Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. Bölüm-Menfi, Menfa

@ahmetmithatefendi

İstanbul’dan hiçbir yere gitmemiş ve İzmir’e kadar bile uzaklaşmamış olan Nurullah Bey gibi bir delikanlı menfaya menkuben değil a, mukbilen ve memuren bile Akka’ya kadar bir seyahat edecek olsa kendisini enva-ı müşkilata duçar olmuş bulur. Şirket ve İdare-i mahsusa vapurlarından başka vapur bilmeyen acemi bir adam büyük bir posta vapurunun güvertesinde kendisi için oturacak yer bulamaz. Deniz tutmak gibi müziç bir hastalığa karşı hiçbir metanet gösteremez. Hatta varacağı limana varıp da karaya çıkmak zamanı gelince yüzlerce sandalcıların hücumlarına karşı şaşırır kalır. Karaya çıktıktan sonra kendisine bir ikametgâh tedariki emrinde birçok güçlükler çeker.

 

Bu nokta-i nazarlardan bir güzel düşünülecek olursa Nurullah Bey için şu ilk seyahati iki zabıtanın taht-ı hıfzında olarak icra etmesi bir nakmetten ziyade bir nimet addolunmak lazım gelirdi.

Üç ay kadar müddet mevkufiyeti zarfında hal ve şanınca beğenilmeyecek hiçbir şey görülmeyen ve terbiye ve nezaketçe zerre kadar kusuru görülmeyen Nurullah Bey hapishane memurlarının adeta teveccühlerini kazanmıştı. “Bu menhusların bu teveccühlerinden ne çıkar?” diye müteessirane bir suale istical buyurulmasın. Bu âlem-i belaya ve mesaibde cellatların teveccühlerinden bile fayda memuldur. İşte bu defa Nurullah Bey’in Akka’ya isaline memur olan Hasan Çavuş’a hapishane müdürü tarafından edilen tavsiye üzerine mahpusu ne veçhile taht-ı hıfza alacaklarını maiyetindeki jandarma neferiyle müzakere eylediği zaman: “Demire falana ihtiyaç görülmez, kaçacak, bir fenalık yapacak adam değildir,” diye onu da rahimane bir muameleye razı ettikten sonra Nurullah Bey’e: “Beyefendi! Sizin ne kadar namuslu bir adam olduğunuzu hapishanede öğrenmedik bir adam kalmadı. Onun için sizi menfi gibi, politika mahkûmu gibi götürmeyeceğim. Arkadaş gibi götüreceğim. Yalnız limanlara, iskelelere uğradığımız zaman baş kamarasının altında bulunacak, oradan dışarıya çıkmayacaksınız. Ama hakkınızdaki emniyetimizi ihlal edecek zerre kadar bir davranışınızı görürsem yol heybesindeki kelepçeyi, zinciri kullanmaya mecbur olurum. Pazarlığımızı evvel edelim sonra kavga etmeyelim,” demişti. Mahkûm sevkine memur olan jandarma çavuşundan bundan ziyade nezaket ve merhamet beklenebilir mi? Nurullah biçaresi: “Aman birader! Ne teminat isterseniz vermeye hazırım. Tek hakkımda dürüştane muamele etmeyiniz, merhamet edeniz.” diye şeraiti kabule can atmıştır ki “veririm” dediği teminatın ne gibi bir şey olacağı sorulsaydı onu da tayinden, izhar-ı aczederdi. Yeminden başka ne teminatı var? Allah ismine yemin! Zavallı çocuğun şu anda Allah’tan başka maddi, manevi müracaat edebileceği hiçbir şey yoktur. Fakat kendisi o kadar mümindir ki “hasbünallah!” onun için kâfi ve vafidir.

İstanbul’dan Akka’ya kadar bu veçhile mahfuzen edilen bir seyahatte karilerimiz için mütalaaya şayan tafsilat aramak icap etmez. Ahmet Metin ve saire romanlardaki seyahatlar gibi bir şey değil ki türlü malumat-ı coğrafiye ve tarihiyeyle hikâyatını tezyine çalışalım. Biz iştigal etsek etsek Nurullah’ın ahval-i ruhiyesiyle iştigal edeceğiz. O ise şimdiye kadar gördüğünüz sergüzeştleriyle bize zaten malum olmuştur. Hulasatü’l-hulasası o zamana kadar politikayla iştigal değil a, gölgesinden korkarak zamanını adeta merdümgirizane bir havf ve ihtiraz içinde geçiren bu delikanlı birdenbire duçar oluvermiş olduğu şu en büyük belanın nereden geldiğini dahi bilemeyerek duçar-ı hayret olmasından ve felaket-i vakıası üzerine bir hüküm verememesinden ibarettir.

 

Akka’ya vardıkları zaman eğer Nurullah Bey yalnız olsa hükümet konağına kadar müşkilatla varacağı derkârken muhafazasına memur olan Hasan Çavuş’un delaletiyle bilamüşkilat mutasarrıf paşa hazretlerinin nezdine kadar vardılar. Gayet nazik olmakla beraber bu misillü politika mahkûmlarının ağlebi ve hemen de kâffesi ne kadar masum oldukları halde ne gibi vehm-i müstebidaneden dolayı mahkûm edildiklerini de nice emsaliyle öğrenmiş bir adam olduğundan Nurullah Bey’i rıfk ve mülayemetle kabul eyledi. İcabat-ı asriyeden olarak bu misillü kazalar daha pek çoklarının başına gelmekte olduğundan bahisle biraderine tesliyetlerini de diriğ etmedi. Hatta kendisine âdet edinmiş olduğu veçhile uzak yoldan mahbusen gelmiş olan bu biçarenin bir haftadan ziyade zamandan beri sıcak yemek yüzü görmemiş olduğunu da bilerek uşağın derhal taam tedarikini emretti. Nurullah Bey hasbetenlillah bu kadar nezaket ve insaniyeti asla ümit etmediğinden mutasarrıf paşanın bu hüsnü kabulünden dolayı kalben pek ziyade sevindi, lisanen dahi büyük teşekkürler arz eyledi.

Bir yandan da Nurullah Bey’in muvakkat olması ihtimaliyle beraber hapishane dairesinde ikâmet edeceği yer hazırlanıyordu. Mahkûmiyetini haber aldığı zaman babasının vapura kadar göndermiş olduğu yatak takımı bir haftalık güverte yolculuğu esnasında hemen de artık yatılamayacak derecelerde kirlenmiş olduğundan katı nazar esvap ve çamaşırla beraber hapishaneye nakl olunarak derununda zaten iki hemhalin sakin bulundukları bir odaya yerleştirildi. Daire-i hükümette taamını tenavül ederek ikamegâhına gönderileceği zaman mutasarrıf paşa: “Nasiyenizdeki alaim hüsnü halinize şehadet etmektedir. Sizin gibi felaketzedelere insancasına muamele hususundaki mecburiyeti de ben bilirim. Nizam dairesinden biraz harice kadar çıkarak şu alam ve ekdarınızı mümkün mertebe tahfif gayretinden ayrılmayacağıma emin olunuz.” tesellilerini tekrar ederek biçareyi ikametgâhına gönderdi.

 

* * *

 

Vardığı odada zaten iki kalebent mevcut olup Nurullah Bey üçüncü olmuşsa da ufak bir koğuş ıtlak olunabilen bu odaya daha iki adam gelse bile yine izdiham vukua gelmeyecek kadar geniş bir odadır. Cenuba nazır iki penceresinden güneş girebilir. Bunlardan kapı açılırsa hava dahi cereyan eder. Eski mukimler kendi karyolaları için birer köşeyi işgal etmiş olduğundan yeni arkadaşın yatağı üçüncü köşeye serilmiş ve sandığı da yatağın başucuna konulmuştu.

Bu kirli yatağı biraz daha düzeltip yatılabilecek bir hale koyduktan sonra Nurullah Bey yatağı içine girdiği zaman hayali önüne yine Ahdiye Hanım’ın gelin odası, gelin yatağı geldi, derununda nice acı duygular cuş etmeye başladılarsa da yeni gelen arkadaşa taltifat-ı hoş amedide kusur etmemeye çalışır, iki eski mukimin sualleriyle Nurullah’ın bunlara vermeye mecbur olduğu cevaplar bu cuşişi tadile medar olabiliyordu. Yol yorgunluğuna hürmet eden eski mukimler suallerini uzatmak istemediklerinden yeni mahkûm akşamdan sonra biraz erkence hab-ı istirahate vardı.

Ertesi sabah eski mukimlerin muavenet-i fikriyeleriyle Nurullah bir karyola mübayaa ederek ve yatağının çarşaflarını, örtülerini değiştirip yerlerine temizlerini koyarak kirlilerini buraya alışkın olan çamaşırcı bir Hıristiyan Arap karısına verdi. Taam için dahi refiklerinin nasihatlerinden istifade eyledi.

Refiklerinin birisi an-asıl Mısırlı Rıfkı Bey namında elli yaşında kadar tahmin olunur güzel yüzlü, sevimli çehreli bir efendidir ki A(n)talya’da Rüsum-ı Sitte yani Duyunu Umumiye memuriyetinde bulunarak konsoloslardan birinin vesatatıyla Avrupa’dan gelen Jön Türk matbuatını gerek A(n)talya dahilinde ve gerek bilad-ı dahiliyede neşrettiğinden dolayı on beş sene müddetle kalebentliğe mahkûm edilmiş ve her nasılsa pek tehlikeli bir müfsit!.. addolunarak Akka zabıtası tarafından gayet ihtimamkârane muhafaza edilmekte bulunmuştur. Hatta iptida-yı vürudunda cerayim-i adiye mahkûmları yanına, zindana atılmışken üç sene kadar müddet zarfında tehlikeli müfsitliğini teyit edecek bir su-i hali görülmediğinden bir aralık duçar olmuş

bulunduğu humma-yı tifoididen dolayı etibba tavsiyesiyle bu odaya çıkarılmış ve afiyeti avdet ettiği halde orada kalmıştır.

Diğeri Hafız Kadri Efendi isminde genç bir tıbbıyeli olup bu dahi sınıfında evrak-ı muzırra okunup dinlenirken basılmış olan altı nefer talebeyle mahkûm olmuş ve diğerleri Rodos’a, Trablusgarb’a vesaireye dağıtıldıkları sırada Hafız Kadri Efendi’nin kısmetine de Akka isabet eylemiştir.

Şu üç refikin hususiyat-ı ahvalini hayalimizde icmal edecek olursak pek az bir zaman sonra bu odanın bir mektep, bir politika mektebi, hem de hürriyetperverler nazarında en memduh ve istibdadperestler nezdinde en mekruh bir politika mektebi kesildiğini daha şimdiden anlayıp hükmedebiliriz. Hafız Kadri Efendi’de henüz hiçbir şey yok. Tıbbıye idadiyesinin en parlak bir mezunu olacağına şüphe edilemeyecek derecelerde zekiyse de siyasiyatça değil a maişet-i adiye-i medeniyece bile henüz hiçbir tecrübesi sabık değil. Daha bembeyaz bir sayfa ki oraya ne yazılacaksa bundan sonra yazılacak; hem çok şeyler yazılacak hem bir daha silinmemek üzere yazılacak, zira bilhassa siyasiyatı pek ziyade sevdiğinden ve Mısırlı Rıfkı Bey’se siyasiyat ormanının en yırtıcı kurtlarından olduğundan Hafız Kadri’nin bir sualine beş türlü cevaplar vererek levh-ı hafızasını zaten doldurmaya başlamış ve işte bizim Nurullah dahi bu sınıfa dahil olmuştur.

Fakat Nurullah, Hafız Kadri gibi henüz boş değil. Fransız ve Osmanlı edebiyatında gerçekten bir yed-i tulası var. Hukuk Mektebini bitirmiş, ikincilik derecesinde isbat-ı ehliyet eylemiş. Hatta siyasiyatta dahi vasi ve derin bir behre peyda etmiş. Lakin bizim Osmanlı milletinin siyasiyatle iştigal edebilecek derecede henüz maarif sahibi olmadığından meydan-ı siyasete nabehengâm olarak girilmesini beğenmiyor da o meydana hiç iltifat etmiyor ve o meydandan kaçıyor, o meydanda güreş eden pehlivanları görmek istemiyor.

