@ahududu0
|
Her şeyin başladığı zaman...
03.10.2007
"Eğer Özgür Olmak İstiyorsan, Hiç Kimseye İnanma. Çünkü Kırmızı Elma Yeşile Boyandı. En Beklemediğin Kişi, Elinde Fırça İle Seni Bekliyor. Unutma Ki Her İyi Sandığın Silahı Kalbine Doğrultur."
Kalbi alevler içerisinde yanan bir kız çocuğu düşün... Ne kadar da aciz değil mi? Her attığı adımda geçmişin izleri silinir, gelecek günahlarını ona bahşeder. Yüzüne esir düşen maske kendi benliğini unutturdu. Yaşı küçüktü ama yarası sayılamayacak derecede fazlaydı. Dünyaya geleli beş yıl bile olmadan insanlar onu kurban etti. Annesi doğum sırasında onun yüzünden öldü, babası öyle diyordu.
Belki de başından beri yanlış hikâye anlatılıyordu. İlk gözlerindeki perde kalktığında etrafı bulanık gördü. Hiç bir zaman gerçek dünyayı net göremeyecekti.
Gerçek dünya ölümdü. Zaten kurban edilmişti ölüm ona yakın olmalıydı. Herkesin ilk kelimesi anne iken o baba diye çığlık çığlığa ağladı. Dizlerinin üstünde emeklemeden yürümeyi, peşinde katil varmışcasına koşmayı öğrendi. Hiç kimse elinden tutmadı.Koskaca saray da prenses olarak anıldı.
Tombul yanakları, esmer ten ve ela gözlere sahipti. Bir keresinde bakıcısı Bayan Abril, dış görünüşü yüzünden onunla dalga geçmişti. İngiliz kökenli kadın ne kadar dışarıdan kıza karşı yumuşak görünse de kimse olmadığı zaman sert davranıyordu. Acaba babasının bundan haberi var mıydı? Sahi babasıyla en son ne zaman konuştu? Cevabı bilse de düşünmekten korkuyordu. Saray da hapis hayatı yaşayan Almira, doğum gününde ilk defa babasından bir dilek istedi.
Çok uzaklarda bir dağın arkasındaki küçük kasabada ki
insanları görmek falan değildi yada oyuncak bebek isteyip babasının başını şişirmek... Tek isteği Saray'ın yanında bulunan devasa dağın tepesine çıkıp gökyüzündeki yıldızları daha yakından görmekti. Gökyüzünde ki sayısız yıldızlardan bir tanesi annesiydi. Ölen her insan gökyüzünde yerini alıyordu.
Fotoğraflarını ezbere bilen, her baktığında içi özlemle dolan kız çocuğu en büyük darbeyi babasından yedi. Dileğini söylediği an şömine de yakılan annesinin fotoğrafı kül oldu. Yüreğini yaktı. Babası en büyük zalimliği kızına yaptı.
Dünya da bir günah daha işlenip geçmişe karıştı.
Zaman farkına varamadan kurbanları ölüme yaklaştırdı. Yıllar geçti, geriye ağlayan kızın gözyaşları kaldı. Aylardan ekim ayı, sonbaharın insanların hasta olmasını sağladığı ama kalplerini sımsıcak bırakttığı an...
Sarayın bahçesinde az önce yağan yağmurun bıraktığı izler vardı. Küçük kız yağmurun dinmesini beklemiş, saatlerce odanın camından dışarıyı seyrediyordu. Omzuna dokunan el ile başını yana çevirdi. Gözleri Bay Leon'la buluşunca dişlerini göstererek gülümsedi. Kısa kahkaha eşliğinde kendisine eğilerek sarılan adamın boynuna kollarının doladı.
Bay Leon, "Bugün benim prensesim kendini nasıl hissediyor?" diyerek kızın kısa saçlarını okşadı.
Kim demiş prenseslerin saçları uzun olur.
Bay Leon ona her şefkatle baktığında küçük kızın kalbi sıkışıyordu. Babasının vermediği sevgiyi başkasından almak onu üzüyordu. Mutlu olmak onunda hakkıydı. Babasının prensesi olmak ve onun öyle seslenmesini isterdi. Belki büyüdüğü zaman babası onu severdi. Küçük yaşta ölmekten delicesine korkuyordu. Hayat işte tam olarak böyleydi. Sevgiyi yanlış insanlarda aramak kendimize yaptığımız en büyük hatalardan biri oldu.
Bir çocuğun parkta oynaması gereken çağlarda hep aynı yaşta kalmaktan korkması hayatın acımasızlığını gösteriyordu. Kısa sarılmanın ardından oturduğu koltuktan ayağa kalktı. Doğum günü için giydiği pembe renkte olan tüllü elbisenin kırışan eteklerini düzeltti. Etrafında dönüp elbisesini Bay Leon'a gösterdi. Yeni çıkan dişi yüzünden ne kadar konuşmakta zorlansa da mutluluğunu onunla paylaştı.
