığı gibi bizde piyano akompanıman yapıp şantör veyahut şantöz okumak yolu henüz açılmamış olduğundan okuyanın sesi piyanoya mağlup oluyor, kaybolup gidiyor.” deyince Ceylan derhal kabul ederek gerçekten bir ahu gibi ayak çabukluğuyla koştu gitti, bir ud alarak geldi. Ud ahenk edilip de fasıl başladığı zaman bizim şu tiyatro saha-i temaşası da gerçekten bambaşka bir letafet kesp etti. Ceylan tam taksim değilse de bir gezinti, bir girintiyle yine Nurullah’ın güftelerinden birini okumaya başladı. Sazı zaten tesirli olduğu gibi sedası dahi onunla mütenasip bir tesire malik olduğundan şu edayı kim dinlese kemal-i letafetle müteessir olması kabil olmadıktan başka Nurullah Bey için kendi güftelerini dinlemekte bir lezzet-i zaide tezevvuk dahi etmek emr-i tabiidir. Taksimden sonra şarkılara girişildi. Bizim için bir beste okunduktan sonra yeni şarkılar meyanında enafis-i âsârdan madud olan birkaç tanesi daha okundu. Amak-ı derunundan doğru kabarıp gelen bir çok ihsasın Nurullah Bey’in ağzından fırlattığı ah!..lar Ceylan’ı bilkülliye teşvik ederek afacan kız şu sanat-ı nefiseyi icrada hakikaten icaz derecelerine kadar varıyordu. Hele Nurullah’ın aferinlerinden bazılarını da takdirkârane buseler teşkil ettikçe Ceylan çıldırasıya bir şevkle çalıyor ve dinleyenleri yakacak bir ateşle okuyor. Bu fasıl yarım saat kadar sürdü. Ceylan yoruldu. Udunu bir tarafa bıraktı. Nurullah şu andaki telezzüzatının sevkiyle ufacık bir musiki bahsi açtı. Musikinin bazı elhanında semaviyet derecesinde tesirler olduğunu ve binaenaleyh şu fasıl esnasında kah kah kendisini bu âlem-i pestiden kaybederek bir âlem-i ulviye yükselmiş bulunduğunu az sözlerle anlattı. Bir aralık Ceylan Nurullah’ın bu sözlerini keserek: “Benim bir hünerim daha vardır ki sen hâlâ onu hiç görmedin.” deyince Nurullah uyanıp bir tavr-ı istifham ve istizahla kızın yüzüne baktı. Ceylan: “Raks!” deyince Nurullah hakikaten bilaihtiyar yerinden fırladı ve: “Aman Ceylancığım ben onu ne kadar arzu ediyordum fakat başkaları yanında istemeye cesaret edemiyordum.” diye âşıkasını kucakladı. Fakat Nurullah nazarında bir müşkül vardı. Dedi ki: “Raksınız!... Ne büyük nimet. Fakat müzikayı ne yapacağız? Ben sizi raks ettirecek kadar hiçbir saz çalamam.” “Sedanla da terennüm edemez misin?” “Onu becerebilirim.” “El çırparak usulü gösteremez misin?” “Eh! Onu da becerebilirim.” “Haydi bakalım. Yörük aksak usulüyle bir şarkı oku.” “Hangisini okuyayım.” “Canım hangisi olursa olsun. ‘Selanik kahbe Selanik’i olsun okuyamaz mısın?” Nurullah el çırpmak suretiyle usul göstererek bu murakkas şarkıyı okumaya başladı. Ceylan şarkıyla beraber raksa başlamadı. Nurullah’ın usulü pek ağır gidiyordu. Ceylan bir orkestra başının elindeki değnekle sazendelere usul göstermesi gibi bir tavırla el işaretleri vererek usulü hızlandırıyor. Hızlandırdıkça hızlandırıyor. Usule tamam istediği kadar sürat verdirdikten sonra raks başladı. Amam yarabbi bu raks görülmeye şayan şeylerdendi. Avrupalılar bizim Şark rakslarını beğenmezler. Vücudun bazı aksamı tahrik edilmesine mugayir-i edeb mânâsını verirler. Biz onların raksında bacak kaldırmak yolundaki evzaa bu mânâyı vermek istemeyiz. Sanayi-i nefisenin her cihetinde olduğu gibi raksta dahi muvafık-i edeb ve mugayir-i edeb cihetler vardır. Gayet kibarane oynanan bir kadrille gayet serbazane oynanan bir “kan kan” arasındaki fark hangi nazarıdikkat mestur kalır? Vakıa bizim Şark rakslarında bir kadril bir lancier ağırlıkları yoktur. Şark raksları zaten bir dilberin tenasüb-i endamı üzerine bazı harekât-ı matlube ilave olunarak erbab-ı temaşayı imrendirmek için yapılmıştır. Ama bunu böyle telakkiyle beraber bu sanatta icra olunan hurdeler veleh ü hayreti celp etmemek kabil değildir. Hele bu akşam Ceylan’ı görmeliydi, Ceylan’ı! Vücudunda ne kadar mefasil varsa harekete gelmiş birbirini takip eden evza birer birer fotoğrafiye edilecek olsa her biri bir surette calib-i nazar-ı hayret birçok levhaları birden teşekkül ederdi. “Evza” denilen şey bir insanın duruşlarıdır ki her birinin bir manası vardır. Tehdid-i evzaıyla istirham-ı evzaı arasındaki farklar en adi gözlere bile batar. Halbuki insanın her ihtisasına göre bir vaziyeti olur. Bu evza tetkik edile edile sanayi-i nefiseden “pandomima” denilen sanat doğmuştur ki sanatkârların bir kelime bile telaffuz etmeksizin sahne-i temaşada koca bir oyunu yalnız evzayla tecessüm ve tasvir ederler. Alaturka rakssa hep temaşa edene tatlı tatlı hisler ihsas edecek evzaın mecmuu demektir. Temaşageran mermerden yapılmış olsalar raksın ihsasatıyla mütehassis olmamaları şayeste-i istibaddır. Ceylan’ın raksına karşı Nurullah’ın veleh ü hayretini tasvir ve tayine en muciz-i beyan kalemlerin bile kudreti kifayet edemez. Hatta sık sık vaki oluyordu ki delikanlı okuyacağı şarkıyı ve tayin edeceği usulü şaşırarak Ceylan’ın raksını bozuyordu bile. Kız tarafından irae olunan gayet tatlı bir çin-i cebin üzerine hemen aklını başına alarak usulü düzeltiyordu. Alaturka raks bir çeyrekten ziyade devam ettikten sonra Ceylan: “Bir de ufacık bir balette yapalım mı?” dedi. Nurullah’ın izhar ettiği hayreti def için: “Bu daha kolay ‘ta ta ta, ta ta ta’ diye üç tempo göstereceksin, işte bundan ibaret.” diye delikanlıya vazifesini anlattıysa da şu aralık Ceylan’ın sürekli bir kahkahası tempoyu da raksı da tehir eyledi. Eğer kız: “Yaşasın vals!” diye bir ihtara müsaraat etmeseydi Nurullah, Ceylan’ın hakikaten aklını bozduğuna zahip olacaktı. Bu ihtar üzerine müzikadaki üç temponun valste bir tempoya münkalip olması hakkındaki mahut ders delikanlının hatırına gelerek o dahi gülmeye başladı. Dıhk ve kahkahalar bittikten sonra şu “ta ta ta”lardan ibaret tempolar üzerine Ceylan bir de balet valsine başladı ki şiddet ve sürati kıza hemen hemen bir tayran hali veriyordu. Vücudunu ayaklarının parmakları üzerinde tutabilmesi Çerkez kızlarının raksına müşabihse de onların raksıyla bir baletin raksı arasında bedavetle medeniyet kadar fark olduğunu kimse inkâr edemez. Bizim için burada düşünülecek bir cihet daha vardır. O ise gerek alaturka ve gerek alafranga şu raksları Ceylan her günkü elbisesiyle icra etmekte bulunmasıdır. Bu mahir rakkase eğer oynayacağı oyunlara mütenasip olan kıyafetlere girip de oynamış olsaydı bu hünerdeki bıdaası bir kat daha mütezaid görünürdü.
