Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm-İhtiyari Bir Firak

@ahmetmithatefendi

İhtiyari Bir Firak

Ayşe Ceylan Hanım’ın öteden beri nasıl çılgıncasına bir fikr-i müfrite duçar bulunduğunu görmekteyken mahut birinci mülakatın vukuuyla üzerinden beş hafta kadar zaman mürurundan sonra tabına ve fikrine arız olan itidale Nurullah Bey şaşmakta olduğu gibi aralıkta bir kere aklını daha ziyadece başına aldığı zamanlar Ceylan’ın kendisi de şaşmaktaydı. İlk münasebet-i refikane ve biraderaneyi ilelebed bozup mahvederek onun yerine çıkar veyahut çıkmaz olacağını henüz kendisi de tayinden aciz olacağı yeni bir yol açmış olduğuna bin pişman olup kâh o münasebet-i sabıkayı ne akla uyup da bozduğuna ve kâh şimdi şu pişmanlık ve ondan neşet eden meyusiyet nereden geldiğine bir mana veremiyordu.

Ahval-i ruhiyece bu tahavvül, bu tebeddül pek mühim mesailden olup bu meselenin halli için icap eden malumat-ı esasiyeyi kütüb-i tabiiyede bulamadığımız gibi bazı ezkiya-yı etıbbamızla sebk etmiş olan musahabelerimiz dahi bu pek nazik, pek mühim meselenin halli için bize bir salim yol gösterememiştir. Bu mesele ahval-i nisaiyeye vakıf olan kadınlardan başka hiçbir müşavirle hallolunamaz.

Efendim o ilk mülakatın vukuuyla Ceylan Hanım bir aralık pervasızlığı, perdebirunluğu bilkülliye arttırmayı müteakip yani mülakattan on beş yirmi gün sonra ahval-i umumiye-i sıhhiyesinde bir tagayyür hissetmişse de o kadar hırçın olan bir tab-ı ateşinin öyle olur olmaz tagayyürlere ehemmiyet vermeyeceği derkârdır. Evvela midesinde bir hazımsızlık peyda oldu. Bittabi bunu bir iştahsızlık takip eyledi. Güya gece tamamıyla uyuyamamış uykuya doyamamış. Sık sık esner, lüzumsuz lüzumsuz esner. Gün geçtikçe bir iç sıkıntısı da bu ahvale munzam olur.

İlk haftalarda mülakatın ikincisi için Nurullah Bey’e tezkire tezkire üzerine yağdırır. Her birinde diğerindeki sözlerden ziyade tazyikkârane, hatta tehditkârane sözlerle ikinci mülakatı istical eylerken dördüncü haftadan sonra bu teklifte o kadar ısrar göstermekte lüzum görememeye başladı. O birinci mülakattan bilkülliye pişman olarak değil! Ama onu evvelki kadar şiddet-i mecnunaneyle takip ederek de değil. Vuku bulmuş olmasıyla vuku bulmuş olmaması arasını muvazene eylediği zaman keşke vuku bulmamış olmasını tercihde bulunuyorsa da mademki vuku bulmuştur artık menzil-i matluba tamami-i vusul için sebatkârane ikdamdan da geri durulmaması lüzumuna kâni!

Fakat ahval-i umumiye-i sıhhiyesindeki tagayyür her gün bir başka suretle artıyor. Bugün eski haline bir göz kararması, yarın bir mide bulanması da munzam oluyor. Hâlâ halinden kimseye şikâyet etmiyor. Fakat sıhhatindeki tagayyür arttıkça artıyor. Burnuna uzaktan uzağa bazı kokular geliyor. Yemek kokuları gibi bir şey. “Gibi” değil! Adeta yemek kokuları. Hem de ne fena yemek kokuları! Acaba bu yemekler kimlerin mutfaklarında pişiyor? Hiç böyle fena kokan yemekler yenir mi?

Bir gün yakında bir komşunun mutfağından o kadar fena yemek kokuları geldi ki Ceylan hanımdaki mide bulantısını bir kat daha arttırdı. Midesinden doğru kabarıp gelen gaşeyanı bir türlü men edemedi. Bu hal mahut mülakatın beşinci haftasında vaki olmuştur. Peder ve validesinin pek kıymetlisi olan Ceylan’ın bu veçhile ihtilal-i sıhhati pederinden ziyade validesinin merakını mucip olarak sevgili kerimesinin hal ve hatırını sormaya müsaraat gösterdi. Midesine dokunacak neymiş ki böyle...

Ceylan mide bozacak hiçbir şey yememiş olduğunu bittemin epeyce bir vakitten beri sıhhatinin tamamıyla yerinde olmadığını validesine anlatmaya başladı: “Anneciğim! Bu hastalık bende bir dermansızlıkla baş gösterdi. Bir iç sıkıntısı, bir miskinlik, yediğimi hazmedemez oldum. Canım hiçbir şey istemez oldu. Hangi taamı görsem canım istemiyor. Bir titsintilik geliyor ki yemek değil a görmek bile istemiyorum. Kokusundan bile iğreniyorum. İşte bugün gönlümü bulandıran şey dahi ta şu uzak komşudan rüzgarın getirdiği bir yemek kokusu oldu.”

Sezayidil Hanım bu hikâyeyi adi bir hastanın tazallüm-ı hal yolundaki hikâyesi gibi bir tavr-ı terahhumla dinlemeye başlamış olduğu halde hikâye ilerledikçe hanımın hali, tavrı da başkalaşıyordu. Hikâyenin yarısından sonra adeta günahını papaza itiraf eden günahkârı papaz nasıl bir hal ve tavırla dinlerse Sezayidil dahi kızını öyle bir tavırla dinliyor. Bir günahkarın, suret-i hikâye-i hali ama o günahkar kendi günahından haberdar değil! Günah, kabahat, cürüm, hata denilen şey hatırına bile gelmiyor.

Ceylan Hanım hikâyesini bitirdiği halde Sezayidil Hanım’a bir durgunluk geldi. Teselli yollu olsun bir şey söylemiyor. Ne düşündüğünü Ceylan sormaya lüzum gördü. Validesi gayet kederli bir tavırla:

“Ne düşündüğümü nasıl söyleyim kızım? Benim düşündüklerim sahih olmak lazım gelirse...”

“Ey! Sahih olmak lazım gelirse?”

“Of, Ceylan söyleyemeyeceğim. Hayır hayır! Ben divane olmuşum. Hiç öyle şey mi olur?”

“Nasıl şey mi olur anneciğim?”

Validesinin bozgunluğu Ceylan’da da bir şaşkınlık peyda etmeye başlamıştı. Şeytanlara ders-i melanet tedrisine muktedir olan bu afacan kız validesinde gördüğü bozgunluktan, telaştan bazı şüphelere düştüyse de o şüphe ettiği şeylere vücut verememekte validesine de takaddüm eyliyordu.

Ana kız hayli zaman biribirinin yüzüne bakışakaldıktan sonra Sezayidil Hanım yutkunarak, öksürerek, kah kah hafakandan boğuluyormuş gibi hallere girerek dedi ki:

“Ceylan! Bu senin dediğin şeylere bakarsak... şey demek oluyor. Bunlar bir kadın için gebelik alameti sayılır.”

“Gebelik alameti mi?”

Ceylan bu sözü adeta bir nevi çığlık suretinde söyledi. Validesi kızının çığlığından ürkerek:

“Canım, dur, korkma. Birdenbire korkup da kendine bir fenalık.” diye Ceylan’ı tesliyete lüzum görüyorsa da insanın derununu alaim-i vechinden okumaya muktedir bir fizyonomist (insanın ahval-i derununu suratındaki alayimden anlayan müdekkik) bir psikolog (ahval-i ruhiye müdekkiki) Ceylan’ın bu çığlığı içinde sevince benzer avazeler, bu çığlık esnasındaki evza-ı mütelaşiyanesi içinde sevince benzer çırpıntılar bulabilirdi.

 

* * *

 

Anayla kız badi-i emirde gayet muhterizane bir muhavereye başladılar. Sezayidil Hanım kızına sorduğu sualleri pek korkarak soruyor, Ceylan dahi verdiği cevapları güya gayet korkarak ve utanarak veriyordu. O serbaz Ceylan’ı şimdi validesinin karşısında görmüş olsaydınız hal-i sabaveti içinde olanca masumiyeti henüz berbat olmamış afif bir muğfel zannederdiniz. Fakat ne zannederseniz ediniz Ceylan her şeyi validesine itiraf ediyor. O itiraf sözlerini birer birer işittikçe zavallı Sezayidil Hanım ne hallere giriyor. Kendisi dahi tamamıyla alafrangameşrep bir eski perendebaz ama bir genç kızın bu derecelere kadar cüretine müddet-i ömründe bir an bile imkân tasavvur etmemiş olduğundan her itiraf biçare kadıncağıza bir gülle gibi isabet ediyor. Ceylan’ın pişgâh-ı hitabında kıvrım kıvrım kıvranıyor. Sanki asıl mücrim kendisiymiş de Ceylan kendisini istintak ediyormuş gibi sıkılıyor. Helakını arzu edeceği geliyor.

İstintak ve itirafın hitamında nihayet Ceylan: “Ne yapayım anneciğim. Nuri’yi başka türlü yola getirmeye imkân bulamadım ki! Hangi taraftan hücum ettimse karşımda bir kale duvarı gibi bir metanet buldum,” dediği zaman validesi o bir dakika evvelki makhuriyet tavrını tebdil ederek: “A bedbaht! Tasavvur ettiğin şeyi mevki-i icraya koymazdan evvel bir kere bana da niçin söylemedin?” diye tavr-ı terahhumu tavr-ı tekdire tahvil etmeye kalkıştıysa da Ceylan: “Söylemiş ya söylememiş olsaydım ikisi hep bir yere çıkardı. Ya muvafakat edecektin ya etmeyecektin. Değil mi? Muvafakat etmeyecek olsaydın ben yine kararı icra ederdim. Zira bundan başka çarem kalmamıştı. Gönlüme meram anlatamazdım,” yolundaki mukabelesini her zamanki cüretli tavırları gibi bir tavırla söyleyince validesi biraz yelkenleri indirerek: “Hayır a kızım. Sözümü anlamıyorsun. Bari Nuri’den nikâh için kuvvetli bir söz, ciddi bir vaat aldında mı?...” dedi. Ceylan dedi ki:

“Ne söz aldım ne vaat! Nuri’yi birasına afyon katarak uyutmadıktan sonra burada alıkoymaya bile muktedir olamazsam söz almaya, vaat almaya nasıl muktedir olabilirim? Fakat Nuri şan-ı merdiyi ihlal etmez. Vakıa işte bir ayı geçtiği halde henüz ümit verecek hiçbir şey demedi ama beni şu halde aleme kepaze ederek terk edip gitmez ya?”

Bu son söz Ceylan’la validesini düşündürmeye başladı. Kadıncağız düşünüyor ama bir şeye karar veremiyor ki! Kızına bundan başka bir ümidi olup olmadığını soruyor. Başka bir ümidi olduğuna dair bir cevap almak şöyle dursun, bu kadar mektuplar yazmış ve ara mülakatlarında şifahen dahi yalvarmış olduğu halde Nurullah Bey’i ikinci bir mülakata irza edememiş olduğunu meydana koyunca Sezayidil Hanım’da mukaddematı peyda olmaya başlayan cüzi bir hükümsüz ümitler dahi mahvolup gidiyor.

Anayla kız arasında şu muhavere biraz daha uzandıysa da bizim için ehemmiyet götürecek yeni bir şey meydana çıkarmadı. Hep evvelce söylenen sözler tekrar olunuyordu. Şu kadar ki muhavere uzadıkça mebadisinde bu küstahlığın Nurullah Bey tarafından bir nikâh akdiyle tamir olunabileceği hakkında peyda edilebilen zayıf ümitler dahi bilkülliye duçar-ı zaaf olup gidiyorlardı.

Birkaç defa sözün münkatı olması üzerine Sezayidil Hanım kızının yanından ayrılmak için davranmış ve her defasında davranışından cayarak yine oturmuştur. Fakat ne davrandığı zaman hangi iş için nereye gideceğini düşünerek davranmıştır, ne de oturduğu zaman ne sebep ve ümitle oturduğunu bilerek oturmuştur. Ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırıp kalmış olan bu zavallı valide nihayet bir daha davrandı ve bu defa davranışında artık oturmayıp çıktı gitti.