"Bugün büyük gün..." Dedi. Bay Leon evet derecesini kafasını hareket ettirdi.
"Doğum günün güzel kızım, nice mutlu yıllar diliyorum. Gözümde hâlâ bir bebeksin," diyerek kızın tombul yanaklarını parmakları arasında sıkıştırdı.
"Ne ara bu kadar büyüdün hâlâ inanamıyorum." Mavi renkte ki gözleri ağlamanın etkisiyle parıldadı. Küçük kızı, kendi çocuğu gibi seviyor, mutlu olması için elinden geleni yapıyordu. Almira, Bay Leon'un vefât eden kızına benziyordu.
Gülüşü, bakışı, gözleri...
Üç yaşında ölen kızına karşı duyduğu özlemi Almira sayesinde gidermeye çalışıyordu. Aynı sevgiyi tabiki de veremezdi. Yine de mezarı bile olmayan kızının özlemini böyle gideriyordu. "Bugün annemin öldüğü gün." Diye fıısıldadı.
Her yıl tarih bu günü gösterince doğum ve ölüm arasındaydı.
Bu yaşına kadar doğum günü kutlamayan kız çocuğu, tek bir dileği annesini görmekti. Mutlu olmasının nedeni buydu. Bıkmadan usanmadan tekrardan dileğini babasına söylemişti. Bay Leon umutlu gözlerle ona bakan kıza iç geçirdi. Kızın omzunu tutarak yere eğildi. Aynı boya gelmek için dizleri üzerine çöktü. Bir gözünden düşen yaşla dileğinin gerçek olamayacağını anlatmak istedi. Onun bu gerçekle yüzleşmesinden korkan adamın kalbi sıkıştı.
Bay Leon, "Yıldızların hepsini nasıl görebilirsin biliyor musun? " dedi.
Yapacak başka bir şey yoktu. Yalan kızı mutlu edicekse gerçeği söylemekten kaçındı. Johnson Davis'in, yani babasının söylediği yalanı gerçekleştirecek, kızı son defa görme pahasına olsa da yapacaktı. Biliyordu ki Johnson Davis karısından nefret edittiği için böyle bir yalanın üzerine adamı hayatta bırakmazdı. Nasıl yeni doğmuş bebeği o adamın ellerinde öldüren adam karısı Carolina Davis'e yapmadığı işkence kalmamıştı.
Almira kafasını iki yana salladı. Gerçekten çok merak ediyordu. Odasının penceresinden baktığında az sayıda yıldız görünüyordu. Gökyüzündeki en büyük yıldız annesiydi. İnanıyordu ki. Büyük bir dikkatle ona bakıyordu. Hadi anlat dercesine yerinde zıpladı. Heyecandan bir ileri ilerliyor, tekrardan geri bir adımlarla yerinde sallanıyordu.
Tam o anda dışarıdan gelen patlama sesinin ardından, Bay Leon yüz üstü kızın üzerine düştü. Almira çığlık bile atamadan üzerine düşen adamla öylece soğuk tahta zeminde boylu boyunca uzandı. Vücuduna yüklenen ağırlık yüzünden canı acısa da kafasını sağa çevirdi. Bay Leon'u kafasından vurulmuş, gözleri açık bir vaziyette gördü. Anlından oluk oluk akan kanlar kızın yanağına işliyordu. Dakikalar önce okşanan yanağına... Ela gözleri, artık parıldamayan mavi gözler ile karşılaştı.
İlk kurşun küçük kızın doğum gününde sıkıldı.
Hıçkırarak ağlamaya başladı.
"Yardım edin!" Diyerek sesini duyurmaya çalıştı. Kapının önünde bir çocuk ve iki tane takım elbiseli adam duruyordu. Oğlanın, yaşlı adamın elini bırakarak kendisine geldiğini gördü. Bay Leon'un omzundan iterek kızın üstündeki bedeni kenara çekti. Almira'nın ağlaması şiddetlendi. Bay Leon hep ona küçük kız derdi. Artık küçük değildi. Almira'ydı. Büyümeye yeminli, ölmekten korkmayan...
Oğlan, yerde yatan kızın bir anda ağlaması durduğunda şaşkınlıkla ona baktı. Az önce boğazı yırtmak istercesine ağlayan küçük kız artık durgun bir hâlde duvara bakıyordu. Soluna doğru kafasını çevirdi. Bay Leon'un gözleri yine gözlerine bakıyordu. Korkmadı. Dudakları iki yana kıvırıldı. Son kez Bay Leon'a gülümsedi. Gerçek baba sevgisini hissettiği adama içinden yaşaması için dualar etti. Ölse bile gökyüzünde annesinin yanında büyük bir yıldız olarak parlayacaktı.