* * *
Akşam oldu, avam tabirince sular karardı. Raks bitti. Zira Ceylan yorulmuştu. Bundan sonra akşam taamıyla iştigale lüzum görüldü. Akşam işreti Nurullah’ın mutadı olmadığından ona dair bir bahis bile sebk etmedi. Bu hanenin muayyen bir yemek odası vardır. Sofra masası daima kurulu ve iskemleleri dizilidir. Yani bu hanede alafranga taam edilir. Bu akşam Despina iki kişilik olmak üzere hazırladığı sofraya saat yarım sularında bir çıngırak çalarak Ceylan ile Nurullah Bey’i davet eyledi. Vakıa beklettirilmemesi lazım gelecek başka hiçbir kimse yoksa da sofrada halkı beklettirmemek âdet-i hasenesinin bu hanede teessüs etmiş bulunması hasebiyle Ceylan Hanım derhal misafirini alarak yemek odasına vardı. Bir çorba, bir roast beef taklidi et, bir sebze ve bir tatlıdan ve peynir ve meyveden ibaret olan taam tenavül edilmeye başladı. Sofra üzerinde açık iki şişe dahi Aspedan birası bulunuyordu. Nurullah ile Ceylan arasında yemek müddetince bilkülliye tabii addolunan halin fevkinde hiçbir şey görülmedi. Kiryaku ile Despina hizmet ediyorlar ve iki gencin ahval ve etvarını hiç de âdetin fevkinde bulmuyorlardı. Neden olacaklar? Sofrada nuş ettiği bir iki kadeh birayı Ceylan Hanım pederi Kâzım Bey huzurunda dahi içer. “Bir iki kadeh” dedik ama pek de doğru söylemiş olmadık. Hamleler iki değil üçe dahi vardılar. Fakat Ceylan mutadı veçhile kadehini ancak bir sülüs nispetinde doldurduğundan bu üç hamle yalnız bir kadehe müsavi olabilir. Nurullah’sa birayı pek seviyor. Taamın sonunda kendi şişesini bitirmiş bulunuyor. Taamdan sonra dahi bir iki kadeh bira içmek Nurullah’ın mutadı olduğundan Ceylan’ın şişesi Despina vasıtasıyla evvelce bulundukları odaya naklettirildi. İki genç dahi yine o odaya gittiler. Gerek sofrada ve gerek ba’de’t-taam odada Nurullah ile Ceylan’ı görseydiniz bu iki genci zevc ve zevce sanırdınız. Hatta pek yeni müteehhil zevc ve zevce de değil. Alelade bir zevc ve zevce. Bunun sebebi bugün saatlerce devam eden mülakat ve musahabe her ikisini doyurmuş olması kaziyesidir. İlk telakkide erbab-ı mülakat arasında mütelaşiyane etvar görülür. Ama ilk musahabede görülen germi musahabenin sonlarında görülmez. İki sözün arasında sükût zamanları uzanmaya başlar. Bu hal Ceylan ile Nurullah arasında dahi aynen vaki olmak tabiidir. Hatta taamdan sonra Nurullah kendi tabında kesel gibi bir şeyler hissetmeye de başladı. Tahattur edilmek lazım geldiği üzere Ceylan Hanım’a vermiş olduğu vaat akşam taamını birlikte etmeye münhasır olduğundan yavaş yavaş âşıkasına bilveda kendi hanesine çekilmek lüzumunu hissediyordu. Çünkü kesel yavaş yavaş arttıkça artıyor, delikanlı kendisinde bir yorgunluk hali buluyor, şöylece uzanıp istirahata lüzum görüyor, adeta uykusu geliyordu. Taamı müteakip kaçmak nezakete muvafık düşmeyeceği için biraz daha sabırlı davranmaya lüzum gördü. Bereket versin ki Ceylan dahi pek az söylüyor, her zamanki mutadının hilafına olarak söylemekten ziyade düşünüyor. Bazı dakikalarda güzel gözlerini Nuri’sinin gözleri içine dikerek derin derin düşünüyor. Şu kadar ki gayet beşuş ve mutmain bir tavırla düşünüyor. Öyle de olmak lazım gelmez mi ya? Bugün icra eylediği roller az rol müdür? Saz çalması, şarkı okuması, alaturka ve alafranga raks etmesi hep biçare Nurullah’ın ihtiyar ve aramını selp etmek için kurulmuş tedbirlerdi. Bu tedabirin kâffesinde ümidinden ziyade muvaffak olmuş bulunması Ceylan’da bir hoşnudi-i galibane peyda etmez mi? Nurullah ne kadar cebr-i nefs ettiyse de tabına arız olan gevşekliği bir türlü def edemedi. İçinden doğru kabarıp gelen esneyişler artık men olunamıyorlar. Gözleri yaşarıyor, kah kah kapanıyor. Delikanlının uykusu geldi. İlk defa olmak üzere yerinden davranarak: “Sevgili Ceylan! Müsaadeniz olursa...” dediği zaman Ceylan gayet latif bir inbisatla: “Sevgili Nuri! Pek acele ediyorsun. Sizin ev şurada, sokağın öteki ucunda.” diye mülakatın biraz daha devamı için arzu gösteriyorsa da kendisi de görüp duruyor ki mülakat devam edemeyecek. Sofradan kaldırıp getirmiş oldukları bira şişesi dahi boşalmışsa da Nurullah bir hesap edip hükmediyor ki kendisine arız olan şu gevşeklik biranın ziyadeliğinden değildir. Vakıa işret mutadı değilse de iki şişe Aspedan birası kendisini sızdıramaz. Bugün Ceylan’la tul-i mülakatından dolayı asabı yorulmuştur da bu gevşeklik, bu mahmurluk ondan dolayı gelmiştir. Ceylan’ın ricası üzerine biraz daha tahammül etti. Lakin bazen iki dakika kadar adeta uykuya varıp Ceylan’ın hızlıca bir sözü üzerine uykudan uyanıyordu. Şu iki dakika zarfında ne olduğunu bilemiyordu. Uykuda olan adam etrafında ne olduğunu nasıl bilecek? Gittikçe artan gevşekliğe artık tahammül kalmayınca: “Müsaade buyurun Ceylan’ım, müsaade buyurunuz.” diye sendeleyerek ayağa kalkmak istediyse de muvaffak olamadı. Yarı kaim yarı kaid bir halde beş on saniye sendeledikten sonra oturduğu yere yığılıverdi. Bu hal üzerine itizar ve istiğfar için birkaç söz söylemeye davrandıysa da gözleri kapalı olduğu halde söylemeye çalıştığı sözler söz sayılamazlardı. Tamamıyla uykudaki bir adamın sayıklaması nevinden birkaç hırıltı! İş bu dereceyi bulduğu zaman Ceylan Hanım biraz gerileyerek ve iki kollarını sinesi üzerinde çapraz eyleyerek Nurullah Bey’i acib ve garip bir tavırla temaşaya başladı. Biçare