Şu Akka kalesine düştükten sonra bu ihtirazlara artık lüzum kalmadığını gördü. Öteden beri hiç ihtirazı olmaksızın meydan-ı siyasette yekketaz olsaydı encam-ı kârda başına ne gelebilecekse işte geldi. Bununla beraber Rıfkı Bey’in nazariyat-ı ahraranesinden birçoğuna hâlâ muarız. Rıfkı Bey’se bu muarazadan pek mütelezziz. İşte muallim ile müteallim arasındaki bu muaraza ve cidaller şevk-i müdarese-i siyasiyenin ehemmiyetini arttırdıkça arttırıyor. Jön Türklüğe, o kadar muhteriz Nurullah öyle kavi ve muhkem bir Jön Türk olup gidiyor da kendisinin de haberi olmuyor. Aradan birkaç ay geçtikten sonra kendinin de haberi oldu. Hatta muallim ve müetallim arasında bir makusiyet görüldü.

Bu makusiyet hakikaten istiğraba şayan şeylerdendir. Makusiyet Rıfkı Bey muallimken müteallim ve Nurullah Bey müteallimken muallim makamını işgal eylemeleri suretinde görüldü. Zira Rıfkı Bey’in Jön Türklüğü sırf insaf ve namus ve hamiyetten ve bu üç hasise-i ruhiyesinin icabat-ı tabiiyesiyle hürriyet ve adalete çıldırasıya bir aşkından ibaret olup hürriyet ve Kanun-ı Esasiye’nin şer-i şerife tamami-i muvafakatını da lisan-ı Arabideki terakkiyat-ı edebiyesiyle kütüb-i fıkhıye sayesinde tetebbu etmişse de lisanımızda henüz tercüme ve nakledilememiş olan hukuk-ı insaniye ve mebahis-i siyasiye ve medeniye hususunda pek sığdı. Fransızca bilmiyor ki bu sığlığı bir derinliğe tahvil etsin. Bir de Nurullah bu mebahisi en âli derecelerine kadar serd ve ityana başlayınca bir gün Rıfkı Bey: “Ver üstat, ver elini, ver öpeyim! Seni buraya Allah gönderdi. Benim gibi bir kocamış herifi irşat için değil şu genç kahramana terbiyesini itmam için!” diye kendisi Nurullah’ın elini öpmeye davrandığı gibi o dest-i üstadiyi Hafız Kadri’ye dahi öptürdü.

İşte bundan sonra mektebin ehemmiyeti arttı. Hafız Kadri bir yandan da Nurullah’tan Fransızca tederrüs ediyor. Daha tuhafını ister misiniz? Rıfkı Bey’deki tefevvuk-ı üstadaneye yine halel gelmemek için Nurullah Bey dahi ondan Mısır Arapçası, yani lisan-ı Arab’ın Mısır şivesince söylenmesinde mümarese dersini alıyor. Bir faaliyet ki eğer bir menfada, bir menfi halde olmasa da bir suret-i ahraranede olsa zevkine doyulmayacak.

Bizim menfinin menfasındaki bidayet-i ahvalini ezmine-i atiyeye doğru biraz ziyadece uzattıksa da bizce hiç de fena etmedik. Nurullah Bey’in İstanbul’da münasebatının suret-i devamına dair kariben vereceğimiz malumatın hüsn-i telakkisine şu ahval-i ibtidaiyenin tasviri büyük yardım edecektir. Hatta bu ahval-i ibtidaiye tasviratını itmam etmiş olmak için şunu da haber verelim ki: Mutasarrıf paşanın biri on iki diğeri on dört yaşlarında iki oğlu olup az zaman içinde Nurullah Bey’in hüsnü ahlaktan maada iktisabat-ı ilmiyesini de takdir etmiş olan paşa haftada üç gün çocuklarına Fransızca ders itasını Nurullah’tan rica etmiş ve bu ricasını haftada bir altın atiyyeyle teyit eylemiş olduğundan Nurullah Bey haftada üç gün hükümet konağına giderek iki buçuk üç saat zamanını paşanın oğullarıyla geçiriyor ki bu halin o gurbet elinde kendisi için büyük bir teferrüc ve teferruh olmasına o haftada üç gün etime-i nefise ekli saadeti de munzam oluyor.

 

* * *

 

Nurullah Bey’in Akka’da mebadi-i ahval-i menfiyesini gördükten sonra nazar-ı tahkik ve tefahhusu İstanbul’a tahvil edelim:

Bu biçare delikanlının tevkifi, istintakı, muhakemesi, mahkûmiyeti kendi hanesiyle kayınvalide ve zevcesi hanesine ne yolda tesiratı mucip olduğunu az çok haber vermiş olduğumuz halde Kâzım Bey’in hanesinde ve orada bizzat Ceylan üzerinde ne yolda icra-yı tesir etmiş olduğuna dair hemen hiçbir şey söylemedik. Zaten Kâzım Bey için söyleyeceğimiz şeyler pek muhtasar olacaktır. Tafsile ihtiyaç yok ki tafsil edelim. Şundan ibaret kalacaktır ki: Kâzım Bey bilahare Nurullah Bey’in odasına naklolunarak oradan da zabtiye tarafından çıkarılan kitaplara, risalelere, evraka malik bir Jön Türk olduğu müddetin son dakikasına kadar Nurullah’ın duçar olduğu musibete hakikaten acımış ve kendi imzasıyla verilen jurnale pek kızmış ve bahusus Ceylan’ın dediği gibi esmayı üstüne sıçratmak ihtimalinden pek ziyade korkmuşken Feyzullah Efendi hazretlerine intisap ettiği dakikadan bedle bu teessürler, bu korkular azala azala az zamanda hiç kalmamış ve git gide onların yerini istikbal için büyük büyük ümitler işgale başlamıştır. Zevcesi Sezayidil Hanım’ın da aynıyla kocası halinde ve daima ona tabi bulunduğunu ihtara bile muhtaç değildir.

Bu aile içinde romancının nazar-ı ehemmiyetini asıl celp eden Ceylan’ın eski afacanlıklara katiyen nihayet vermiş gibi göründüğünü bir aralık haber vermiştik. Şeytan kızın böyle ıslah-ı nefs etmiş gibi görünmesinin bir büyük sebebi de Zeliha Hanım’la devam eden münasebetleridir. Karındaşı hakkında verilen jurnalin hangi taraftan verildiğini ne Kâşif Efendi’nin ne de Zeliha Hanım’ın haber alacakları yok ya? Ceylan bundan tamamıyla emindir. Fakat kendisi Nurullah Bey’e şan-ı nisvanisini tamamıyla feda etmiş olduğu halde!.. Nurullah’ın kendisine göstermiş olduğu bivefalıktan!.. Hatta alçaklıktan!.. dolayı bittabi ve fevkalade meyus olan Ceylan zavallı delikanlının mevkufiyeti, mahkûmiyeti üzerine Nurullah’ın ablası ve kendisinin teyzesi!.. Evet Zeliha nezdinde o kadar müteessir görünüyordu ki kendi musibetinin bin misline razı olarak fakat Nurullah’ın bu felaketi acısından bir türlü müteselli olamayacağını o kalbi pak, vicdanı pak Zeliha’ya her münasebetle temin ediyordu. Bu koca oyunu ne için oynuyordu? Bunu da bilmiyor musunuz? Bir zaman için Nurullah hakkındaki ümidini hâlâ muhafaza ettiği için değil! Nurullah’tan katiyen meyus olmuş bulunduğuna inanmalıdır. Fakat Nurullah’ın ve Ahdiye’nin haberlerini alabilmek için bu melunane oyunu tertip etmişti. Gerek delikanlının gerek zevcesinin haberleri Zeliha’ya elbette vasıl olacak fakat kendisi hanım teyzesine tamamıyla mahrem olmazsa bu haberler kendisine de nasıl intikal edecek?

İşte Ceylan bu tedbiriyle Ahdiye ve Dilşinas ve Nurullah’a dair son zamana kadar en küçük haberleri bile almış olduğu gibi bundan sonra hasıl olacak haberleri de almakta devam edegideceğine şüphe edilmemelidir.

Nurullah, Akka’ya sevk olunduktan sonra ilk haber onun tarafından gelen mektuplardan alındı. Pederine ve ablasına birer mektup yazdığı gibi bir tanesini de kayınvalidesine, fakat ondan bedel zevcesine göndermişse de mektupların birisinde verdiği izahatı diğerlerinde dahi tekrar etmiş olmamak için “bunların üçü haddizatlarında bir mektuptan ibarettir. Binaenaleyh her üçünü cümlenizin okumasını rica ederim.” demiş olduğundan mektuplar hem Kâşif Efendi’nin hem de Dilşinas Hanım’ın hanelerinde okunmuştur.

Bu mektuplarda Nurullah Bey İstanbul’dan Akka’ya kadar suret-i seyahatini ve orada mutasarrıf paşa hazretleri tarafından suret-i kabülünü hikâye ediyor. Fakat ihtisasasının fâci cihetlerini pek hafif geçiyor. Babasının, ablasının, kayınvalidesinin, zevcesinin yeis ve kederleri elvermiyor ki daha birçok havadis-i müeyyiseyle biçarelerin hallerini besbeter eylesin. Mutasarrıf paşa tarafından verilen tesellileri, ümitleri bilakis sahihinden ziyadece tevsi ediyor. Odasından bahsediyor. Şimdilik esbab-ı rahatı pek noksansa da yakında onları da ikmal edince şu hal-i felakette, gurbet diyarında ne kadar rahat edebilmek mümkünse edeceğini dermeyan eyliyor.

Bu mektup hükumet tarafından görüldükten sonra kapatılıp gönderileceği malumdur. Eğer bu hal şimdi tahattur edilecek olursa mutasarrıf paşanın tesellileri ve pederane muameleleri hakkında Nurullah Bey’in biraz ifratlıca sözleri yazmış olmasına taaccüp edilmez.

Yalnız babasına yazmış olduğu mektupta Dilşinas Hanım’la kızına kendi yüzünden bir ziyan gelmesine asla razı olmayacağını tekrar ederek ilerde ahvalin ne suret göstereceğini bekleyecek kadar sabırları olmayıp da bir nikâh-ı şerinin bağlamış olduğu bağı çözmek arzusunda bulunurlarsa bir hiss-i civanmerdaniyle ona dahi razı ve hazır bulunduğunu beyan etmişti. Kâşif Efendi, Dilşinas Hanım’dan bir mülakat rica ederek mektubunu kendisi okudu. Yalnız şu bağı çözmek fıkrasını okumamıştı. Çünkü zavallı Ahdiye dahi hin-i kıraatle hazır bulunuyordu. Kızcağız bir hizmet için bir aralık dışarıya çıktığı zaman Kâşif Efendi fırsattan istifade ederek mektubun o fıkrasını da Dilşinas Hanım’a okudu: “Ahdiye Hanım kızım buradayken okumadım. İhtimal ki kendisini henüz bu meseleden haberdar etmek istemezsiniz diye. İhtimal ki siz dahi benim gibi bu işte isticale lüzum görmezsiniz diye. Zira biz sizinle can ciğer olduk demektir. Ama bir düşmen-i birahm bizim hakkımızda azraillik hizmetini görerek ciğerimizi koparmış, hayatımızı almışsa da bihamdillahi teala iki taraf dahi insan-ı kâmil olduğumuzdan teenniyle hareketi tercih ederiz. Ben acele etmeyelim diyorum. Her halde emin olunuz ki iş sizin istediğiniz gibi olacaktır. Bu işi siz nasıl bitirmek isterseniz öylece bitirilecektir. Yüzümüzden duçar olduğunuz mesaib elverip artmış olduğundan daha ziyade bir ziyanı bizden beklemeyiniz,” dedi. Bu sözlerden Dilşinas Hanım o hal-i safvetiyle pek ziyade âsâr-ı hoşnudi gösterdi. Bu meseleyi birdenbire kızına açmayıp sabır edilmesini ve ilerde Cenabıhakk’ın neler göstereceğine intizar münasip olacağını söyledi.