Bu itiraf-ı cürm istintakında Ceylan’ın hali asıl nazarıdikkati celp edecek bir haldir. Evvelce dahi dediğimiz veçhile validesi karşısında kâh kâh görülen telaşları içinde bile yeisden ziyade sevince hamlolunabilecek vaazlar, sesler, sözler görülür. Hele bazı kere dahi ettiği küstahlıktan hiç de pişman değilmiş gibi gösterişler yapıyor ki validesini bilkülliye meyus eden şey de işte bu hallerdir. Ama hakikat-ı hal aranırsa Ceylan’ın bu ettiği işten pişman olmasından, bin pişman olmasından başka bir şey bulunamaz.

Ceylan hal-i hamlini validesi tarafından sebebiyet gösterilen şu muhavereye gelinceye kadar bilmiyordu. Bilseydi o validesine sayıp döktüğü alayim-i namizaciyi kendisi takdir ederek: “Ben gebeyim! İşte bunlar hal-i hamlden neşet eden şeylerdir.” derdi. Yalnız bu kadarıyla da kalmazdı. Hal-i hamlin ef’al-i fizyolojiyesi kendisinin ahval-i psikolojiyesine ettiği tesiri de anlardı. Vakıa kütüb-i tıbbıyede bile henüz bast ve temhid ve izah ve tafsil edilmemiş olan bu hâli bir körpe kızın takdir edememesine şaşılmaz. Bu hal kadınlar, bahusus beş altı çocuk doğurmakla beraber bunları ineklerin doğurmaları gibi doğurmayıp ahval-i hamle dikkat etmiş ve hakayıkına vukuf kesp eylemiş olan kadınlar nezdinde dikkat olunmuş, anlaşılmış ahvaldendir.

Kadınlar anladıkları bu halleri izahat-ı fenniyesiyle anlatamazlarsa da onların tahkikat-ı zatiye ve tedkikat-ı şahsiyeleri fennen bir daha tetkik ve tetebbu edilince şu hal zahir olur ki: Bir kadının erkeğe en ziyade hevesi beyza-i müvellidenin telekkuh istidadını itmam etmiş olduğu zamanlarda görülür. Ameliye-i telkih icra edilip de çocuk rüşeym halini kesp edince şu ameliye-i fizyolojiye kadında erkeğe olan inhimak-ı tam-ı nisvaniyi tadil ediyor. Vakıa genç ve tecrübesiz kadınlar bu tadilin pek de farkında olmuyorlarsa da biraz yaşlıca ve sahib-i dikkat ve tecrübe olan kadınlar bunun pekâlâ farkında oluyorlar. Hele üç dört aydan sonra cenin tamamıyla teşekkül ettiği zaman her kadın kendisinde bu inhimaksızlığı buluyorsa insanlığa mahsus olan alışkanlık hayvaniyyetin bu hal-i tabiisine galebe etmiş olduğundan o fikdan-ı inhimakı erkeğinden gizliyor. Fakat daha sonraları erkeğin rağbetine mücerret bir vazifeye katlanmak suretinde tahammül eyliyor. Nisvanın bu halini apaşikâre görmek için kadının kırk beş, elliyi, hasılı istidad-ı zatisinin tayin etmiş olduğu seneyi geçerek füyuz-ı nisvaniyesi bütün bütün kesildiği zaman erkeğe olan rağbetsizliğini düşünmelidir. Cenab-ı sani-i azam iki nevin biribirine olan inhimake keyfiyetini bihakkın tarif kabul edemeyen o lezzeti derç etmişse bunu bir lehv ü lub suretinde yapıvermemiştir. O bir çift insana te’yid-i neviyet için gördüreceği azim bir iş vardır da o vazifeyi ifaya kendilerini mecbur etmek için bu zevki o fi’l-i fizyolojiye derc eylemiş. O vazifenin ifasına lüzum kalmadığı zamanlarda o lezzetin bekasına da lüzum kalmaz. İşte hal-i haml bu lüzumun muvakkatan kalmamış olduğu bir zamandır ki ama bu adem-i lüzum yalnız kadına göre olup erkek bu halden müstesnadır. Müstesna olduğu içindir ki nev-i beşer bittabi kesiretü’z-zevcat olan hayvanlardandır. Güvercinlerde olduğu gibi insanlar dahi vahidetü’z-zevce olsalardı kadının haml ve nifas ve rızağ halleriyle erkeğin dahi hemhal olması lazım gelirdi. Zira güvercin, bülbül vesair zevce-i vahide sahibi olan hayvanlardan dişilerin kuluçkalık haline erkekler dahi tamamıyla müşterek olurlar.

Asıl erbabı taraflarından başkaca ve uzun uzadıya muhtac-ı tedkik olan bu mesele-i fenniye şu romanımızın zemini için lüzumu derecesinde tetebbu edilmiş sayılabilir. İmdi biz şu tetebbuyla biliktifa demek isteriz ki eğer ilk mülakatta Ceylan hamile kalmamış olsaydı o şiddet-i mecnunanesi üzerine ne Nurullah’ın sözlerine ne kendi vicdanının muahazatına kulak bile vermeyerek mülakatların ikincisini, üçüncüsünü ve hatta daha ziyadesini talep ve ilhah ü ibramda derecat-ı cinnetinin sonuna kadar varırdı. İhtimal ki bu şiddetle irtikab-ı cürm ve cinayat bile Ceylan’ın gözünde küçülürdü. Ancak rüşeymin teşekküle başlaması bu kızdaki ahval-i fizyolojiye-i nisvaniyenin –kendiliğince haberdar bile olmadığı halde– itidalini icap eylediği için iş velev ki şimdilik olsun o şiddet-i mecnunane derecelerinin biraz aşağı mertebelerinde kaldı.

Hele validesiyle olan hasbıhal hitama erip de validesi çıkıp gittikten sonra Ceylan’ın, artık cüret ve cesareti gereği gibi kırılmış olan Ceylan’ın hali kendisince dahi ciddi bir mülahazaya şayan görülecek bir hal oldu, kaldı. Lakin ne kadar mülahaza olunursa olunsun Nurullah’ın mürüvvet-i merdanesine müftekır kalmaktan başka Ceylan için nokta-i ümid bulunamıyordu.

Ahval-i içtimaiyeye ehemmiyet verebilecek kadar uyanmış olan kadınlar, kızlar Ceylan’ın şu hali üzerine ne kadar derin düşünseler becadır. “Düşünebilseler” değil! Vakıa düşünebilmek iktidarı pek büyük bir iktidar olup erkeklerin bile hepsinde bulunamaz. Kadınlarımızdaysa bittabi daha az bulunur. Lakin bu misillü ince mebahisde insan iktidarını da zorlamalıdır. Mutlaka düşünmelidir ki: Ceylan bu hareket-i mecunaneyi amden ve kasden ve Nurullah gibi gerçekten dost olan bir refikin nesayihine rağmen ika etmiş olduğu halde bu derecelerde nadim, pişman olur ve o nedametle bu kadar yeis getirirse ya maazallahü teala bir muğfil-i melun bir duhter-i masumda bu hal-i yeis iştimali ika etmiş olduğu zamanki nedamet, pişmanlık, meyusiyet ne derecelere varır? Dua edelim ki Cenabıhak erkeği de kadını da böyle bir hatadan muhafaza buyursun. Akıl ve izanını muhafaza buyursun da onların delalet ve irşadıyla erkek kadın herkes masun kalsın.

 

* * *

 

İlk mülakatın beşinci haftasında vuku-ı hamli ispat edecek en büyük alametin henüz nazarıdikkati celp edememiş olması Ceylan’ın, feminizm gibi en muğlak bir meselede sahib-i yed-i tüla bir feylesof kesilmiş olan Ceylan’ın nazarıdikkatini celp edememiş olması şayeste-i hayrettir. Kendisi gibi vücutça sahih ve salim, bünyece kavi ve metin olan bir kızda kronometrik bir intizamdan ayrılmayan ahval-i şehriye bu defa sekiz on gün teehhür etmişti de o afacan kız bundan hiç bir mânâ çıkaramamıştı. Yukarıda hülasaten yazdığımız ilk muhavereden sonra vuku bulan muhavereleri esnasında validesi bunu sorduğu zaman bile Ceylan birdenbire sualin ehemmiyet-i mahsusasını anlayamayarak “Bundan ne çıkar!” yollu bir kayıtsızlıkla cevap verince validesi: “Bundan ne mi çıkar? Zekâveti, feraseti, kimseye vermediğin halde bu kadar bir şeyi de anlayamadın, ha? Bir kadınla bir erkek arasındaki hiçbir fark olmadığına, olamayacağına dair ettiğin davaları, okuduğun frenk kitapları sana bunu söylemediler mi a kutsuz? Erkekle kadın arasında başka hiçbir fark olmasa bu fark kafidir.” diye kızının bu husustaki cehlini yüzüne çarparcasına bir tavr-ı tekdirle mukabele etti.

Hakikat feminizm davaları içinde pek çok haklı şeyler mevcut olduğu kabil-i red ve inkâr olamamakla beraber ne ukule ne şerayi’e tevfik-i kabul edemeyen birçok batılları bulunduğu dahi kabil-i red ve inkâr olamaz. Erkekle kadının tesavi-i tammı davası tarih-i tabiiye mugayirdir. Tab’an zevce-i vahide sahibi olan hayvanattan yumurta üzerine yatmak ve yavruyu çıkardıktan sonra iaşesine hizmet etmek gibi ahvalde erkek ve dişi müsaviyseler de yumurtayı telkih eylemekte erkeği dişisine müsavi olmak şöyle dursun müşabih bile değildir. Medeniyet-i hazırada kadınların pek çok hukuku izaa edilmekte bulunduğunu biz dahi teslim ederiz. Fakat feminizm hayalatının tamamıyla vücut bulması suretiyle husule gelecek olan bir medeniyet-i müstakbeleyi şimdiden, şöyle uzaktan uzağa nazar-ı tahayyülden geçirdikçe bu medeniyetin şimdiki medeniyetten daha pek çok ziyade ucabetler, garabetler göstereceğini hükme kadar varmaktayız. O halde erkek kadına mağlup ve zebun kalacağı bile cümle-i hayalatımızdan baid olmayıp fakat müsavat-ı kâmileleri halinde dahi ahval-i medeniye o kadar hercümerc olmuş bulunacaktır ki bu intizamsızlık karşısında hayvanat-ı adiyenin muaşeret-i tabiiye-i zevciyesi bile ukalayı imrendirecektir.

Avrupa gazetelerini sırasıyla okumakta devam edenler her türlü münasebete dair gördükleri havadisi hakiki bir fikr-i hikmetle tetkik ve muhakeme etmelidirler. Her biri erbab-ı mütalaayı hayretten hayrete ilka eden o haller şimdiki şu zaman için hadisat-ı fevkaladeden addolunarak insanları duçar-ı hayret ediyorlar ya? Müstakbelen bu haller ahval-i adiye hükmünü alırlarsa ahval-i umumiye-i beşeriye ve medeniyenin ne suret kesp edeceğini şimdiden görmek mümkün olur. Maazallahü teala öyle bir hale karşı hayvanattaki maişet-i tabiiye hakikaten bakiye-i akla malik olanları imrendirecek bir şey hükmünü alır.

Neyse işin buralarını feminizm tarikinde mertebe-i gulüvve varanların düşüncelerine bırakalım da biz hikâyemizde devam edelim:

İşin üzerinden iki üç hafta daha mürur ettikten sonra Ceylan’da alayim-i haml o kadar zahir oldu ki bir menkuha için şan ve şeref olarak cihana ilanıyla iftihar edilen bu hal bir gayr-ı menkuha için bittabi rezilalin eşna’ı hükmünü alarak örtbas edilmek lazım gelmekle beraber örtülüp basılamayacak bir suret peyda eyledi. Despina dahi bu sırra mahrem edilmek lazım geldi. Hayvan Despina: “A! Böyle şeyler olabilir, dünya yıkılmadı ya?” mukadderat-ı tesliyetkâranesiyle birtakım melunane çareler anlatmaya başladı. Gariptir ki Sezayidil Hanım’ın hal ve tavrı bu yoldaki nesayih-i melunaneyi nefret-i layıkasıyla telakki ettiğini pek de göstermiyor. Hani ya bir zaman gelip de Despina bu nasihatlarda derece-i ısrara varacak olsa valide hanım yola gelebilecek gibi evza ve etvarda bulunuyor. Yalnız Ceylan Despina’nın sözlerini büyük bir teessürle telakki ederek: “Iskat, ha? Allah göstermesin. O ne büyük cinayettir? Frenk kitaplarında bile bu vahşiliğin aleyhine muhakematla sahifeler doldurulmuştur.” diyor da validesi kızının bu mütalaasına da iştirak etmeyerek: “Seni böyle berbat eden o Frenk kitapları değil midir?” tekdirini de Ceylan’ın yüzüne çarpıyor. Alınız size anayla kız arasında bir kavga! Ceylan: “Bu hal benden başka bin kızın daha başına gelmiş, onlar dahi Frenk kitaplarıyla mı idlal olunmuşlar,” diyor. Sezayidil Hanım: “Bir delikanlıyı uyutup… şeytanetini hangi kız düşünmüş? Bunu olsa olsa Frenk kitabından akıl alan matmazeller düşünebilirler,” diye hiddetin derecesini arttırdıkça arttırıyor. Ana ile kızın arasını bulmak gayreti Despina’ya kalıyor. Henüz yeis ve füturu mucip bir hal olmadığından bahisle Ceylan’ı kolundan tutarak anasının yanından ayırıyor. Maazallah bir rezalet ki bundan filhakika savn-ı samedaniye dehalet lazım geliyor.

