Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm-Hafiye

@ahmetmithatefendi

Duçar olmuş bulunduğu ahval-i faciaya mukabil Ceylan’ın gösterdiği metaneti şimdiye kadar pek fevkalade bulduk. Öyle değil mi? Halbuki bu kızın hakayık-ı ruhiyesini güzelce tahkik etmiş olsak bu metaneti yalnız fevkalade değil belki de fevka’t-tabiiye bulabilirdik.

O menhus ilk mülakat üzerine vukua gelen hallerin mesuliyet-i maddiye ve maneviyesini Ceylan kendisi kabul etmiş. Öyle değil miydi? Bu doğrudur. Fakat bu kabulle iktifa etmiş veyahut edecek farz olunursa işte bu doğru değildir. Ve olamaz: Mesel olarak derler ki: “Kanı kanla yıkamazlar, kanı suyla yıkarlar.” Muslihlerin ağzına tamamıyla yakışık alacak bir sözdür. Mer’iyyü’l-icra tutulması temenni olunacak bir düstur, bir kanundur. Bu kanuna her tarafça riayet edilecek olsa ne polise lüzum kalırdı ne jandarmaya; ne müstantike lüzum kalırdı ne mahkemeye; ne prangalara lüzum kalırdı ne darağaçlarına. Fakat bu söz muslihlerin ağzına layık bir sözdür. Erbab-ı intikam için değil.

Erbab-ı intikam için kanı kandan başka hiçbir şeyle yıkamak mümkün olamaz. Bittabi evvel-be-evvel hasmının kanıyla!

Bir cinayet min-gayr-i taammüd ika edilebilir. Tehevvür suretiyle ika edilebilir. Ama bir intikam böyle alınmaz. Taammüdle alınır. Müntakim kendi intikamını almak için pek ziyade tedbirli davranır. Eğer böyle davranmazsa duçar olmuş bulunduğu bir beladan dolayı intikam alayım derken kendisini ikinci bir belaya duçar etmek muhakkaktır.

Evet müntakim mutlaka intikamını alacaktır. Hasmını af için kütüb-i ahlakiyenin değil a kütüb-i semaviyenin vesayası bile fürusiyyet-i tab-ı beşer üzerinde tesir-i tam hasıl edemez. Tam değil, hiçbir şey tesir hasıl edemez. Müntakim eğer intikamından vazgeçecek olursa beceremeyeceği, aciz kalacağı için vazgeçer. Kudret-i intikam kendi elinde olup daha hasmını ezdil ü can affedebilecek kadar ahlakça büyüklük hakikaten nevadirdendir. Nevadirden olduğu için bu ahlak-ı âliye eshabı büyük adamlardan sayılır. Onların büyüklüklerine cihan hayran kalır.

Nevi beşerin bu sınıf-ı mümtazından maada kısm-ı azamı böyle değildir. İntikamından vazgeçmez. Ahzinden aciz kaldığı zaman dahi vazgeçmez. Kanı kanla yıkayacaktır. Eğer müstelzim-i intikam olan beliyye bu kadar büyük belaya-yı müdhişedense onu hasmının kanıyla yıkamaktan kat-ı ümid eylediği zaman kendi kanıyla yıkamak derecesine kadar varır. Avrupa gazetelerinin hemen her günkü nüshalarında bir hatta birden ziyade intiharlar vukuu yazılmakta olup bunlar bir nazarıdikkat, bir fikr-i hikmetle tetkik ve tahkik edilecek olursa görülür ki bir büyük kısmı mücerret intikam yolunda vukua gelmektedir. Bir biçare kızı iğfal etmişler, Avrupa’da bunlar ağlebiyyet-i azimeyle kendi intikamlarını kendileri almaktalarsa da intikamdan aciz kalanları da nadir kalmıyor. Bunlar ne yolda ahz-ı intikam eyliyor? Ya kafasına bir kurşun sıkarak, ya envaı yüzlere varan zehirlerden birini içerek, veyahut kendisini nehre atarak. Buna “kanı kanla yıkamak”tan başka ne mana verilir?

Muhakemeye şu nokta-i nazardan girdiğimiz halde Ceylan’ı tekrar pişgâh-ı tedkik ve tetebbua çekelim. Müthiş kız bir mektubunda: “Sizden ümidimi kesmek benim için hayattan ümidimi kesmiş olmak demek olacağını pekâlâ anlarsınız. Hayattan ümidini kesmiş olan bir biçareye lisan-ı muahezeyi uzatmak hiçbir kimsenin mürüvvetine yakışamaz.” demişti. İşte sözün en doğrusu bu sözdür.

Nurullah’tan ümidini kesmek hayattan ümidini kesmek olması şu cihetten doğrudur ki, Ceylan bu delikanlı yüzünden kendisi için bir hayat tasavvur ve tayin etmişti. O hayat mübeddel-i memat oldu. Ceylan’ın manen hayatına kastedildi, öldürüldü. Bu hal şayeste-i intikam olacak ahvalden değil midir? Bir nazar-ı insafa göre kendini öldüren Nurullah değildir. O halde intikamı Nurullah’a kastla almak doğru olamaz. Hayatından kat-ı ümid eden bir meyus için aradığı intikamı yine kendi hayatına kastla almak lazım gelir.

Acaba Ceylan’da bu insaf var mıdır? Eğer var olsaydı şimdiye kadar muktezasını ifa etmeliydi. Kendi canına kastla meseleyi halledip bitirmeliydi. Böyle olmadı. Bilakis yaptığı işin mesuliyet-i maddiye ve maneviyesine kendisi katlanmak istidadını gösterdi. Nurullah’ın Ahdiye’yle nikâhında bulunmaya kadar müsaade istedi. Vermediler. Pek isabet ettiler. Zira tahammülün bu derecesi tabiat-ı beşeriyenin fevkine çıkıyordu.

Elhasıl işin üzerinden bir hayli zaman mürur eyledikten sonra Ceylan’ın intikam yolunda hiçbir hareket etmemesi ve o beliyye-i uzmayı şey-i gayr-ı mezkûr suretine koyup nisyan-ı mensiya hükmüne duçar etmeye çalışması kendi validesiyle Zeliha Hanım’ın bile inanamamış oldukları bir halken karilerimizin inanabilmeleri kabil midir?

Şu mülahazat-ı mütekaddime bu kabiliyeti ref ve izale eder. Hikâyemizin ileriye doğru meydana koyacağı vukuat validesiyle Zeliha Hanım’daki emniyetsizliğin isabetsizliğini daha şimdiden ispat ederler. Hiç şüphe edilemez ki Ceylan bir müntakimdir. Ya suret-i intikamına

şimdiye kadar karar verememiş veyahut karar vermiş olduğu halde icrasına fırsat bulamamakta bulunmuştur. Nurullah Bey’le münasebeti eski münasebet-i refikane ve biraderane suretinde devam edemedi. Hatta günler geçtikçe aralarında hiçbir münasebet kalmadı. Kâşif Efendi’nin hanesinde Nurullah Bey’e karşı asla müstetir ve muhtecib olmayan Ceylan şimdi o haneye pek seyrek olarak gidiyor. Hem de Nurullah’ın hanesinde bulunmayacağını tahmin ettiği zamanlarda gidiyor. Şayet hilaf-ı ade Nurullah kendi hanesinde bulunacak olsa ona eteğini bile göstermiyor. Delikanlının bıyıkları ucunu bile görmüyor. Nurullah’sa Kâzım Bey’in hanesine hiç gitmiyor.

 

* * *

 

Dilşinas Hanım’ın hanesinde nikâh kıyıldıktan sonra düğün levazımıyla iştigale başlandı. Damat tarafından yalnız bir yüz görümlüğüyle iktifa olunarak ağırlık mağırlık istenmedi. Ahdiye’nin cihazı zaten yarıdan ziyadesi müheyya olup hanesinin mefruşatıysa yüzlerinin tazelenmesinden ve bazı perdelerin yenilenmesinden ibaret bir ihtiyaç gösteriyordu. Nurullah Bey bu haneye iç güveyisi gideceğinden o dahi kendi hanesinde kitaplarını vesair eşyasını düzeltmek ve zevcesinin hanesine götüreceği eşyayı ayırmakla iştigal eyliyordu.

Bu misillü izdivaçlarda Nurullah’ın zevcesi hanesine ilk götüreceği eşya esvap ve çamaşırdan ibaret kalmak tabiidir. Kitap ve evrak gibi şeyler düğünden sonra götürülecektir ki bunları da vakti geldiği anda nakledebilmek için hazırlamaya lüzum görülmüştür. Kendi kütüb ve evrakından birtakımı babasının odasında ve babasının kütüb ve evrakından birtakımı kendi odasında bulunduğundan her iki tarafa ait olan bu şeyler ayrılmak ve yerlerine götürülmek lüzumu dahi bu işe ilave olunmaktadır.

Nurullah Bey’in bu ihtiyatkârlığı bundan on beş sene evvelki hale, yani istibdadın o zamanki derecesine göre bir ihtiyatkârlıktı. Ondan sonra seneden seneye, aydan aya, günden güne artan tazyikat Mülteka gibi kütüb-i kadimenin bile imhalarına lüzum gösterecek derecelerini bulmuş olmasına mukabil ihtiyatın bu derecesini kâfi görebilir miydi? Mübalağaya haml buyurulmasın, okunan Arabi ediyenin manasını anlayanlar meyanında Kunut duasını ve Kur’an-ı Kerim’in bazı ayat-ı celilesini muzır görenler bile vardı. Cevdet Tarihi ve merhum-ı müşarünileyhin Kısas-ı Enbiya’sı da kütüb-i muzırradandı. Binaenaleyh şu kitap ve kâğıt düzeltmesi işini Nurullah Bey eğer sinin-i istibdadın sonlarında görmüş olsaydı hanesinde bir cüz, bir varak bile bulundurmayı muzır ve mühlik görürdü.

Nurullah Bey siyasiyatla iştigali sevmediği cihetle kitapları, kâğıtları içinde siyasiyata müteallik âsâr hemen hiç yoktur. Bu merak pederinde mevcutsa da onun mahiyeti de âsâr-ı siyasiyenin kıymet-i edebiyesine münhasır olup yoksa bir fikr-i siyasiye ittiba suretinde bir merak onda da yoktur. O zamanların ahval-i siyasiyesine göre Kâşif Efendi’yi idare-i zamaniyeye ıttıla meselesi asla heveslendirmez. Neden heveslensin? Öyle bir zamanın en büyük mukbilleri bile ikballerinin zevkini süremiyorlar. Saraylar gibi büyük büyük konaklar, yalılar, köşkler yaptırdıkları halde içinde oturamıyorlar. Bunların kâffesi menfidirler. Nişantaşı gibi bazı menfalara nefy olunmuşlardır. Onların kâffesi mahpusdurlar.