Cenabıhakk’ın neler göstereceğine mi? Ceylan, Kâşif Efendi’den Zeliha Hanım’a ve Zeliha Hanım’dan kendi validesine ve kendisine intikal eden bu sözü zahir halde büyük bir teessürle ve ez-dil ü can tasvip tavrıyla telakki etmiş olduğu halde can ü dilden bu söze sürekli bir kahkaha-i müstehziyaneyle gülüyordu. Ceylan gibi artık gönlü kararmış olan bir münkir nazarında Cenabıhakk’ın neler göstereceğini ümit ve intizardan büyük belahat mı olur?

İstanbul’dan gelen cevaplar meyanında pederinin mektubu Dilşinas Hanım’ın verdiği cevabı da Nurullah’a tebliğ ediyordu. Nurullah bu cevaptan ne ümide düştü ne de yeisini arttırdı. Zira kendisi lütf-ı hakdan ümit kesmek hususunda Ceylan’ın inkârına benzeyebilecek bir inkârda bulunmak hayal ve hatıra sığmayıp fakat babası ve kayınvalidesi gibi kopkolay ve çarçabuk ümitvar olacak sade dillerden dahi değildir.

 

* * *

 

Nurullah’tan ikinci haftasında gelen mektuplar daha ziyade tesellibahşdılar. Üçüncü hafta, dördüncü hafta, hasılı her hafta gelen mektuplar artık yalnız Dilşinas Hanım’da değil Kâşif Efendi’de peyda olmaya başlayan ümitleri bittedriç arttırıyorlardı. Ne ümitleri? Hangi ümitleri? Halas ümitlerini mi? Heyhat! Ahdiye Hanım’ın validesiyle Akka’ya giderek zifaflarının icrası· ümitlerini mi? Ne uzak şey? Hapishane odasının beytü’z-zifaf olabileceği ne uzak şey!

Fakat ne kadar uzak olursa olsun bir ümit ne kadar az olursa olsun bir ümit her halde ümittir. Yeise karşı bir varlıktır. Bu ümitlere Ceylan istihza kahkahalarıyla güldüğü gibi Nurullah bile meyusane tebessümlerle mukabele ediyor. Ama Ceylan lütf-ı hakkı katiyen inkârda bulunduğu halde Nurullah kudret-i ilahiyenin aciz kalacağı hiçbir şey olamayacağı imanıyla beraber meyusane tebessümlerle gülüyor, Nurullah Bey İstanbul’dan aldığı cevaplarda Dilşinas Hanım tarafından henüz bir karar haberini almıyor. Bağlanmış olan bağı ne çözmeye, ne de bağlı olarak saklamaya dair hiçbir haber almıyor. Haberler hep sabır ve intizar haberlerinden ibaret.

Bir aralık Nurullah Bey’in mektupları daha ihtirazsızca, daha serbestane bir surette yazılmış gelmeye başladı. İstanbul’dakiler bunun sebebini henüz anlayamasalar dahi biz anlayabiliriz. Nurullah Bey’in mutasarrıf paşaya çocuklardan dolayı mülazemeti ve ondan mütevellit olarak emniyeti artmasından dolayı mektuplarının artık hükümetçe muayenesine lüzum görülmemesi bu halin sebebiydi. Mutasarrıf paşa gerçekten o kadar güzel kalpli bir adamdır ki Nurullah Bey’in hüsnü haline emniyet edip de hakayık-ı sergüzeştini de öğrenmeye başladığı zaman yüzyazısı günü alnının yazısını görmüş okumuş bulunmasına pek ziyade teessürle hüngür hüngür ağlamıştır.

Aradan biraz vakit daha mürurla oğullarının yalnız Fransızca’da değil ilm-i eşyada dahi bitterakki vapur makinesinin ve telgrafta elektrik cereyanının, saikanın falanın hakayıkından bahsettiklerini görünce genç muallime adeta evlat muamelesi etmeye başlayarak hatta bir gün: “Nurullah Bey! Sizi o kadar seviyorum ki müteehhil olmazsanız dâr-ı dünyada biricik kızımızı şu hal-i felaketinizde bile size tezevvüc edebilirdim. Lakin bir ev yapmak için diğer yapılmışını yıkmak mürüvvet-i insaniyeye sığmaz.” sözlerini de ağzından kaçırmıştır. Akka’da ne havadis olsa İstanbul’a yazmak Nurullah için tabii olduğundan havadisin bu türlüleri dahi İstanbul’a intikal ettikçe Dilşinas Hanım’ın ümitleri arttıkça artacağına şüphe edilemez. Nihayet delikanlının bir mektubunda: “Mutasarrıf paşa hazretleri beni kendisine gerçekten evlat addediyor. Bu halde Ahdiye Hanım’ı dahi kendi gelini biliyor. Hatta burada ben, orada siz razı olacak olursanız Ahdiye Hanım’ı konağına kabul bile edecek, lakin benim böyle bir teklife dilim varabilir mi? Hudud-ı zatiyem bir menfi, bir kalebent, bir mahpus hududu olmaktan öteye geçemediği halde böyle bir şeyi nasıl kabul edebilirim? Bahusus ki mahkeme kadıya mülk olmaz derler. Yarın mutasarrıf paşa inşallah valilikle başka bir yere tahvil-i memuriyet edecek olursa Ahdiye Hanım’ın hali nasıl olur?” fıkrası görülünce İstanbul’un ümitleri o kadar artmıştır ki bu tahavvülatın en bahtiyarane ciheti yeis ve füturları o zamana kadar bittedric azala azala işte ümit kapılarının bile açılmakta olması cihetidir. Bu ümitler hakikaten İstanbulca büyük bir ciddiyet peyda etmekteydi. Bu zamana kadar lütf-ı İlahiye istihza kahkahalarıyla gülüveren Ceylan bile kendisini toplayarak için için cangâhında bir ateşin yakıntısı gibi bir şeyler duymaya başlamıştı.

Menfinin halini bu kadar ehven olmak üzere tasvir edişimizi karilerimiz “romantik” hayalatına hamletmemelidirler. Şu aralık istibdada karşı neşriyat-ı müntakimanemizde menfaların, menfilerin hali pek yaman bir surette tasvir edilmekte bulunmuşsa da biz üç seneden ziyade imtidad eden müddet-i menfiyetimizin ilk yedi sekiz ayından maada pek de mütehalikane tazallum edilecek cihetlerini görmedik. Hele hiçbir zaman işkence, eza, cefa, görmedik. Hakaret bile çekmedik. Kale içinde her tarafa zaptiye muhafazası altında olarak gidebilirdik.

Gündüzleri hanemize, evlad ü iyalimiz nezdine bile giderdik. Fakat akşam üstü yine hapishaneye avdet ederdik. Vakıa esaret ve mahbusiyetin bu derecesi de pek ağırdı. Ağlaştığımız zamanlar pek çok olurdu. Lakin şu son zamanlarda, bazı hem hallerimiz haklarında reva görüldüğünü işittiğimiz tahammülgüzar işkenceleri biz görmedik. Binaenaleyh Nurullah Bey’i tasvirde kendimizi model ittihaz etmekteyiz.

Akka’ya vürudu üzerinden henüz üç ay mürur etmemişti ki Nurullah Bey adeta umumi bir teveccühe nail olmuştu. İslam, Hıristiyan, yerli, yabancı kendisini sevdi. Yabancılar arasında Messagerie Maritime nam Fransız kumpanyasının acentesi olan bir Fransız, zaten sosyalistliği anarşistlik derecesine vardırmış bir adam olup Akka’daki politika mücrimlerinin kâffesine meyil ve muhabbet etmiş olduğu gibi bilhassa Nurullah Bey’e ez-dil ü can bir muhabbet-i biraderane peyda etmişti. Fırsat düşüp de mülakat eyledikleri zamanlar politikanın her cihetinden bahseyledikleri sırada Monsieur Caun yani acente Türkiye’nin haline acırcasına hasbıhallerde bulunur ve uçurumun ta kenarına kadar gelmiş olan bu memleketi kolundan tutup kurtarabilecek bir kuvvet varsa Jön Türklerden ibaret olduğunu söylerdi. Vakıa Nurullah Bey’in kalbinde o zamana kadar bir ümid-i muvaffakiyet henüz mevcut değilse de her sene bir başka türlüsüne duçar olduğumuz mesaibden uyanarak gözlerimizi açacağımıza bilakis daha ziyade yumup uykumuzu derinleştirmekte olduğumuzu görünce Monsieur Caun’un dediklerini tasdikle beraber: “Biz bu menfalarda bir hal-i perakende ve perişandayız. Neşriyat-ı ahraranede görüyoruz ki Avrupa’da bir büyük cemiyet varmış. O cemiyetin memalik-i Osmaniyenin her tarafında şubeleri varmış. Büyük bir hareket-i inkılabcuyaneye onlar tarafından kıyam edilirse cümlemizin ez-dil ü can iltihak edeceğimiz derkârdır,” yollu mukabelelerle o hürriyetperest Fransızların ümidine kuvvet vermeye çalışmıştı. Bir gün yine esna-yı musahabede Monsieur Caun: “Mösyö Nurullah! İster misiniz ki sizi Mısır’a kadar kaçırıvereyim?” demesin mi? Bu söz o kadar gayr-ı muntazır bir söz oldu ki Nurullah birdenbire Fransızın ne dediğini anlayamadı. Hayretle yüzüne bakakaldı. Caun sözünü tekrar ve tavzih edince delikanlı derin bir tefekküre vardı. Cevap için Caun’un gösterdiği istical üzerine dedi ki: “Şimdi bir cevap veremem. Zira cihanda yalnız kendim için yaşamıyorum.”

Bu defa dahi bizim menfi delikanlı bu sözün hükmü nerelere kadar vardığını Fransız dostuna şerh ve izah eyledi. Her halde kendi hakkında göstermiş olduğu şu gayret-i dostaneye teşekkürler ederek bu muavenetten istifade arayacağı zaman geldikte inayetine müracaat edeceğini bildirdi.

 

* * *

 

Şu son günlerde İstanbul’dan gelen mektuplarda selamlardan, kelamlardan, sıhhatlerinin, afiyetlerinin pek yolunda gittiklerinden ve istikbal için ümitlerinin arttıklarından filanlardan sonra Zeliha Hanım’ın mektubunda şu satırlar okunuyordu.

“Sezayidil Hanım ile Ceylan Hanım bundan iki buçuk üç hafta mukaddem Üsküdar’a iki üç saat mesafede kain Paşaköyü’ne gitmişlerdi. Ceylan’ın müddeti başladığı için eşten dosttan kimsenin haberi olmaksızın Ceylan’ı yükünden kurtarmak için bu tedbir kullanılmıştır. Kâzım Bey dairesinden… hem de birisi eski dairesi, diğeri Feyzullah Efendi namında bir büyük adamın yeni dairesi olmak üzere iki dairesinden ayrılamayacağı için evinde kalıp ve Despina ile Kiryaku dahi efendiden ayrılamayıp Ceylan yalnız validesiyle Paşaköyü’ne gitmişti. Bu Paşaköyü altı yüz haneli adeta kasaba kadar bir köy olup eski Rum ebelerinden bir çoğu orada vardır. Bunlar Rumdurlar ama Rumca bilmezler. An-asıl bir paşanın çiftliği olup Bulgar amele ve yanaşmalara Rumlar kız vermedikleri için Alemdağı’ndaki Ermeni köyünden birkaç kızla izdivaç etmişler ve köy ahalisi bunlardan türemişlerdir ki Bulgar ve Ermeni kanlarından hasıl olan evladın lisanları da zaten analarının babalarının müştereken mütekellim oldukları Türkçe olmuştur.