Nurullah derya-yı habda dakika dakika taammuk ediyordu. Gerdeni üstünde başını tutabilmeye muktedir olamadığından başı koltuk sandalyesinin arkalığı üzerine düşüvermiş. Bir aralık Ceylan’ın çehresinde bir tebessüm, hem de gayet galibane ve mutmainane bir tebessüm peyda oldu. O anda afacan kızın zihninden geçen şeyleri lisanıyla dahi söylemesi lazım gelseydi. “Ah Nuri, ihtiyarın elinde oldukça sana malik olmak muhaldi. İhtiyarını selp etmeye mecburiyetimden dolayı acaba beni affedecek misin? Sana neler dedim, ne kadar mantıki delail ve berahin irat eyledimse kadehine sürdüğüm birkaç buğday afyon kadar tesiri olamadı. Mazur gör, sevdiğim, aşk insanı çıldırttığı zaman ne yapmış olsa insan mazur görülür.” demeliydi. Bu sözleri gerçi lisanı söylemiyorsa da hal ve tavrı bir fesahat-ı kâmileyle söylüyordu. Aradan beş altı dakika ya geçti ya geçmedi, biçare Nurullah tamamıyla uykuya dalıp horultu değilse de ona yakın bir surette nefes alıyordu. Ceylan Hanım Nuri’sine bir daha ve kemal-i iştiyakla bakıp zihninde tasarladığı şeye karar-ı kati vermiş olan bir kimse tavrıyla odanın bir tarafındaki elektrik düğmesine parmağını bastı.
* * *
Kâzım Bey familyası nezdinde verilmiş olan karar iktizasınca elektrik çıngırağı “tırrrrr...” diye bir hamlede uzunca bir tırıltı çıkarırsa Despina’yı ve iki hamlede bir seda çıkarırsa Kiryaku’yu davet manasına delalet eder. Bu akşam Ceylan Hanım bir hamlede uzun bir tırıltı bastıktan iki dakika sonra iki hamlede bir çifte tırıltı daha yaptı. Bu işaretlerin manası anlaşılabildi. İlk işarette Despina küçük hanımın odasına teveccüh edip ikinci işarette Kiryaku “beni de çağırıyorlar” diye koştu. Öyle bir hareket ki odaya kardeş, kız kardeş beraber dahil oldular. Ceylan Hanım parmağıyla Nurullah Bey’i gösterdiği zaman Despina heyecanlı bir telaşla: “Aman küçük hanım! Beyefendiye ne oldu?” diye Nurullah’ın üzerine yürüdü. Kiryaku’ysa ne olduğunu çoktan anlamış olduğundan: “Ne olacak galiba biralar çok geldi.” diye Ceylan’ın yüzüne baktı. Ceylan: “Hayır! Bir buçuk şişe biradan ne olacak, fakat safrası mı döndü ne oldu ben de bilemiyorum.” diye ne yapmak lazım geleceğini bilemeyen bir adam tavrıyla bir Kiryaku’nun bir de Despina’nın yüzüne bakıp kalıyordu. Kiryaku, Nurullah Bey’i kucaklayıp hanesine kadar götürmek tedbirini dermeyan etti. Hiç buna Ceylan razı olur mu? Razı olmayacağının sebebini karilerimiz bilirler. Halbuki bir sebebi daha vardı. Nurullah Bey bazı kere geceleri hanesinin haricinde geçirmeye de mezun olduğundan bugün hanesinden çıkarken eğerçi akşam gelemeyeceği hakkında ablasına bir şey söylememişse de böyle saat bire kadar kaldıktan sonra şöyle sarhoş haliyle hanesine gitmesi zaten caiz olamazdı. Ama buralarını Kiryaku’ya, Despina’ya söyleyemeyeceğinden: “Hayır hayır! Olamaz. Zavallı çocuğu içirip içirip de evimizden kovmuşuz gibi bir hal olur.” deyince Despina küçük hanımı tasdik eyledi. O zaman Ceylan: “Misafir odalarındaki yataklar hazır ve temizdir ya?” sualini irat edip de Despina’dan tasdik cevabını alınca: “Öyleyse Nuri Bey’i o yataklardan birine götürünüz. Soyunuz bir gecelik giydirip yatağa yatırınız. Sularını filan, her şeyini tamam koyunuz.” dedi ve kendisi de yerine yatmak ihtiyacını beyan ederek çıktı, kendi odasına gitti. Hikâyenin bu derecesine kadar Kiryaku ve Despina’nın nazarında gayr-ı mutad hiçbir şey görülmedi. Neden görülecek? Küçük hanımın yatak odasıyla misafir odaları arasında evvela bir kat var, yani misafir odası hanenin birinci ve Ceylan’ın odası üçüncü kattadır. Saniyen Ceylan’ın odası hanenin bir zaviyesinde ve misafir odası zaviye-i mukabilindedir. Salisen misafir odasından bir oda aşırı Despina’nın odası vardır ki misafire mahsus olan iki odaya sığmayacak kadar misafir gelirse üçüncü oda olmak üzere Despina’nun odası dahi bittahliye misafirlere küşad edilir. Zaten bu hanede erkek misafiri gelmedik hafta geçmez ki. Ceylan doğruca odasına çıkarak yatmak tehyiatıyla iştigal ededursun Kiryaku ile Despina Nurullah Bey’i kemal-i ihtimamla tutup kucaklarcasına bir vaziyetle kaldırdılar. İkinci kattan birinci kata indirdiler. Sarhoşun haberi bile olmadı. Karyola üzerine uzanıp birer birer elbisesini çıkarmaya başladıkları zaman bir lahza uyanır gibi olarak bir şeyler mırıldandıysa da Despina ve Kiryaku bu mırıltılardan hiçbir şey anlayamadılar. Nurullah’ın elbisesini kâmilen çıkardıktan sonra sakız gibi bir keten gecelik gömleğini giydirdiler. Yatağa yatırıp üstünü örttüler. İçecek su ve lavabo takımı velhasıl kâffe-i levazım-ı beytutet zaten müheyyaydı. Gece kandilini yakarak kapıyı kapayıp çıktılar. Kiryaku oda kapısını dışardan kilitlemek istediyse de Despina: “Adamcağızı hapsedecek değiliz a. Kapıyı yalnız kapa, kafidir.” diye men eyledi. Nurullah’ı yatırdıktan sonra Despina bir baş Ceylan Hanım’ın odasına çıktı ki kız dahi soyunmuş ve geceliğini giyinmiş olduğu halde yatağa girmek üzereydi. Nurullah Bey’in hali hakkında sual ve istizah ve cevap suretinde birkaç söz teati olunduysa da bu sözler hiçbir hükme müncer olamadılar. Nihayet Despina bermutat “Geceniz hayır olsun!” vedaıyla çıkıp giderken kapının kilidinde peyda olan gıcırtı iç taraftan Ceylan’ın kapıyı kilitlediğini ilan eyledi. Ceylan’ın bir odada yalnız yatmaktan korkup korkmayacağı şayet