O cennet gibi konaklarından harice çıkamayarak ve hariçten gönüllerinin istedikleri ahbabı celp eyleyemeyerek hafiye, celiye bin enzar-ı tarassud altında hemen hemen ihtilattan memnu gibi bir mahbusiyyet-i daime halindedirler. Nice mezalim ve itisaf semeresi olan servet ve samanlarıyla iftihar ve itminan hislerinden bile mahrumdurlar. İnşagerdeleri olan enbiyeyi bile ne surette kazandıklarını söyleyemeyecekleri bir servetle yaptırarak yalnız bu halle halkın enzar-ı telinine bakıp durmaktayken o servetin kısm-ı mahfi ve mektumunu nasıl ortaya koyabilirler? Bir ruhsat-ı mahsusa olmaksızın her gün gidip gelmekte oldukları yolu tebdile bile muktedir olamazlar. Nerede kaldı ki eyyam-ı tatiliyede canlarının istedikleri yerlere gidip gezebilsinler, kendileri bunca servet ve nimete müstağrak olmuş bulundukları halde henüz gözleri doymayıp daha hangi taraflardan ne yolda itisafatla neler kapabileceklerini düşünmekle daima dilhun olageldikleri gibi kendilerinin kazandırdıkları vesait-i habise dahi doymak bilmeyerek gittikçe artan bir tamahla efendilerini tazyik edip duruyorlar. Başbelası olmak üzre yalnız bunların vücudu kâfi görülmez mi?

İşte şu müşahedat ve mülahazat Kâşif Efendi’yi ikbal aramak heveslerinden men ettiği gibi bu ahval-i elimeyi nazar-ı hamiyetle görüp ref-i mevcudiyetleri imkânını aramakla meşgul olan fırka-ı salihaya dahi iştirak edemiyor.

Hiçbir ümidi yok ki iştirak edebilsin. Edna bir şüpheyle kendisi dahi bir tarafa atılarak bunca ahlara, eninlere bir de kendisinin ah ve enini munzam olmasında hiçbir menfaat bulamıyor. Binaenaleyh başının selametini kendi evceğizi içinde bulup fakat cemiyat-ı beşeriyeden hiçbirisinde ve hiçbir zamanda görülmemiş olan bu ahval-i facianın beğenilecek hiçbir yerini bulamayarak ömrünün sonuna kadar kendi haline katlanmak suretiyle hanesi içinde çürümeye nefsini mahkûm eylemiştir.

Bu hale dair aralıkta bir oğluyla musahabata da girişiyor: “Aman oğlum ne ablana ne bana acıma! Kendine acı, gençlik ve vatanperverlik hasebiyle göze aldıracağın fedakârlıktan vatan için hiçbir menfaat ve selamet bekleme. Hakikaten hamiyyetin varsa kendini koru, teakub-i vukuata hanenin içinde muntazır ol. İhtimal bir gün gelir ki Nurullah gibi gençlere hatta Kâşif gibi ihtiyarlara da hizmet-i vatan için lüzum görülür. O zaman geldiğinde bizi menfalarda bulacağına İstanbul’da bulsun. Vatanperverliğe daha ziyade muvafık olan hareket budur.” mukaddematıyla bütün tahayyülat-ı siyasiyesini söylüyordu. Nurullah dahi hakikaten bu fikirde bulunduğu için pederine teminat-ı lazımeyi itadan geri durmuyordu.

Şu izahatı vermekten maksadımız anlatmaktır ki gerek babanın ve gerek oğlun kütüb-i evrakı içinde bilahare başlarına bela olacak gibi şeyler hemen de hiç yoktu. Zira bunlar o zamana kadar haneler basıldığına ve kütüb ve evrak kaldırıldığına dair birçok vukuat dahi işitmiş olduklarından bu cihetçe dahi müteyakkız bulunuyorlardı. Binaen ala zalik Nurullah Bey kitaplarını yerleştirdiği ve evrakını düzelttiği esnada yalnız kendi evrakı meyanında değil babasının evrakı meyanında mahza kıymet-i edebiyeleri için bulunabilen bazı şeyleri dahi yırtmış ve ateşte yakmıştır.

 

* * *

 

Şu iki fıkra-i sabıkanın mütalaalarından kari ve karielerimize malum olmuştur ki bir taraftan düğün hazırlıkları ilerlemekteyken diğer taraftan Ceylan dahi fikr-i intikama vüsat vermekteydi. Gelinin, Ahdiye Hanım’ın izale-i vücudundan başlayarak Nurullah Bey’in izale-i vücuduna kadar bir parlak intikamın her cihetini düşünmekteyken biraz sonra bu düşündüklerini yine kendisi beğenmeyerek kararını geriye almaktaydı. Mesela Ahdiye Hanım’ın izalesine katiyen karar verdikten sonra fikr-i intikamındaki şu şiddet-i vahşiyane itidal kesp ettikten sonra: “O biçare öksüz kızcağızın ne kabahati var ki? Nuri’yi benim elimden o almamıştır ki! Hikâyemizden haberdar olsaydı mutlaka bu izdivaca razı olmazdı. Keşke vaktiyle düşünerek şunlara hiç olmazsa imzasız… Hayır! Hatta imzalı bir tezkireyle vukuatı haber verseydim pazarlık mutlaka bozulurdu.” diye o kararı terk ettiği gibi biraz sonra fikrine bir inkılap daha gelerek: “Bu pazarlık bozulsa bile bana ne faydası olacak? Nuri, Ahdiye’yle olmazsa bir başkasıyla yine izdivaç edebilir.” diye fikrini bütün bütün tebdil eyliyordu. Nurullah’ın izale-i vücudu için verdiği karar-ı katiyi de yine buna yakın hesaplarla tebdil ve terk ediyordu. Nuri’nin vücudunu kaldırmak pek kolay bir şey. Kendi hanesinde kendi odasına vehleten hücum ederek delikanlının göğsüne bir bıçak sokmaktan kolay ne var? O halde hem Nuri bir daha iadesi kabil olmamak üzre izaa edilmiş olacak ve hem de kendi yakası kanunun demir pençe-i adaletine geçecek. Bu tertiplerin hiç birisini beğenmiyordu.

Düğün tedarikatı hitama erdi. İcap eden yerlere okuyucular gittiler. “Okumak” kelime-i Türkiye’sinin “davet” manası için şu düğün davetçiliğinden başka mahall-i istimal kalmamıştır. Fakat kadınlarımız bu “okuyuculuk” kelimesini istimal ederler de bunun Türkçe manası “davetçilik” demek olduğunu hatırlarına bile getiremezler. Düğüne edilen davet çarşamba akşamı kına gecesine, perşembe günü yüz yazısına ve cuma günü dahi paçaya davet olunmak suretindeydi. Alelusul Sezayidil Hanım dahi davet olunmuş ve Ceylan’ın bu düğüne gidemeyeceği muhakkakattan bulunmuşsa da Ceylan zahir halinde ne kıskançlık ne husumet hiçbir eser-i teessür göstermediği halde içinden: “Cuma günü paça ha? İşte bu paça olmayacak. Kaymağı kimse yiyemeyecek!” diyor ve bu sözlerin mütekellimi gibi muhatabı da kendisi olarak söylediği söze tamamıyla inandığından kalben daha şimdiden bir mahzuziyet-i müntakimane hissediyordu.

Dilşinas Hanım’ın kına gecesini romanımızın birinci kısmında gördük. Zeliha Hanım dahi oraya davetliydi. Bu akşam bazı arkadaşlar Nurullah Bey’i de bir musahabeye davet etmiş bulunduklarından Kâşif Efendi hanesinin hemen boş olması Ceylan’ın öteden beri hesap ettiği fırsatı hasıl eyledi. Müntakim kız daha o gün gündüzden kendi babasının kitap odasına girerek birtakım kütüb ve resail ve evrakı büyücek bir torbaya yerleştirmişti. Bu kitapların, bu resail ve evrakın ne mahiyette şeyler olduğunu anladınız ya? O zamanlara göre kâmilen muzır görülen şeyler. Evvela Kemal Bey merhumun âsârı ki bire kadar kâffesiâsâr-ı muzırra ve memnuadan! Saniyen Ziya Paşa’nın Girit Zafernamesi, Harabat’ı filanı. Harabat, Arabi, Farisi, Türki âsâr-ı eslaftan ibaret bir mecmua olmak hasebiyle Ziya Paşa’nın eseri addolunamaz ve onun yalnız bir mukaddimesi olup bunda da politikaya dair bir kelime bile bulunamazsa da memnuiyeti için Ziya Paşa namına mensubiyeti kâfi değil midir? Ta Şinasi zamanında toplanmış Tasvir-i Efkâr koleksiyonundan alınız da Kemal ve rüfekasının Avrupa’da neşrettikleri Muhbir ve Hürriyet koleksiyonlarına varıncaya kadar hep torbaya girdiler. Bilahare Ahmet Rıza Bey’in, Murat Bey’in vesair Jön Türklerin Avrupa’da, Mısır’da neşrettikleri gazeteler dahi torbaya girdiler.

Bu torbanın muhteviyatından başka Ceylan’ın öteden beri hazırlamakta olduğu yedi sekiz mektup dahi ayrıca bir paket olarak koynundaydı. Bu mektuplar taşradan Nurullah Bey’e gelmiş olmak üzere kendisi tarafından tertip olunmuş ve bazı komşu çocuklarına veyahut bazı hücra yerlerde dükkânları olan fakir arzuhalcilere tebyiz ettirilmişti. Muhtevi oldukları şeyler nelere dair olduklarını sormak icab etmez ya? O besbelli hep politika fesatlarına dair. Hatta bazıları da güya Nurullah Bey tarafından evvelce yazılmış olan mektuplara cevap yolunda kaleme alınmıştır.

Ceylan bunları bu surette tehyie eyledikten sonra torbayı Kiryaku’ya yükletip Kâşif Efendi’nin hanesine naklettirdi. Orada kütüphanenin alt dolaplarına suret-i muntazamada yerleştirip koynundaki mekâtib zarfını da şöyle kolayca görülebilecek bir vaziyette oraya koydu. Bu işi görüp de kendi hanesine avdet için ayağa kalktığı zaman oda içinde etrafına bakarak: “Cuma günü de paça ha! İşte bu paça olamayacak.” diye o kadar mutmainane bir surette güldü ki her zaman zeki çehresine o kadar zinet veren bu tebessümü şimdi görseydiniz dehşetinden ürkerdiniz.

Hanesine avdeti müteakip Ceylan Kiryaku’ya bir mazruf mektup daha verdi. Onu da semte yakın bir hanede sakin olan Feyzullah Bey’in hanesine gönderdi. Kiryaku’ya: “Hanenin kapısını çaldığın zaman ilk her kim çıkrasa bu mektubu eline tutuşturursun. Sen de hemen dönersin. Kim gönderdiğini soracak olurlarsa bilmediğini söylersin. Her halde onlar mektubu okumazdan evvel sen bırakır gelirsin. Anladın mı, bu mektup Kâzım Bey’in uşağı Kiryaku tarafından geldiğini hiçbir kimse bilmeyecek. Sonra senin de, bittiğin gün, benim de!” tenbihatını tekrar tekrar tefhim eyledi ki Kiryaku zaten hanenin emekdarı olup bu yoldaki umur-ı mühimmenin acemisi olmadığından bu vazifeyi hüsn-i ifa edeceğine hiç şüpheniz olmasın.

 

* * *

 

Şimdi anlaşıldı ya? Dilşinas Hanım’ın hanesinde kına gecesi yapılırken Ceylan asıl kendi odasında düğün bayram yapmakta olup biçare Nurullah’sa gittiği haneden kendi hanesine gelip odasında yattığı halde bu odada kendi mahvının esbabı mükemmelen tehyie edilmiş olmasından hiçbir haberi yoktu. Yarın ki perşembe günü kendisi için husulü artık mertebe-i tahakkuka varmış olan mesudiyeti bu gece hülya ederek pek tatlı bir uykuya varmıştır.

Ertesi gün Keşkekçilerbaşı’ndaki düğün evinin yüz yazısı münasebetiyle neler olduğunu biliyoruz.