Kocasından yeni ayrılmış bir taze gelin olmak üzere Paşaköylüye prezante edilecek olan Ceylan orada kurtulduktan sonra çocuğu tevdi edecek bir süt nine dahi bulmak Paşaköyü için pek mümkün olacağı hesap edilmiştir. Böyle şeyler küçük yerlerde olsa her muhtaç olduğu şey bulunamayıp ahalisinin de enzar-ı iştibahı davet edilmiş olur. Ama büyük köylerde hem her şey bulunur hem de etraf ve civardan birkaç haneden maada kimse ehemmiyet vermeyerek esrar-ı vakıa köyün büyüklüğü içinde kaybolur gider. Dün akşam Sezayidil Hanım’dan aldığım bir mektupta Ceylan’ın aminen ve salimen bir oğlan çocuk dünyaya getirmiş olduğu tebşir olunur. Her işleri arzuları veçhile yolunda gitmiş. Köylüden hiçbir kimsenin iştibahını bile mucip olacak bir gune hadise tekevvün etmemiş, bir karı bir kocadan ibaret bir de süt ana ve babası bulmuşlar. Bu murzianın çocuğu üç hafta evvel vefat ederek onun yerine yeni doğanı büyük bir memnuniyetle kabul etmiş. Çocuğun adını da Ziyaullah koymuşlar. Tuhaf değil mi? Nurullah’ın oğlu Ziyaullah demek. Mülahaza yollu hiçbir söz yazmamayı azimle başlamış olduğum şu mektupta işte bilaihtiyar çocuğun ismi hakkında yine bir mülahaza yazdım. Yazdığımı çizmeye lüzum görmem. Sen ne yolda mülahaza etmek istersen edersin. Ben bir şey diyemem.”

Başka bir hal ve keyfiyette olsaydı ihtimal ki bizim genç menfi bu mektuptan herhangi bir surette olursa olsun müteessir olurdu. Halbuki Ceylan’ın hamlini mübeyyin olarak yazmış olduğu mektuptan mütehassıl teessüratın yüz binde bir kısmı bile bu mektubun kıraatinden hasıl olamadı. Sanki Ceylan namında bir müteehhil kadın varmış da bir çocuk tevlid eylemiş olduğunu işitmekten ibaret bir keyfiyet-i adiye!

Zaten Nurullah Bey Akka’da kendisini bütün bütün başka bir alemde bulup o âlemin ahval-i gûnagûnuyla o kadar iştigal ediyordu ki İstanbul’a bir Ceylan Hanım’ı değil a, babasını, ablasını, zevcesini, kayınvalidesini bile geceleri yatağına girdikten sonra ancak düşünebilir ve bir de onların mektuplarını okuduğu veyahut onlara mektup yazdığı zaman o vakte kadar ki teesüratı teceddüt ederek artık ağlayacak mı, sızlayacak mı bu ihtisasata ancak o zaman duçar oluyordu. Bundan başka vakitlerde Mısırlı Rıfkı Bey ve İstanbullu Hafız Kadri Efendi’yle kendi odalarındaki ders alemlerine de makis olmayıp bu dersler arkadaşlarından ziyade kendi dil ü canını işgal ediyorlar. Mutasarrıf paşanın oğullarının dersleri o kadar mühim değilse de dekayık-ı ahval-i siyasiyeye dair paşayla ettiği musahabat o zeki paşanın enzar-ı hayretini açarak bu sohbetlere daldıkları zaman ikisi de cihanı unutuyorlardı. Hele Akka kalesi içinde gerek menfilerin ve gerek yerlilerin birçok mesail-i ilmiye ve diniye ve edebiye ve felsefiyanelerinin halli dahi bizim genç menfi için başkaca bir meşguliyet teşkil etmekteydi. Binaenlayeh ablasına yazdığı cevapta Ceylan ve yavrusu için hiçbir şey dememiş ve bu sükûta Ceylan muttali olduğu zaman bir vakitten beri Ahdiye ve validesinin arttıkça artan ve Ahdiye’yi Akka’ya götürmeye kadar yaklaşan ümitleri üzerine Ceylan cangahında aheste aheste alevlenmeye başlayan naire-i hased ve adavet biraz daha şulesini arttırmak zaruri hükmünü aldırmıştır.

Ceylan’ın hali asıl bundan sonra acınacak bir suret peyda etmeye başladı. Zira kendisini sevgili Nuri’sine kepaze edip bıraktığı halde nail olamadığı ümitler haml üzerine takarrüp edemediği gibi vaz-ı hamli üzerine de takarrüp etmeyip bilakis uzaklaştıkça uzaklaşmasına ve ta yeis-i kati hududuna varmasına mukabil o zamana kadar kimsenin bilmediğine kâni oldukları bu sırr-ı rezilane dahi yavaş yavaş faş olmuş ve bazı mehafil-i nisvanda güya kızlara duyurmaksızın kadınlar arasında şurada müsterhimane, burada müstehziyane hasbıhallere zemin teşkil etmeye başlamıştı. Şu fena kokuların meydana çıkması üzerine ehibbadan birçoklarının Kâzım Bey ailesinden ayaklarını kesmeye mecburiyet hasıl edeceği derkârdır. Hele bilhassa Dilşinas ve Ahdiye Hanım’ın ki Ceylan’ın hamli Nurullah Bey’den olduğunu henüz bilmedikleri ve katiyen ümit dahi etmedikleri halde böyle meşkukü’l-iffe bir haneye gidememekte kendilerini mazur görüyorlardı.

Lakin işin bundan daha fenası vardı. Feyzullah Efendi’ye verilmiş olan jurnal Kâzım Efendi tarafından verildiği dahi şurada burada inanılamaya inanılamaya söyleniyor ve bu sözler Kâşif Efendi ile Zeliha Hanım’a kadar da geliyordu. Onlar kemal-i safiyet-i kalble sözlere mutlaka inanmamakta ısrar ettilerse de Nurullah Bey’in odasında âsâr-ı muzırra-ı siyasiyeden hiçbir şey bulunmadığına katiyen emin oldukları halde torba dolusu âsâr-ı muzırrayı oraya kimlerin getirmiş oldukları derince düşünülmek lazım gelince söylenen sözlere inanmamakta ısrar dahi gösterildi. Zeliha Hanım ile Kâşif Efendi dahi Kâzım Bey hanesinden bittabi ayaklarını kesince bu aileyi teşkil eden baba, ana, kızın üçü dahi o kadar müteesir oldular ki başka ailelerin mecmuunun kat-ı münasebet etmesi bu derecelerde tesir gösterememiştir. Hele Ceylan! Hele Ceylan! Onun teessürü yanında anasının babasının teessürleri hiç menzilesinde kalır.

 

* * *

 

Ahval şu sureti bulunca Kâşif Efendi ve Dilşinas Hanım’ın münasebetlerine bittabi daha ziyade kuvvet geldi. Hoca Abdüllatif Efendi dahi dahil olduğu halde bunlar o zamana kadar bittedric takviye edegeldikleri ümitlere bir netice vermeyi müzakereye başladılar.

Cenabıhakk’ın neler göstereceğine intizar-ı karar-ı ümidvaranesinde bulunanları istihza eden Ceylan gittikçe acınacak bir hale giriyor. “Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar” teselli-i teslimiyetkâranesinde bulunanlara karşı hande-i münkiranede bulunduğuna nadim oluyorken Kâşif ve Abdüllatif ve Dilşinas komisyonu böyle her şeyi meydana çıktıktan sonra bilhassa Kâşif Efendi’nin İstanbul’da bekasını tasvip edemiyordu. Nurullah’la da muhabere olundu. Feyzullah Efendi hazretleri!.. gibi bir serhafiyenin en be-nam muavinlerinden olan Kâzım’ın şerrinden emin olmak hakikaten safderunluk olacağına karar verildi. Cümlenin ittifakıyla hanenin emr-i muhafazası Abdüllatif Efendi’nin tasvip edeceği adamlara tevdi olunmak üzere Kâşif Efendi, Zeliha’yla birlikte bir gün İstanbul’dan gaybubet ediverdiler. Anlıyorsunuz ya Akka’ya gidiyorlar.

Kâşif’in bu iğtirabı meselesinde Ahdiye’nin Akka’ya nakil ümidi dahi mevcut olduğunu hatırdan çıkarmayalım. Biz çıkaracak bile olsak Ceylan çıkarır mı? O dahi anlıyor, biliyordu ki babası ve ablası Akka’ya vardıkları zaman Dilşinas ve Ahdiye’nin de nakilleri meselesine bir suret verecekler ve hal ve vakitleri müsait olduğu için onları orada kendi mahrumiyetine rağmen yine mesut ve bahtiyar olacaklar. Buna tahammül kabil mi? Ya buna bir çare bulmalı ya helak olmalı!

Nurullah’ın, Akka’ya vusulü üzerinden artık yedi ay geçmişti ki ablası ve babası bir Fransız vapuruyla oraya vasıl oldular. Nurullah’ın dostu ve Messagerie Acentesi Monsieur Caun tarafından İstanbul Acentasına yazılan bir ricanameyle zaten dostu olduğu Cambodge vapuru kumandanına edilen tavsiye üzerine Kâşif Efendi ve Zeliha Hanım bu yolculuğu o kadar refah ve rahat içinde icra etmişlerdir ki bu oğul bu kardeş Akka’da menfi değil mutasarrıf olsa izzet ve ikramın bundan ziyadesi tasavvur olunamaz. Nurullah artık evvelki gibi beceriksiz bir adam da değil. Gurbet ve felaket biçareyi açtıkça açmış. Babası, ablası için tehyie eylediği hane işinde hemen kimsenin, hatta mutasarrıf paşanın bile muavenet ve mazhariyetlerine arz-ı ihtiyaç etmemiş.

Bu işten en ziyade memnun olacak bir adam varsa mutasarrıf paşa olduğuna şüphe etmemelidir. Oğlu gibi sevdiği, kızını vermeye kadar güvendiği, hatta zevcesini kendisine gelin saydığı genç ve fazıl menfi şimdi validesini getirdiği gibi kariben zevce ve kayınvalidesini de getirip bahtiyar olacak. Vakıa menfilik ve mahpusluk hali hep üzerinde kalacaksa da hükümeti bu derecelerde temin eden, bu kadar fazıl ve sahib-i namus bir adama bir mutasarrıf –mesuliyeti üzerine alarak– pek büyük müsaadelerde bulunabilir.

Babayla oğulun İstanbul’daki ayrılık musafahaları acı olduğu kadar Akka’da muvasalat musafahalarının tatlı olduğunu takdirden aciz kalmayız. Kâşif Efendi şu epeyce uzun müddet-i ömründe üç beş defa seyahat etmiş olduğu cihetle İstanbulca “taşra” denilen mahallerin acemisi değilse de Zeliha Hanım o taşrayı rüyada bile görmemiş olduğundan daha vapurdayken Akka kalesinin uzaktan görünüşü üzerine içi ürkmüş ve kalenin hapsettiği o Arabistan evlerinde nasıl oturulabileceğini zihninde tasavvur edememişti.

Hele Osmanlılıkları yani taşralarda gezip dolaşarak kazandıkları cihandidelikleriyle böbürlenen bazı hanımların şu memalik-i cenubiyedeki iri örümceklere, akreplere, kertenkelelere, yılanlara, çıyanlara dair vaktiyle esna-yı musahabede söylemiş oldukları sözleri şimdi Akka’nın karşısında tahattur ettiği zaman Zeliha’nın elleri ayakları buz kesilmişti. Lakin sevgili kardeşine muvasalat sevinci biraz sonra bunların kâffesine galebe ederek Akka sanki maskat-ı resiymiş gibi gözlerine güzel görünmeye başlamıştır.

Hafiyeliğin taammüme yüz tutmakla beraber jurnal edecek hiçbir şey bulamazlarsa yalandan, iftira nevinden de jurnal yaptıkları bir zamanda bulunulmasaydı mutasarrıf paşanın daha ilk akşamdan bedle Nurullah’a hanesinde yatmak ruhsatını vereceğine şüphe yoktu. Lakin: “Oğlum ben söylemeksizin siz anlarsınız ki babanızın, hemşirenizin vürudu üzerine buradaki hafiyelerin nazarıdikkatleri sizin üzerinize açılmıştır. Onun için birkaç akşam yine Mısırlı Rıfkı Beyin odasında ikamet lazımdır.” mülahazasıyla itizar edince Nurullah’ın da mülahazası böyle olmasını icap ettiğinden akşamüstü hapishaneye çekilmek için peder ve hemşiresinden ruhsat aldığı zaman bu biçareler bir oğlun, bir biraderin menfi ve mahpus olması ne demek olduğunu anladılar. Son dereceye kadar dilhun oldular. Hatta o akşam baba kız hasbıhallerini bu beliyye-i mahbusiyet üzerlerindeyken Ahdiye Hanım’ı buraya getirmek mümkün olamayacak gibi göründüğünü söyleştiler.