karilerimizin hatırlarına gelse bile Despina’nın hatırına gelemez. Ceylan’ın korku ne olduğunu bilmediği Despina’nın zaten malumudur. Karilerimize malum olmasa bile Despina’ya malumdur ki Ceylan’ın odasında gümüş gibi nikelli bir rovelveriyle kabzası firuze işlemeli bir hançeri dahi vardır. Hiç Ceylan korku ne olduğunu bilir mi? Paris’in silahlı kızlarından birisi. Despina aşağı kattaki her hizmetini bitirip de kendi odasına çekileceği zaman Nurullah Bey’in kapısını yavaşca açıp ne olduğunu anlamak için baktı. Hiçbir şey olmamış. Delikanlı sellemehü’s-selam yatağa serilip horul horul uyumaktadır. Despina odanın içine girdi, delikanlının ta yanına kadar sokuldu. Uyku halinde kendisini derin derin düşünerek temaşa ediyordu. Âdetin fevkinde addolunacak hiçbir şey göremedi. Bir delikanlı biraz ziyadece içmiş, biraz erkence yatıp uyumuş vesselam. Bu hükümle Despina dahi odasına çekilip yatarak biraz zaman sonra koca ev bir sükûn ve sükût-ı amike daldı gitti.
* * *
Bu gece ta-be-sabah bu hanenin sükût ve sükûnunu ihlal edecek hiçbir vaka, hiçbir hal vukua gelmemiş olmalıdır ki sabahleyin bermutad herkesten evvel Despina uyanmış olduğu zaman akşam bıraktığı sükût ve sükûnu yine o halde buldu. Hatta misafir Nurullah Bey’i uyandırıp rahatsız etmemek için kendi harekat-ı subhgahîsini gayet aheste ve sakinane icraya dahi lüzum görmüştü. Ama ne kadar olsa atalet halinde bulunan bir hanenin sükûtuyla faaliyete girdiği zamanki hali arasında bir fark vardır. Binenaleyh Nurullah Bey Despina’nın kaldırdığı, koyduğu, yerleştirdiği kap kacak tangırtılarından kadının uyanmış olduğunu anlayarak yatağından kalkıp da etrafına bakındığı zaman gördüğü elektrik çıngırağı düğmesine bastı. Ne yolda işaret verir olsa hangi hizmetçinin geleceğinden haberi yok ya, rastgele bir kere çıngırağa bastı. Üç dört dakika sonra Despina kapıyı araladı. “Sabahlar hayır olsun beyim” vazifesini bade’l-ifa: “Kahve, Kirya Despina, kahve!” emrini alınca kadın çekilip kahve mangalına doğru yürüdü. Büyük bir fincan dolduracak sabah kahvesini bir yandan pişirmekle beraber diğer taraftan da büyücek bir dilim ekmeği mangal üstünde kızartıp bir tabağa koyduğu bir parça peynir ve sekiz on tane zeytinle beraber cümlesini bir tepsi üzerine yerleştirdi. Alıp Nurullah Bey’in odasına götürdü. Despina odaya girdiği ve etrafını gözden geçirdiği zaman cüzi bir hayretle mütehayyir oldu. Nurullah Bey ya bu sabah pek erken uyanmış veyahut gece bir aralık uyanarak epeyce bir zaman uykusuz kalmış olmalı ki bu odada Despina’nın akşam bırakmış olduğu hal-i intizam muhtel olmuştur. Nurullah Bey akşam yattığı gibi bu sabah kalkmış olsaydı odanın içi oldukça tarumar denilebilecek kadar o akşamki intizamı kaybetmiş olmayacaktı. Neyse! Despina umur görmüş bir pişkin kadın olduğundan ve bu odalarda pek çok sarhoş misafir savmış bulunduğundan şu intizamsızlığı aldırmayıp lavabonun bir kenarına kahve tepsisini koyduysa da Nurullah Bey’in hal ve tavrına dikkat ettiği zaman onu da hoş bulmadı. Bu çocuk hasta! Akşamki sarhoşluk halini henüz tamamıyla izale edememiş. Ekseriyetle yüzü gülmekte olan bu latif delikanlı bu sabah gereği gibi abus! Hastalıktan yeni kalkmış gibi bir hal! Despina bu hale hiçbir mana veremeyerek odadan çıktıktan bir çeyrek saat kadar sonra çıngırak tekrar çalındı. Bu defa Despina biraz telaşla odaya varıp Nurullah Bey’in ekmeği ve zeytini ve peyniri kâmilen yemiş ve kahveyi içmiş olduğunu gördü. Fakat yatak pek karmakarışık! Despina gibi feleğin çemberinden geçmiş olan bir kadının nazarıdikkatinden uzak kalmayacak derecelerde bir karışıklık! Daha acibi şundaki bu yatağın bir kere düzeni bozulduktan sonra tekrar tanzimine çalışıldığı halde acemilik hasebiyle muvaffak olunamamış olduğu da bir sahib-i maharetin gözlerine batarcasına apaşikâre görülüp duruyor. Despina’nın bu dikkatine Nurullah Bey dahi dikkat ediyor. Gözlerini patlatırcasına açarak dikkat ediyor. Karıda manidar bir tebessüm bulabilir miyim diye ziyade cehd eyliyor. Öyle bir şey bulamıyorsa da oda içindeki intizamsızlığa nazar-ı hayretle baktığını görüyor, anlıyor. Despina’yı bir istintak etmeye pek ziyade lüzum hissediyorsa da istintaka hangi tarafından başlayacağını bir türlü kestiremiyor. Bir aralık: “Kokona Despina! Odamı, yatağımı biraz ziyade karıştırmış bozmuşum, değil mi? Affet kokanam! Sarhoşluk hali bu! Her zaman başım gelmezse de nasılsa bu akşam!..” diye bir söz açtı. Fakat Despina her zamanki saffetini ihlal etmeksizin: “A! Ne ziyanı var, a beyim? Biz böyle şeylere alışkınız. Ne sarhoş misafirler gelir ki...” sözleriyle mukabele ederek delikanlıyı temin etmek istiyordu. Fakat Nurullah hâlâ emniyet edemiyor, hâlâ müteselli olamıyor. Çıkarıp Despina’ya bir lira vererek: “Bunu hanımlar duymayacak Kirya Despina! Kimse duymayacak. Derhal odayı yeniden düzelteceksin. Anladın mı?” tenbihatını tekrara başladı. Despina böyle bir bahşişe hiç lüzum olmayacağından bahisle beraber lirayı prostelasının cebine indirmekte teehhür dahi etmeyerek: “Kim duyacak a beyim! Zati ne kadarcık bir iş ki? Ben odayı şimdi yukarıdan aşağıya düzeltirim. Kimsenin haberi bile olmaz. Hem hanımlar buralara gelmezler ki! Buraları benim dairem sayılır.” izahatıyla Nurullah Bey’e itminan verebildi. Ama işin yalnız bu cihetine