O akşam damadın zuhur etmemesi üzerine Kâşif Efendi’nin de oraya gelip Dilşinas Hanım’la hasbıhal ettikleriesnada Kâzım Bey’in hanesinde de Sezayidil ve Ceylan’la Kâzım Bey arasında bir hasbıhal vukua geliyordu. Bu hasbıhale Ceylan kendi başına gelenleri babasına anlatmaktan başladı. Biçare Kâzım Bey alafrangameşrep bir adam olmakla beraber kızından işittiği şeyleri hangi havsalasına sığdırabileceğini bilemeyerek çıldırasıya hayretlere duçar oluyorsa da Ceylan: “Metanet babacığım metanet! Hikâyenin asıl mucib-i hayret olacak yerine henüz gelmedik. Annem başıma gelen bu halleri size vaktiyle haber vermiş olsaydı şimdi bu uzun hikâyeyi benim nakletmeme lüzum kalmazdı.” sözleriyle babasının nazarıdikkat ve ehemmiyetini bundan sonra olacak işler tarafına celp eyliyordu. Diyordu ki:

“Kabahatlerin hepsi bana ait olmakla beraber benim halimde bulunan bir kızın ağlamaktan başka medar-ı tesliyet bulamaması ve intikamsız bu belaya katlanması kabil olamaz. O intikamı Ceylan veyahut Nurullah Bey’i öldürmek suretiyle almayı da düşündüm. Lakin o zaman rezalet ayyuka çıkacak, sizin namusunuz dahi berbat olacak. Bense sessiz sedasız bir intikam ettim ki kimsenin hayatına kasdolunmadığı halde sizin namusunuz dahi mahzuz kalacak.”

Söz bu sureti bulunca Kâzım’ın da, Sezayidil’in de gözleri çeşmhanelerinden fırlayıp o sessiz sedasız intikamın neden ibaret olduğunu anlamaya sabırsızlık gösteriyorlardı. Ceylan dedi ki:

“Tahminlerim doğru çıkarsa bu akşam Nuri Bey tevkif olunur.”

Sezayidil “Ne diyorsun Allah’ı seversen?”

Ceylan “Bu akşam Nurullah Beyefendi tevkif olunuyor diyorum. Anlatamadım mı? Eğer daha evvel tevkif olunmamışsa.”

Kâzım “Allah Allah! Ne işitiyorum.”

Ceylan “Daha neler işiteceksin. Kezalik bu akşam da Kâşif Efendi’nin hanesi basılarak Nurullah’ın evrak-ı muzırrası zapt olunacak.”

Kâzım “Benim bildiğime kalırsa Nurullah’da evrak ve âsâr-ı muzırra yoktur.”

Ceylan “Benim muhakkakan bildiğime göre dolap dolusu evrak-ı muzırra vardır.”

Sezayidil “Bunun katiyen ihtimali yoktur.”

Ceylan “Ya ben kendi elimle koymuş, yerleştirmişsem?”

Kâzım “Bu ne Allah’ı seversen, bir tiyatroda dram mı temaşa ediyoruz.”

Ceylan “Ne taaccüp ediyorsunuz? Dram temaşa ediyorsunuz zahir! Tiyatroda temaşa edilen dramlar yalancıktan şeylerdir. Şimdi şurada dramın gerçeğini temaşa ediyorsunuz.”

Sezayidil “Kız sen evrak ve âsâr-ı muzırrayı nereden buldun da götürdün koydun. A! Korkarım…”

Ceylan “Hiç korkma.”

Sezayidil “Sen bugün babanın odasında bir şeyler karıştırıyordun.”

Kâzım Bey’in rengi attı. Ceylan söz arasındaki silsileyi hiç bozmayıp bir cesaret-i mecnunane ve küstahaneyle sözünde devam eyledi:

“Evet babamın kitap odasında ne kadar âsâr ve evrak-ı muzırra vardıysa hepsini oraya naklettim. Çünkü ben zaten bu âsâr-ı muzırranın evimizde bulunmasını istemiyordum.”

Kâzım biraz hiddetlendi. Bir tavr-ı tekdirle: “Senin ne vazifen? Sen benim işlerime ne karışıyorsun?” dediyse de hiç Ceylan bu tekdirlerle mülzem olur mu? Babasının yüzüne öyle bir bakışla baktı ve öyle bir gülüşle güldü ki Kâzım Bey bundan adeta ürktü. Ceylan dedi ki:

“Ne vazifem mi? Neden mi karışıyorum? Yarın sizi de Hint’e, Yemen’e sürecek olurlarsa bizim halimiz ne olur? Evin içinde dinamit cephanesi saklar gibi o tehlikeli şeyleri saklamakta ne mana var? Ocakları söndürülmüş hane ne kadar istersin? Eşden dosttan bir eski entari, hatta bir lokma ekmek dilenmek derecelerine gelmiş ne kadar aile istersin? Bizim de o hale girmekliğimize siz razı olabilirseniz biz razı olamayız.”

“Kızım sen kendi başını belaya soktuğun gibi benim başımı da mı belaya sokmak istiyorsun?”

Ceylan “Bilakis! Belayı üstümüzden atarak onun yerine mükafatlara nail olmak istiyorum. Ben doğmazdan evvel … kâhyasıymışsınız. Bundan sonra dahi eğer kovmazlarsa ömrünüz olduğu kadar o işten başka bir makama geçemeyeceksiniz. Ben bir tertip kurdum ki hem Nurullah’tan intikamımı alayım, hem sizi bu âsâr-ı muzırra tehlikesinden kurtarayım, hem de bu yoldaki hidemat-ı sadıkaneleriyle nail-i mükafat ve nimet olanlar gibi biz de refaha nail olalım.”

Kâzım Bey hâlâ bir şey anlamıyordu. Alık gibi şaşkın şaşkın bir tavırla kızının yüzüne bakıyordu. Ceylan’sa müthiş bir tavr-ı küstahaneyle sözünde devam ediyordu:

“Ne kadar muzır kitap, risale, gazete koleksiyonu, perakende gazete, el yazısı âsâr-ı edebiye-i siyasiye varsa cümlesini Nuri’nin odasına götürdüm. Sizin yazınızı tamamıyla taklit ederek bir de jurnal yazıp Feyzullah Beyefendi hazretlerine irsal ettim.”

Kâzım “Ne yaptın? Ne yaptın?”

Ceylan “Serhafiye Feyzullah Efendi hazretlerine gönderdim.”

Kâzım “Canım sen gerçekten çıldırdın mı? Başımızı ateşlere…”

Ceylan “Hiç çıldırmadım. Başımızı devletlere, saadetlere nail edecek bir tedbirde bulundum. Jurnale de sizin imzanızı koydum.”

Ey artık bunun üzerine Kâzım Bey’in havfı hiddete ve hiddeti de azim bir hayrete karışarak o anda nüzul isabet etmediğine şaşılacak bir hale geldi. Biçare Sezayidil, kocasının bu halinden dolayı azim telaşa duçar oldu. Fakat Ceylan’da hiçbir fütur görülmüyor. Babasının şu haline biraz acıyarak bir iki dakika kadar biçare adamcağıza gözlerini diktikten sonra yine söze bıraktığı yerden başladı:

“Korkmayınız bey babacığım, hiçbir tehlike yoktur. Havfla telaşla tehlikeyi siz kendiniz davet ederseniz o zaman mesuliyet sizde kalır. İmza ettiğiniz jurnal yalan değil ki. Nurullah’ın hanesini aradıkları zaman boşa çıkılmayacak ki.”

Kâzım “Canım zavallı delikanlıya yazık olmayacak mı?”

Ceylan “O benim intikamım. O mürüvvetsizi öldürseydim mi yazık olmayacaktı. O zaman beni de prangaya atsalar mıydı daha iyi olacaktı? Yoksa yeis ve nevmidiyle ve başka türlü intikamın yolunu bulamamakla kendime kıymış olsaydım mı iyi olacaktı?”

Sezayidil “Aman Yarabbi, esmayı üzerimize sıçratıp da...”

Ceylan “Bak bu çok mümkündür. Birtakım zünun-ı batılayla havf ve telaşa kapılacak olursanız esmayı üstünüze sıçratmış olursunuz. Benim tertibim veçhile hareket ederseniz ben Nurullah’tan haklı olduğum intikamımı en ehven bir surette almış olurum. Siz dahi bu hizmet-i sadıkanenizin mükâfatına nail olursunuz.”

Kâzım “Hangi hizmet-i sadıkanenin a kız? Hafiyeliğin mükâfatını mı?”

Ceylan “Hafiyelik! Fesat aleyhine hafiyelik bir sadakattir. Fesat münteşir olup da ortalık hercümerç olursa bunu mu sadakat sayacağız? Bak polis lisanında bu yoldaki hizmet erbabına ‘esdıkadan’ diyorlar.”

Kâzım “Biz şimdiye kadar bu yollara alışkın mıyız?”

Ceylan “Evrak ve âsâr-ı muzırrayı evimize doldurmaya alışmak bundan daha kolay mıydı? Bundan daha az tehlikesiz miydi?”

Bu tarafta şu muhavere-i acibe ve garibe akşamın saat birinden sonraya doğru devam ededursun, diğer tarafta tamam bu saatte Kâşif Efendi’nin hanesine polis nazil olmuştu. Biçare Kâşif Efendi Dilşinas Hanım tarafından edilen davet üzerine güya oğlunun güveyi taam ve namazında bulunmak için çıkmış olduğu cihetle hanesinde mevcut olmadığı bir zamanda hanesi basılmıştı. Zeliha Hanım dahi düğündeydi. Evdeki bir hömücük uşakla bir ihtiyar Arap cariyeden Nurullah Bey’in odasını öğrenerek doğruca oraya gittiler. Pek çok aranmaya taranmaya da lüzum görmeksizin kütüp ve resaili de, zarf içindeki mektupları da buldular. Başka yerde kitap ve kâğıt bulunup bulunmadığını Arap cariyeden sorarak cariye kendilerini büyük efendinin odasına da götürdüyse de oradaki kütüb ve resaili bulduklarında memnuattan hiçbir şey bulamadıkları cihetle cümlesini ala halihi terk eylediler.

Polisin işbu taharriyatı bir buçuk iki saat kadar devam etmişti ki işin son dakikalarında Nurullah Bey zaptiye nezaretine giderek oğlunu aradığı halde meyusen avdet eylemişti. Hanesine muvasalat ettiği zaman polisin nüzulü haberini alarak hele oğlunun odasından birtakım kitaplar, kâğıtlar kaldırılıp götürüldüğü haberini de alınca başlarına gelen belanın büyüklüğü o zaman olanca dehşetiyle nazar-ı havf u haşyeti önünde tecessüm ederek: “Eyvah! Demek oluyor ki Nurullah’ta âsâr-ı muzırra ve memnua da varmış. Ah! A çocuk! Sana bin kere nasihat vermiştim ki...” diye zavallı ihtiyar ağlamaklı olmuştur.