İlk günlerde mahbusiyet halinin bunlar üzerinde hasıl ettiği tesiri tadil edecek şey en evvel mutasarrıf paşanın hareminden bedle naip efendi, mektupçu ve muhasebeci efendiler vesair memurin haremlerinin hoş amediye şitab etmeleri oldu. Taşralarda hal böyledir. Her nereden olursa olsun yeni gelen aileleri böyle hüsnü kabul ederler. Hele bilhassa doğrudan doğruya İstanbul’dan gelenleri kabul edişleri bilkülliye başka türlü olur. Lakin orta yerde kumbara patlarcasına zuhur eden bir hal bu tadilatı madilatı berbat ederek şu üç biçarenin üçünün de hallerini bilkülliye digergûn eyledi.

 

* * *

 

“Kendi mahrumiyetine rağmen onlar orada yine mesut ve bahtiyar olacaklar. Buna tahammül kabil mi? Ya buna bir çare bulmalı ya helak olmalı.”

Bu sözü unuttunuz mu? Bunu Ceylan söylemişti, Ceylan! Esdika-yı bendegandan Kâzım Beyefendi hazretlerinin… ne sandınız ya? Herif evvela ûlâ oldu. Kâzım Beyefendi hazretlerinin kerime-i iffeti vesimeleri Ceylan Hanımefendi söylemişti. Binaenaleyh Kâşif Efendi ve Zeliha Hanım’ın Akka’ya vürutlarının üçüncü günü atıfetlu Feyzullah Efendi hazretleri tarafından şifreli bir telgraf geldi. Bu zatın bütün vükelaca, valilerce, mutasarrıflarca, hatta birçok mühim kaymakamlarca maruf olan ehemmiyet-i gayr-ı mahdudesine nazaran onun tarafından gelen bir telgrafnamenin hükmü o zamanki telgrafname-i samileri de geride bırakırdı.

Telgraf hallolundu! Efendi hazretleri buyuruyorlar ki:

 

“Cemiyet-i fesadiyeye ittibaından dolayı on beş sene kalebentliğe mahkûmen Akka’ya izam edilmiş olan Nurullah nam kimseye ziyadesiyle müsaadekârane bir yolda meydan verildiği ve merkumun bu defa peder ve hemşiresi dahi o tarafa azimet etmiş olduktan fazla yakında menkuhası olup kable’z-zifaf Nurullah’ın tevkifinden dolayı burada kalmış olan kadının dahi oraya azimetiyle zifafları der-dest-i icra bulunduğu istihbar kılınmıştır. Bu misillü mahkûmlar hakkında usul ve nizamın tecviz edemeyeceği bir yolda müsaadekârane hareket zat-ı âlileri için mucib-i memduhiyet olmak şöyle dursun bilakis müstelzim-i mesuliyet olacağından merkumun firarına meydan verilmemek ve hariçle ihtilatı bir suret-i katiyede men olunmak için esbab-ı lazımenin istikmaliyle hakkınızda dai-i mesuliyet olacak zerre kadar bir hale cesaret edilmemesi lüzumu katiyen beyan olunur.”

 

Mutasarrıf paşa hazretleri şu telgrafnameyi aldığı zaman o kadar kahırlandı ki böyle bir mahkûmiyet kendi oğlu ve hatta bizzat kendisi aleyhinde vukua gelmiş olsaydı ancak bu kadar müteessir olabilirdi. Fakat çare yok memuriyet-i mağduriyetiyle bu telgrafın hallini bir tezkireyle beraber Nurullah Bey’e gönderdi. Tezkiresinde birçok tesellilerden sonra böyle bir emrin daha şiddetlilerine duçar olmamak için kendi kendisini ihtilattan men etmek lüzumunu gayet müteessirane tabiratla anlattı.

Bunu anlatmaya hacet var mıydı? Zavallı genç menfi yalnız telgrafnameyi görseydi bu lüzumu anlayacaktı. Nurullah Bey bu felaket-i müteceddideden müteessir olmadı denilemez. İlk mahkûm olduğu gün kadar müteessir olmuşsa da pederiyle hemşiresinin ne kadar meyus olacaklarını hesap ettiği zaman kendi teessürünü unuttu. Cevaben mutasarrıf paşaya yazdığı birkaç satırda felaket-i vakıayı zemin ve zamana muvafık bir surette hemşiresiyle pederine anlatmasını rica etmişti. Böyle felaketler içinde bulunanlar için cihet cihet memnuniyet noktaları da olur ki insan onları düşündüğü zaman bu kadarcık şeylerden nasıl memnun olduğuna şaşar. Nurullah Bey bu haberi aldıkları zaman babasının, ablasının derece-i meyusiyetleri görmeyeceği, çünkü ihtilattan memnuiyeti hasebiyle bu kara haberi onlara kendisi veremeyeceği için adeta sevindi.

Mutasarrıf paşa Kâşif Efendi’yi kendi nezdine celp edeceğine bilakis kendisi onun hanesine gidip oğlu hakkındaki teveccühatından ve biçare delikanlının alam-ı iğtirabını tahfif için elinden gelen her şeyi yapacağından bahisle uzun uzadıya teminat-ı biraderaneyi müteakip felaket-i vakıayı da anlattı. Bu felaket her cihetten mucib-i yeis olduğunu anlamakta Kâşif Efendi asla teehhür etmedi. Ahdiye’nin Akka’ya getirilmesine kadar her tasavvur mahv u heba olup hatta kendisinin İstanbul’a avdeti demek Kâzım Bey’le Ceylan’a yakayı teslim demek olacağından bunun imkânı yoktu.

Maahaza hiç olmazsa günde bir defa olsun, hiç olmazsa uzaktan olsun bedbaht oğlunu görebileceği ve çamaşırlarını yıkatmak ve yemeğini göndermek gibi muavenetlerin mahbusiyet-i ıztırabatını tahfif mümkün olacağı için müteselli oluyordu.

Nurullah’ın oda refikleriyle hasbıhalini bilmeye dahi burada lüzum vardır. Mısırlı Rıfkı Bey genç arkadaşının her haline vâkıf olduğu için telgrafı okuduğu zaman istizahata hiçbir lüzum görmemişti.

Ak saçlı kafasını iki avuçları içine alarak iki üç dakika kadar derin derin düşündükten sonra: “İlk ele geçecek fırsatla buradan firar etmek lazım!” dedi. Nurullah Bey bu reyi kabul tarafında görünmeyerek: “Amma yaptınız ha! Sizi burada bırakıp da kaçmak nasıl kabil olur? Üçümüz birden kaçmaya davransak firar müşkilatını artırmış olarak muvaffak olamayız,” dedi. Rıfkı Bey, Hafız Kadri’yle beraber kendileri orada kalarak yalnız Nurullah’ın firarı reyinde bulundularsa da Nurullah bunu da kabul etmeyip: “Benim firarım Mutasarrıf Paşa hazretlerini mesuliyet gibi bir mevki-i müşkile düşürür. Birkaç günlük mülakatımız üzerine sevindiğim valide ve hemşiremden tekrar müfarakatım bittabi beni yeniden meyus eder. Burada sizinle baba kardeş gibi alışmış olduğum halde firaren gideceğim yerde yeniden gurbet alamına düşmüş olacağım.” dedi. Koca Rıfkı bu mülahazat üzerine bir daha düşündü. Fakat genç bedbahtın reyini kabul edemedi. Dedi ki: “İstanbul’daki düşmanlarınız sizi bu telgrafta görülen felaket kadar mustarip etmekle de iktifa etmezler. Bundan sonra hiçbir iyi habere muntazır olamazsın. Söylediğin şeylerdeki makbuliyet ve makuliyete rağmen buradan firar lazımdır. Biz burada kalırız. Kısmet yardım ederse senin açacağın yoldan bilahare biz dahi kaçarız.”

* * *

 

Bu menhus telgrafın geldiği günün akşamı zavallı Kâşif Efendi hapishaneye gelip bir polis ve bir hafiye hazır oldukları halde oda kapısından oğluyla görüştü. Artık buna mülakat denilebilir mi? Bu mülakatın temaşasıyla Rıfkı Bey ve Hafız Kadri Efendi ve hatta polis ve hafiye bile ağlamamakta bulundukları halde buna “mülakat!” demek yerine “mücazat” demek daha münasip düşer. Göz görmeyince gönül katlanır. İki üç metre mesafeden görüştükleri halde kavuşup kucaklaşamamak adeta bir işkencedir. Babası oğluna, oğlu babasına teselliler veriyor. Halbuki her ikisi tesliyetnapezir bir halde. Ya evdeki hemşire?! O! Bunu ne siz sorunuz ne biz söyleyelim.

Şu felaket-i müteceddide üzerinden günler geçmeye başladı. Akşam sabah Nurullah’ın taamı babası hanesinden geliyor. Her miadında çamaşırları ve yatak çarşafları değiştiriliyor. Fakat bazen yemek tepsisindeki peşgir arasına ve bazen kirli çamaşır bohçasına Nurullah Bey tarafindan bir mazruf konulur. Bunların karşılıkları dahi yine bu tarikle geliyor. Peder ve hemşirenin Akka’ya vürutlarından tamam on beş gün sonraydı ki Nurullah Bey refiklerinin yanından mefkud oldu. Başka vakitte olsa mutasarrıf paşanın konağında olduğuna hüküm verilebilirdi. Halbuki on beş günden beri hiçbir yere çıkamamış olan mahpusun bu akşamki fikdanına Hafız Kadri Efendi hiçbir mana veremiyordu. Rıfkı Bey’se hafif hafif geziniyor ve kıble tarafına dönüp ellerini bargâh-ı icabete kaldırarak mırıldanmak nevinden bir dua okuyor ki eğer Hafız Kadri Arapça bilse de bu duanın manasını anlasaydı tehlike içinde bulunan bir yolcunun mazhar-ı selamet olması duası olduğunu anlardı.

Her on beş günde bir kere Messagerie vapuru Beriyyetü’ş Şam sevahili seferini yapar. Bundan on beş gün evvel Akka’ya uğramış olan Messagerie vapuru Nurullah’ın peder ve hemşiresini getirmiş olduğu gibi bu defa uğrayan vapur dahi Nurullah’ın kendisini götürüyordu. Hapishaneden çıkıp kale kapısından geçerek bir sandala rakiben vapura kadar vardığı halde Nurullah’ı kimse tanıyamamıştı. İşin içerisinde kumpanya acentası Monsieur Caun bulunduğu ve hapishanenin muhafazasına memur olan jandarma mülazimi yirmi beş napolyona satın alındığı halde firariyi kim görecek, kim tanıyacak? Mülazimin kendi odasında firarinin çenesine takılan bir yapma sakalla başına giydirilen bir kenarlı şapka onu kimsenin tanıyamayacağı bir hale koymuştur. Monsieur Caun’la kol kola yürüyüp gittikleri zaman enzar-ı adiye bile celp olunmamıştı. Jandarma mülazimi mahpus Nurullah’ın geceyi mahpushanede geçirmemiş olduğunu ancak ertesi sabah alay beyine jurnal edebilmişti. O dahi jurnalı mutasarrıf paşaya takdim eylediği zaman zavallı mutasarrıf, Nurullah’ın firar edebileceğine asla ihtimal veremeyerek: “Kaçabilecek adamlardan değildir. Serbest seyahat edecek olsa lalaya muhtaçtır. Dahil-i şehirde arayınız.” emrini verdiyse de Nurullah Bey lalasını bulmuş ve onun sevk ve delaletiyle açık denize doğru açılmış gitmiş olduğundan şehir dahilindeki taharriyatın hiçbir faydası olamamıştır.