itminan verebilmiş olduğu besbelliydi. Zira delikanlı hâlâ pek dalgın bir halde olup elbisesini telebbüs etmeye başladığı halde sanki Despina’dan utanıyormuş gibi bir havf ve aczle kadının yüzüne bakamıyordu. Giyindiği sırada akşamki hal üzerine Despina’dan bazı şeyler soracak oldu. Kadıncağız hiçbir şeyden haberdar değil ki malumat verebilsin. Ceylan Hanım kendilerini çağırdığı zaman Nurullah Bey’i koltuk sandalyesi üzerinde uyuyor bulmuşlar. İşte bu kadar. Ondan sonra kaldırmışlar. Yatağına yatırmışlar. Despina bundan başka hiçbir şeyi bilmiyor. Nurullah Bey, Ceylan Hanım’ın kalkıp kalkmamış olduğunu sordu. Ve Despina: “O! Küçük hanım erken kalkıcılardan değildir. Her sabah geç kalkar. Uyanmış olsaydı çıngırak çalıp beni çağırırdı.” cevabını verince Nurullah Bey bu cevaptan memnun olmuş gibi göründü. Telebbüs işi bitmiş olduğundan: “Bana izin, Despina! Küçük hanımefendiye selamımı tebliğ et. Bana ettiği ikramdan dolayı teşekkür ve kendisine verdiğim zahmetlerden dolayı affını rica ederim.” diye çıktı gitti. Despina Nurullah Bey’in arkasından bakıp tebaüdünü temaşa ettiği sırada kendi kendisine dedi ki: “Ne iyi çocuk! Ne uslu akıllı delikanlı! Bizim küçük hanım pek talihli bir kız. Ama zannımda hata etmezsem bu delikanlı o kadar talihli bir adam değil. Zira çocuk ağırbaşlı bir feylosof. Bizim küçük hanımsa pek hafif, pek hoppa, pek çılgın bir zırzop.”
* * *
Bu misafirlikten iki gün sonra Nurullah Bey Ceylan Hanım’dan bir mektup aldı. Ceylan’ın bu mektubu âsâr-ı acibe ve garibedendir. Bunu aynen derç etmek dahi bizim için vazifedendir.
“Sevgili Nuriciğim! Şu mektubun muhtevi olacağı şeyleri sana şifahen söylemekliğim lazım geleydi katiyen muktedir olamayacağım derkârdı. Bende serbesti-i fikir ve lisanı arttırdıkça arttırmış olduğun halde ve binaenaleyh zihnime, ağzıma ne gelirse sana söyleyebilmekteyken şu mektup muhteviyatını şifahen söyleyebilmeye mümkün değil kudret bulamazdım. Kendi kendimize bir mariage libre akdetmiş olduğumuzdan şu anda ben sana zevce olmuşumdur. Bununla beraber bilmem bana ne oldu ki senin yanındaki bütün cüretlerim kırılmış olduğundan yalnız hayalinle bile korkumdan pür halecan kesiliyorum. Bu havfımın birçok esbabından birisi de şayet beni cüret-i vakıamdan dolayı affetmek istemediğin ihtimalidir. Cism ü canımın maliki Nuri! Ettiğim cüretin derece-i mecnunanesini takdirden aciz değilim. Benim ettiğim işi bir familya kızı değil esafil-i inasın en bedbaht bir karısı bile gözüne kestiremez. Fakat bu işte mesuliyet doğrudan doğruya bana, yalnız bana raci olmak reva-yı hak mıdır? Senden başka kim olabilirdi ki benim cüretimi bu derecelere kadar vardırabilsin. Münasebetimizin peyda olması üzerinden birkaç gün müruruyla bu hal vukua gelmiş olsaydı mesuliyeti belki de yalnız bana irca edilebilirdi. Birdenbire şuuruma halel gelmiş de bu cüreti edivermiş sayılırdım. Lakin senelerce devam etmiş olan münasebetimiz esnasında sen bir fetanet-i sihirbazaneyle beni teshir ettin. Aklımı, fikrimi kendi hayaline nasp ve hasr eyledin. Sen beni filhakika ipnotizma gibi bir hale koydun. Nazarımda bütün cihan senden ibaret kesildi. Benim için dünya ve mafiha sen oldun kaldın. Sen, bendim. Binaenaleyh senin koynuna kucağına atılmak benim için kendi koynuma kucağım atılmak oldu. Fakat zannetme ki bu halin mesuliyetini sana atfla kendi beraetimi ispat etmek istiyorum. Hayır, haşa! Ne olduysa ben yaptım. Sen ne yaptınsa hep ben yaptım. Sen, ben yekdiğerimizde mündemiç, yekdiğerimize müdgam olmuş bulunduğumuzdan ‘sen’ dersem ‘ben’ demektir. Hepsini ben yaptım. Fakat Nuriciğim için yaptım. Nuri’ye yalnız yaptığım şeyler layık olmakla kalmaz. Sana şifahen dahi demiş olduğum veçhile bir Ceylan değil bin Ceylan olsam da bunların bini de sana benim yaptığımı yapsa daha ziyadesine bile layıksın, Nuriciğim. Nısfü’l-leylden sonra odamdan kalkıp aşağıki kata indiğim zaman ne halecanlı haldeydim bilsen. Despina’nın odası önünden geçerken acaba kadın kapıyı açıverecek mi diye tir tir titriyordum. Despina kim oluyormuş. O anda validem, pederim karşıma çıkıp da men edecek olsalar göğüslerinden itip yoluma devam edeceğim. Ama o bendeki hal-i cinnet, o kapının önünde böyle düşündürmüyordu. Despina’nın hayalini görsem helak olacağım zannediyordum. Helak olacağıma da gam yemem. Hedef-i maksuduma vusulden helak beni men edecek diye korkuyordum. Senin odanın kapısı önüne geldiğim zaman o kapının açık bulunduğuna emindim. Kim kapayacak? Sen içerde kendinden geçmişsin. Kapıyı kapamak ihtimamı mahvolmuş. Despina dışarıdan kapamış olsa bile anahtar kapının üzerinde olacak. Kemal-i cesaretle kapıyı açtım. Odadan içeriye girdiğim zaman acaba kaç saat seni temaşa hayretiyle hayran kaldım? Kaç saat mi? Kaç gün! Kaç yıl! Ben o halde saatlerin, dakikaların güzeranını tasavvur edebilecek bir halde miyidim? Nihayet?!.. Ah! Gönlümün sultanı Nuriciğim! Nihayetini sen soramazsın, değil mi? Ben de söyleyemem. Gönlüme kalsa bunu vird-i zeban etmeliyim. Badema ömrüm ahir oluncaya kadar bu hikâyeden başka söz söylememeliyim. Zaten zihnimde, hayalimde bundan başka bir şey yok ki! Ömrümün son saatine kadar bundan başka bir şey olmayacak ki! Fakat söyleyemeyeceğim. Ben bu sırra mahrem ferd-i aferide göremiyorum. Hatta üzerinde kalemimi gezdirdiğim şu kâğıdı