Biçare Nurullah’a gelince: Berber dükkânında tevkif olunduğu zaman doğruca bab-ı zabtiyeye götürülerek üstü başı yoklandıktan ve silah falan bulunmadığı için yalnız fazla parası alındıktan sonra “Mer’iyyü’l-hatır” dairesi denilen ve güya mücrimin-i adiye yerlerinden daha mümtaz ve muteber olan dairede bir küçük odaya konmuştu. Gerek yolda araba içinde ve gerek bu odaya konulduğu esnada: “Canım arkadaş! Beni ne gibi bir töhmetle tevkif ediyorsunuz?” sualine manidar tebessümlerle: “O! Bu suali biz size sormalıyız. Elbette siz kendinizi bizden iyi bilirsiniz.” cevab-ı müstağniyanesini alınca: “Vah arkadaşlar ben kendimde tevkif ve hapis olacak bir hal göremiyorum.” demişse de polisler tebessümü dıhk derecesine vardırarak: “Hepsi de tıpkı sizin dediğiniz gibi diyorlar. Şimdiye kadar yüzlercesini gördük,” cevabıyla biçareyi susturmuşlardır. O gün akşama kadar Nurullah Bey’e hiçbir kimse tarafından hiçbir sual sorulmadı. Sabahtan beri hiçbir şey yememiş olduğu için midesi bomboşsa da canı hiçbir şeyi istemiyor ki! Akşamdan sonra açlık artık bütün bütün canına kâr ettiğinden kapı haricinde bekleyen jandarmaya: “Birader! Acaba biraz yiyecek tedariki mümkün müdür?” diye sorup da heriften: “Parasıyla olduktan sonra her şey mümkündür,” cevabını alınca çıkarıp eline bir çeyrek verdi. Bir sardalya salatası sipariş eyledi. Sirkeli olmasını ve sirkesi bolca konulmasını tenbih etti ki hâlâ hiçbir şey istemeyen canına belki şu ekşili salatayı kabul ettirmek ümidindeydi. Salata gelince yemeye başladı. Bir de öte tarafta güveyi yemeği hazırlanmış olduğunu derhatır edince artık bütün metanetini kaybederek sakinane bir surette gözlerinden yaş boşanmaya başladı. Bu aralık jandarma neferi elinde bir yastık ve bir de yorgan olduğu halde odaya girip odanın bir tarafını işgal eden minderin köşe tarafına yastığı koydu. Biraz aşağısına da yorganı örtünebilmek üzere katlayarak güya bir yatağın ayak ucuna koyuvermiş gibi koydu. Ahdiye Hanım’ın yatak odasına mukabil bir yatak ki bunu temaşa eden Nurullah’ın gözyaşları arttıkça artmamak kabil olabilir mi?

Nurullah başına gelen bu belanın nereden geldiğini düşünüyor, pek çok düşünüyor ama bir türlü bulamıyor. Kendisine Ceylan’dan veyahut onun anasından babasından başka müntakim olabilecek hiçbir hasım yok. Fakat bunlar tarafından niyet-i intikama dair zerre kadar bir emare görülmemiş olduğundan bu iş onların işi olabileceğine mümkün değil ihtimal veremiyor. Bunlardan başka da hiçbir kimse hatırına gelmiyor.

Bu akşam dahi mevkufa hiçbir şey soran olmadı. Gecenin saatleri birer birer geçiyor. Ömürden mürur eden bu saatleri dışarıda merdiven başındaki eski bir çalar saat tadat ediyor. Ve ettiriyor. Fakat Nurullah’ın gözlerine uyku takarrüp etmiyor. Nasıl takarrüp edebilsin ki zihni müsterih olsa bile yatak namını gasp etmiş olan o minder üstüne göz attıkça midesi bulanıyor. Bütün ömrünü naz ü naim içinde geçirmiş olduğu gibi bilhassa bu geceyi ömründe hiçbir geceye makis olamayacak bir nimet-i uzma halinde geçirmeye namzet olan zavallı Nurullah şu minder üzerinde nasıl yatabilir?

Maahaza gecenin nısfından sonra artık baygınlık nevinden bir hal biçareyi o minder üstüne yatırdı. Mendilini çıkarıp mahut yastığa örtü olmak üzere serdiyse de yorgan için hiçbir çare bulamayarak onu bir tekmeyle minderin öteki ucuna attı. Yalnız potinlerini ve fesini çıkarıp baki esvabı üzerinde olduğu halde uzanmıştı. Gözyaşlarına boğulurcasına bir hayli mücahedeye daha cebr-i nefs etmekte bulunduğu esnada kendini kaybeyledi. Sanki uyudu. Bu hal keşke gerçekten bir baygınlık olsaydı! Bari hiçbir ıstırap duymazdı. Halbuki bu bir kabustu. Hatta kabustan da besbeterdi. Aman Yarabbi ne korkulu rüyalar görüyordu. Kaçmak istiyor, koşamıyor. Arkasına yetişiyorlar. Öldürecekler. Keşke öldürseler de kurtulsa ama öldüremiyorlar da! Her birkaç dakikada bir kere yerinden fırlıyor. Fakat o baygınlık derecesindeki halle adeta ihtizar halinde bulunan hasta gibi yine kendisinden geçiyor.

Ertesi sabah babası tekrar gelip oğlunu aramışsa da Nurullah’ın haberi yok. Kimse gelmemiş, kendisini aramamış zannıyla müteessir olmuyor. O biliyor ki babası, hatta Abdüllatif Efendi ve Kâzım Bey bile gelip aradılar. Hele Kâzım Bey ki fikr-i ahraraneye inhimakından dolayı böyle bir mağdur bilkülliye yabancısı bile olsa gider, arar, vazife-i hamiyeti ifa eyler. Vakıa Ceylan maddesinden müteesir olmaması kabil olamazsa da hamiyetli adamların halleri başkadır. Bir biçarenin kaza nevinden bir musibete uğramasıyla intikam etmezler. Nurullah bunların hepsini düşünüyor. Hepsi gelmişlerse de kendisiyle görüştürmezler. Bunu da biliyor.

Eğer kendi aleyhine verilmiş olan jurnal doğrudan doğruya “Kâzım” imzasıyla verilmiş olduğunu bilse kim bilir ne kadar şaşacak ne kadar müteessir olacak. İntikamda bu derece-i şiddete kadar vardığı için değil! Öyle hürriyetperest olan bir adamın bu hafiyelik alçaklığına tenezzül eylediği için şaşacak. Kendisiyle kaç defa mubahase etmiş. Kendi babası Kâşif Efendi mesail-i ahraranede ne kadar muhterizse Kâzım Bey’i bilakis o nispette mütecasir bulmuş. Kâzım kadar bir hürriyetperest dahi casus olursa, aman Yarabbi, artık casus olmadık kim kalır?

Mülahazası şu sureti bulduğu zaman Nurullah biçaresi Kâzım Bey’in hanesinde ana babayla kız arasındaki muhavereyi işitmiş olsaydı kim bilir daha ne hallere girerdi. İhtimal ki sadmenin bu derecesine tahammül edemeyerek helak olur giderdi.

Bu muhaverede Sezayidil Hanım’ın mütelaşiyane ve haifane sözlerine ne kocası ne kızı hiçbir ehemmiyet vermeyip asıl cidal babayla kız arasında cereyan ediyordu. Kâzım Bey, Nurullah’ın hüsn ü zannına hakikaten layık bir adamdı. Lakin “idi” şu an için bu liyakat hükm-i maziye intikal etmiş sayılmak lazım gelir.

Evet hamiyet bir hamiyet-i ciddiye olsa ve ulüvv-ü cenabı da o hamiyete layık bulunsa hemen zaptiye nezaretine koşarak her hakikati meydana koymak lazım gelir. “Romantik” usulünde hikâyeler tertip eden bir muharririn intihabgerdesi olacak kahraman asıl böyle olur. Kahramanlıkta beşeriyetin fevkine kadar çıkar. Zaten beşeriyetin fevkine çıkmadıkça kahramanlık olamaz. Masumiyet, melekiyet derecelerine yaklaşır. Fakat sanatını mümkün mertebe tabiiyyat dairesi dahilinde icra eden bir romancı için tabiat ve hakikat âleminde değil a hayal âleminde bile böyle bir kahraman pek nadir bulunur. Madum nevinden bir nedret! Her halde bizim Kâzım Efendi romantik bir romanda tahayyül olunabilecek bu alü’l-al kahramanlardan olmadığını kendisi de gördü. Sabahlara doğru uykuyu, rahatı kaybeylediği bu gece şu duçar olmuş bulundukları belayayı birer birer nazar-ı tedkikten geçirerek ve hangi tarik-i tedbire baş vuracak olsa vasıl olacağı müntehaları yegân yegân tetebbu ve muhakeme eyleyerek zihninde bir nokta-i karar bulabildi. O nokta dahi zuhurata muntazıran sükût noktası.

Haydi kalksın, derhal zaptiye nezaretine koşsun. Her hakikati meydana koysun. Evvel-be-evvel menhus kızının rezaleti meydana çıkacak. Bir babayı hayatından bizar etmek için yalnız bu bela kâfi değil midir? Badehu Nurullah Bey’in hanesinde zuhur edecek ve etmiş olan âsâr-ı muzırra kendi hanesinde müctemiydi de oradan delikanlının odasına naklolunmuştu. Bu âsâr-ı muzırranın kendi hanesinde ne işi vardı? Vakıa meratib-i âliyede bulunan hafiye güruhu için bu gibi âsâr-ı muzırrayı kendileri tedarik ve cümle mahvedecekleri biçarelerin hanelerinde hatta ceplerine koymak dahi bu nazik sanatın bir cihet-i hakikiye-i mühimmesini teşkil ediyorsa da kendisi meratib-i aliye değil a henüz meratib-i safilede bir hafiye olmak üzere dahi tanınmış değildir. İşte Ceylan’ın esmayı kendi üzerlerine sıçratacaklarını dermeyan eylemiş olduğu nokta dahi bu noktadır.

Ertesi sabah, yani cuma günü, biçare Kâşif Efendi bedbaht oğlu hakkında bir akıl danışmak, bir tedbir kurmak için Kâzım Bey’in hanesine gitti de beyi uykuda buldu. Kendisini Ceylan istikbal ederek sebeb-i ziyaretini anladığı zaman: “Beyefendi amcacığım! Cümlemizin müşterek olduğumuz şu felaketin tesiriyle bey babam sabaha kadar uyuyamamıştı. Validem de! Ben de! Şimdi uyandırsam bile o sersem kafayla…”

Kâşif Efendi kızın lakırdısını keserek: “Anladım hanım kızım anladım! Adamcağızı rahatsız etmeyelim. Zaten danışsam da bana ne akıl verecek? Şaşkınlığımdan, ne yaptığımı bilmeyerek geldim taciz ettim,” diye avdete mecbur oldu. Ceylan: “Acele ediyorsunuz efendi amcacığım. Oturunuz, size bir kahve takdim edeyim,” diye bir eser-i nezaket gösterdiyse de Kâşif Efendi: “Gidecek yerlerim, görecek işlerim var kızım. Teşekkürler ederim,” diye kahve için de kalmayıp çıktı gitti.

Aman Yarabbi bu kızdaki metanet hakikaten akıllara hayret verecek dereceyi de geçiyor. Bacak kadar bir afacan karşısındaki kır sakallı, felaketzede bir babaya şu sözleri söylerken güya kendisi de hakikaten müteessirmiş gibi söylüyor. İntikam hususundaki muvaffakatına derunundan sevindiği ve kadınların tabirince yüreği yağ, kaymak bağladığı halde o kazibane teellümünü o kadar güzel uyduruyor ki tiyatrolarda en büyük hünerle maruf olan sanatkarlarda taklidin, tahkike bu kadar tağyir-i ümid olunamaz.