Ana ile kız arasındaki şu kavgaya dikkat etmişseniz anlamışsınızdır ki: Ceylan Avrupaca bu gibi ahvalin hakayıkına vakıf olamamıştır. Bu adem-i vukufunu da en büyük bahtiyarlıklardan addedersiniz. Avrupa’da böyle cinayetkârane bir muvasala mahsulü olan bigünah çocuklar hakkındaki muamele Despina’nın tavsiye ettiği muameleye pek muvafıktır. Umumi viladehanelere müracaat eden matmazeller ahad-ı nasdan olan kızlar olup bunlar şerik-i töhmetleri olan erkeklerle irtikap ettikleri muamele-i gayr-ı meşruayı işte “ahrarane izdivaç” tabir eyledikleri yolda tevcih ve tevil ederek mahsul-i muhabbetlerini yok etmeye mecburiyet görmezler. Fakat az çok sıraya gelen familyalardan olan kızlar için ya ıskat veyahut bade’t-tevlid idam pek ziyade hükmünü icra eden bir âdet-i kabiha olup bundan dolayı mahkemelere vürud eden davalar nadir addolunmak ihtimalin kat kat haricindedir. Bereket versin ki Ceylan Avrupa âdât-ı kabihasının bu cihetine henüz malumatını itmam etmemiş olduğu için Despina ve validesinin o yoldaki mukaddeme-i teşvikatını reddetmiştir.

 

* * *

 

Hal-i haml ikinci mahı tekmil ettiği halde ne ara mülakatlarında ne de teati olunan tezkirelerde Ceylan Nurullah Bey’e bu hali haber vermemiştir. Bu münasebetlerle teati olunan fikirler yalnız akd-i nikâha dair olup Ceylan bir çift zevç ve zevce teşkil ettikleri zaman ne güzel ittihad-ı dil ü canla ne tatlı bir maişetten mesut ve bahtiyar olacaklarını tasvirle iktifa eylemektedir. Nurullah’sa bu ağızlara gelemiyorsa da Ceylan’ı katiyen meyus edecek bir sözde de bulunmuyor. Mekteb-i Hukuk’un son senesini ikmal etmişse de tez imtihanları bir sene sürecek, o imtihanlar bittikten sonra dahi bir iş, bir memuriyet hazır ve amade değil a?

Git gide hasbıhalin bu suretlerine Sezayidil Hanım dahi ufaktan ufağa iştiraka başladı. Hali hazırda gerek Ceylan’ın gerek Nurullah Bey’in aç ve çıplak kaldıkları yok ya! Zaten ilerideki zevç ve zevce arasında mülakatlar bile!.. vukua geliyor. Aralarındaki rabıtayı bir nikâh-ı şer’i tahkim edivermek iki familyanın ikisi için dahi mucib-i külfet bir şey değil. Düğün dernek ne lazım? Alafranga bir izdivaç her külfetten azadedir. Nurullah Bey muvafakat edecek olsa Kâzım Bey’in asla muhalefet etmeyeceği muhakkaktır. Kâşif Efendi ile Zeliha Hanım’a gelince bunların dahi rızalarını istihsal bir emr-i muhal sayılamaz.

Sezayidil Hanım’ın şu akilane ve çaresazane mütalaatı haddızatında reddolunabilecek mütalaattan değilse de Nurullah Bey’in mütalaatı başka. Delikanlı kendi mütalaatını kimseye söylemiyor. Söylenecek gibi şeyler değil ki söyleyebilsin. Vakıa Nurullah Bey dahi görenek kuyudundan kendini tahlis etmiş serbest fikirli bir adamdır. Hatta feminizmin dahi birçok cihetlerini o fikr-i ahraranesine kabul ettirmiştir. Kadınla erkeğin nev-i vahidden ibaret olması ve aralarında hiçbir fark bulunmaması derecesindeki ifrata henüz varamamışsa da bunların birbirinden bütün bütün başka birer mahluk oldukları fikrini dahi çoktan reddetmiştir. Nurullah Bey Ayasofya medreselerinden Hafız Mehmet Efendi’nin dersine devam ettiği müddet zarfında yalnız nahiv ve mantık ve meani ve bedi ve beyanı tevsi ve tamikle kalmamıştır. Muallim ile müteallim aralarında bittabi büyük bir muhabbet peyda olarak Hafız Mehmet Efendi’yle sık sık vukua gelen musahabatını hep ahkâm-ı şeriye hakkında tetkikat suretine koyduğundan hikmet-i İslamiyece büyük büyük netayice vasıl olmuştur. Bu netayici Avrupa kitaplarından vuku bulan tetebbuatıyla merc ederek zihninde feminizmin suret-i İslamiyesini dahi tasvir ve teşkil etmiş olduğundan bu mesele-i azime-i medeniyenin Avrupalıcası bizim için ne kadar müthiş ve mühlik olacağını çoktan kestirmiştir. Ceylan’la aralarında sebk eden mubahasette ikisinin fikrini tevhide mani olan hal dahi işte Nurullah’ın Müslümanca bir feminizm fikrinde olduğu halde Ceylan’ın Avrupalıca bir feminizm fikri ve gayretinde bulunması kaziyesidir. Şimdiye kadar meselenin kenarından köşesinden edilen mebahisde Ceylan’a kendi fikrini kabul ettirememiş olduğu halde izdivaç gibi bir mesele-i hayatiye hakkındaki fikrini kabul ettirebilmek memuldur ki söyleyebilsin. Bahusus ki izdivaç hususundaki efkârı Ceylan’ın efkârına taban tabana zıt ve muhaliftir.

Nurullah düşünüyor ki Ceylan henüz kızken bu kadar çılgın bir Ceylan’dır. Bir delikanlıyla bir kız arasında hiçbir fark bulamıyor. Yarın bir zevç ile zevce arasında fark bulabilecek mi? İhtimal ki fark bulabilsin. İhtimal ki o farkı bularak tasavvur ve hayale sığmayacak kadar iyi bir zevce çıksın. Zira bu sınıf mahluklar hal-i vasatide kalamayıp ya bir uçta ya öteki uçta bulunurlar. Uçtan uca, bir müntehadan diğer müntehaya sıçrarlar. Fakat ya Ceylan zevç ile zevce arasında da bir fark bulmazsa? Ya “erkek için istediği gibi gönül eğlendirmek mutat olduğu halde kadın için neden mutat olmasın?” derse? Bu hal Ceylan’ın mehazı, mahall-i temaşşuku olan Avrupa’da nevadirden midir? Avrupa’da kesret-i zevcat yokmuş. Dinen ve kanunen herkes zevce-i vahideyle iktifaya mecburmuş. Güzel ama hal ve iktidarı müsait olan kibar ve hatta orta kibar âleminden zevce-i vahideyle iktifa eden kimmiş? O kadar tiyatro aktrislerini, o kadar “demi-mondaine” dedikleri fevahişi kimler idare ediyorlarmış? “Midinedte” denilen ve dikişçi ve yapma çiçekçi gibi amele kızlardan müteşekkil olan bir alay kızların az çok gizli veyahut az çok aşikar şerik-i hayatları kimlermiş?

Bir de bunun mukabilini düşünelim. Kocaları bunlardan ibaret bulunan kadınların mahremiyetleri âlemlerine de girelim. Bunların hangisini gerçekten zevc-i vahidle müktefi bulabiliriz? Paris’te Bir Türk romanımızda bu hallere dair birçok esrardan bahsetmiştik. O roman ki Elsine-i Şarkiye Mektebinde tedris olunduğu zaman muallim: “Bunu yazan Osmanlı Paris’i iyi görmüş, iyi tanımış.” demişti de o derste hazır bulunan meşhur Diyojen ve Hayal gazeteleri sahibi müteveffa Teodor Kasap Efendi muharririn memalik-i Osmaniye’den harice çıkmamış olduğunu dermeyan ettiği zaman ne muallimi ne şakirtleri inandıramayıp iş Paris’te Osmanlı ve İstanbul’da Fransa sefaretlerine kadar intikal eylemişti. Fakat Paris’te Bir Türk romanı yazıldığı zaman bile bizim bu romanımızın vukua geldiği zaman arasında yirmi beş sene mürur etmiştir. Bu romanın vukua geldiği zamanla şimdiki zamanımız arasından da otuz dört sene geçmiştir.

O bir rubu asır zarfında Avrupa ve bilhassa Fransa ve orada da bahusus Paris şehri ne kadar terakki etmiştir!.. Bu zamanlar Paris’te kadından tabip ve avukat henüz hayalat-ı müstebadeden ibaret sayılacak bir hal ve surette mevcuttu. Kadın arabacılar hayalat-ı müstebadede dahi dahil değildi. Bilahare her şey terakki ettiği gibi feminizm dahi terakki ede ede bir dereceyi buldu ki elyevm “mariage libre” metalibi meydana çıktı.

Evet, Paris’te bir bölük halk mariage libreye taraftar olabilir. Bu fikirlerin mukaddematı birçok zamandan beri onlar nezdinde mevcut olduğu gibi netayicinin dahi meydana çıkmaya başlamış olması onlar için büsbütün garaib-i hayret-bahşadan ibaret sayılamaz. Bir kadınla bir erkek istedikleri anda birleşip istedikleri anda ayrılabilirler. Diğerleriyle yine böyle kolayca birleşip ayrılabilmekteki muhtariyetlerini muhafaza ederler, ama aralarında muhalefetler vukua gelebilecekmiş. O davalarını da bıçakla, kurşunla fasl ü hasın etmek yolu bunlar için açıktır. Fakat bizim ahvalimiz hiç olmazsa şimdiki şu halimiz onların ahvaline makis olabilir mi? Binaenaleyh bir Nurullah Bey nabemevsim olarak feminizmin son derecesine sıçrayıvermiş olan bir Ceylan’la akd-i nikâha cesaret bulabilir mi?

 

* * *

 

İnsanın nik ü bed ahlakı, mertebe-i insaniyesi hal-i sükûn ve sükûnette tayin olunamaz. Arbede-i hayat içinde meziyat-ı mahsusası kendisini göstermelidir ki o adama bir mertebe tayini mümkün olabilsin. Bizim Ceylan, fikrindeki olan taşkınlığın eserini şöyle bir

cüret-i mücrimaneyle ortaya koymuş bulunmasaydı gayet şen, şatır, biraz da açık saçık bir kız olmak üzere hükmedilir kalırdı. Nurullah dahi böyledir.

Ceylan’la münasebat-ı refikanesi devam ettiği müddet zarfında bu delikanlıda şayeste-i muaheze hiçbir hal göremeyiz. O münasebetin “biraderane” olmayıp da yalnız refikane mertebesinde kalmasını bile şayeste-i muaheze göremeyiz. Olsa olsa görenek haricinde bir hareket-i hürriyetcuyanedan addetmeyi doğru görürüz. Hatta böyle bir münasebeti bir bakireyle değil bir kadınla akdetmesinde dahi göreneğin, bilkülliye haricine çıkılmış ve gayr-ı kabil tecviz derecelere varılmış hükmünü dahi bulamayız.

Hele mahut ilk mülakatın vukua gelmesinden sonra Nurullah bizim nazarımızda büsbütün başka bir hal ve suret kesp etmiştir. Düşünürüz ki Nurullah’ın yerinde başka bir delikanlı bulunsaydı o ilk mülakatın açtığı yolu kendi gençliği için bir tarik-i istifade hükmüne koyardı. O yolu Ceylan açmış olduğu için onu kendisine bir tarik-i istifade olarak küşat edilmiş saymakda da mazur görülmek ihtimali mevcuttur. Hatta başka bir delikanlı olsaydı o yolu Ceylan’ın küşat etmesini de beklemeyerek kendisi nice iğfalat-ı gafil- firibaneyle küşat etmeye kadar bile varırdı. Nurullah’sa böyle bir hareket-i civananede bulunmadı. Kendisi iğfal edilmiş olduğunu anlayarak, takdir ederek, başkasının hata-yı gafilanesini kendisi tashih etmeye lüzum gördü. Zamane gençleri içinde insafın, perhizkârlığın bu derecesi takdir ve tahsin edilmezse haksızlık edilmiş olur.