Firariyi takipten evvel bu hadisenin Akka’ya bakiye-i tesiratını anlatmak için haber verelim ki Monsieur Caun tarafından Kâşif Efendi’ye verilen izahat ve teminat firarinin pederiyle hemşiresini tamamıyla müsterih eylemiştir. Biçare mutasarrıf paşaysa bir hafta sonra azl edilmiştir ki bu mazuliyetin birçok zamanlar imtidad edeceği ve ihtimal ki biçarenin badema bir memuriyet dahi

bulamayacağı derkârdır. Nurullah’ın rakib olduğu Fransız vapuru İskenderiye’ye gidiyordu. Delikanlı oraya vasıl olduğu zaman karaya çıkmak emrinde hiçbir acemilikte bulunmadı. Kendisi artık Akka’ya vusulü zamanındaki tecrübesiz adam değildi. Dünya umurunun girudarına gereği gibi alışmış bir adam olduğundan İskenderiye’de haline münasip bir oteli pek çabuk tasarlayarak güya öteden beri ikametgâhı olan bir yere gidiyormuşcasına sellemehü’s-selam girdi ve yerleşti. Orada eşekcilere varıncaya kadar kavi Fransızca bildiklerinden lisan hususunda hiçbir zahmeti yoktu. Halbuki şu bir seneye karib zamandan beri hapishanede Rıfkı Bey’le latife nevinden ettiği musahabatla Mısır Arapçasına dahi gereği gibi alışkın olduğundan bu defa delikanlının İskenderiye’ye vürudu sanki öteden beri ikamet etmekte bulunduğu bir şehirden muvakkatan tebaüd etmiş de şimdi avdet eylemiş hükmünü aldı.

 

* * *

 

Nurullah’ın firarı İstanbul’da ne yolda tesirat göstermiş olduğunu da biraz görmek, anlamak lazım değil midir?

Bu firarı en evvel istihbar eden bittabi atıfetlu Feyzullah Efendi hazretleri olmuştur. Zira mutasarıf paşa genç kalebendin bilkülliye hapsiyle ihtilattan katiyen meni emrini o serhafiyeden almış olduğu cihetle firarını da doğrudan doğruya bittelgraf ona bildirmişti. Feyzullah Efendi bu firardan o kadar müteessir olmadı. Zira delikanlı kendisi tarafından nefy ettirilmiş kendi kurbanı değildi. Bu yoldaki zalemenin doğrudan doğruya kendi kurbanları aleyhindeki şiddetleri daha başka olur. Nurullah’sa yalnız Kâzım’ın mağduru olup Akka’da dahi rahat ve saadet ümitleri meydana çıksa ve o ümitlerin esbab-ı husulüne tevessül edilmesi üzerine kızı Ceylan’ın tecdit eden çeşm-i mecmunanesi üzerine zavallı çocuğun külliyen ihtilattan menini serhafiye hazretlerinden rica ve ricasında ısrar etmiş olması üzerine mahut telgraf çekilmişti.

Serhafiye hazretleri hatta mesele-i firarı Kâzım Bey’e ihbarda dahi istical ve telaş göstermedi. Haber gönderip Kâzım’ı çağırtmadı. Kâzım’ın bermutat kendini ziyarete geldiği gün Akka mutasarrıfının telgrafını sair birtakım kâğıtlar arasından güç halle bulup: “Bak seninkine! Herifi kaçırmaya sebep oldu!” diye Kâzım’a verdi. Kâzım telgrafı okuduğu zaman fevkalade hiddetlenerek bilhassa “kaçırmaya sen sebep oldun” mesuliyetini ret için: “Vay habis vay! Fakat velinimet merhamet buyurunuz. Siz menba-ı merhamet ve şefkatsiniz. Hınzırın firarına neden kulunuz sebep olayım? Asıl mesuliyet mutasarrıf olacak haindedir!” diye pek büyük âsâr-ı telaş gösterdi. O kan-ı merhamet, o menba-ı cud ü şefkat gülümsemeye başlayarak: “Mutasarrıfa tahsin ve takdir alameti olarak bir nişan gönderecek değiliz a? Elbette mesul olacak. Zaten esdika-yı bendegandan birisini taltif için bir mutasarrıflık

açılmasına ihtiyacımız vardı. O çapkının firarına gelince: Bunda o kadar telaş edilecek bir şey yok. Mısır’da zaten Jön Türk doludur.” diye Kâzım Bey’i teskine inayet buyurdular. Fakat Kâzım kolay kolay teskin edilebilir mi? Artık Kâşif Efendi’yle oğlu bu hürriyetperverlikten dönme hafiyenin, bu zalim-i intikamperestin doğrudan doğruya hasm-ı canı olmuş kalmıştır. Hanesine gelip de Nurullah’ın keyfiyet-i firarını karısına kızına haber verdiği zaman hal-i hiddet ve gazabından tir tir titriyordu.

Gariptir ki bu haber-i firar Sezayidil ile Ceylan’ın her ikisine başka başka tesir eylemiştir. Sezayidil’in öteden beri Nurullah hakkında ihtisasatı unutulmadı ya? Gözleri bu delikanlının yüzünü görmekten, kulakları onun sesini işitmekten ne kadar hoşlanıyordu! İkisi bir dam altında bulundukça Sezayidil nazarında o yerin letafeti başkalaşıyordu. Adeta diyebiliriz ki bu delikanlıyla mülakatlarında onun vücudundan tebahhur eden gayr-ı kabil-i tevsim bir buhar Sezayidil’i adeta mest ediyordu. Ancak bu güzide-i dil ü canına kendisinden ziyade kızı Ceylan layık olduğu için onu kızına terk etmiş, bu fedakârlığı göze almıştır. Hatta delikanlının tevkifinden bedle Akka’ya izamına ve orada kocasının ilkaatıyla yeniden hapis ve ihtilattan menine kadar duçar olduğu mesaibe dahi Sezayidil Hanım kalbinin en derin cihetinden acıyorsa da kendi ailesini buhran içinde bırakmış olan vakayi içinde bu teesüratını kimseye sezdirmemiştir. Binaenaleyh bu defa Nurullah’ın Mısır’a firarına kalben adeta memnun oldu. Fakat o memnuniyetini de kimseye sezdiremiyordu.

Firar meselesinin Ceylan’a olan tesiri buna hiç benzeyemez. Babasının teessürüne de benzeyemez. Karnındaki yükten kurtulduktan sonra Ceylan bir tahavvüle daha uğramıştı. İntikam ateşi cangâhında bittekrar iştial ederek kendi hulyası olan saadet-i bahtiyaranesine mani olanların birer birer kanlarını içse yine o ateş-i cansuzu itfa edemezdi. Hatta bu manilerin birisi dahi Paşaköyü’nde bıraktığı oğlu olduğunu sık sık tahattur ederek daha cenin halindeyken bu menhusu ıskat edivermemiş olduğuna şimdi teessüfler ediyordu. Zannediyordu ki eğer sevgili Nuri’sini afyonla uyutarak o akşam hanesinde alıkoymamış ve bu piçin husulüne sebebiyet göstermemiş olsaydı er geç Nuri mutlaka kendisine ram olacaktı da araya bu hata girmiş olduğu için delikanlı kendisinden katiyen elini çekmiş ve Ahdiye Hanım’la izdivaç eylemiştir.

Hamlini vaz edinceye kadar Ahdiye hakkındaki gazab-ı müntakimanesi âsâr-ı zahirde görülmemekteyken hamlinden sonra Ahdiye ve babasının Nurullah aleyhindeki jurnali duyulduktan sonra Kâşif ve Zeliha haklarındaki adaveti de meydan-ı alaniyete çıkmıştı.

O kadar ki biçare Kâşif Efendi İstanbul’da ikâmetini ayn-ı tehlike bularak Akka’ya, oğlunun yanına nefsini bilaihtiyar nefyettirmişken bile bu hınzır kızın şiddetinden kurtulamamış ve işte mücerret onun ilka ve

ilcasıyla oğlunun ihtilattan bilkülliye meni emri sadır olmuştur.

Bu defa Nurullah’ın firarı Ceylan’ın gazab-ı müntakimanesini bir kat daha arttırdı. Kâh Kâşif Efendi’nin de hapsettirilmesini, kâh İstanbul’da Dilşinas ve Ahdiye Hanım’ların da bir belaya uğratılmasını babasından talep ederek eğer bu dediği ve istediği şeyler yapılmazsa evvela oğluna ve müteakiben kendi canına kıyacağını makam-ı tehditte katiyen dermeyan etmeye başladı.

Yapar mı yapar! O yolda terbiye almış ve zaten kanı ve sureti de nasıl olduğu hükmedilememekte bulunmuş olan bir canavar, bir ifrit her şeyi yapar. Hiçbir dinin semtine uğramamış ve uluhiyetten hiçbir şemme almamış olan böyle bir melunu en büyük cinayetlerden men edecek ne gibi ihsas tasavvur olunabilir? Avrupa gazetelerinde her gün birkaç intihar havadisi okunmaktadır. Bunlar hep dinsizliğin netayic-i muktezayatıdırlar. Kendi canına, hayatına kıyan canavarların artık göze aldıramayacakları hangi cinayet kalır? Bereket versin ki babasına “seni de öldürürüm anamı da” demek hatırına gelmedi. Bu dinsizler meyanında şimdilerde cinayetin bu türlüleri de görülmeye başlamıştır ki Avrupa gazetelerinde bunlara dair olan havadisi okurken insanın iğrenerek ettiği teessürlerden gözleri kararıyor, içi bulanıyor.

Kâzım Bey, Ceylan’daki gayret-i intikamın bu suretteki galeyanından bihakkın duçar-ı endişe olarak Kâşif Efendi gibi beriyyü’z-zimme bir adamın hapsi kanunen mümkün olamayacağını beyan ettikçe Ceylan

müstehziyane handelerle: “Kanunen! Maşaallah! Maşaallah! Bu kadar beriyyü’z-zimme biçareleri hapsediyorsunuz, işkencelerde gebertiyorsunuz, zindanlarda çürütüyorsunuz da Kâşif melununa gelince mi kanun mani oluyor!” diyor ki cevab-ı müskit bulup da vermek kabil değil! Dilşinas ve Ahdiye gibi muhadderat-ı masumeye hiçbir şey yapılamayacağını kızına bildirdiği zaman dahi: “Öyleyse bana müsaade ver, hatta müsaade de değil, yalnız mani olma da o iki muhaddere-i masume!.. den intikamımı ben kendim alayım.” cevabını alıyor. Bu gibi hareket-i mecnunanenin enzar-ı umumiyeye karşı ne yaman bir rezalet teşkil edeceğini ihtar ettiği zaman dahi Ceylan’da enzar ve efkâr-ı umumiyeden müthiş bir fütursuzluk görüyor.

Firar meselesinin Dilşinas Hanım tarafına tesiri hemen de hükümsüzdü. Bunlar için İstanbul’dan mübaadet olduktan sonra Akka ile İskenderiye’nin hiçbir farkı olmayıp eğer mutlaka bir fark aranacaksa Nurullah Bey Akka’da bir menfi kalebentken İskenderiye’de hareket ve sekenatında muhtar bir hür olacağı farkı meydana çıkar. Binaenaleyh malum Abdüllatif Efendi’nin de tasvibiyle bu ana kız hep akibet-i emr için bir ümit muhafazasında devam eyliyorlardı. Allah’tan kesmedikleri bir ümit ki bir vakit Ceylan Hanım cenapları böyle bir ümide karşı istihza kahkahalarıyla gülüyordu.

 

* * *

 

İskenderiye şehrinin yeni mahalleleri ve bahusus Avrupalıların sakin oldukları yerler adeta bir Avrupa memleketidir. İstanbul’un tenha mahallelerine nispetle Galata ve Beyoğlu gibi, fakat isar ve icarat cihetiyle daha farklı; o kadar ki Arap mahallelerine yakın yerlerde yevmiye on kuruşla temin olunabilen bir maişet bu mahallat-ı mütemeddine ve mamurede hemen on frankla temin edilebilir. Bizim firari Nurullah Bey zihninde istihzar etmekte bulunduğu şeyler için bu şehrin iki türlü mahalleleri arasında görülen şu büyük farkı düşünmekteyken İskenderiye’ye vürudunun dördüncü günü henüz değiştirmemiş olduğu ilk otelin kapıcısı bir vizite kağıdı getirdi. Onun üzerinde firari delikanlı “Abdülgaffar Sacid vekilü’d-deavi“ kelimelerini okudu.