Evet Ceylan şu intikam hususundaki muvaffakiyetinden dolayı pek ziyade mahzuzdu. Yalnız babası tarafından biraz endişesi vardı. Vakıa Kâzım Bey’in tereddütlerini izale için neler söylemek, ihafe ve ıtmaın her türlüsünü temin için ne kadar melanette bulunmak lazımsa hiçbir noksanını bırakmamışsa da babasından henüz mucib-i itminan olabilecek kati bir söz alamamıştı.

Öğleye yakın bir zamanda babası Kâzım Bey uykudan uyandığı zaman Ceylan öyle hatırlara gelebileceği veçhile hemen babasının yanına koşuvermedi. Beyefendinin kahvesi filanı gitti. Ceylan babası kendisini çağırmasına muntazır bulunuyordu. Tahmini doğru çıktı. Yarım saat sonra Kâzım Bey kızının odasına geldi. Zevcesini de oraya çağırıp familya arasında iltizam olunacak tarik-i tedbiri müzakereye başladılar. Kâzım söze: “Ceylan! Sen kendin için bir bela, bir musibet olmak üzere yetişmiş bir kız çıktın! Dur hemen üstüme saldırma. Dinle! Keşke seni o… daireye hiç yaklaştırmasaydım! Allah bizim belamızı melun alafranga yüzünden vermek için çeşm-i basiretimizi bağlamış da… Kızım orada alafranga bir terbiye alıyor diye beni sevindirmiş. Şimdi de işte böyle kan ağlatıyor. Evet kendin bir bela, bir musibet olmak üzere yetişmiş bir kız çıktın! Fakat o musibet yalnız kendinde kalmadı. Keşke yalnız kendinde kalsaydı. O faciayı oynadığın gecenin ferdasında yahut Nurullah’tan bihakkın cevab-ı red aldığın anda kendini gebertseydin de kendi musibetin yalnız kendinde kalsaydı. Ceza-yı amelini bulmuş olurdun. Lakin şimdi bela ve musibet taammüm etti. Bizi de mahvettin, Kâşif Efendi ailesini de, biçare Dilşinas ailesini de! Cihet cihet cani bir melunsun!” mukaddimesiyle giriştiği zaman Ceylan derhal mukabele için birkaç defa yerinden fırlamışsa da babasının bir tavr-ı tehdidkâraneyle meninden ziyade şu sözlerin bir mukaddime, bir medhal olduğunu derhatır ederek asıl neticeye muntazır olmaya lüzum görmüşdü de onun için sükutu ihtiyar eylemişti. Kâzım’sa kızının bu sükûtunu yılgınlığa hamlederek söyledikçe cesaretini arttırıyordu. Binaenaleyh mukaddimesini bitirdikten ve onun haricinde birkaç defa daha Ceylan’a lanetler okuduktan sonra şu duçar oldukları beladan üç familyanın bari birisini, kendi ailesini kurtarmak yine akıl kârı sayılacağını dilinin dönebildiği kadar hâkimane cümlelerle beyan edince Ceylan bir hissi galibane ve muzafferaneyle derin derin nefesler almaya başladı.

Kendi ailesini bu musibet-i facianın her türlü serpintisinden, sirayetinden kurtarmak için de bu sırrı kimseye faş etmemek, ketm ve ihfa-yı musibete son dereceye kadar cehd ve ihtimam göstermek lazım geleceğini Kâzım Bey söylediği zaman artık Ceylan’ın itminan ve memnuniyeti son derecelere vardıysa da babasının bu kararını takviye için bile sözü uzatmak istemedi. Pederinin o hâkimane, nasıhane sözleri mukabilinde o kadar mütenassıh, o kadar müteessir, o derecelerde mağlup, makhur görünüyor ki şu anda mahvını temenni eylemekte bulunduğuna inanmak lazım geliyor. Ah muktedir olabilse de gözlerinden birkaç damla yaş da akıtabilse o zaman şu nedametinin ciddiyetine herkesi tamamıyla inandırabilirdi.

Melun kız... Evet ciddi söylüyoruz. Melun kız ağzından bir kelime bile çıkarmaksızın o sükût-ı manidarıyla, o tavr-ı nadimanesiyle babasında öyle bir tesir hasıl edebildi ki adamcağız bir çeyrek saat evvel inidamını temenni ettiği kızına şimdi teselliler, ümitler vermeye de lüzum gördü. Ceylan’ın musahabe-i mebadisini bir cüret-i amiyaneyle saldırışlarına mukabil şimdi şu hal-i makhuriyetini biçare Kâzım Bey kendi sözlerinin hüsn-i tesirine hamlederek bu kadar müteessir olan bir çocuğun daha ziyade üstüne varılmayı da mürüvvet-i pederaneye muvafık bulamıyordu.

Maahaza her şeye yine Ceylan’ın istediği gibi karar verilmiş olduğundan kızın derunundaki sevinçler asıl ihsası galibanedendiler. Her şeyi örtbas etmek için bugünkü günde hiçbir harekette bulunulmayacak. Kendi imzasıyla verilmiş olan jurnal üzerine şayet bir sual vaki olursa imzasını inkâr etmeyecek. Böyle davranıldığı halde de şu meselede esmayı üzerlerine sıçratmamış olacaklar.

Bu işte Kiryaku değilse de Despina’nın mahremiyetinden emin olmak lazım geliyordu. Kiryaku’nun hemen de hiçbir şeyden haberi yoktu. Yalnız Ceylan Hanım’ın nişanlısından hamile kaldığını biliyor ki Rumlarda böyle nişanlısından hamile kalan kızlar hiç de nadir değildirler. Hoş Despina’nın da pek çok bir şey bildiği yok a! Onun Kiryaku’dan fazla bildiği ve ona da ketm ve ihfa tavsiyeleriyle bildirdiği bir şey varsa Ceylan Hanım Nurullah Bey’in kendisini aldatarak Ahdiye’yle izdivaca kalkışması Ahdiye’yi de aldatmak demek olduğunu Ceylan Ahdiye’nin validesine bildirmiş ve bundan Nurullah dahi haberdar olunca koltuk resmine gitmemişse de Ceylan zaptiye kapısına da bir şikâyetname göndermiş olduğu için Nurullah Bey hapse atılmış. İşte Despina’nın bildiği de bu kadar. Hem bu haberleri de Ceylan’dan almış. Artık asıl yerinden, Ceylan’dan aldığı haberler yalan olamaz ya?

 

* * *

 

Cuma günü de Nurullah’a hiçbir şey soran olmadı. Cumartesi günü bab-ı zabtiyeden biçareyi büyük hapishaneye naklettiler. Orada politika müttehimlerine mahsus olan dairede bir odaya koyup ihtilattan men eylediler. Cebinde bıraktıkları birkaç çeyreği harçlık ettikten sonra mevkuflar üzerinde bırakılması mugayir-i usul olan beş lirayla birkaç yüz kuruş çil ve on kadar da mecidiye paradan bittedric sarf etmesine müsaade vardı. Vah biçare Nurullah! Tahattur buyurulur ya? Bu paraları koltuk resminde gelinin başına serpmek ve ferda-yı zifafda itası mutat olan bahşişleri vermek için tedarik eylemişti.

Pazar günü dahi Nurullah’a kimse bir şey sormadı. Anlaşılıyor ya? Müsadere edilen âsâr-ı muzırra muayene olunur. Böyle hiçbir taraftan bir şey sorulmaması biçare masumu çıldırasıya meraklara duçar ediyor ama kimin umurunda? İsterse varsın çıldırsın. Zaten ihtilattan memnu olanların koridorlarında jandarma neferatından başka kimse yok ki. Neferat neden haberdar olabilirler ki. Hatta biçarenin haline acımak bile bunlarda yok. İlk, ikinci mevkuf değil ki merak etsinler de halini tefehhus eylesinler. Kim bilir kaç yüzüncü mevkuf!

Ta pazartesi günü Nurullah’ı bir müstantikin huzuruna çıkardılar. Bir müstantik iki kâtip. Bir jandarma da ayakta. Koltuk resmini icraya hazırlanmış olduğu halde tevkif edildiğini bilerek haline acıdığı için midir nedir müstantik efendi Nurullah’a rıfka, mülayemete delalet eder bir suret ve sesle ismini falanı alelusul sorduktan sonra asıl maksuda şüru ederek: “Nurullah Beyefendi! Odanızda zuhur eden âsâr-ı muzırra ve memnua maateessüf Jön Türk fesadına iştirakinizi maaziyadetin ispat edeceğinden işin buralarına dair olan vazifemiz ne bizi, ne sizi yoracaktır. Fakat dolabınızda zuhur eden bazı mektuplardaki imzalar üzerine sizden biraz izahat isteyeceğiz. Evvela şu Abdurrahman Naci kimdir?” sualini irat edince Nurullah Bey’i müthiş bir beht ü hayret bürüdü. Delikanlının bu hayretine müstantik efendinin ne mana vereceği besbellidir, değil mi? Külliyen inkâra muktedir olamayacak ya! Ne kadar dolambaç gösterse elbette şu Abdurrahman Naci isminin müsemmasını tayin edecek. Halbuki biçare Nurullah ne bu, ne de buna benzer bir isim tanımadıktan maada odasında âsâr-ı muzırra zuhur etmiş olmasına da bir mana veremiyordu. Vicdanınca masumiyetinin verdiği kuvvetle hayretini def ederek: “Müstantik efendi hazretleri cuma günü koltuk resmini icraya hazırlanmaktayken tevkif olunduğumu bilir misiniz?” deyip de müstantik tarafından: “Evet, hasbe’l-insaniye pek büyük teessüf etmiş olduğumuza inanmanızı rica ederim,” cevabını aldıktan ve bu eser-i nezakete teşekkür ettikten sonra dedi ki:

“Menkuhamın evine nakl-i hane edeceğim için kitaplarımı, evrakımı tanzim etmiştim. Âsâr-ı muzırra dediğiniz şeylere zaten kıl kadar rağbetim olmadığı cihetle bu tanzim esnasında bir daha gözden geçirdiğim kütüb ve evrak meyanında öyle bir şey bulunmadığına kanaatimi tekrar etmiştim. Benim odamda âsâr-ı muzırra ve memnua bulunmuş olmasına hiçbir veçhile imkân tasavvur edemiyorum.”

“Hayır beyim! İşin bu cihetinde asla inat ve inkâr etmeyiniz. Beyhude yorgunluk olur. Polisin odanızdan buraya getirmiş olduğu şeyleri birer birer görebilirsiniz, dedim ya! Bu cihet katiyen ve katıbeten kabil-i inkâr değildir. Fakat şu Abdurrahman Naci kim olduğunu lütfen beyan ediniz.”

“Bilmiyorum efendim, Allah hakkı için bilmiyorum.”

“Bu adam burada mıdır, Avrupa’da mıdır?”

“Dünyada en mukaddes her ne mutasavverse onun namına yemin ederim ki bilmiyorum.”

Müstantik eline bir kâğıt daha alarak: “Ya Süleyman Bahaeddin?...” diye sordu. Nurullah yine aynı cevabı verdi:

“Bilmiyorum efendim! Allah aşkına olsun inkâr ediyorum zannetmeyiniz, hakikaten bilmiyorum.”

“Ay efendim bu kâğıt evvelce sizin yazmış olduğunuz bir mektuba cevaptır. İnsan mektuplaştığı zatın kim olduğunu bilmez mi?!”

“Benim mektuplaştığım zevat içinde Süleyman Bahaeddin namında hiçbir kimse yoktur.”