Burada bir şey hatıra gelir, düşünülür ki: Hata kendisinde vaki olmayıp da başkası tarafından vukua getirilmiş olmakla beraber bu hatanın tamamıyla tashihi için Ceylan’ın istediği ve validesinin dahi bittedriç terviç eylediği nikâhı akdetmesi mürüvvet-i merdaneye daha ziyade muvafık düşmez miydi? Birçoklarımızca ihtimal ki bu muvafakat tasdik ve teslim olunur. Hatta bu fikir Nurullah Bey’e dahi uğramıştı. Ama zevciyyet hususundaki bir ehemmiyet-i medeniye, bir kudsiyet-i insaniye ve İslamiye hal-ı hazırda mutasavver olmasa bile müstakbel için mutasavver ve belki de mümkün olan bir tehlike-i azimeden dolayı bu fikri, bu fikr-i merdane ve civanmerdaneyi reddettirmiştir.

Anayla kız, Sezayidil ile Ceylan aradan zaman geçip de Nurullah Bey’i izdivaca takrip edemeyeceklerini anlayınca o zamana kadar mektum tuttukları esrardan delikanlıyı da haberdar etmeye lüzum gördüler. Cenin üç aylığı da geçmeye başlamıştı. Nurullah Bey bu haberi ilk aldığı zaman sanki derununda bir tonilata su fıkır fıkır kaynamakta bulunan büyük bir kazan içine düşüvermiş gibi bir hale duçar oldu. Hakikat! Vücudu serapa ateş kesildi. Bütün mesamatından fışkıran terler iç çamaşırlarını sırsıklam ettiler. Bir yerde oturmayıp herhangi noktada bulunsa vücuduna ateşler değdiriyorlarmış gibi bir cay-ı selamet ararcasına şuraya buraya ilticaya koşuyordu. Bu hal epeyce bir zaman devam etti. Bir aralık bir masa yanındaki iskemleye oturup başcağızını iki elleri içine alarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Ne acib şey! Bu haber üzerine Nurullah’ın duçar olduğu teessür-i meyusaneden yüz binde birisi bile Ceylan’da vaki olmamıştır. Şu noktada Ceylan’ın bir sözü tamamıyla doğru çıkmıştı: Kabahatli kız Nurullah oldu. Onu iğfal eden delikanlı hâlâ Ceylan’dır!

Yeni müteehhil bir erkek zevce-i pak ve masumesinin hamline ilk vakıf olduğu zaman ne kadar sevinir! Çocuğu daha doğmaksızın kendisini baba olmuş bulur. Sokakta giderken güya kendisinin rütbe-i übüvvete nailiyetini halk biliyormuş da bir tavr-ı tebrikle kendisine bakıyorlarmış gibi tatlı tatlı duyguları men edemez. Şüphe etmeyiz ki Nurullah dahi bu istidad-ı pederanede bulunan erkeklerdedir. Fakat hayf! Sad hezaran hayf ki işte neslinin ilki rahm-i maderde isbat-ı vücud etmiş olduğu şu zamanda memnuniyete bedel meyus oluyor. Bayram edeceğine matem tutuyor. Niçin? Bu sualin cevabını vermek için nikâhın kudsiyetini tamamen nazar-ı hüsnü kabule almak lazım gelir. Nikâhları yok da onun için!

İnsan kısmı hayvanat-ı adiye gibi çiftleşemez efendim. Hayvanat-ı sairede analık babalık hissi evladın kendi kendisini idare edebilecekleri zamana kadar devam eder. Hayvanatın birçok envaında babalık hissi hiç de mevcut olmayıp analık hissi ancak rızağın hitamına kadar daim olabilir. Ondan sonra ana babayla oğul ve kız ve bilkülliye yekdiğerinin yabancısıdırlar. Bu halde evlad-ı tabiiye müstahak-ı terahhum bir biçare olmak üzere telakki olunabilir. Ama bir ciğerpare! Bir makam-ı übüvvetin varisi! Bir nam-ı ailenin haiz ve hamili! diye telakki olunamaz. Kaziyenin bu ciheti Avrupaca dahi uzun uzadıya düşünülüyor, evladı babalarına nispet etmekten vaçgeçilerek analarına nispet etmeye kadar düşüncelere varılıyor. Fakat bulunan neticeler kimseye kanaatbahş olamıyor. İşte bu iğlaktır ki biçare Nurullah’ı bugün güldüreceğine ağlatıyor.

Nurullah Bey şüphesiz yarım saatten fazla bir zamanı şu hal-i buhranda geçirdikten sonra yapacağı şeye zihninde karar vermiş bir adam hareketiyle yazıhanelik hizmetini gören bir masaya doğru yürüdü. Bir elini kaleme ve diğer elini zarif bir mahfaza içinde muntazaman istif edilmiş olan kâğıtlara uzattı. Anlaşıldı ki bir mektup yazacaktır. Fakat yine o dakikalar zarfında bu azminden caygınlık gösterdi. Ellerini çekti. Bir hayli daha düşündükten sonra hanesinden dahi çıktı gitti.

Bugün delikanlının nerelere gittiğini hiç sormayın. Onu hemen kendisi de bilmez. Neler düşündüğünü siz kendisinden iyi bilirsiniz. Şayet neler karar verdiğini bilmiyorsanız onu da biz haber verelim. Hiçbir şeye karar veremiyordu. Karar vermeye yaklaştığı şey bir mektup yazmaktan ibaretken o karardan dahi vazgeçtiğini gördünüz.

Bu akşam Nurullah Bey geceyi en teklifsiz dostlarından ve Mekteb-i Sultani arkadaşlarından Salih Ziya Bey’in hanesinde geçirdi. O delikanlıyla hasbıhal etmek için onun hanesine gitmişti. Garabete bakınız ki sergüzeşt-i halinin hikâyesi yani bu hikâyenin ilk kelimeleri “dokuz boğum” dedikleri boğazının dokuzuncu boğumuna gelmiş ve dudakları arasına kadar varmış olduğu halde o kelimeleri dudaklarından düşürüvermeye muktedir olamamıştı. Eğer o zamana kadar Ceylan’la olan münasebeti hakkında refikine az çok bir haber vermiş olsaydı şimdi kendisinde bu iktidarsızlığı görmezdi. Ama henüz hiçbir haber vermemiş olduğu Salih Ziya Bey’e bu hikâyeyi anlatacak olursa uzun, pek uzun süreceği ve bu kadar uzun sürdüğü halde dahi işin her noktasını tasvir edememiş olacağı için hikâye-i hale cüret bulamadı. Yarım yamalak bir anlayış üzerine arkadaşı kendisini duçar-ı hata edecek reylerde bulunursa?

İşte Nurullah bundan korktuğu için dereden tepeden bahislerden sonra arkadaşına büsbütün başka bir bahis açtı.

 

* * *

 

Büsbütün başka olarak açtığı bahis neydi. Tahmin edebilir misiniz? Tahminden aciz kalsanız becadır. Bir teehhül bahsi! Çarçabuk haber verelim ki Ceylan Hanım’ı maksud edinerek bir teehhül değil! Nurullah: “Ziya! Bu akşam sana niçin geldim bilir misin?” diye arkadaşının sem-i dikkatini davet eyledikten sonra: “Hamdolsun Mekteb-i Hukuk’u bitirdik. Tez imtihanları da benim için hiç nevindendir. Bir meslek sahibi olduktan sonra düşünülecek şeyi şimdiden düşünmek abes sayılır ama ben onu şimdiden düşünmeye başladım.” mukaddimesini serd eder etmez Salih Ziya derhal intikal etti. Dedi ki:

“Korkarım evlenmek hayaline düştün.”

“Hiç korkma, o hayale düştüm.”

Arkadaşı Nurullah’ın bu hayaline biraz güldükten ve Nurullah tarafından bunun gülecek bir şey olmadığını ispat yolunda verilen izahatı dinledikten sonra dedi ki:

“Ey! Bari peylediğin bir kız var mı?”

“Yok! Olsaydı seninle müzakereye gelir miydim?”

“İdealin yani hayalinde tasavvur ettiğin kız nasıl olacak, bakalım? Mutlaka efkâr-ı atika içinde uyumuş kalmış çürüklerden birisi olmayacak, değil mi?”

“Ha! Bak sana fikrimin doğrusunu söyleyeyim. Öyle efkâr-ı cedide içinde “zıp” diye sivrilip fırlamış olanı da tahayyül etmiyorum.”

“Orta halli bir şey, ha?”

“Gerek terbiye-i medeniyece gerek maişet-i beldece orta halli bir şey.”

“Mesela bildiğimiz tanıdığımız kızlardan hangisi gibi?”

“Benim bildiğim tanıdığım kızlar, kadınlar yok ki.”

“Amma yaptın ha, Nuri!”

Şu son kelime biçare Nurullah’ın zihnini yine alt üst etti. Malum ya bu hitap Ceylan’ın hitabıdır. Fakat Salih Ziya’yla aralarındaki sınıfdaşane külfetsizlik beyne’l-ihvan kendisine yalnız “Nuri” diye hitap ettiriyordu. Bütün cüret ve metanetini toplayarak şu perişanlığını defle biraz da mütebessim bir tavırla dedi ki:

“Canım tanıdığımız kadınları tezevvüc nokta-i nazarından bittelakki tanımış değiliz ki.”

“Anladım! Anladım! Şöyle okumuş yazmış olsun. Biraz da müzikaya aşina bulunsun. Efkâr-ı atikadan çıkmışsa da efkâr-ı cedideye henüz girmemiş bulunsun. Biraz da Fransızca bilsin, değil mi?”

“Buna yakın bir şey, hatta Fransızcayı tarh ve tenzil edersen isabet etmiş olursun.”

“Neden? Seninle buna dair etmiş olduğumuz sözlerde sen Osmanlı kızlarının Fransızca öğrenmelerine lüzum görüyordun. Bizde asalet ve necabet hiçbir kimseye cemiyet-i medeniye ve Osmaniyece çalışmadan yaşayabilmek hakk-ı irsini iras etmediğinden ve “demokrasi” usulünce her kabiliyetli gençler meratib-i aliyeye namzet bulunduklarından bir gün olup da büyük bir makama gelinerek süfera ve mensubatıyla münasebet peyda edebilecek olursa evdeki kadının Fransızcaya aşina olmasında menafi-i Osmaniyece tesirler görüleceğini söylüyordun.

 

“Hâlâ o fikirdeyim. Zevce-i müstakbelemin Fransızca bilmesini muzır görmüyorum.”

Salih Ziya Bey son lakırdılarını söyler ve Nurullah’ın cevabını dinlerken aralıkta bir dalgınlık hali gösteriyordu. Son sözü takip eden kısaca bir sükût müddetinde daha derince düşüne düşüne Nurullah Bey’e: “Müteveffa Miralay Gazanfer Bey ailesini tanır mısın?” deyip de Nurullah Bey’in: “Hayır! İlk işittiğim bir isim,” cevabını alınca evza ve etvarına bir ehemmiyet-i mahsusa vererek dedi ki:

“Mademki teehhül hevesine düştün, mademki her hali orta bir kız arıyorsun, sana Gazanfer beyzade Ahdiye Hanım en münasip bir zevce olur. Gidip hocası Abdullatif Efendi’yi görmelisin.”

“Dur bakalım, daha yavuklum hakkında hiçbir haber almaksızın hocası Abdullah… Abdülmuttalib… efendiye seğirtmek olur mu? Mademki sen bu aileyi biliyorsun…”

“Evet! Bildiğim kadarını sana söylemek lazım gelir.” diye Dilşinas Hanım ve kızı Ahdiye hakkında bildiklerinin söylemeye başladı ki söylediği şeyler zaten bizim de bildiklerimizden ibarettir. Nihayet Salih Ziya Bey iknaat-ı vakıasını tahkim için:

“Teehhül hevesi benim hatırımdan bile geçmez ya! Fakat farz-ı muhal olarak bir dakika için bu heves beni istila edecek olsa zihnim dosdoğru Ahdiye’ye varıp orada saplanır kalır. Zira intihap olunacak kız hakkında ben dahi ayniyle senin fikrindeyim. Bilmem bilir misin? Kâzım Beyzade bir Ceylan Hanım vardır. Modern (yeni, bugünkü modaya mütenasip), şık, hafif, çalmadan oynar, söylemeden anlar, fino (cin gibi), süper fin... sen de anlıyorsun ya! İşte öyle! Öyle ama öyle bir kız benim işime gelmez. Demincek söylediğin söze nazaran senin de işine hiç gelmez.”