bile! Vukua gelen bu hal senin nazarında bir facia olup da bunu benim hakkımda bir tecavüz ve taarruz addediyorsan ben onu sana bahşettim. Bundan dolayı seni affettim... Ne diyorum Allah’ı seversen, nasıl af? Nasıl bahş? Hakkımda mahz-ı nimet olan bu neticeden dolayı ez-dil ü can teşekkür edeceğime affetmek istiyorum. Bu belahatimden dolayı sen beni affet Nuriciğim! Hem bu belahatımdan hem de şayet benim cüretim sana karşı bir cinayetse bu cinayetten dolayı beni affet! Cihanda hiçbir kimse yoktur ki kendisi için bir saadet tahayyül etmesin. Ben şu yaşıma kadar senden başka saadet tahayyül etmedim. Ettiğim cürete her kim ne derse desin. Ben bu cüreti saadetimi arayarak ettim ve buldum. Onun için hiç nedametim yoktur. Kocakarıların tabirince şu benim başıma gelmiş olan hal bu alemde benden başka hiçbir kimsenin başına gelmemiş olsa belki beni muaheze için hak bulunabilirdi. Benim gibi daha bin kimsenin başına gelmiştir. Hatta benim gibi onlar senelerce müddet hülyasını çekerek ve işin her cihetini düşünerek başlarına bu hali getirmiş değildirler. Onların en çoğu budalacasına kurban olmuşlardır. Ben budalacasına hareket etmedim. Kendimi kurban da etmedim. Aramızdaki münasebete vâkıf olanlar bilakis seni kendime kurban etmiş olduğuma hüküm verirler. Sevgili kurban! Sen de bu fikirdeysen beni affet. Seni benim gördüğüm gözle gören, seni benim tefekkür ve tasavvur ettiğim zihinle tasavvur eden bir kadın, sen kurbanı çiğ çiğ yemeye saldırmamış olursa gözü seni görmemiştir. Kördür. Zihni seni düşünmemiştir, beyinsizdir. Nuriciğim! Kendini bana kurban olmuş görüyorsan bence o liyakatı, sence o kabahati kendine bul, beni affet. İşte kâğıt bitti. Benim söyleyeceklerim bitmek tükenmek bilmez ki. Haydi onu da velev ki şimdilik olsun bitmiş farz edelim de şu sualle hitam-i kelam eyleyelim: İkinci mülakatımız ne zaman olacak?”
* * *
Biçare Nurullah Bey şu mektubu okurken onu aklı başında bir adamın yazmış olmasına ihtimal veremeye veremeye okudu. Deli saçması değil, bir daha hem de kemal-i dikkat ve itinayla okudu. Hayır! Hayır! Deli saçması değil. Fakat akıllı sözü hiç değil. Zaten kendisi de akıl ve cünundan hangi tarafta bulunduğunu hükmedemiyor ya. Kâzım Bey’in misafir odasında geçirmiş olduğu gecenin bir bahtiyari-i mahzdan ibaret bulunduğuna inkâra bir türlü mecal bulamıyor. Ama şu bir mukaddimedir. Bunun netayicini uzaktan uzağa tasavvur ve tahayyüle bile cesaret alamıyor. Bu bir sırmış. O sırra ferd-i aferide mahrem olamayacakmış. Zavallı kızcağız! Hiçbir türab-ı nisyana definle mahvedilebilecek sır mı olur? Mecnuna bakınız, mecnuna! Mektubunun hatimesinde ikinci mülakatın ne zaman olacağını da soruyor. Acaba kelimeleri yazarken şu sırra ferd-i aferidenin mahrem olamayacağı hatırında bulunarak mı bunları yazmış. Ceylan’ın bu sualine biri diğerini nakız iki cevap birden Nurullah’ın zihnine hücum ediyor. İkinci mülakat ne zaman mı olacak? Ebeden! Şimdi! İşte Nurullah’ın bu hali hemen hemen Ceylan’ın haline müsavi. İkinci mülakat mı? Birincinin vukuuna lanetler lazım geldiği halde bu felaketin tekerrürünü arzu etmek kâr-ı akıl mıdır? O birinci mülakat Nurullah’ın da ömrünün şu anına kadar tasavvur ve tahayyülüne bile yaklaşamamış olduğu bir bahtiyari-i alü’l-alken onun ikincisi için bir an bile tehire cevaz gösterilebilir mi? Bugünden sonra Nurullah’ın maişet-i muntazamasına halel geldi. Bir zamana kadar ne derslerini bildi ne vazifelerini. Gezdiği yerlerde dalgın dalgın geziyor, görüştüğü adamlarla dalgın dalgın görüşüyordu. Ablasıyla pederi bu tahavvüle pek o kadar dikkat edemediler. Nurullah bunlarla zaten pek az görüşür. Her zaman münasebeti olan ehibba asıl Nurullah’ın bu haline dikkat ediyorlardı. Maarif-i şettaya ve bilhassa felsefiyata ait mubahasatında gayet şiddetli bir münazır olan Nurullah’ın şu dalgınlığından dolayı hiçbir mubahaseye girişmeye heves bile etmediğini görünce ehibba ve ihvanı mütehayyir kalıyorlardı. İçlerinden birisi: “Ben anladım, Nurullah zaten müvesvis bir adamdır. Geçen gün ... mektebi talebesinden altı efendiyi birden nefy etmediler mi? Nurullah bu halden pek müteessir olmuştu. Zaten de korkak oğlan hepimizden emniyeti kaldırmış olmalıdır. “Selametühü’l-insan fi hıfzu’l-lisan” düsturunu beynine hakketmiş olmalıdır.” deyince diğer ahvalden haberdar olmayan arkadaşları bu teveccühü kabul etmişlerdir. Aradan günler geçti, haftalar dahi geçti. Ceylan’ın sual ettiği ikinci mülakat vukua gelmedi. Ona bedel gerek Kâşif Efendi’nin ve gerek Kâzım Bey’in hanelerinde tesadüf nevinden olarak öteden beri vukua gelen mülakatlar gibi birkaç mülakat vaki oldu. Gariptir ki nefsine meram anlatmakta Ceylan Nurullah Bey’e tefevvuk ediyor. Arada bir macera cereyan etmemiş gibi davranıyor. Her zamanki mülakatta komşu ağabeyle ne yolda muamele ediyorsa yine o yolda muamelede bulunuyor. Fakat biçare Nurullah bu halde değil. O zavallının nutku tutuluyor. Hicabından gözlerini kaldırıp hiçbirinin yüzüne bakamıyor. Mülakatı mümkün mertebe kısa kesmeye çalışıyor. Bir özür, bir bahane bularak yanlarından çıkıyor. Kaçıp gidiyor. Şüphe etmemelidir ki ilk mülakatın vukuundan hiçbir kimse haberdar olmamıştır. Kâşif Efendi ile Zeliha Hanım’ın asla haberdar olamayacakları apaşikâr bir şeydir. Nurullah hane-i pederden ilk defa olarak gaybubet etmiş değil ki o geceyi nerede geçirdiği merak edilsin. Kâzım Bey ile Sezayidil Hanım eğer Ceylan’ın hal ve tavrında bir tagayyür görmüş olsalardı belki bir iştibaha düşerlerdi. Ceylan’sa aynı aynına her zamanki Ceylan! Yaptığı işten dolayı vicdanen asla müteessir değil ki dai-i iştibah bir hali ve tavrı görülebilsin. Bu sırdan haberdar olabilmesi lazım gelen bir kimse tasavvur olunabilirse o da Despina olmak lazım gelir. Halbuki Despina o vakayı tamamıyla unutmuş yalnız prostelanın cebine attığı lirayı unutmuyor.