Müstantik efendi bir kâğıt daha alarak:

“İşte bir de Osman Kemal var?!”

“Fesubhanalllah! Birabbilkabe! İlk defa olarak şimdi şurada sizden işittiğim bir isim.”

“Bu kadar kati inkârlar bir müstantiki mutmain edemeyeceğini elbette bilirsiniz. Bu kâğıtların sizin odanızda bulunduğu zabıtaca muhakkakat-ı katiyeden olmasıyla “Odamda bulunmamıştır,” diyebilmenize imkân yoktur. İşin bu ciheti size itiraf ettirilmek bizce lazım değildir. Fakat tahkikatımızı tevsi ve tamik için mektuplardaki imzalar kimlerin imzası olduğunu sual ediyoruz. Verdiğiniz cevaplar müstantike kanaat veremeyeceği gibi müddeiumumiye ve mahkeme-i cinayete de kanaatbahş olmayacağını elbette takdir edersiniz.”

“Tamamıyla takdir ederim efendim. Verdiğim cevaplar evvela ‘cevap’ değildir. Bunu takdir etmemek kabil midir? Fakat yeminden başka burhanım yok ki irat edeyim. Bilmiyorum. Bu isimde adamlar tanımıyorum.”

Müstantik biraz derince düşündükten sonra dedi ki:

“Nurullah Beyefendi! Memurin-i tahkikiyemiz hakkında bir iftira-yı mahz olarak bazıları diyorlar ki, güya hafiyelerimiz şunun bunun paltolarının ceplerine yavaşça evrak-ı muzırra sıkıştırıp badehu tevkif ediyorlarmış. Bir hane basıldığı zaman dahi beraberinde götürdükleri matbuat-ı muzırrayı orada bulmuş olmak üzere getiriyorlarmış. Böyle bir fikir ve itikat sizde de var mıdır?”

“Hayır efendim! Bende böyle bir fikir ve itikat olamaz. Zabıtanın memurin-i hafiye ve celiyesiyle hiçbir münasebetim yoktur ki intikam arzusuyla bana böyle bir muamele reva görsünler.

İstintak bu yolda biraz daha uzadı. Fakat serrişte ittihaz edilecek hiçbir haber alınamadı. Nurullah Bey yine tevkifhanesine götürüldü.

 

* * *

 

Biçare delikanlı müstantik huzurunda bu suretle istintak olunduğu gün Ceylan’ın babası Kâzım Bey dahi Feyzullah Efendi hazretleri dedikleri serhafiye tarafından davet edilmiş bulunmasıyla Kâzım Bey hanesine pek de uzak olmayan konağına davet edilmiş ve efendi hazretleriyle mülakat etmekte bulunmuştu. Feyzullah Efendi tarafından: “Kâzım Beyefendi hazretleri! Zat-ı âlinizle şimdiye kadar bir münasebet-i karibede bulunamamışdıysak da esdikadan bir zat-ı muhterem olduğunuz bendenizce zaten şüphesizdi. Bu defaki hizmetiniz o sadakat-i mecbulenizi meydana koydu. Teşekkür ve tebrik ederim. İnşallah saye-i şahanede mükâfat-ı layıkasını dahi kariben görürsünüz,” yollu taltifata nail olunca adamcağızın içinden geçen şeyleri ne biz sormalıydık ne de kendisi tarif etmeliydi. Ama şu vukuatın hakisi sıfatıyla şu kadar olsun söylemeye mecburuz ki: Bu anda Kâzım Bey o menhus kızı Ceylan’a kalben bin lanetler okumakla beraber zahiren bu iltifatları gayet mütebessim ve beşuş bir tavırla telakki ediyor, münasebet düşsün düşmesin kandilli temennayla teşekkürata müsaraat gösteriyordu. Nasıl göstermesin ki Feyzullah Efendi “atufetlu”dur. Bir büyük dairenin mektupcusudur. Ama mahall-i memuriyetine ayda üç defa gittiği yoktur. O daire mektupçuluğunun tensik-i maaşat kararnamesince maaşı beş bin kuruşken bütçe açığına mahsuben zam edile edile on sekiz bin kuruşa kadar vardırılmıştır. “Masarıf” namıyla bab-ı zabtiyeden ve kendi daire-i mensubesinden ve saireden çektiği paraların hesabını ancak kiramen kâtibin bilirler. Bundan beş altı sene evvel rüsumat nezaretinde beş altı yüz kuruş maaşlı bir memur olup hanesinin kirasını vermekten aciz kalacak bir zaruret-i maişet içindeyken beş altı sene zarfında şu sakin olduğu konağı mubayaa ve tamir için dört bin liradan ziyade para sarf ettikten maada mefruşat ve tezyinat-ı beytiyeye ve atlara, arabalara onun birkaç mislini daha sarf etmiştir. Nakd-i mevcudunun miktarını kimsenin bildiği yoktur. O kadar sahib-i nüfuzdur ki hiçbir arizası tesirsiz kalmaz. Böyle hiçten bir şahsın müteayyin olmak mertebesine çıkardığı bendegânı da az değildir. Bu adamın karşısında biçare Kâzım Bey mükâfat-ı mevudeyi ümitten ziyade hışım ve gazabına uğrayabilmek havfıyla bihakkın titremekteyken bilakis iltifatlarına nail olur da teşekkürat-ı mütetabiaya müsaraat etmez olur mu?

Bade’l-iltifat devam eden musahabede Feyzullah Efendi hazretleri sıfat-ı sadakatten uzun uzadıya bahse girişti. Yavaş yavaş itidal-i demini tekrar hasıl etmiş olan Kâzım Bey gayet zarifane mukabeleleriyle şu mazhar olduğu mukaddemat-ı teveccühü kuvvetlendirdikçe kuvvetlendiriyordu. Malum a? Kâzım Bey ahbabını kendisinden hoşnut ve memnun eder, bezmara adamlardandır. Feyzullah Efendi hazretleri vazife-i sadakat ne olduğunu Kâzım Bey’in vicdanında!.. tahkimen birtakım tafsilata giriştiği sırada Genç Türkleri dahi bahse kattı. Bunlar o kadar fena adamlar ki onlara buğz etmek sadakat ve insaniyet vazifelerinin en mühimi sayılır. Bu fesatpişeler herkesin evladını baştan çıkarıp kanunun pençe-i mücazatına çarptırıyorlar. Memleketi bunların şürurundan muhafaza etmek maddi manevi müstelzim-i mükâfattır.

Kâzım Bey bu telkinatı can kulağıyla dinledikten ve Feyzullah Efendi tarafından hizmet için birçok teşvikata ve mükâfat için birçok teminata daha nail olduktan sonra son teşekkür makamında eteğini de öperek hanesine geldi.

Feyzullah Efendi konağından çağrıldığı zaman hanesinde şiddetli bir merak içinde bırakmış olduğu zevcesi Sezayidil Hanım yine aynı merak içinde olarak kocasını karşıladı. Ve bir tavr-ı istizahla Kâzım Bey’in yüzüne bakıp da: “Artık sorma Sezayidil, Ceylan’ın dediği çıktı, esmayı üstümüze sıçratmaktan kurtulduk ama belli başlı bir hafiye olduk,” cevabını aldığı zaman kadıncağız hakikaten sevindi. Kocasının belli başlı bir hafiye olduğunu söylemesinden müteessir bile olmayarak: “Hafiye, mafiye; âlemin yaptığı bir iş, bize dokunmasınlar da ne olursa olsun,” dedi. Kâzım Bey karısının bu sözü üzerine birkaç defa burnundan soluyarak başını da salladıysa da şu mülakat üzerine Ceylan çıkageldiği zaman yoldaki teessüratını o menhus kıza göstermemek için cebr-i nefse lüzum gördü.

Oynayacak oyunları hüsn-i tertibde nadirü’l-emsal bir fitnekâr olan Ceylan babasının yanına öyle bir

tavr-ı inkiyad ve ihtiramla geldi ki birkaç gün evvel başlamış olduğu bu oyunda gittikçe artan maharet ve muvaffakiyetiyle babası nazarında yeni mevkiini gereği gibi kuvvetlendirmiştir. Zavallı Kâzım kendi kendisine: “Bin nasihattan bir musibet evladır” derler. Meğer doğruymuş. Bizim afacan kız bu belalara sebep olduktan sonra o istidad-ı menhusun derece-i melanetini anlayarak aklını başına almaya başladı.” diyerek kızını dahi bu ıslah-ı ahval mesaisinde muamele-i mülayimaneyle takviye ve teyide lüzum görüyordu. Şu esmayı üstlerine sıçratmak tehlikesinden kurtuldukları için familyaca sevinmeye başladılar.

 

* * *

 

İnsan ne hüsnü halden kabih hale ne de kabih halden hüsnü hale defaten intikal edemez. Salah-ı hal erbabından olan bir kimse eşna kabayıhı irtikap etmiş olsa bir zamana kadar yani şenayide devamla bittedric fenalığa gereği gibi tahavvülüne kadar yine salah cihetine karib olur. Baharın şitaya ve harifin sayfe karib olduğu gibi bunlar mensup oldukları fasla doğru ilerlemedikçe baharın dünkü günü yine kış ve harifin dünkü günü yine yaz sayıldığı gibi. Bizim Kâzım Bey, Feyzullah Efendi hazretlerine kesb-i ubudiyet ettiği günden iki gün sonra biçare Kâşif Efendi’nin ziyaretini kabul etmişti. Dertli pederin yana yakıla ettiği hasbıhale o kadar teessürle hüsnü mukabele eylediğini görseydiniz bir hafta evvel Jön Türklere şiddetle mensup olarak zavallı Nurullah’ı belaya uğratan âsâr-ı muzırrayı kendi hanesinde hıfzetmekteyken iki günden beri hafiyeliği adeta resmen kabul etmiş bulunan Kâzım Bey’i hiç de Feyzullah Efendi’yle görüşmemiş, hiç de hal ve mesleğini değiştirmemiş zannederdiniz. Hatta yeni hafiye bir aralık şu meslek-i menhusadan iğrenmişti bile! Lakin ah o semayı üstüne sıçratmak havf-ı azimi ah! O korku hatırına gelince Kâşif Efendi’ye karşı muamele-i münafıkanesinden hem utandı hem de mağduriyetini derpiş ederek bu hareket-i münafıkanesini maharet-i diplomasisine hamlle mutmain oldu.

Bu mülakatın ferdası günü dahi gazeteler Kâzım Bey’e rütbe-i ûlâ sınıf-ı ûlâ tevcih olunduğunu yazdılar. Feyzullah Efendi hazretleri tarafından işbu tevcih-i vecihin tebrikini havi gelen tezkirenin zarfı içinde yirmi tane beşer yüzlük bank kaimesi dahi zuhur edince tevcih-i vecihin ehemmiyeti bir kat daha arttı. Teşekküren etek öpmek için Kâzım Bey soluğu Feyzullah Efendi’nin konağında aldı. Artık bu suret-i arz-ı teşekkürü görmeliydi. Bu, hakikaten görülecek bir şeydi. Feyzullah Efendi velinimeti! Kendisi onun azad kabul etmez kölesi! Neler! Neler!... Kaleme gelir şeyler değil!