 

* * *

 

Salih Ziya Bey’in şu son sözü üzerine zavallı Nu-rullah’ın ne hallere girdiğini düşünür müsünüz? Girdiği halleri sınıfdaşına göstermemek için azm ü cezm ettiği halde yine saklayamıyor. Salih Ziya arkadaşının halini apaşikâre görüyorsa da bu hali asıl mucib-i hakikisine hamletmeyerek şu tatlı hikâyeden telezzüz ve teessürüne hamlediyor. Halbuki o son sözle Nurullah’ın halli için buraya gelmiş olduğu mesele-i asliyeyi de halletmiş olduğunu Salih Ziya bilmiyor. Bunu ancak Nurullah biliyor.

Musahabatın bakiyesi evlilik ve bekarlık alemlerinin mukayesesine ait oldu. Nurullah evliliği ve Salih Ziya bekârlığı iltizam ederek her biri delail-i mukniasını irat eyliyorsa da hiçbiri diğerini ilzam edemiyor.

Nihayet yatmak zamanı geldi. Misafir bey kendisi için hazırlanmış olan yatağa yattı. Sahib-i hane bey dahi hareme girdi. Fakat biçare Nurullah’ın gözlerine uyku girer mi?

Ceylan’ın şöhreti Salih Ziya’ya kadar vasıl olmuş bulunmasına Nurullah hiç şaşmadı. Bu kadar fevkalade bir kız dört duvar ve bir tavan muhiti içinde gizli kapaklı kalabilir mi? Ceylan derecesine varmış olanlar değil a, o derecenin pek madununda kalmış olanlar bile bir hicab-ı meculiyetle muhtecib kalamazlar. Bilhassa delikanlılar nezdinde tanınırlar. Karda gezip izini belli etmemek erkeklere bile müyesser olamadığı halde kadınlara mı müyesser olur? Acaba muhadderat-ı pak damanımız bu ahvale vâkıf mıdırlar? Değilseler vukufta pek ziyade teehhür etmiş sayılırlar. Onlar matmah-ı enzar-ı ricaldirler. Her hal ve tavırlarına dikkat olunur. Bakışlarından, ayak atışlarından manalar istihrac olunur. Bu manaların bazıları gönül eğlendirmekten başka hiçbir daiyyede bulunmayan beyefendileri hoşlandırırlarsa da teehhül hevesinde olanları ürkütürler, korkuturlar. Kendilerini bir belaymış gibi telakki ederek o belayı göze aldırmakta cesaretlerini kırarlar.

Salih Ziya’nın Ceylan hakkında söylediği sözlerin Nurullah’a bir tesiri olmuşsa o da tezevvücünden zaten ru-gerdan olduğu bu kızı tezevvüc etmemek hakkındaki kararına bir katiyet verdirmek tesiri oldu. Ahdiye’nin ret ve kabulü kadar hür değildi.

Ahdiye pak ve masum bir bakir, Ceylan’sa yarı valide addolunacak bir hamile! Ah bu fark ne büyük bir farktır. Biçare Nurullah kendisini Ceylan’a bağlamamışsa da ondan daha ziyade biçare olduğuna şüphe edilemeyecek olan Ceylan kendisini Nurullah’a bağlamış. İşte bu muamamayı halletmek müşkül.

Zavallı delikanlı gece geç vakte kadar uyuyamadı. Onun için ertesi sabah kapı güm güm vurulduğu halde uykudan pek güç uyanabildi. Salih Ziya’nın bir şeyden haberi yok ya! Hem kapıyı yumrukluyor hem de: “Öğle oldu be Nuri! Bu ne kadar uyku?!” diye bağırıyor. Nurullah yerinden fırladı. Kapıyı açtı. Ziya’ysa elindeki kahve tepsisiyle beraber girdi. İki arkadaş karşılıklı kahve ve tütün içmeye başladılar. Ziya: “Teehhüle zaten karar vermişsen o kararı Ahdiye hakkında ika ettin mi?” sualini bilirat Nurullah’tan: “Henüz katiyen karar vermedimse de kararın verebildiğim derecesi de kâfidir. Bu işle meşgul olacağım.” cevabını aldığı zaman bayağı memnun oldu. “Bayağı” değil hakikaten memnun oldu. Müteveffa Gazanfer Bey ailesi hakkında bu gece yeniden yeniye tahattur etmiş olduğu şeyleri de Nuri Bey’e anlattı.

Nurullah, Gazanfer Bey ailesi hakkında verilen haberleri, edilen tavsiyeleri bir sem-i kabule karib ehemmiyet-i mahsusayla telakki eyliyordu. Binaenaleyh şu sabah musahabesine dahi hitam verilerek iki delikanlı haneden çıktıkları ve birbirlerini bir samimiyet-i biraderaneyle selamlayarak ayrıldıkları zaman kendini yoklayan Nurullah, Ahdiye’yle izdivaca dair gönlünde bir karar-ı kati buluyordu.

Gönlünde bu karar olduğu halde hanesine avdet eden Nurullah dün el uzatmışken alamamış olduğu kâğıt ve kalemi bugün bir cüret-i tammeyle aldı. Masanın yanına çektiği iskemleye oturup yazmaya başladı:

 

 

“Ceylan Hanımefendi!

Her erkek için bir bahtiyari-i tam, bir saadet-i mahza hükmünde olacağı asla söz götürmeyen pederlik şerefine beni bilaihtiyar nail etmiş olmaklığınız zihnimde büyük bir perişanlığı mucip olmuştu. Saatlerce mücadele-i nefsden sonra bu perişanlığı def edebildim. Üzerinden birçok saatler daha geçti. Bir de uykuyla kuva-yı zihniyeme istirahat verdikten sonra şu satırları tab’ım gayet müsterih olarak yazmaya başladım.

Kadın olsun erkek olsun insanın birçok hukuk-ı medeniye ve insaniyesi vardır. Bunların bir kısmı erkek ve kadının yekdiğerine karşı olan hukukudur ki bir nevin hukuku diğer nevi için vazifeler tayin eder. Eğer bir Mustafa’nın hukuku Fatma’da vazifeler tayin etmeyecek olursa o Mustafa hukukundan tecrit edilmiş olur.

İlk mülakat-ı gayr-ı ihtiyariyemiz vukua gelinceye kadar aramızda hukuk ve vazifeye benzer hiçbir şey yoktu. Yalnız bir münasebet-i refikane hüküm sürüyordu. Siz kendiliğinizce benim üzerimde bir hakka malikiyet tasavvuruna düştünüz. O hakkınızla bende bir vazife teşkil etmeye kıyam eylediniz. Sizde olan ihtiyar bende dahi olsaydı bu hak ve vazife taayyün etmiş olurdu. Fakat böyle olmadı. Ben bana tahmil etmek istediğiniz vazifeden teberri edebilirim.

Bu teberri benim için pek müsellem bir hak olur. Ama bu hakkımın tamamından istifadeye kalkışmamayı erkeklik şanına muvafık buluyorum. Kısmen istifade arıyorum.

Olanca insafınızı toplayarak düşününüz ki size amante olmaya cesaret bulamamış olan bir Nurullah koca olmaya hiç cesaret bulamaz. Güzelsiniz, zeki ve zarifsiniz, pürhüner ve marifetsiniz, zevciyetten başka her hususta bir erkeği teshire kâfi meziyat-ı nisvaniyeye tamamıyla maliksiniz. Fakat size layık bir koca değil a, bir amante bile ben olamayacağımı görüyorum. Kendimde bu liyakatı bulmuş olsaydım şu meziyat-ı nisvaniyenizden hiç olmazsa amante sıfatıyla olsun istifadeye can atamaz mıydım? Binaenaleyh koca sıfatıyla benim için zaten ve katiyen kapalı olan tarik-i istifadeyi ihtiyarımla kendim kapıyorum. Şu azmim sizi ne kadar müteessir edeceğini bilirim. Fakat ilerisi çıkmayıp dönmeye muztar kalacağımız bir yola daha yol başında ilk hatveyi bile atmamak lüzumuna ittiba ettiğim için beni mazur görünüz.

Derecesi nazarıdikkatimde muayyen olan teesürünüzü tahfif için yalnız şu ciheti buluyorum ki: Bir mülakat-ı gayr-ı ihtiyariyenin mahsulü olan masum her halde benim neslimdir. Onun muhafazası hem hakkımdır hem de vazifem! Size şimdiye kadar asla ümit vermemiş olduğum halde kendinizce hasıl etmiş olduğunuz ümidin inkıtaından mütehassıl bir teessür-i intikamcuyaneyle o masuma gadr etmemenizi insaniyet namına olarak sizden rica ediyorum. Valideniz ve Despina bu sırra vakıf ve mahrem ve binaenaleyh size muin oldukça inde’n-nas ve inde’ş-şer ayıp sayılan bir hali setr edebiliriz. Müddet-i hamliniz ilerleyip de tevellüt zamanı takarrüp eyledikte İstanbul’a civar bir köyde vaz-ı haml mümkündür. Müteakiben ben yavrumu alıp bakabilirim. Siz dahi bir şey olmamış gibi ihtiyarınızı muhafaza edebilirsiniz.

Yok! Beni bir masumeyi iğfalle itham etmek isterseniz bab-ı hükümet açıktır. Bir mahkeme-i adilanenin vereceği hükm-i şeri ve kanuniye itaat her namuslu adam gibi benim de borcumdur.

Aramızdaki münasebetin bir münasebet-i zevciyeye tahavvülü muhal ender muhal olmakla beraber senelerden beri mevcut olan münasebet-i muhibbanenin devam edebilmesi yine yed-i ihtiyarınızdadır. Sizinle münasebatımda zevciyyetten başka göze aldırılamayacak hiçbir şey göremem. Meziyat-ı nisvaniyenizden istifade daiyyesinde olsaydım siz teklif etmeksizin ben istirham ederdim değil mi? Mademki iş öyle değildir, sizin her kimle ne yolda olursa olsun birleşmenizi asla ve kata kıskanmayacağımdan ve o kıskançlıkla sizi rahatsız etmeyeceğimden tamamı tamamına emin olabilirsiniz. Hani ya bazı musahabatımızda iki erkek birbiriyle safiyane dost olabildikleri gibi bir erkekle bir kadın niçin böyle safiyane dost olamasınlar, demiyor muydunuz. İşte o safiyane dostlukta devam etmek benim için pek mümkün ve hatta pek de tatlı olabilir.

Safvet ve halisiyetle memlu bir kalıptan çıkan şu sözleri sizin de safvet ve halisiyetle hüsn-i kabul buyurmanızı rica ederim efendim.”

 

Nurullah bu mektubu bir kalemde yazdıktan sonra bir daha okumadı. Şayet bazı teesüratla tadil veya teşdidine lüzum görürüm korkusuyla ilk kalemde çıkan şu sureti muhafazaya lüzum gördü. Mektubu hemen katlayıp zarflayarak ve üzerini yazarak her zaman Ceylan’a mektup gönderdiği vasıtayla irsal eyledi. Ceylan’la her türlü münasebeti böyle bir daha avdet etmemek üzere kat etmiş olduğu için kendini “kurtulmuş bir adam” buluyorsa da çocuk için ettiği teklife muvafakat olunup olunmayacağı meselesi rahat-ı vicdanını teşviş eyliyordu.

 

* * *

 

Şu mektup işini bitirdikten sonra Nurullah her günkü meşguliyetle meşgul olmak için hanesinden çıktıysa da o iştigalat-ı yevmiye için gönlünde bir hahiş bulamadı. Gönlü kendisini Abdüllatif Efendi tarafına cezp ve celp eyliyordu. Bakkaldan, mahalle kahvesinden Abdüllatif Efendi’yi sordu. Semtinde maruf olduğu için o latif ihtiyarı bulmakta hiçbir suubet çekmedi.