* * *
Günler değil aradan haftalar geçmiş olduğu halde ikinci mülakat husule gelmeyip yalnız eski mülakat-ı adiyelerden birkaçı daha vukua gelmiş olduğunu haber vermek suretiyle silsile-i hikâyemizde noksan bırakmamış olmadık. Bir noksanımız var ki onu da burada itmam etmeliyiz: Mülakat-ı cismaniye birden ibaret kalmışsa da mülakat-ı ruhiye demek olan muhabere Ceylan’ın yukarıya aynen derç olunan mektubundan ibaret kalmadı. Nurullah Bey bu mektuba cevap vermediyse de Ceylan tarafından ikincisi geldiği zaman cevap yazmamaklık edemedi. Zira ikinci mektubu daha âkilane yazılmış buldu. Ceylan bunda badema maişetlerine bir nizam ve intizam vermek ve şu genç ömürlerinden istifadeyi kaçırmamak lüzumunu bayağı mukniane bir surette dermeyan ediyordu. Nurullah yazdığı cevapta bizim memleketimiz için usul-i maişet-i İslamiye ve Osmaniye’ye böyle taban tabana zıt olan bir maişet-i batılaya nizam ve intizam konulamayacağını ve bu tehlikeli yolda devamla göz göre göre kendilerini tehlikeye atmak akıl ve hikmetle tevfik-i kabul ettirilemeyeceğini anlatıyordu. Ceylan buna da cevap yazdı. Amante ve metres suret-i maişeti usul-i maişet-i Osmaniye ve İslamiyeyle vakıa tevfik-i kabul ettirilemezse de bu maişet yalnız maişet-i avam olup havas aleminin maişeti böyle olmadığını ispat için birtakım hanımların, beylerin münasebat-ı âşıkanesini sayıp döktü ki esrar ve hafâyâsına şu genç kızın, şu çocuğun nasıl olup da bu kadar vukuf peyda etmiş bulunmasına Nurullah Bey pek ziyade şaşıp kaldı. Ama Ceylan’ın bu mektubuyla da mülzem olmadı. Cesur Ceylan’ın fedakari-i âşıkanede bu derecelere varması her halde kendisi için pek büyük bir tehlike olup vakıa her tehlikeyi göze aldırmak cesaretindeyse de bu cesaretin pek na-be-mahal bir cesaret olduğunu ve alemin lisan-ı terziline düşmek asla hoşa gidemeyeceğini anlattıktan maada kendisi bir erkek olduğu halde bile erkekliği şanı için de bu “ıskandallara” (terzilat-ı umumiyeye) takat getiremeyeceğini katiyen bildirip: “Ben henüz mesleği taayyün etmemiş bir adamım. Bir baltaya sap olmak için henüz tasalanmamışım bile. Her ikimiz baba eline bakıp dururken bir cinnet-i âşıkaneyle istikbalin de mahvedilmesine ben rıza gösteremem,” hükmünü pek ciddi bir tavırla ortaya koydu ki hiçbir şeyden yılmak şanından olmayan Ceylan dahi bu söz üzerine düşünmeye başladı. Nasıl düşünmeyecek? Vüs’at-ı zekâsına hudut tayini mümkün olmamakla beraber Ceylan Nurullah üzerindeki tesirat-ı heva ve garamı arttırarak yakın bir zamanda nikâhlarını akdettirmeyi üssü’l-esas-ı ümid ittihaz etmişse de işte Nurullah Bey bir baltaya sap olmaksızın hiçbir şey yapamayacağını anlatıp duruyor. Denilebilir ki ilk defa olmak üzere kesr-i cesaret edecek tehdidi Ceylan Hanım, Nuri’sinin bu âkilâne sözlerinde buldu. Bu suretle mektuplaşmakta devam olunuyordu. Ceylan’ın sorduğu ikinci mülakat henüz vukua gelemedi. Fakat mülakat-ı adiyenin bazılarında dahi Fransızca olarak bu mesele meydan-ı mubahaseye konularak o ilk mülakatın vukuu bile ne kadar gafilane bir muamele olduğunu Nurullah Bey Ceylan Hanım’a pek hakimane bir surette şerh ve izah eyledi. Ceylan mukabele için bütün kudret-i mantıkiyesini ortaya döküyorsa da muanedenin mükabereye, mükaberenin de safsataya vardığı setr olunamıyordu. O mülakat vuku buldu da sanki ne kazanıldı? Böyle şeylerin teşdid-i tahassürden başka ne semeresi olabilir? Ama gençlik lezaizinden istifade edelimmiş. Makul ve emin bir surette edilmeyecek olan telezzüzler bilahare insanı pek ziyade telhgam ederler. İlk mülakat üzerinden tamam beş hafta mürur eyledi. Muhaberat-ı cariye Ceylan’ın nazarıdikkatini her tarafa doğru sevk ederek hazır Nurullah Bey’le biraderane ve refikane münasebatından telezzüz ve istifade edegeldiği halde bu temiz ve pak münasebatı taharrüsat-ı visalcuyaneyle duçar-ı iğlak etmiş olduğuna nedamete de başladı. “Başladı” değil! Eğer kendi vicdanına karşı dahi muanedesi olmasaydı o hiss-i nedametin ruhu içindeki muahazatına tamamıyla mağlup olacağına şüphe yoktur. Fakat vicdanı kendisini her taraftan sıkıştırıp da aciz bıraktıkça: “Pek iyi ettim! Alaturka sosyete beni kendi hududundan harice tard edecek olursa Avrupa sosyetesi beni reddetmez. Kaçar gider, aktris olurum!” diye daha şeni, daha müthiş cüretlerle kendi vicdanını kendisi tehdide kadar varıyordu. Bereket versin ki Nurullah’ın muhakemat-ı felsefiyesi Ceylan’ı bilkülliye meyus etmiyordu. Ceylan mıymıntılık ve miskinlikle itham eylediği Nurullah’ın pek ağır giden şu mülahazat-ı felsefiyesi neticesinde kendi nikâhlarını kıydırarak bu buhrana hatime çekeceğini bilaşübhe ve lareyb ümit ediyor, bekliyordu. Katiyen meyus olsaydı kendi vicdanına karşı ettiği tehdidi ikaa kadar varacağına şüphe etmemelidir.