Ey bu kadar teveccühe, atıfete mazhar olduktan sonra Kâzım Bey için boş durmak olabilir mi? Hiç olmazsa haftada iki defa jurnal takdimi mukteza-yı ubudiyet ve sadakat değil midir? Fakat her zaman hapse attırılacak mazlumlar bulunamaz. Zaten gönlü henüz o kadar da kararmamıştır. İlk jurnaller bazı daire-i belediye memurlarının irtikabatından, bazı polis komiserlerinin vazifeşikenane harekâtından bahis oluyordu. Feyzullah Efendi gibi mertebesi yüksek bir hafiye reisinin bu gibi şeyler işine yaramazsa da meni tarafına da gidilmez. Gidilmiş olsa şu meslek-i sadakate yeni süluk eden zevatın şevkine halel gelerek jurnal tanziminde rehavetlerini mucip olur. Maahaza Kâzım Bey’in jurnalleri yavaş yavaş ehemmiyetlerini arttırıyordu. Filan yerde bulunduğu esnada falan ve filanın falanca makam aleyhinde şu yolda fezahat-ı lisaniyede bulunduklarına doğru tevsi-i vazife edilirdi.

Ehemmiyeti bu suretle artan jurnaller ondan daha evvelkiler gibi bütün bütün hasıraltı da edilmiyorlardı. İçlerinden bir iki tanesi tesirat-ı lazımesini gösterebildi. Fezahat-ı lisaniye!.. O!.. en büyük cinayet-i siyasiyeden birisi. Aleyhine vaki olduğu makam ne kadar yükselirse cinayetin derece-i vehameti de o kadar yükselir. Bazen zabıtaca bu cinayetin canileri bilamuhakeme ve lahüküm nefy ve tebid edilir. Binaenaleyh Kâzım Bey’in bir jurnalinde haber verdiği üç adam tevkif olunarak isnat olunan fezayih-i lisaniye sabit olamamakla beraber biraz zaman sonra af ve ıtlakları vaat olunarak Bursa’ya nefyolundular. Haklarında fezahat-ı lisaniye jurnali verilmiş olan adamlar için bundan büyük lütuf ve merhamet eseri olabilir mi? Bu merhamet eseri dahi Feyzullah Efendi hazretleri tarafından ibraz olundu. Fakat şimdiden haber verelim ki aradan iki sene geçtiği halde biraz sonra af ve ıtlak vadinden bir eser görülmeyince bu üç zattan birisi Filibe’ye kaçtı ve ikisi kendi kendilerine İstanbul’a gelip yakaları bittekrar zabıtanın eline geçti. İşte Feyzullah Efendi hazretlerinin asıl merhamet ve mürüvveti bu adamlara karşı göz yumulmasını zabıtaya tavsiye suretinde görüldü.

“Bir murdar hafiyede merhamet ve mürüvvet mi olur? sual-i müteaccibanesini iratta istical buyurmayınız. Çoklarıyla görüşmüş olduğumuz için bunların ahvalini pek iyi bilenlerdeniz. Bunlar kendilerini iki sınıfa taksim ederler. Birinci sınıfı asıl en murdar hafiyelerdir ki gezip dolaştıkları yerlerde veyahut hazır bulundukları mahafilde bir zerre işitseler onu kubbe kadar büyültüp jurnal ederler. Hiçbir şeyi görüp işitmeseler işkembe-i kübradan uydururlar. Masumlar aleyhine iftira bunlar için eser-i maharet sayılır. Yolda gördükleri bir adamın cebine veyahut bertakrib

hanesi içine evrak-ı muzırra ve dinamit ve bomba gibi eşya-yı memnu koymak işte bunların hüneridir. Bazen hafiyelerin duçar-ı kahr ü tedmir olmaları da bu edepsizliklerinin meydan-ı vuzuha çıkmasındandır. Diğer sınıfı kendilerini asıl esdikadan addederler. Bu edepsiz takımından onlar dahi müteneffir görünürler. Fakat hangilerinin hakayık-ı hususiyesi tetkik olunsa birinci sınıfa az çok aidiyetleri yine tebeyyün eder.

İşte Feyzullah Efendi bu ikinci sınıf hafiyelerinden maduttur ki hüsnü haline merhamet ve şefkatine şahit aransa yüzlercesi bulunur. Evvela aleyhlerinde jurnal verilmiş olan bazı kimseleri konağa celple verilmiş olan jurnalin muhteviyatı serapa yanlış olduğunu bildiği halde güya sahihmiş de kendisi merhameten affediyormuş ve bazı tenbihat-ı hayrhahaneyle biçareyi affeder. Bunun üzerine alınız “Feyzullah Efendi hazretleri olmasaydı mahvolmuş gitmiştim” sözlerine geniş bir yol!

Bazen aleyhlerine jurnal verilen biçareler tevkif olunduktan sonra jurnalin kizbi Feyzullah Efendi hazretleri tarafından meydana çıkarılarak o biçare mağdur halas edilir. Halbuki jurnal yaptıran yine kendisiydi. Bu tedbirden dahi Feyzullah Efendi hazretleri “mağdur kurtarıcı” şöhretini artırır. Ah böyle bir kurtarıcılık biçare Nurullah Bey’in de imdadına yetişmiş olsaydı ama…

Hele Feyzullah Efendi hazretleri pek fukaraperverdir. Etraf ve civardaki erbab-ı ihtiyaca sadakası bir mecidiyeden aşağı düşmez. Alelade bir liradır. Beş liraya kadar vardığı da olur. Bu sadakat ve atayaya nail olanlar bittabi efendi hazretlerinin meddahları olurlar.

Biçare Nurullah on beş gün kadar müstantik yüzü de görmedi. İhtilattan memnuiyyet, hal-i mahbusiyet-i adiyeden kat kat müziç olduğuna şüphe etmemelidir. Kitap mütalaasına dahi müsaade olunmuyor. Yalnız gazete mütalaasına müsaade veriliyor ki “ve bu vesileyle dahi!..” nakaratı biçarenin sinirlerini titretiyor.

Hele Dilşinas Hanım ve Ahdiye’yi hiç sormayınız. Günler geçtikçe onların yeisi artıyor. Kâşif Efendi kendisi muhtac-ı tesliyet olduğu için o biçarelere hiçbir teselli veremiyor. Eğer harem tarafında kiracılar da olmasa ve bahusus Ahdiye’nin refikası Remziye Hanım bulunmasa bu ana kız gerçekten çıldırarak sokaklara fırlayacaklar.

Nurullah Bey’in evrakı müddeiumumiliğe tevdi olunmuş, istintakının fezlekesinde bu adam ne kadar istintak edilse “bilmiyorum”dan başka cevap alınamayacağından ve halbuki odasından çıkan evrak cemiyet-i fesadiyeye mensubiyeti hususunda hiçbir şüpheye mahal bırakmadığından bahisle bu münkir-i muannid hakkında daire-i istintakiyece başka bir şey yapılamayacağı bildirilmiş!

Müddeiumumi beyefendi umur-ı memuriyesinde kusur etmemek gayretinde bulunur bir zat olduğundan bu istintak ve isticvabı kâfi görmeyip maznunun tahkik-i ahvaline lüzum görmüş, binaenaleyh Nurullah Bey’in kimlerle görüştüğü, düşüp kalktığı ve ne gibi meşguliyetlerle iştigal edegeldiği tahkik olunuyor. Bu tahkikat bir neticeye isal edilecek de Nurullah Bey muhakeme olunacak?!

Günler geçiyor, haftalar da geçiyor. Geçen zaman ay hesabına kadar varıyor. Tahkikat henüz bitirelemiyor. Zavallı Kâşif Efendi gayreti elden bırakmıyor. Zaptiye nezaretini, müstantiki, müddeiumumiyi takibat-ı müsterhamanesiyle taciz derecelerine varıyor. Bunlar tarafından bazı kere nazikane bir surette def ediliyorsa da bazı kere dahi unf ve şiddetle kovuluyor. Lisan-ı istirhamı uzatıp Sadi’nin dediği veçhile kelb üzerine salan kedi gibi bir gazaba duçar oluyorsa da bu yolda bir adım daha ileriye gidecek olsa kendi başını da bir belaya sokacağı muhakkak olduğundan Cenabıhak’tan sabır ve metanet duasıyla boyuncağızını büküp kalıyor. Ama bu halin tesiri şu teslimiyet-i mazlumaneden ibaret kalmıyor. Hafiyelerin en alçak menzile-i medeniyesinden alınız da meratib-i medeniyenin en yükseklerine varıncaya kadar lanethan olmak Kâşif Efendi için bir mecburiyet-i maneviye suretini alıyor. Gariptir ki bazen şu beddualar Kâzım Bey’in yanında edildikçe o da amin diyor.

Tahavvülat-ı âlem ne acayip, ne gariptir. Öte tarafta adeta şiddetlice bir Jön Türk olan Kâzım Bey iktiza-yı hal ve zamana tebean hafiye kesiliyor. Beri tarafta bir Kâşif Efendi Jön Türk’ten muhteriz ve kendi halinde yaşar bir adamken mecburen Jön Türk oluyor. Mesaib ve belaya esnasında bir mağdur en büyük teselliyeti halinden tazallum yolunda arar. Derdini dökecek dert ortağı nerede bulur, bulunsa bulunsa Jön Türklüğe meyyal ve muhip olan ahrar-ı müstetire meyanında bulunur. Kâşif Efendi bittabi bunların içine karıştı. Hal-i mağduriyeti o ahrar için kendisine emniyeti mucip olduğundan onu da mahrem-i esrar ede ede mükemmel bir Jön Türk ettiler bıraktılar.

Şu günlerin ahval-i vukuatından olmak üzere Kâzım Bey hanesine atf-ı nazar edecek olursak bu aileyi hal ve şanlarından adeta mutmain ve memnun buluruz. Evvela Kâzım Bey yeni mesleğinden nefretini eksilte eksilte sıfıra kadar indirdikten sonra bu mesleğe muhabbetini yavaş yavaş artırmaya başlamıştır. Nasıl arttırmasın ki Feyzullah Efendi hazretleri Kâzım’ın rişte-i ubudiyetini gittikçe kuvvetlendirecek fırsatlardan hiçbirisini fevt etmiyordu. İltifatlara hadd ü gaye yok! Her sebzenin, her meyvenin en turfandaları olmak üzere kendi konağına yağdırılan hedayadan bir suret-i muntazamada Kâzım Bey’in hissesi de ayrılıyor. Bundan anlaşılıyor ki Feyzullah Efendi hazretlerinin konağı Kâzım Bey’in mensup olduğu daire-i celileden ziyade mebzuliyet ve refah içindedir. Bilmem nereden tereyağları geliyor, bilmem nereden en nefis zeytinyağları geliyor, sabunlar geliyor, pirinçler geliyor, koçlar geliyor. Gelmeyen yok ki!.. Bunların kâffesinden esdika-yı bendegânın hisseleri ayrılıyor. Öyle bir refah, öyle bir saadet ki biraz aç gözlüce olanlar için imrenmemek kabil değil. Hem dikkat buyurulmalıdır ki Kâzım Bey meslek-i cedidinde henüz taayyün ve iştihar etmedi. Biraz sonraları bu yoldaki hedayanın kendi mertebe-i sadakatine mütenasip düşebilecek dereceleri kendi hakkında da tecelli edecektir. Hafiyelerin en aşağı sınıfından bazı erazili biliriz ki hiçbir para maaşı olmadığı halde birçok zevatı ve hatta esnafı tehdidat-ı daimeleri altında bulundurarak gül gibi geçiniyorlardı. Hele duçar-ı tehdid olanlar Ermenilerden olursa var ya!..