Gündüz olmak hasebiyle pek tenha olan mahalle kahvesinde birleştiler. Hiçbir şeyden haberdar olmayan muallim efendiyi: “Zat-ı alinizi bir emr-i hayra delalet için taciz ettim. Taht-ı talim ve terbiyenizde bulunan Ahdiye Hanım bint-i Gazanfer Bey’in dest-i izdivacına talip olduğumdan bu babta vesatat-ı pederanenizi rica etmeye geldim.” diye maksudundan haberdar ettiği zaman biçare ihtiyar şaşırıp kalarak karşısındaki delikanlıyı baştan ayağa ve ayaktan başa doğru süzmeye başladı. Abdüllatif Efendi pek sadedil bir adam görünüyorsa da efkâr-ı münevvere erbabı için öyle görünür. Nasıl ki efkâr-ı münevvere erbabı dahi işbu Abdüllatif Efendi gibi adamlara pek hafif meşrep, pek hoppa görünürler. Hakikat-i haldeyse Abdüllatif Efendi kendi âlem-i maişeti olan daracık bir sadelik âleminden maişet-i sadesi için lazım gelen tecrübeleri itmam etmiş ve sade bir ailenin esbab-ı bahtiyarisi, esbab-ı bedbahtisinden nasıl temeyyüz edeceğini pekâlâ anlamış bir adamdır. Bir yandan Nurullah Bey’i şu tedkikat-i hariciyesinde devamıyla beraber diğer taraftan dahi ilk mukabelesi olmak üzere: “Aman beyefendi oğlum, böyle şeyler kadınlar vasıtasıyla olur.” demeye başladıysa da Nurullah gayet edibane ve namuskarane bir tavırla teminat-ı lazımeyi vermekte teehhür etmedi. Dedi ki:

“Efendi peder! Oralarını ben de bilmez değilim. Benim de valide makamında bir ablam var. Babam da var. Nasıl bir adam olduğumu öğrenmek için tahkikata ihtiyaç görülecek değil mi? Evvela nasıl bir adam olduğumu ben tarif edeyim de tahkikatınız dahi benim tarifimi tasdik ederse ve her halde Cenabıhak kısmet etmişse maksudumuza vasıl oluruz.”

Bu mukaddime üzerine Nurullah Bey kendini tarife başladı. Tabii tarifatı tervic-i meram yolundaydı. Lakin hiçbir yalan söylemedi. Mübalağa bile etmedi. Henüz bir memuriyeti, bir geliri yoksa da babasının biricik oğlu olduğu için bir iş başına geçinceye kadar muavenetine itimat edileceğini söyledi. Muallim Abdüllatif Efendi, Nurullah Bey’in şekil ve şemailini tetkikte hâlâ devam etmekte olup zahir-i halinde delikanlıdan nefretine delalet edecek hiçbir şey görünmüyorsa da Ahdiye Hanım’la hiçbir karabeti ve muallimliğinden başka hiçbir münasebeti olmadığını tekrar ederek ve kendi tarafından gerek tasdiken ve gerek redden söylenecek sözlerin hiçbir hükmü olamayacağı mukaddimesini tekrar tekrar bast ve temhid eyleyerek delikanlının henüz bir iş bir maaş sahibi olmaması meselesini: “Hak teala Kur’an-ı Kerim’inde teehhül hususunda “Eğer fakirseniz Allah sizi iğna eder.” buyuruyor; talip olduğunuz muhadderenin hal ve vakti yolundadır. Kocasının iaşesine ihtiyacı yoktur.” diye müşkülü halletmekle beraber öyle bir tavr-ı acible düşünüyordu ki böyle aykırıdan vuku bulan bir hareket-i izdivaccuyaneye şaşıp kaldığı da bu halinden anlaşılıyordu.

Ahdiye Hanım’ın validesi Dilşinas Hanım’la bir kere görüşüp hal ve şanı şundan ibaret bulunan bir delikanlıyı damatlığa kabul edebilip edemeyeceği anlaşıldıktan sonra kadınlar tarafından mutat olan işlere teşebbüs edilmek kararı bu musahabenin neticesinde istihsal olunarak Nurullah Bey şimdiden bir teşekkür makamına kaim olmak üzere latif ihtiyarın elini öptü. Ayrıldılar.

Tetebbu-ı sima hususunda acizlerden madud olmayan Nurullah Bey ihtiyardan ayrıldığı zaman derununda bir ümid-i muvaffakiyet buluyordu. Emindi ki Abdüllatif Efendi kendisinden hoşlanmıştır. Vakıa kendi hakkındaki tarifatı doğru çıkmak şartıyla hoşlanmıştır. Ama her halde hoşlanmıştır ya. Şu ilk hoşlanıştan Nurullah için bir ümit husulü dahi tabiidir.

İşte şu mahalle kahvesinden bu ümitle çıktıktan sonra günün bir kısmı geçmiş demek olduğundan başka bir yere gidemeyip fakat günün kısm-ı ahirini dahi hocası Hafız Mehmet Efendi nezdinde geçirmek için Ayasofya’ya kadar gitti. Lakin müderris efendiyi makamında bulamadı. İkindi ezanı okunduğu zaman namaz kılmak niyetiyle abdest alıp Ayasofya Camii’ne girdi. Asırlardan beri İslam ve Hıristiyan cemaatleri tarafından Huda-yı lemyezelin tezkâr-ı namını istima edegelmiş olan o azim kubbe altında, o latif direkler arasında bahusus henüz cemaatten kimse olmadığı cihetle tek ve tenha bir halde geçirdiği dakikalar Nurullah Bey’i türlü türlü hislerle ihsas eyliyordu. Hangi tarafa teveccüh etse ale’l-usul namazda bulunmadığı halde bile gönlünden hazret-i rabbü’l-âlemine secdeler ederek tatlı tatlı ferahlara nail oluyordu.

Namazın ilk işareti olan “Salli...” nidası Nurullah Bey’i şu tatlı ihtisastan bir dakika için ayırdı. Minarelerde okunan ezan-ı Muhammedi savt-ı samedanisi kendisine kadar vasıl olamıyorduysa da birer ikişer cemaat toplanmaya başlıyordu. Ramazan-ı şerif eyyamında cami-i şerifi hıncahınç dolduran cemaat nispetle bugünkü cemaat laşey hükmünde kalırsa da Nurullah Bey namazda zihni cemaatle falanla meşgul olacak adamlardan olmayıp huzfü-ı rabbü’l-âleminde kendisini ruberu tek u tenha bulacak abidin-i muhliseden bulmakta olmasıyla bugün şu ikindi namazını tarif ve tavsifi gayr-ı kabil bir zevk-i ruhani, bir lezzet-i maneviyeyle eda eyledi. Bade’s-salat her günkü mutadı veçhile pederi hanesine gelip ablasına, babasına hiçbir şey sezdirmeksizin aşiyane-i pederdeki maişet-i mutadesiyle zaman geçirdi.

 

* * *

 

Ertesi gün kayıt ve tahrire şayan hiçbir vaka görülmedi. O günü Nurullah Bey her zamanki meşguliyetiyle geçirdi. Hatta daha ertesi günü bile. O daha ertesi günü akşam olup da hanesine geldiği zaman Ceylan’dan gelmiş bir mektup buldu. Hemen kendi odasına çekilip bir dest-i raşedarla mektubu açtı, okudu:

 

“Nurullah Beyefendi!

Evvelki gün gönderdiğiniz mektubu okudum. “Kemal-i metanetle“ diyemem. Bunu desem bile yalan söylemiş olacağım bedihi ve aşikârdır. Büyük, pek büyük bir teessürle okudum. Teessürüm teheyyüç derecesine de vardı. Duçar olduğum beliyye-i uzmaya karşı tabımda metanet bulamadım. Hüngür hüngür ağladım.

Bu teessüratımı arz etmekten maksadım merhametinizi tahrik değildir. Sizin ne kadar metin olduğunuzu tanımışımdır. Şimdiye kadar gevşetememiş olduğum metanetinize galebe ümid-i tıflanesiyle o ilk ve son mülakatımızı bittertip başımı ateşe yakmıştım. Bu mülakattan ve sadrımda taharrüke başlayan masumun hilkatinden sonra kazanamamış olduğum merhametinizi böyle bir mektupla kazanabilmek ümidine düşecek kadar safderun değilim.

Vukua gelen musibetten dolayı sizi mesul tutacağıma ve rezaletimizi mahkemelere kadar götüreceğime ihtimal vermeyiniz. Bu musibet emrinde sizin hiçbir dahliniz, binaenaleyh hiçbir mesuliyetiniz yoktur. Her şeyi yapan benim, her mesuliyet bana ait. Ben o mesuliyetin yüküne nasıl istersem o surette mütehammil olurum . Sizden ümidimi kesmek benim için hayattan ümidimi kesmiş olmak demek olacağını pekâlâ anlarsınız. Hayattan ümidini kesmiş olan bir biçareye lisan-ı muahezeyi uzatmak hiçbir kimsenin mürüvvetine yakışamaz.

Sadrımdaki mahluk için henüz hiçbir hakka malik değilsiniz. O hak, o vazife, ondan mütevellit mesuliyet dahi bana aittir. Âlem-i vücudda isbat-ı mevcudiyet ettikten sonra iş başkalaşır. Çocuğunuzu tanıyıp kabul edecek olursanız validesini velev ki pek muvakkat bir zaman için olsun tanıyıp kabul etmeye mecbur olursunuz. Ve illa menkuhanız olmayan bir kadının doğurduğu çocuk üzerinde hakk-ı übüvvet dava edemezsiniz.

Yalnız muhibbane bir surette münasebetimizin devamı hakkında verdiğiniz ümitlere teşekkür ederim. Tarafınızdan bu kadarcık bir mürüvvet benim gibi bir mücrim, bir cani için yine büyük mürüvvettir. Huda’ya emanet olunuz beyim”.

 

Nurullah Bey’in bu mektubu yalnız bir defa okumakla iktifa edemeyeceği aşikârdır. Evet ikinci ve hatta üçüncü defa olarak dahi okudu. Hem de iki gün evvel gelen mektubu okuduğu zamanki teessürat-ı faciyla okumadı. Hiç muntazır olmadığı bu tarz cevabı okuyorsa da sevinmek mi kahırlanmak mı lazım geleceğini tayin edemeyerek okudu. Mutadı olduğu veçhile kalkıp oda içinde gezinmeye başladı. Gezindikçe tasavvuratının ufku tevessü ediyordu. Bir sigara içti.

Ceylan’ın mektubunda büyük bir eser-i cüret buldu. Hayatından ümidini kesmiş olan bir meyus muaheze olunamazmış! Doğru! Fakat sakın çılgın kız bu ümitsizlikle nefsine bir suikast etmesin! Henüz batn-ı maderdeki çocuk üzerinde bir hakkı yokmuş. Doğru! Hatta doğduktan sonra bile reda müddetince ve daha ilerlere doğru yine hakkı olamaz, menkuhası olmayan bir kadının çocuğuna müdahele edemezmiş, bu da doğru! Hepsi doğru! Yanlış neresinde?! Yanlış yok. O halde ne yapmalı? Hiçbir şey!..

Nurullah Bey bu hükmü kendisince muvafık-ı mantık olarak verdiyse de verdiği hükme kendisi de kanaat edemiyor. Onun tahmin ve intizarına göre Ceylan kendisine böyle yazmayacaktı. Yanacaktı, yakılacaktı; fakat işte yanmıyor, yakılmıyor. Çılgın kız bir metanet gösteriyor ki o metanete karşı Nurullah kendisini adeta mağlup, aciz buluyor.

Bu gece Nurullah’ın gözlerine uyku girmemiş dersek mübalağaya hamledilmemelidir. Düşünüyor, fikrinin ne kadar uzaklara sevki mümkünse sevk ediyor. Fakat şu ilk muhakeme ve kararı hududundan yine harice çıkamıyor. Sabah olup da derununda hab u rahat bulamadığı yatağından çıktığı zaman Nurullah’ın çehresi bir hasta çehresine benzemişti. Ömrünün hiçbir dakikasında

başına böyle bir hal gelmemişti. Hemşiresi bu hale dikkat ettiğinde: “Ne o, kardeşim? Hasta mısın, nesin?” diye bir sual iradına mecbur oldu. Nurullah bir yalan kıvıramadı. Vücudunda hiçbir fenalık hissetmediği için hastalığına ihtimal verememekle iktifa eyledi. Her günkü gibi elbisesini telebbüse gayret ederek meşguliyet-i yevmiyesiyle iştigal için hanesinden çıktı. Sokaklardaki müşahedat zihnini mümkün mertebe dağıtarak midesindeki açlığı hissetmeye başladı. Bir lokantaya girdi. Salih Ziya’yı orada bulmaz mı? Bu tesadüfe ziyadesiyle memnun oldu. Sınıfdaşı yanındaki boş iskemleyi Nurullah için düzelterek arkadaşı oraya oturduğu zaman: “Ey! Ahdiye’ye karar verildi mi?” sualini irada müsaraat eyledi. Nurullah’tan: “Yalnız karar vermek değil, işi teşebbüs derecesine vardırdım.” cevabını aldığı zaman memnuniyetini derece-i hakikiyesinden bir kat daha ziyade gösterdi. Vuku bulan istizahatı üzerine Nurullah, Hoca Abdüllatif Efendi’yle vukua gelen mülakatını uzun uzadıya anlattı. Salih Ziya dedi ki:

“Ümitlerin pek kuvvetli olmalıdır. Kayınvalideniz Dilşinas Hanım öyle okumuş yazmış teceddüdat-ı fikriyeye muvaffak olmuş kadınlardan değilse de gayet akıllı, hazmlı, ihtiyatlı bir ev kadını, bir iyi validedir. Senin ahvalini tetkik edip mahiyet-i sahihanı anladıktan sonra kızını sana tezvice razı olacağı bence şüphe götürür mevaddan değildir.”