* * *
Bir nimet eldeyken insan onun kadrini takdir edemez. Her şeyde taharri-i hakikatle zihnine idman vermiş olan fikr-i hikmet erbabı için söylemiyoruz. Alelumum ahval-i beşeriye için diyoruz ki insan elde olan nimetin kadrini takdir hususunda acib bir acz içinde bulunur. O nimetten daha balaterini ele geçirmek gayretiyle kendisini “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olur” hükmüne duçar eyler. “Zaman olur ki hayali cihan değer” diyen şair dahi mutlaka bu hakikati tecrübe edenlerden olmalıdır. Bu hakikat şu romanımızda Ceylan nezdinde de tahakkuka başlamıştır. Yalnız Ceylan nezdinde de değil. Nurullah nezdinde dahi tahakkuka başlamış, hatta tahakkuk etmiştir. Bu iki gencin eski münasebetleri ne güzel, ne tatlı bir münasebetti! Kendilerini görenek belahatından gereği gibi kurtarmış iki familyaya mensup iki genç. İkisi de cehalet ve nazariyatça sadelik menzilesinden kendilerini kurtarmışlar. Malumatları vasi, hikmetleri derin. Ama Ceylan’ın bazı ahvali perdebirunluğa kadar varıyormuş. Çocukluğuna da hamlolunabilir. Nurullah aklı başında bir adam ya! Yaşları kemale gelip de ilcaat-ı tabiiye bunları birbirine daha başka türlü heveslendirmeye başladığı zaman münasebetleri daha tatlılaşması zaruridir. Ceylan bu nimet-i ünsiyetin, binde, on binde hatta memleketimizce yüz binde bir kıza nasip olamayacak olan bu müsaade-i ahraranenin kıymetini bilerek onun netayicini kendi muhadderiyet-i İslamiye ve Osmaniye’sine muvafık bir yolda bekleyeceğine hiçbir kimse nezdinde, hatta bilahare, kendi indinde bile mucib-i tahsin ve aferin olamayacak bir tarik-i hevl-nakdan bekler de aklınca hem de bulursa bulduğu şeyin bir butlandan ibaret olduğu kendi nazarında dahi tahakkuk ederek o nimet-i gaibe ve zayiaya kan ağlamaz mı? İlk mülakat üzerinden beş hafta geçti dedik. Daha onun vukuundan birkaç hafta evvelinden beri Nurullah’la aralarında mevcut olan münasebet-i refikane şeklini değiştirmişti. Değiştirdiği için de evvelki safvetin lezzeti kalmayarak hâlâ “musahabe” dedikleri mükalemeleri bir “mücadele” bir “münazaa” şeklini almıştı. Her mülakatta bunlar birbirinden ayrıldıkları zaman evvelkiler gibi ayrılamaya ayrılamaya ayrılmayıp belki bir an evvel o meydan-ı mücadeleden kurtulmuş olmak azmiyle ayrılmaya başlamışlardı. Metanet-i efkârı olur olmaz tezelzülatla münderis olmak şanından olmayan Nurullah meram anlamak bilmeyen şu deli kızdan bir dakika evvel kurtulmaya lüzum ve ihtiyaç hisseylediği gibi Ceylan dahi şu mankafa herifi bir defasında zebun edebilmekten bilmeyusiyye diğer bir defasında mağlup edebilmek ümidiyle meydan-ı musahabeden çekilmeye can atıyordu. Hele o melun birinci mülakatın vukuundan sonra münasebetlerindeki şu tatsızlığı, şu acılığı da artırdıkça artıracak ahval çoğaldıkça çoğalıyor ve işte bunun için eski münasebetlerini bir nimet-i zayia olarak her ikisi arıyordu. Bu halden dolayı mesuliyeti Nurullah Bey’e yüklenmek muvafık-ı insaf değildir. Değil mi? Zaten Ceylan bu mesuliyeti sevgili Nuri’sine tahmil etmek hiss-i nadimanesinde değildir ki! Biz dahi bu halden dolayı Nurullah biçaresini mesul tutmayı muvafık-ı insaf bulamayız. Gençlik, güzellik, şuhluk, şeydalıkla o genç adamın aklını başından almak az gelmiş ve müzika raksla meclubiyyetini arttırmak dahi yetişmemiş gibi bir de bira kadehinin içine ergin afyon sürerek hiss-i hayattan dahi tecrit eyledikten sonra ona cinayet icra ettirmek nevinden de değil belki onun aleyhinde cinayet ika etmekten ibaret bir halden dolayı delikanlı nasıl muaheze olunabilir? İşte mülakat ve muhabereler teakup ve devam ettikçe bu hakayık noktaları birer birer Ceylan’ın insaf-ı ruhisi önünde tecelli eylediğinden aklen, hikmeten müstahak-ı merhamet görülmeyen bu afacan kız insafen merhamete şayan görülecek bir hale gelmiştir. Halbuki hal-i felaket istimal bundan da ibaret kalmamıştır. |
0% |