Ahz ve itaca münasebetim olan bir ekmekçi Ermeni’yi bilirim ki iki sene kadar az bir zaman zarfında altmış liradan ziyade fidye-i necat vermeyince bir selamet-i nisbiyeyi temin edememiştir.

İşte meslek-i cedidi bu suretle kendisini mutmain ettikçe etmekte bulunan Kâzım Bey ahval-i cedidesinden dolayı pek mutmain görüldüğünden bu itminana zevcesi Sezayidil Hanım dahi tamamıyla iştirak eyliyordu. Halbuki gerek zevcin ve gerek zevcenin asıl itminanları Ceylan yüzünden hasıl oluyordu. Ceylan hiç de evvelki Ceylan değildir. Ahvali tamamıyla değişmiş bir Ceylan’dır. Anası babası tarafından kendi ahval-i serbazanesine zerre kadar muhalefet görse köpek gibi saldıran Ceylan şimdi nerede? Kuzu gibi bir Ceylan kesilmiş. Bütün ahval-i masumanesiyle hakikaten bir Ceylan, bilhassa şu günlerde müzikaya hasr-ı iştigal eylemiş. Hane tanzimine zaten merakı olup intizamı pek ziyade sevdiğinden bu meşguliyetten hali kalan evkatını ya piyano başında oturmuş veyahut udunu kucaklamış halde geçiriyor.

Lakin biz Ceylan’ı anasından babasından iyi tanıyoruz değil mi? İblislere ders-i melanet vermeye muktedir olan bu afacan kızın tabiat ve istidadını Kâzım Bey gibi bir baba ve bahusus Sezayidil Hanım gibi bir ana bihakkın takdire muktedir olamazlar. İhtimal ki onlar Ceylan’ın hamile olduğunu unuttular bile. Biz unutabilir miyiz ya!? Müddet-i hamli altıncı aya vardı. İşte muhakkakattan olarak bilmelidir ki Ceylan’ın ıslah-ı nefs etmiş gibi görünmesi karnındaki bu beliyeden dolayıydı. O beliyeden kurtuluncaya kadar anasının babasının şefkatine muhtaçtı. Habis haml henüz daha bu kadar ilerlemeksizin ıskatla o yükten kurtulmak cihetlerini pek çok düşündüyse de ıskat-ı cenindeki mehalik-i azime-i fizyolojiyeyi olur olmaz bir ebeden ziyade bildiğinden bir türlü cesaret alamadığı gibi mahsul-i cinayeti olan masum yavrudan bilahare yine tasni-i mefasid ve tervic-i meram yolunda istifade edebilmek ihtimaliyle onu muhafazaya lüzum görüyordu.

 

* * *

 

Nurullah Bey’in kimlerle ihtilat edip o ihtilat ettiği adamların ne makule zevattan oldukları hakkında icra edilen tahkikattan da bir netice hasıl edilemedi. Bu tahkikatı icra edenler bir suret-i bitarafanede icra etmiyorlar ki. Bizim rical-i adliyemiz nezdinde yanlış bir fikir hükümfermadır. Bir adam her ne suretle olursa olsun maznun oldu mu onun behemehal ithamı arzu olunur. “Zimmette asıl olan beraettir.” düsturuna ittiba etmek istenilmez. Maznun hakkında beyan olunan fiil ispat edilmek lazım gelmesinden ziyade maznunun o fiilden beraetini ispat etmesi talep olunur. Binaenaleyh Nurullah Bey’in ihtilat ettiği adamlar hakkındaki tedkikat bunların hüsnü hallerinden başka hiçbir şeyi göstermese bile müstantiki için bunun bir tesiri olmayıp “ahval-i zahireye nazaran aleyhlerinde bir şey terettüp etmiyorsa da hasbe’l-hal kimseye itimat ve emniyet caiz olamayacağına mebni…” cümle-i hâkimanesiyle âlemin hüsnü halinden dahi iştibah muhakkaktır. Hele biçare maznunun odasında torba dolusu kütüb ve resail ve evrak-ı muzırra çıkarılmış olması bir cürm-i meşhud kuvvetini aldıktan sonra kimlerle ihtilat eylediği hakkındaki tahkikatin ne hükmü olabilir? Görüştüğü adamların kâffesi bilfarz sırma gümüşü gibi pak olsalar bile onların beratı maznunun beratına dâl olabilir mi?

İşte bu ahvale nazaran zavallı Nurullah hakkındaki tahkikat-ı evveliye itmam edilmiş oldu. Huzur-ı mahkemede güya bir mahkeme dahi sebk etti. “Bilmiyorum!” ve “tanımıyorum!” dan başka medar-ı müdafaası olmayan ve teyid-i müdafaa için yeminden başka delili, burhanı bulunmayan zavallı delikanlı bazı zevat-ı merahimsımat nezdinde ehaff-i mücazattan sayılmak üzere on beş sene müddetle Akka’da kalebent edilmeye mahkûm oldu.

Bu mahkûmiyet üzerine delikanlının Akka’ya izamı günü zavallı babası Kâşif Efendi’nin daha ziyade zavallı olan Dilşinas Hanım’a yazmış olduğu mektup hatırımızdadır. Bazı cihetlerini ikmal lazım gelirse deriz ki:

Üç ay müddet birbirinin yüzlerini görmeyip merak-ı nevmidanenin dahi inzimamıyla hasret ve iştiyakları kalemle tarif imkânının kat kat haricine çıkmış olan yürekler acısı babayla oğulun evvel-be-evvel hapishanede mülakatlarını gören seng-dilan-ı zabitan ve efrat bile hüngür hüngür ağlamaktan kendilerini men edemedilerdi. Birisi “babacığım!” diğeri “yavrucuğum!” diye kollarını açıp da kucaklaştıkları zaman sanki yekdiğerine indirac ve indimac etmişler gibi bilahare koparılıp ayrılmalarına imkân kalmayacağı tasavvur edilen bir levha-i dilhıraş teşkil etmişlerdi. Gözlerinden akan yaşlar birisinin sakalında ve diğerinin bıyıkları ucunda birar çağlayan teşkil etmişlerdi. Aralarında “babacığım!” ve “yavrum!”dan başka kelime teati olunmuyor. Kollarıyla birbirlerini sıktıkları zaman o kollar, o eller bir daha çözülmeyecekler zannolunuyor. Şu hal bir çeyrek saatten ziyade devam etti. Yürekleri rikkate gelen zabitler Fransız vapuruna kadar mahkûmu götürecek olan arabaya biçare pederin dahi rakib olması müsaadesini diriğ edemediler.

Araba içinde birkaç lakırdı teatisine kudret kesp ettikleri zaman Nurullah evvel-be-evvel ablasını sordu. Anası makamına kaim olan ablasını, zavallı babası Zeliha’ya dair haber verecek? “Gece gündüz ağlıyor”dan başka verilecek doğru bir haber var mıdır ki verebilsin?

İkisi de başlarına bu belanın nereden geldiğini tayin edemiyorlar. Biçare Nurullah kimsenin adavetini celp etmemiş ki bir düşmanın zalimane ve celladane bir gayret-i intikamına duçar olmuş bulunduğunu hükmetsin. Ceylan kimin hatırına gelir? O Ceylan ki Nurullah tarafından kat-ı ümide mecbur edildiği zaman mahkûmiyet-i vakıasına kanaat etmiş görünüyordu. Velev ki kanaat etmemiş olsun, velev ki Ceylan ne kadar afacan olursa olsun intikamını böyle zabıtaya kadar müracaatla ahz edebilmek derecesindeki muvaffakiyet olur olmaz erkeklerde bile görülmez. Zaten buraları babayla oğulun hatır ve hayaline bile gelmiyor ya!

Nihayet müstantikin dahi istintakında demiş olduğu veçhile işgüzarlık etmek isteyen bazı hafiyelerin memnu şeyleri bir kimsenin cebine veyahut hanesine bıraktıktan sonra tevkif ettiklerini veyahut ettirdiklerini bittahattur olsa olsa böyle bir muvaffakiyet teşnesi bir meluna kurban olduklarını zihinlerinde bulabildiler.

Fransız vapurunun güvertesinde babayla oğul biraz da müstakbeli düşünmek ve Ahdiye Hanım’a mukabil ne yolda hareket edileceği lüzumunu tayin etmek istediler. Ama zihinlerindeki perişanlık buna müsait olamadı. İdam olunmuyor ya, hamdolsun Yemen gibi Fizan gibi bir muhaberesi aylara muhtaç olan bir yere de gitmiyor. Evet hamdolsun. İnsan şöyle en büyük bir beliyenin içinde bile hamd ü senaya şayan yerler arar. “Denize düşen yılana sarılır” derler. Bunun hükmünü tamim edince şu babayla oğulun hamd ü senaları beyhude sayılmaz. Hamdolsun her hafta muhabere edilebilecek bir yere gidiyor. Vakıa muhabereleri emniyet altında cereyan edemez. Akka’da Nurullah’a gelen ve Nurullah tarafından giden mektuplar zabıta tarafından açılacaklardır. Onlar tarafından açılmasalar dahi postanelerdeki “chambre noir”lar açacaklardır. Bunu bir tecrübe-i zatiye üzerine söylüyoruz. Ahmet Mithat namına taşradan gelen mektupların onda sekizi postahanelerdeki hücre-i mahsusada açılmış oldukları halde gelirlerdi. Memuriyetle taşralarda bulunan oğlumuzun mektupları açıldıktan fazla bazıları alıkonulmak ve mürselün ileyhine hiç de vasıl olmamak nevadirden değildi.

Ne Nurullah Bey ve ne de babası Kâşif Efendi Dilşinas ve Ahdiye Hanımlar kendileri yüzünden bir zarar ve ziyan gelmesini tecviz edecek adamlardan olmadıkları cihetle bu anayla kızın arzuları her neden ibaret olursa onu mutlaka yerine getirmek azm-i namuskâranesiyle işi atiye talik ettiler. Ve bütün güverte halkının gözlerinden eşk-i tarahhum selleri isale edecek kadar suzişli bir vedayla baba ile oğul birbirinden ayrıldılar. Bu veda nasıl suzişli olmaz ki müddet-i ömürlerinde böyle bir firak acısını ilk defa olmak üzere duymaktaydılar. Bu firak mazlumen ve mahkûmen vukua gelmeyip de bir büyük taşra memuriyetiyle mukbilen ve mesuden vukua gelmiş olsa bile burun buruna gelip öpüşen can ve ciğerlerin burunlarını sızlatmamak, gözlerini yaşartmamak kabil olamaz.

“Gidip gelmemek, gelip bulmamak var” hükmü herkesin zihninden çıkmaz. Lisanla söylenmezse de hükmen zihin ve fikri işgal eder durur.

Nurullah biçaresinin nefyinden sonra “Allah kavuştursun” âdetini dahi şuracıkta tahattura mecburuz. Zavallı Zeliha’ya “Allah kavuştursun” temennisini ilk arzeden Sezayidil ile Ceylan olduğunu ve bu temenni-i dostaneyi Kâşif Efendi’ye ilk beyan eden Kâzım Bey olduğunu nasıl tahattur etmeyebiliriz. Hele biçare Kâşif Efendi ile Zeliha kendilerinden pek çok biçare olan Dilşinas Hanım’a bu temenniyi beyan ettikleri zaman husul-i ümmiyeyi istibat ede ede beyan etmiş oldukları başkaca ca-i teemmüldür.

Loading...
0%