İki arkadaşın sofra başındaki bakiyye-i musabahatı gayet feylosofane bir zemin üzerinde cereyan eyledi. Salih Ziya Bey teehhül ve tezevvücün hilafındadır. Fakat bir lüzum-ı sahih sabit olup da insan evlenecek olur, yani evlenmeye mecburiyet-i sahih görürse mutlaka Ahdiye gibi kadın kadıncık bir kız bulup almak fikrinde bulunuyor. Nurullah’sa bilakis insan ne zaman teehhüle iktidar kesp ederse teehhül etmelidir efkârında bulunuyor. İntihap olunacak kız hakkında o dahi arkadaşının reyine iştirak eyliyor. Şu iki gencin musahabesini kız babası bir adam işitseydi kızlarına ne yolda bir terbiye vermek emrinde pek büyük irşatlara nail olurdu. Zira delikanlıların her ikisi Ceylan yolunda serbest ve daha doğrusu serbaz bir kızdan ne kadar korkuyorlarsa öyle, bundan seksen sekiz sene evvelki terbiye dahilinde perverişyab olmuş bulunan kızlara dahi o nispette rağbetsizlik göstererek bütün müddet-i ömründe insana refakat edecek olan bir kadının kendisine söylenen sözü anlar ve kendisi dahi söyleyeceği sözü anlatacak kadar olsun ders görmüş bulunmasına lüzum-ı kati gösteriyorlardı.

 

* * *

 

Bade’t-taam hal-i tabiisine gereği gibi avdet etmiş olan Nurullah uyku ihtiyacını da hissetmeye başladı.

Bu uykusuzlukla hiçbir iş göremeyeceğini anlayarak bir yerde uyumak istediyse de nereye gitsin? Gidecek hiçbir yeri yok. Güpegündüz dostu Salih Ziya’ya gidip uyuyamaz ya? Esbab-ı mucibesini anlatsa belki mümkün olur ama o esbabı anlatmak da istemiyor.

Kalktı hanesine geldi. Ablası Zeliha Hanım’ın Sezayidil Hanım’a, Ceylan’ın validesi nezdine gitmiş olması dünkü ve bugünkü ahval için epeyce ehemmiyet götürür bir keyfiyetse de uykuya fırsat vermiş olması ehemmiyeti buna galebe ettiğinden elbisesi üzerinde olduğu halde yatağına uzandı. Nurullah’ı akşam taamına güç kaldırabildiler. Yüzünü gözünü yıkayarak sofraya vardıysa da Salih Ziya’yla birlikte tenavül etmiş olduğu kuşluk taamını henüz hazmedememiş olduğundan gerek mahmurane hali ve gerek iştahsızlığı babasının da ablasının da meraklarını celp eyledi. Sordular. Dün gece Arabi dersiyle ziyadece iştigal ettiği için uyuyamamış olduğu yalanını bulabildi. Ablasının bu yalanı nasıl telakki etmiş olduğunu bilmeye Nurullah Bey pek ziyade muhtaçtı. Sezayidil Hanım yahut Ceylan, musibet-i vakıaya dair acaba Zeliha’ya bir şeyler söylemişler mi?

Ablasının en küçük tavırlarına, en manasız sözlerine kadar bir ehemmiyet-i mahsusayla dikkat ettiği halde Nurullah Bey mucib-i iştibah olacak hiçbir hal, hiçbir kelime bulamadı. Acaba Ceylan ile Sezayidil vaka-i müdhişeden filhakika hiçbir şey çıtlatmamışlar mı? Bu kadar metanet gösterebilmişler mi? Yoksa bu metanet ablası Zeliha’da da mı görülüyor? Esrar-ı müthişeye vakıf da kendisine mi belli etmiyor?

Bu gece dahi şu merak biçare Nurullah’ı gereği gibi rahatsız ettiyse de Ceylan’ın mektubunu bir daha okudukta kendi kendisine: “Acayip, bir çocuk kadar olsun metanetim yok mu? Her mesuliyet ona raci olduğu, her felaket, her musibet o biçareyi vurmuş bulunduğu halde o bu kadar metanetli davransın da ben hiçbir şeyden mesul olmadığım halde neden duçar-ı fütur olayım?” dedi ve şu şeciane sözlerin hükmüne kendisi dahi o kadar kanaat gösterdi ki mutadı veçhile eline bir kitap alarak yatağa girdiği zaman uykuya dalmakta teehhür etmedi.

Ertesi sabah Nurullah kendisini her zamanki hal-i tabiiyesinde buldu. Ceylan’ın mektubunu masa üstünde gördüğü zaman bir daha okumak lüzumunu hissetmeyerek onu aldı kızın diğer mektuplarının mevzu olduğu bezden mamul zarf içine koydu.

Bugün Nurullah Bey’in zamanı sair günler gibi geçti. Akşam hanesine geldikte talik kırması bir yazıyla yazılmış bir mazruf buldu. Açtı, okudu. Tabii en evvel imzaya bakıp “Eddai Abdüllatif” kelimelerini görünce biraz telaş ve tehalükle okudu. Muallim Efendi ertesi gün öğleden evvelce mahut mahalle kahvesinde buluşmayı teklif ediyor.

Mektupta ümit verecek bir kelime yok. Selb-i ümid edecek bir kelime de yok. Fakat mektubun gelişi her halde ümidbahşa addolundu. Kat-ı ümid ettirecek bir hal olsa mektup gelmez. Cevab-ı reddi almak için kendisi gidip aramaya muhtaç olur.

Bu tahmin Nurullah Bey için mucib-i itminan oldu. Ertesi gün öğle ezanından on dakika kadar evvel Keşkekçilerbaşı’ndaki mahalle kahvesine vardığı zaman Abdüllatif Efendi’yi orada buldu. Bade’s-selam elini öptü. Yanına oturdu.

Kahveci ağa: “Sade mi şekerli mi?” sual-i mutadına, “şekerli” cevabını aldıktan sonra Abdüllatif Efendi gayet tatlı bir tebessüm-i pederaneyle dedi ki:

“Beyefendi oğlum! Tahkik-i ahalinize henüz başlamadık. Kendi halinize dair vermiş olduğunuz malumatı sahih olarak bittelakki Dilşinas Hanımefendi kızımla görüştüm. Sizden aldığım haberleri eksiksiz, ziyadesiz kendisine tebliğ ettim. Şekil ve şemailinizi sordu. Onu da tasvir edebildiğim kadar anlattım. Nihayet kendi gönlümün ihtisasını da sordu. Ahdiye Hanım benim kızım olsa Nurullah Bey’e vermek için gönlümde bir meyelan hasıl olup olmadığını veyahut olup olmayacağını sordu.”

Söz buraya gelince Nurullah Bey’in hali başkalaştı. Pir-i latifin neticeyi bir an evvel tebliğ etmesi için derununda büyük bir istical buluyordu. Abdüllatif Efendi zaten her cümleler arasında on beşer yirmişer saniye tevakkuflarla ağır ağır söz söylediğinden yine o suretle sözünde devam etti. Dedi ki:

“Ahdiye Hanım zaten kendi kızım demek olduğundan ben kızımı size vermeye gönlümde bir meyil bulduğumu söyledim. Düşünmek için benden yirmi dört saat mühlet talep eyledi. Bu yirmi dört saatin inkızasından sonra hanımefendiyle mülakat eylediğim zaman benim meyl-i derunuma iştirak eylediği ve kızını istimzaç ettikde hem babası ve hem muallimi olmaklığım cihetiyle benim münasip gördüğüm şeye kendisi de itiraz etmeyeceği yolunda cevap aldığını söyledi.

Koca ihtiyar sözü neticeye vardırdığı zaman Nurullah Bey epeyce bir tehalükle kalktı. İhtiyarın elini bir daha öptü. Abdüllatif Efendi delikanlının bu evza-ı ferzendanesinden hoşlandığını gözlerinde lemean eden nurlarla ve tavrında peyda olan beşuşane tebessümlerle apaşikâre göstererek dedi ki:

“Şimdi beyefendi oğlum iş kadınlara kaldı. Hemşire hanımefendi kızım ne zaman isterse kadınlarca mutat olan görücülük vazifesini ifaya gelebilirler. Ben dahi diğer taraftan... eğer lüzum görürsem… tahkik-i ahvalinizde devam etmek hakkını muhafaza ediyorum.”

 

* * *

 

Nurullah Bey ve Abdüllatif Efendi şu mülakattan tabii pek beşuşane bir halde ayrıldılarsa da Nurullah’ın beşaşeti altında derin bir düşünce dahi vardı. “Hemşireniz hanımefendi görücülük vazifesini ifaya gelebilirler.” sözü Nurullah’ı düşündürmez mi? Zeliha’ya damdan düşer gibi “Kalk, filan yere git, orada bir kız vardır, gör” diyebilecek mi? İşte bugün dahi zavallı Nurullah işinden gücünden kalarak orada bir halle akşamı etti. Sofrada hiçbir şey söylemedi. Bade’t-taam babası gazeteleriyle, kitaplarıyla iştigal için odasına çekildiği zaman Nurullah mutadının hilafına olarak hemşiresinin yanına vardı. Evet bu hal mutadının hilafıydı. Kendisi hemşiresinin odasına gitmek itiyadında bulunmayıp mülakat edecekleri zaman hemşiresi kendi odasına gelirdi.

Fakat tuhaf şey! Nurullah’ın hemşiresi odasına gitmesi Zeliha’da hiçbir şaşkınlığı, zerre kadar bile bir telaşı mucip olmadı. Bilakis kadıncağız biraderini epeyce beşuşane, mütebessim bir yüzle karşıladı. Hele Nurullah: “Ablacığım! Şöyle bir saatte senin odana gelip seni rahatsız eden kardaşın Nurullah sana ‘Abla ben teehhül edeceğim’ derse çıldırdığına hüküm verir misin?” deyip hemşiresinden: “Neye böyle bir hüküm vereyim? Bunu pek tabii bulurum.” cevabını aldığı zaman asıl şaşkınlık Nurullah’ta görüldü. Acaba Zeliha Hanım kendisinin asıl meramını anladı da mı böyle söylüyor? Yani senelerden beri münasebette bulunduğu Ceylan’ın tezevvücünü mü pek tabii buldu. Şimdi işin bu ciheti muhtac-ı tavazzuhdu. Binaenaleyh Nurullah: “Teehhül ama senin hatırına gelen surette bir teehhül değil.” deyip de hemşiresinden: “Neden benim hatırıma gelen surette bir teehhül olmasın?” cevabını aldığı zaman muhtac-ı tavazzuh olan mesele henüz tavazzuh edememişti. Bu anda bir korku, bir mahcubiyet Nurullah’ın dilini bağlıyordu. O bağı çözmeye bezl-i mechud ederek: “Hani ya şu... demek istiyorum ki... Ablacığım teehhül ama Ceylan Hanım’la değil!” diyebildiği zaman Zeliha Hanım’ın: “Biliyorum a işte! Elbette Ceylan’la değil. Başkasıyla! Fakat o başkasını bilmiyorum.” diye izah-ı meram etmesi Nurullah’ın hayretini mertebe-i gayeye vardırdı. Birkaç dakika muhavere münkatı oldu. Ablası bir tavr-ı istizahla kardaşının yüzüne bakıp duruyor. Nurullah davranıyor, kıvranıyor ama sanki alacağı kızın ismini, semtini, filan unutmuş da derhatır etmeye çalışıyormuş gibi zihninden bir şeyler aranıyordu.

Mülakatın bu kadarı ikisi de ayakta oldukları halde cereyan etmişti. Bu hal-i tahayyür nihayetinde Nurullah ablasının elinden tutarak ve dest-i mader makamında olan bu eli öperek Zeliha’yı bir tarafa oturttu ve artık muhtaç olduğu cüret ve cesareti toplamış olduğu cihetle bizim bildiğimiz vukuatı tamamıyla ve hatta biraz da fazla izahatla Zeliha’ya anlattı.

Zeliha Hanım iki çeşm-i dikkatini Nurullah’ın gözleri içine dikmiş olduğu halde kelime-i vahide, harf-i vahid söylemeksizin kardeşini dinliyordu. Nurullah söyleyeceklerini söyledikten sonra Zeliha Hanım nevbet-i kelamı aldı. Dedi ki:

“Ceylan’la olan maceranı tamamıyla biliyorum. Bunun mukaddematı böyle bir netice-i faciayı bize zaten beklettiriyordu. Hürriyet-i nisvanmış, alafrangaymış, bunlar bizim Türk ve Müslüman havsalalarına henüz sığar şeyler değildir. Biz gençliğimizde Ceylan’daki serbestinin on binde birini gösterecek olsak bizden eskiler nazarında bir rezalet diye telakki olunurdu. Şimdi bizde bu telakki Ceylan gibi turfandalar hakkında vakidir.