Bu isim hiç işitmediği, bilmediği esamiden olmakla beraber henüz kimseyle muarefesi peyda olmamış olan bir memlekette şu suretle arandığına biraz da memnun olarak birinci kattaki umumi salona, kendisine muntazır olan misafirinin nezdine indi. Abdülgaffar Sacit orta boylu, kır bıyıklı, gereği gibi şişman, şive-i lisanına göre Ayıntap veyahut Maraşlı olduğu anlaşılır bir adamdı. Beşuş ve mütebessim bir tavırla ellerini Nurullah’a uzatarak ve Türkçe olarak: “Henüz yeni geldiğiniz cihetle sizi burada kimse tanımaz zannederseniz de bakınız işte tanıyorlar, arıyorlar bile.” mukaddimesiyle Akka zindanından bir Jön Türk’ün kaçıp İskenderiye’ye geldiği ve şu otele nazil olduğu ve ismi Nurullah Kâşif idiği gazeteler tarafından yazılmakla bu malumat üzerine gelip kendisini aradığı anlaşıldı. İsminden dahi anlaşıldığı veçhile Aldülgaffar Sacit İskenderiye’de avukatlık yapıyormuş. Mevsime göre iktiza ettikçe el-Kahire’ye dahi nakl-i mekân eyliyormuş. An-asıl İstanbul Mekteb-i Hukuk’unda ikmal-i tahsil ederek biraz politika bulaşıklığı ve biraz da taayyüş icbarıyla altı sene kadar mukaddem İskenderiye’ye gelmiş, işlerini epeyce yoluna koymuşsa da dava vekâleti edebilmek için ya İngilizce ya Fransızca ve bahusus o zamanlara göre mutlaka Fransızca bilmek lazımken o lisana pek az vukufu varmış. Umur-ı adliyede hiçbir işe yaramayacak kadar cüzi bir vukuf! Eğer kendisi Fransızcasına itimat ediyor da iştirak kabul eylerse bir yazıhanede ikisi beraber çalışmak teklifinde bulunuyor.

Nurullah Bey Abdülgaffar Sacit’i dinlerken düşüne düşüne dinliyordu. Abdülgaffar sözünü bitirdiği zaman biraz daha düşünerek: “İskenderiye’ye vürudumu gazetelerden öğrenmişsiniz. Fakat dava vekili olduğumu nasıl öğrendiniz?” dediği zaman Abdülgaffar Sacit koynundan Fransızca bir gazete çıkarıp uzattı. Mavi kurşun kalemiyle işaret olunmuş bir fıkrayı okudu. Bu gazete Phare d’Alexsandrie gazetesi olup fıkrası dahi Akka muhabir-i mahsusu tarafından yazılmıştı. Serapa kendi medayihine ve Mekteb-i Hukuk’tan ikincilikle çıkmış olmak ve Osmanlıca ve Fransızca kudret-i kalemiye sahibi bulunmak derecelerinde mümtaziyetine dair olup Nurullah’ın şüphesi kalmadı ki o muhbir-i mahsus Messagerie Maritime acentası Monsieur Caun’dur. Garibü’d-diyar bir adam böyle şeylerden memnun olmamak kabil midir? Abdülgaffar Efendiye: “Teklifinize teşekkürler ederim. Kendimi henüz tecrübe etmemişim. Birkaç gün birlikte çalışalım. Bıdaam neden ibaret olduğunu siz de ben de görüp anlarız.” dedi. Abdülgaffar Sacit, Nurullah’ın şu rızasından pek memnun kaldı. Ertesi günden bedle işe başladılar. Abdülgaffar’ın yazıhanesi gereği gibi muntazam olduğundan İskenderiye’ce hatırı sayılır bir adam olduğunu anlayan Nurullah bu iştirakten hayli ümitvar oldu. Bir hafta kadar beraber çalıştılar. Genç avukatın ümitleri gittikçe arttığı gibi Abdülgaffar Sacit dahi yeni şerikinin gerek ulum-ı hukukiyece bıdaasını bizzat gerek Fransızca iktidarını bilvasıta anlayarak hakkındaki ümit ve itimadını tezyit eyliyordu.

İskenderiye’de oldukça refahla beraber en ucuz maişetin ne surette mümkün olabileceği hususunda Abdülgaffar’ın nasihat ve delaletinden Nurullah Bey pek büyük istifade etti. İştirakin ikinci haftası hitamı reside olmaksızın yeni mahallatın eski mahallata en yakın bir kenarında kain büyük bir umumi hanenin dört odalı ve bir mutfaklı bir dairesini Nurullah Bey isticarla beraber Akka’ya giden bir vapura Fransızca bir de mektup teslim eyledi.

Anladınız ya; bu mektup Messagerie Maritime acentasına gönderiliyor. Bunda Nurullah Bey acenta tarafından görmüş olduğu iyiliklere ez-dil ü can teşekkür ediyor. İskenderiye’de nasıl yerleştiğini bir suret-i mutmainanede anlatıyor. İlk düşecek fırsatta pederiyle hemşiresinin dahi İskenderiye’ye aşırılmasını rica eyliyor.

Bundan sonra Nurullah Bey, Abdülgaffar Sacit’in delaletiyle müstamel eşya-yı beytiye satılan mağazaları dolaşmaya ve kendi apartmanı için münasip gördüğü eşyayı birer birer almaya başladı ki şu hür memleketteki o hazırlığı Akka gibi esaret memleketi olan bir yerdeki aynı tehyiata hiç benzemiyordu. Büyük küçük her ne alsa çocuk gibi seviniyordu.

 

* * *

 

Nurullah Bey’in İskenderiye’ye ilticası hakkında matbuat-ı Mısrıyeye derç olunan şeyler Messagerie Maritime kumpanyasının Akka acentası Monsieur Caun tarafından Phare d’Alexandrie gazetesine derç ettirilen fıkradan ibaret kalmadı. Fransızca, İngilizce, Rumca, İtalyanca neşrolunan sair gazeteler dahi birer ikişer derç ettikleri gibi bilhassa Arapça ve Türkçe neşrolunan birçok gazeteler dahi haftalarca müddet bu yeni mülteciyle meşgul oldular. Malum a? Mısır hariçten gelen mülteciler için suret-i mutlakada serbest bir memleket olup her taraftan politika gurebası oraya müracaat ederler. Bizim Jön Türklerin mahall-i ilticası dahi orasıydı. Halbuki Urabi vakasından ve İngilizlerin Mısır’a girerek o Urabi vakasını bertaraf etmesinden beri tekmil Mısır bir nevi politika mübarezegâhı olmuştur. Genç, ihtiyar gayret-i vataniye erbabı Mısır’ın dahi bir idare-i meşrutiye altına alınmasını ve artık İngiliz işgaline nihayet verilmesini kendilerine üssü’l-amal ittihaz etmişlerdir. Binaenaleyh hariçten politikaya mensup bir adam Mısır’a geldiği zaman matbuat-ı mahalliye üzerinde münakis olan efkâr-ı siyasiyenin o adamla iştigale başladığı ve gelen zatın derece-i ehemmiyeti ve kıymetine göre bu iştigalin imtidad eylediği görülür.

Matbuatın bir şeyle iştigalinde ifrat ve tefritten kurtulmadığı daima tezahür eder. O şeyi büyültmek istedi mi? Artık büyülttükçe büyültür. Derece-i ifrata vardırır. Küçültmek istediği zaman dahi küçülttükçe küçültür. Dereke-i tefrite kadar indirir. Bizim İstanbul’da tanıdığımız Nurullah Bey olsaydı bu defa Mısır matbuatı nezdinde ya hiçbir ehemmiyet almaz yahut şu takdirat-ı tefritiyeye uğrayarak birkaç hafta sonra kendisinden hiç bahsolunmazdı. Ama Akka mahpesinde Mısırlı Rıfkı Bey’le müzakeratından başlayarak kendi tetebbuat-ı mahsusasıyla dahi gittikçe tevsi etmiş olduğu mebahis-i hürriye bizim kendi halinde sakin ve sakit Nurullah’ı başkalaştırmış olduğu gibi duçar olageldiği mazlumiyetler üzerine tabii bir de hiss-i intikam uyanmış olduğundan Nurullah Bey artık mükemmel ve bir mühim –o zamanın tabirat-ı resmiyesince– bir Jön Türk kesilmiştir.

Orada gerek Türk ve gerek Arap ahrarından pek çok zevat Nurullah’ın ziyaretine geldikleri gibi kendisi dahi bunların ziyaretine gidiyor ve musahabe nevinden yürüttüğü mebahis-i hürriye ve hukukiye esnasında fazl ü irfanına cümleyi meftun ediyordu. Beyne’l-İslam arttıkça artmakta bulunan işbu şöhret Avrupalılar mahafiline de aksederek onlar meyanında da Nurullah’ın daire-i muarefesi tevsi ettikçe ediyordu.

Bütün bu ahvalin Nurullah hakkında en mühim tesiri dava vekâletine ait olan menafiinin artması cihetinde görülüyordu. Cereyan-ı vukuatın zarfı olan zamanların biraz daha ötesini şimdiden araştıracak olursak İskenderiye’ye vusulünden henüz altı ay mürur etmeksizin Nurullah Bey o şehr-i cesimin, o bender-i ticaretin en meşhur dava vekillerinden olup Arapça ve Fransızca müdafaa-i adaletcuyanesine cümleyi hayran ediyor ve ona göre kazancı çoğalıyor. Lakin Abdülgaffar Sacit’le müşareket ve refakatinde devam ediyor. Eğerki şimdiki Abdülgaffar Sacit adeta bir maiyet memuru hal ve derecesinde kalmışsa da Nurullah ona hâlâ amir nazarıyla bakıyor, ondan ayrılmak, ona nazar-ı istihfafla bakmak nankörlük olacağı gibi zaten sahib-i şöhret bir avukat için bir değil birçok rüfekaya lüzum görüleceğinden Abdülgaffar başka adamlara tercihen mevkiinde kalmak maslahaten dahi lazımdır.

 

İşte bizim genç mültecinin Mısır’da şöhreti bir yandan bu veçhile artadursun diğer taraftan maişet-i beytiyesinin peyda ettiği yeni hal ve sureti de nazar-ı ıttıladan uzak tutmaya imkân yoktur. Zaten romanımızın asıl planı da bu cihettir.

İskenderiye’de apartmanını isticar edip de tefrişine dahi başladığı esnada Akka’ya giden bir Fransız vapuruna bir mektup dahi tevdi etmiş olduğunu haber vermiştik. Bu mektubun Monsieur Caun’a gideceğini haber vermeye hiç lüzum yoktur. Haber vermeye lüzum görülecek bir şey varsa o da mektup Monsieur Caun’a vasıl olduğu zaman iki saat kadar Kıbrıs’a gidecek bir vapurun Akka pişgâhında bulunması kaziyesidir. Monsieur Caun mektubu alır almaz kale içine gidip Kâşif Efendi’yi buldu. Nurullah tarafından kendisine verilecek bir haberi olduğundan bahisle Kâşif Efendi’yi yanına alıp acentehaneye getirdi. Orada: “Şimdi şu vapura binerek Kıbrıs’a gideceksiniz; ama vapurdan çıkmayacaksınız. Yine o vapurla Antalya’ya kadar seyahatinizi temdid ederek badehu aynı tarikle avdet ve İskenderiye’ye muvasalat edeceksiniz.” dediği zaman Kâşif Efendi’nin hayretle gözü açıldı. Böyle firar gibi bir surette Mısır’a azimete olan mecburiyetini sual edince Monsieur Caun: “O mecburiyeti pek aramaya gelmez. Bildiklerimi sizin bilmenize lüzum yoktur. Ben Nurullah tarafından verilen bir emre epeyce günlerden beri muntazırdım. Sizi burada tevkif olunarak Nurullah’ın yerine atılmış göreceğime bir ecnebi vapuru üzerinde görmek istiyorum. Kızınız Madam Zeliha’yı hiç düşünmeyiniz.” dedi ve artık Kâşif Efendi’nin muhavereyi uzatmasına meydan dahi bırakmayarak Akka pişgahında bulunan vapura aşırdı.