İhtimal bir zaman gelir ki serbestliğin bu derecesi de ahval-i adiye-i umumiyeden addolunur. Zira…”

Burada Nurullah ablasının sözünü keserek:

“Umumiyyeden” deme! Henüz Avrupa’da bile ahvalin bu türlüsü “taammüm” etmemiştir. Pek çoğalmıştır ama “taammüm” etmemiştir. Bizdeyse henüz pek nadirdir.”

“Senin bazı kere dediğin gibi pek de ‘madum’ hükmünde olan nevadirden değildir. Neyse oraları bize lazım değil. Allah cümlemizi ıslah eylesin. Ne diyordum? Bu netice bizce zaten muntazardı. Sezayidil Hanım ahval-i ahireyi tamamıyla bana hikâye eyledi.”

Nurullah ablasının ellerini sımsıkı tutarak:

“Allah aşkına ablacığım! Ne yolda hikâye eyledi? Beni itham ederek, bana lanetler okuyarak, değil mi?”

“Hayır Nurullah! Seni hiç itham etmiyor. Sana lanet filan hiçbir şey okumuyor. Asıl kabahati terakkiyat-ı nisvaniyemizin makusiyetine buluyor. Ceylan’ı her ikimiz cünunla mahkûm ediyoruz. Fakat zannetme ki bu şımarıklıkta Ceylan bir taneciktir. Ondaki cinnet-i mutlaka bertaraf edilecek olursa terakkiyat-ı nisvaniyeyi o yolda arayan kızlar, hatta kadınlar nevadirden de değildirler. Sözün doğrusu kadınlarımız harem tarafında bilkülliye metruken yalnız başlarına yaşamaktan usanmaya başlamışlardır. Biz bile bu usanca tamamıyla bigâne değiliz. Fakat başkaları bizden pek çok ziyade bir kuvvetle, bir dava, bir iddiayla bu matluptadırlar. Zaman pek çok gizli şeyleri hamildir. Birkaç sene sonra ortaya neler çıkacağını kimse bilemez. ‘Bilemez’ ama az çok dikkati olanlar ‘tahmin’ edebilirler; doğruya en yakın bir tahmin! Bak asıl sadedden uzaklanıyoruz. Lakin bunları bilmelisin. Ceylan’a ‘mecnun’ dedik, bunda şüphe etmemeli. Fakat Ceylan’ın cinneti bu hal-i rezalet-ı iştimali bir cesaret-i küstahaneyle irtikap etmiş bulunmasındadır. Ya horozdan kaçarcasına bir mahfuziyet altında görünerek kendisini böyle bir hale duçar etmiş bulunsaydı? O zaman ‘mecnun’ demeyecektik. Şerik-i kabahati bir çapkın olsaydı ‘muğfel’ hatta ‘mazlum’ diyecektik. Şeriki bir Nurullah olsaydı ‘muhti’ diyecektik. Ceylan’ın hali şu âlem-i medeniyette ilk defa olarak vaki olmuyor. Binaenaleyh bu kızın cinneti bu irtikaptaki küstahane bir cesaretidir. Bundan dolayı kabahat kimlerde olduğunu da arayalım mı?”

“Hayır! Ona hacet yok. Kabahat içinde bulunduğu muhittedir. Bir kere bir eski perendebazın kızı. Frenkçe olsa bir tiyatro aktrisinin kızı derdim.”

“Yok! Sezayidil’i o kadar itham etme. O da hoppacadır, zırzoptur ama namus cihetinden hiçbir diyecek bulunamaz.”

“İtham etmiyorum. Sonra o babasının dairesi, oradaki elli altmış cariyeler. Dört beş Fransız karısı. Biraz da kendimi itham edeyim. Bir de Nurullah ki bir çocuktan gördüğü zekâ-yı fevkaladeye hayran olarak akil, kâmil bir kadınla ancak edilebilecek musahabatta o çocuğu kendisine muhatap etmiştir. Fakat bu gidişle biz Ceylan’ı tebriye ederek niçin onu tezevvüc etmeyeceğimizi sormaya kadar varacak mıyız?”

“Hayır validesi bile bu fikirde değildir. Hatta ara yerde, şöyle bir kaza vukua gelmemiş olsaydı bile Sezayidil Hanım Ceylan’ın dirlik düzenlik temin edebilecek bir zevce olamayacağına kâniydi. Neyse bunlar şimdi hep meza ma meza hükmüne girdiler. Onlar kendi dertlerinin çaresini kendileri görmek mecburiyetinde kaldılar. Senin işine gelince: İstersen yarından tezi yok Dilşinas Hanım’ın hanesine giderim. Ahdiye Hanım’ı görürüm.”

“Evet, geciktirmeye de gelmez.”

“Oralarını biz kadınlar daha iyi biliriz. Sen merak etme!”

 

* * *

 

İftirakın son fetvasını Zeliha Hanım dahi bu surette vermiş olduğuna göre Kâzım Bey hanesine, Sezayidil ve Ceylan Hanım’ların ahvaline son bir nazar-ı istidla daha atfına sıra gelmiştir. Değil mi?

Bu nazarımız o kadar mümted olmaya ihtiyaç messetmeyecektir. Zaten Kâzım Bey ailesinin ahval-i ruhiyesi Zeliha Hanım’ın Nurullah Bey’e olan ifadatıyla hemen de lüzumu derecesinde tavzih etmiş demektir. Bu meselede Nurullah aleyhinde söylenecek bir söz, verilecek bir hüküm olsaydı ablası bilatereddüd vela terahhum… Evet! ve laterahhum o sözü söyler, o hükmü verirdi. Zira hususiyat-ı hallerince Zeliha kardaşından ziyade Sezayidil Hanım’ın taraftarıdır. Binaenaleyh Nurullah’tan ziyade Ceylan’ın gayretini gütmesi lazım gelir. Fakat vuku-ı hal o kadar şeni, o kadar mecnunanedir ki artık hiçbir gûne tarafdarlığın, hiçbir gayret güdüşün hükmü nafiz olamıyor.

Bütün bu şenayiin mesuliyet-i maddiye ve maneviyesi Ceylan üzerine yükletilmiş. O da bu mesuliyetlerin kâffesini kabul ediyor. Bu işte müttehim, mahkûm aranıyorsa kendisinden ibaret olmak lazım geleceğini kendisi de söylüyor. Yalnız, şimdiye kadar babasına, Kâzım Bey’e hiçbir şey söylenmemiş. Bir fayda memul değil ki söylenilsin. Rezaletin dairesi tevsi edilmiş olmaktan başka ne faydası olacak? Nurullah’ın babası Kâşif Efendi’ye de hiçbir şey söylenmemiş. Yine aynı sebepten dolayı söylenmemiş. Bu iş yalnız Zeliha ve Sezayidil Hanımlarla hizmetçi Despina arasında kalıp, hatta Despina’nın kardaşından bile mektum tutuluyor. Bu mektumiyetin ne zamana kadar devam edebileceğini hiç sormayınız. Bir sır iki adamı tecavüz ederse şayi sayılacağı sözü beyhude söylenilmiş adi sözlerden değildir. Meşgul olduğumuz keyfiyet-i facianın sırrıysa el-haletü hazihi beş kişiye kadar şayi olmuştur. Binenaleyh iltizam olunan mektumiyetle “şuyu” arasında adeta bir hat kalmamış demektir.

Kâzım Bey ile Kâşif Efendi’nin habersizlikleri meselesinin bu cihetinde ufacık bir komedi teşkil etti. Şüphe yok ki Frenklerin “trajikomik” dedikleri hem gülünecek hem acınacak bir komedi, bir beliyye-i mudhike! Sezayidil Hanım kocasına Nurullah Bey’in teehhül etmek üzere bulunduğunu haber verdiği zaman delikanlının kendi kızıyla teehhül edeceğine hiç şüphesi olmayan biçare pederin yüreği hoplamış ve parlak bir beşaşetle şu beşareti hüsn-i telakki etmişti. Bir de Nurullah’ın teehhülü Ceylan’la değil, başka bir kızla olduğunu anlayınca o sevinç makusen mütenasip bir kahra tahavvül eyledi. Sezayidil kocasının bu yeisini tadil için: “Hep öyle bekliyorduk ama beklediğimiz gibi çıkmadı. Meğer Nurullah Bey ile Ceylan arasındaki münasebet hakikaten refikane, biraderane bir münasebetten ibaretmiş. Nurullah “Ömrümüzün ahirine kadar Ceylan benim kardeşimdir.” diyor. Ceylan da ona “ağabeyim” diyor. Yekdiğeriyle izdivacı ikisi de istemiyorlar. Artık “kısmet böyleymiş” diyeceğiz.” dediği zaman Kâzım Bey bu sözlere bir diyecek bulamadıysa da zevcesinin şu teminatı üzerine kanaat-ı kâmileyle değil kanaat-i cüziyeyle bile kâni olamadı. Fakat kanaat etmesin de ne yapsın? Kâşif Efendi’yse Kâzım Bey’den daha ziyade safderun olduğundan kendisine yine hemen aynı surette edilen tevile hakikaten inandı. Bu adam malum olan merdümgirizliğiyle beraber hakikaten fikirce pek çok terakki etmiş ve birçok desatir-i ahraraneyle kendisini siyaseten, itikaden, âdeten bayağılık derekelerinden kurtarıp derecat-ı aliyeye vardırmış olduğundan Nurullah Bey’in Ceylan’la ömürlerinin sonun kadar bir münasebet-i refikane ve biraderaneyi muhafaza edegitmek gayretine güldüyse de bundaki çocukcasına ciddiyete inanarak; şaşarak güldü.

Zeliha Hanım görücülük vazifesini ifaya mübaşeretle beraber vekayiin suret-i cereyanından muhibbesi Sezayidil Hanım’ı dahi haberdar eyliyordu. Demek oluyor ki Ceylan’dan da hiçbir şey ketm ü ihfa edilmiyordu. Neden edilsin? Ceylan hadisesi bu iki kadın arasındaki münasebeti zerre kadar ihlal etmemiş ki!

Hatta ilk görücülüğe gittiği zaman Sezayidil’i dahi beraber götürmüştü. Sırr-ı mektumdan Dilşinas Hanım’ın haberi yok ki bu işte kendisine rakip addolunacak bir ailenin müdahalesinden bir ürküntüye duçar olsun. Ceylan bile gidip rakibesini görmek istemiş ve ahvalden hiçbir şey sezdirmeyeceğine inandırmak için dermeyan etmediği teminat kalmamışsa da iki kadın, Zeliha ve Sezayidil yalnız bunu tecviz edemeyerek Ceylan’ın verdiği teminatın hiç birisine havale-i sem-i kabul etmemişlerdir.

Biz inanabilirdik ki Ceylan rakibesini gördüğü zaman bile halinden hiçbir şey hissettirmeyebilsin. Zira vukuatın suret-i cereyanına dikkat ettikçe bu kızın metanetini o kadar ziyade buluyoruz ki hiçbir kadın için tahammülü hayale sığdırılamayan fecayie karşı Ceylan’ın gösterdiği sabır ve sükunu da bir nevi cinnete hamletmekten başka yol bulamıyoruz. Fakat Sezayidil ile Zeliha Hanım’ın Ceylan’a emniyet edememeleri pek hurde-endişane, pek akilane bir hareket olduğuna şüphe edilemez.

Zira Ceylan teminat-ı vakıasına rağmen bu işte bir bozgunluk çıkarıverecek olursa ketm ve ihfası için bu kadar metanetle çalıştıkları rezaleti ayyuklara kadar öyle bir suret-i faciada çıkarmış olurlardı ki facianın bu türlüsüne tiyatro saha-i temaşaları da dar gelirdi.

İşte şu suretlerle Zeliha Hanım Nurullah tarafından tahmil olunan vazife-i maderaneyi hakikaten hüsnü ifayla Nurullah Bey ile Kâşif Efendi’nin Ahdiye Hanım binti Gazanfer Bey’le nikâhları bir yevm-i sadde ve bir cemaat-ı hususiye nezdinde akdolundu. Kâzım Bey ile Kâşif Efendi dahi bu resimde hazır bulundular. Yalnız Sezayidil Hanım hazır bulunmayıp Zeliha Hanım vazifesinin bu cihetini yalnız başına ifa eyledi.

Loading...
0%