 

* * *

 

Konsolos vekili vapur veya ticaret acentası gibi işlerle sevahilimizde ve devahilimizde meşgul olan Avrupalılar ne mütecessis, ne kadar vakıf adamlar olurlar. Vali, mutasarıf, kaymakam gibi rüesa-yı hükümetle dost olurlar. Ehl-i mahakimle dost olurlar. Ahaliden haysiyet, hürmet sahibi kimler varsa dost olurlar. Avrupa gazetelerinden aldıkları malumatı bunlara tevdi edip bunlardan aldıkları malumat-ı mahalliyeyi de “muhabir” sıfatıyla Avrupa gazetelerine yazarlar. Ne acayiptir ki Bartın gibi küçücük bir iskelemizde senevi milyonlarca yumurta ihraç olunduğu haberini bizden evvel İstanbul’da Fransız Ticaret Odası reisi Monsieur Giraud’dan almışızdır.

İşte bizim Messagerie kumpanyasının Akka acentesi Monsieur Caun dahi böyle sokulgan ve ahval-i mahalliden haberdar bir adam olup Akka telgrafhanesinin gerek Türkçe gerek Fransızca memurlarıyla pek sıkı fıkı görüşmekteydi. İstanbul ile Akka arasında cereyan eden muhaberat-ı telgrafiyeye tamamıyla vakıftı. Şu son günlerde İstanbul’dan gelen telgrafnamelerde Kâşif Efendi’nin Akkaca hususat-ı ahvalinden bir çok şeyler sorulmakta olduğunu da haber almış ve bu suallerin tavır ve edalarında yakında bu namuslu ve masum adamın başına bir bela getirileceğini anlamıştı da şunu Akka’dan aşırmak için her nasıl olursa olsun bir fırsat aramakta bulunmuştu. Nurullah’ın mektubu gelmesi üzerine aradığı fırsatı bulmuş oldu. Derhal adamcağızı vapura bindirdi.

Kâşif Efendi’nin politika tarağında bezi olmadığı halde böyle başına bir bela sardırılması teşebbüsünün nereden geldiğini bilmez değilsiniz ya? Serhafiye Feyzullah Efendi hazretleri!.. tarafından! Ama doğrudan doğruya ondan değil! Kâzım Bey’in ilcaatıyla! Fakat doğrudan doğruya Kâzım Bey’in ilcaatıyla da değil! Asıl Ceylan Hanım tarafından!

Ceylan gayret-i intikamla cayır cayır yanarak ne tarafa saldıracağını bilemeyen bir divane kesilmişti. Lakin Feyzullah Efendi bilkülliye hissi olarak bir masumeyi belaya uğratamayacağından ufak bir vesile bulmak için Akka hükümetine günaşırı ve hatta bazen her gün telgraf çekiyor ve Kâşif’in nasıl yaşadığını, kimlerle görüştüğünü en ehemmiyetsiz tafsilatına, en hurda hususiyetine varıncaya kadar istizah eyliyordu.

Monsieur Caun hakikaten pek ruyetmendane hareket etmiştir. Zira Kâşif Efendi rakib olduğu vapurla Kıbrıs’tan Antalya’ya kadar varıp oradan henüz avdet etmekte olduğu bir zamanda Akka hükümetine gelen bir telgrafnamede Kâşif’in tevkifi emrolunmuştu. Sebeb-i tevkifi olarak dahi oğlu Nurullah’ı kaçırmak için İstanbul’dan terk-i darla Akka’ya gitmiş olması kaziyesi gösterilmişti. Hatta bu adam serbest bırakılacak olsa Akka’da daha ne kadar politika mahkûmları varsa cümlesini de kaçıracağı ihtimali dermeyan olunarak onun tevkifi hikmet-i hükümete muvafık gösterilmişti.

Kâşif Efendi’nin Akka’dan firarı Nurullah’ın firarına pek müşabih olduğu için bu firara kimlerin vesated ettikleri memul olduğuna dair çektiği telgrafa gelen cevapta Messagerie kumpanyası acentesinin tavassut eylediği cevabını alması tabiiydi. Zira Nurullah ile Caun arasındaki aleni dostluk Akka’da herkesin bildiği bir şey olup onun firarından sonra bu dostluğun pederi Kâşif Efendi’ye intikali dahi kimsenin meçhulu değildi. Serhafiye Feyzullah Efendi hazretleri bu cevabı aldığı zaman o kadar hiddetlendi ki eğer bu acente bir ecnebi olmayıp da bir Osmanlı olsaydı ya Afrika-yı vustada Kongo’ya kadar gittiği veyahut denizin dibine indiği gün o gün olurdu. Fakat hayf! Sad hezar hayf ki herif Fransız olduğu için tırnak takmak, diş geçirmek mümkün değildir.

Kâşif Efendi, İskenderiye’ye vasıl olduktan iki hafta sonra kızı Zeliha Hanım dahi bir Fransız vapurundan İskenderiye rıhtımı üzerine çıktı. Babası ve kardeşi tarafından istikbal olundu. Akka’yı uzaktan gördüğü zaman tevahhuş etmiş olan Zeliha, İskenderiye karşısında bulunduğu zaman kalbinde böyle bir tevahhuştan eser görmeyip eğer düz olmayıp da yokuşca olsa İstanbul limanından Beyoğlu’nu görüyorum diye tahayyül edecekti. O zamana kadar tefrişatı gereği gibi ileriye götürülmüş olan apartmana vardıkları zaman: “Şimdi burası bizim evimiz, ha? Burada artık hapishane korkusu yok, değil mi?” suallerine aldığı ecvibe-i tasdik üzerine nasıl sevineceğini bilemiyordu. Akka şöyle dursun asıl memleketleri olan İstanbul’da bile kendi haneleri köşesinde bu kadar emin olamadıklarını bittedriç öğrendikçe Zeliha’nın İstanbul’u göreceği bile gelmeyeceğine şimdiden emniyeti tezayüt eyliyordu.

Babası, kardeşi yanında ve taarruzattan masun bir hane içinde istirahat-ı balla yaşayacak olduktan sonra İstanbul’un nesini göreceği gelecek?.. Hele Kâzım Bey ve ailesi gibi yedi sekiz seneden beri kemal-i dostuyla yaşayagelmiş oldukları adamlardan bile o kadar alçaklık görmüş olduktan sonra İstanbul’un tahassür edilecek ne zevki kalmış olabilir?

Aradan günler geçerek bir taraftan yol yorgunluğunu def ettikten ve diğer taraftan yeni memleketiyle istinas eyledikten sonra kardeşinin orada işlerini güçlerini ne güzel yoluna koymuş olduğunu dahi anlayan Zeliha için yalnız bir emeli kalmışsa o da Dilşinas ve Ahdiye Hanımların dahi İskenderiye’ye gelerek İstanbul’da itmam edemedikleri düğünü orada itmam etmekten ibaretti.

Nurullah’ın İskenderiye’de şöhreti arttıkça işleri çoğalıyor ve işleri çoğaldıkça şöhreti artıyordu. Oraya vürudundan bir sene sonra bu âlim ve fazıl ve zeki ve akil delikanlının şöhreti adeta bir şöhret-i Avrupaiye derecesini buldu. Soğuk mevsimleri o sıcak memlekette geçirmeye gelen Avrupa kibarının birçoğu için Nurullah Bey’i görmek seyahatlerinin levazım-ı mütemmimesinden olmak hükmünü aldı. Nisvan-ı İslam’ı merak eden Avrupalılar gelip bizim fazıldan aldıkları nice malumat-ı sahiha ve tafsilat-ı hakikiyeyi defterlerine kaydediyorlar, hakayık-ı İslamiye’nin aynıyla hakayık-ı medeniye olduğunu işitmiş bulunanlar dahi böyle yapıyorlar; ve bilahare bu mülakatlar fenni ve hikemi ve edebi mecmualara derç olunuyorlar.

Hele siyasiyatıyla iştigal edenler hükümet-i müstebidenin seyyiat-ı amaline dair Nurullah’tan o kadar mühim haberler alıyorlar ki diğer taraftan Avrupa’daki Jön Türklerin neşriyatını bunlar teyit ederek siyasi gazetelerde arşın boyu pürateş bentler neşrolunuyor. İstanbulca Yeni Osmanlıların hücumlarına göğüs vermeye mecbur olan memurin-i hafiye ve celiye bu beliyyata karşı neye uğradıklarını bilemiyorlar. Mısır’daki komiser Gazi Ahmet Muhtar Paşa hazretlerinden telgraflarla, mektuplarla istizahata müsaraat ederek aldıkları doğru cevaplarda bu adamcağız etliye sütlüye karışmaz kendi halinde bir adamken mücerret duçar edildiği mağduriyetlerden dolayı böyle en tehlikeli bir Jön Türk kesildiğini anlıyorlar, ona göre hatalarını da görüyorlar.

İstibdat ve itisaflarıyla cihanın başına bela oldukları için herkesi Jön Türk olmaya mecbur etmek hatası ki bunu itiraf etseler memuriyetlerine lüzum kalmayacağını bildikleri için hatiat-ı melunanelerini ketme dahi gayret eylediler.

Bu ahval üzerine İstanbul’dan dahi Nurullah Bey’e birçok mektuplar gelmeye başlamıştı. Bunlarla onun İstanbul’la başka muharebesi de var. Ahdiye’nin muallimi Hoca Abdüllatif Efendi’yle bir muhabere dahi bu ailenin Mısır’a intikali maksadı üzerine cereyan ediyor. Dilşinas Hanım bu iğtiraba pek de can atmıyor. Razı olmaya takarrüp etmiyor bile. Ama kızı Ahdiye Nurullah’tan gelen mektuplarda İskenderiye’nin ne kadar mamur bir yer olduğu ve şimendiferle Mısır’ın her tarafına merbut bulunduğu ve bilkülliye ahrarane bir maişetle yaşandığı ve kibar aileleri meyanında adeta İstanbul hanımlarından addolunacak pek çok nazik ve terbiyeli hanımlar olup bilhassa İstanbul’dan gelen bazı menfiler ve muğteribler aileleriyle ne güzel geçindikleri hakkındaki malumat üzerine o memlekette yaşamayı ve sözün en doğrusu nikâhlısı olan delikanlının nezdinde bulunmak pek ziyade arzu ettiğini bildiğinden muhalefet-i külliyede dahi bulunamıyordu. İstanbul’da işlerini ne yolda gördüreceğini ziyadesiyle düşünüyordu.

Arnavut bahçıvanlarının sadık adamlar olduklarından ve harem tarafındaki kiracıların adeta ev sahibi olmak hükmünü aldıklarından haneyi ve hane eşyasını bunlara havale etmek pek kolaydı. Ve akar nevinden birkaç hane ve dükkânı Abdüllatif Efendi’ye havale etmek yolu dahi bulundu. Nakit ve emval-i menkule için İskenderiye’nin İstanbul’dan daha muvafık olacağı kendisine ispat edildi. Eğer bu gurbet diyarında kaç sene kalınacağı bilinse Dilşinas daha kolaylıkla kanacak, ama bu müddetin malum olmaması kadıncağızı asıl tereddütlere sevkeden şey hükmünü alıyordu.

Aylarca devam eden muhaberatta Nurullah Bey müşkilatın kâffesini bire bir hallettiği gibi nihayet Abdüllatif Efendi’ye yazdığı bir mektupta, zevcesini celp etmekten maksadı onun servetinden istifade etmek olmadığını ve babasının bile muavenetine ihtiyacı kalmadığını ve Mısır’da içtima edecek olan ailesini müreffehen geçindirmeye bizzat muktedir olacağını etrafıyla anlattıktan sonra şayet kayınvalidesi Dilşinas Hanım Mısır’a gelmekten imtinada devam edecek olursa kendisi için taht-ı taahhüdde bulunan şerait-i merdane kurtulmuş sayılacağını ve binaenleyh kısmetini başka bir taraftan aramak mecburiyetine düşeceğini gayet halisane ve mutevasıfane bir yolda anlatınca kayınvalide hanımın imtinada devamına imkân kalmadı.

Anlaşılıyor ya! Akka acentası Monsieur Caun’un son bir lütfuna daha ihtiyaç görüldü. Akka ve İstanbul acentalarıyla bilmuhabere Dilşinas Hanım’la kızı ve bir hizmetçisi İskenderiye’ye müteheyyi-i azimet olan vapura irkab eylediler.

Loading...
0%