Oğlan kendinden beş yaş küçük olan kızı kucağına aldı. Almira sırtının soğuk zeminden ayrıldığını hisseti. Gözleri hala cesetin üzerindeydi. Vücuduna sarılan kolların sıcacık olduğunu fark edip Başını oğlanın göğsüne yasladı.
Kız çocuğu, oğlanın kulağına doğru "Bana gökyüzünde ki en büyük iki yıldızı gösterebilir misin?" diye fısıldadı.
Oğlan cevap veremeden küçük kız kollarında bayıldı. Oğlanın babası, Almira nın odasını karıştırmaya başladı. "Buralarda bir yer de olması gerekiyor." Hızlıca çekmeceleri, dolapları hatta halının altına bile baktı. "Lanet olsun!" Odanın içinde bağırarak kızın yanına gitti. Almira'nın kafası oğlanın göğsüne yaslanmış gözleri yaşadığı şokun etkisiyle hala kapalıydı. Kızın çenesinden tutarak kendinesine bakmasını sağladı. Almira gözlerini sımsıkı kapatmış açmamakta direndi. Neredeyse boynu kıralacaktı. Oğlan bir iki adım geriye gitti. Babasının zalim bir insan olduğunu elbette biliyordu.
Örgüt lideri William Brown, evi basmasının bir nedeni vardı. Yine de kıza zarar verecek kadar kalbinin karardığına inanamadı. Oğlan, "O daha çocuk. Aradığın her neyse ona odaklan!" diye babasına baş gösterdi. Zaten kız şokun etkisiyle bayılmış, kendinde bile değildi.Oğlanda yaşanan olay da kızın durumunu düşünüp empati kuruyordu. Yetişkinler zalimliğini göstermiş, küçük çocukların kabuslarına giriyordu.
Çocuklar aynı yaşta olduğu insanı yaramak istemez, kalbini kırdığında hemen vicdan azabı çeker, özür dilerdi. Çocuk kalbi diye bir şey vardı. Çocuklar birbirlerinin yaralarını sarar, yetişkinler birbirlerini kanatırlardı. Ebeveynleri tarafından zor bir ailede yaşayan çocukların durumu farklıydı. Bazen yetişkinlerin yolu çocuklara çıkar, sinirini onlardan çıkartırdı. Olan çocuklara olur, elinde olmadan başkalarının da canı yanmasını isterdi.
Yetişkinler günah işler. Günahlar çocuklara yazılırdı. Dünya'da sistem böyle ilerliyordu. Öteki Dünya'da yazılan sevap ve günahlar kişinin kendisinden sorumlu tutulacaktı.
İçeri giren koruma William'ın yanına gitti. Önünü ilikleyerak durumu anlattı. "Efendim, bütün hizmetçiler etkisiz hale getirildi. Kameralar devre dışı ve evin dışında ki korumların silahları alındı. Mutfak kapısının dış kapı ile bağlantısı var ve oradan kaçan bir adam bulduk. Eliyle bahsettiği adamın gelmesini işaret etti. Ağzı bantlanmış, kolları iplerle sarılmış bir adam arkasından tekmelenerek yere düştü. O adam Almira'nın babasıydı.
William, "Gerçekten kaçmaya mı çalıştın? Bir de örgüt lideri olacaksın. Sen bu kafayla çöpçü bile olamazsın. Millettin bokunu temizlemekten başka bir işin mi var?" dedi. Sonra gözleri korkudan bayılan küçük kıza takıldı. "Kızını bırakıp kaçmak adamlığa sığar mı? Doğru sen adam bile değilsin." Cümlesin sonunda Johnson'ın suratına art arda yumruklar indirdi.
Adamın bantlı ağzını açtı. "Söyle nerede tablo? Nereye sakladın?" Diye adamın yüzüne bağırdı. Boğazını sıkarak elindeki silahı alnına yasladı. "Kafanı parçalamam tek mermiye bakar!" Johnson aciz bir adam rolüne bürünerek karşısında ki adamın ayaklarına kapandı.
"Yalvarırım lütfen bırak gideyim. Nerede olduğunu bilmiyorum." Johnson sahte maskesini yüzünde bulundurmaktan keyifliydi. William eğer sergilediği performasına inanırsa kurtulmayı başarıcaktı. Tam kafasını kaldıracakken William sağ ayağının topuğuyla baskı uyguladı. Sertçe burnunu çekerek ceketinin cebinden bir dal sigara çıkardı, dudaklarının arasına yerleştirdi.
"Myron, oğlum sigaramı yakar mısın?"
Belini bükerek oğlanla aynı boya geldi. Biçimli kaşları, dalgalı siyah saçı ve sol gözünden boynuna kadar uzanan yara iziyle örgüt lideri olmayı hak ediyor gibi gözüküyordu. Tıpatıp ona benzeyen oğlu sadece kucağındaki kıza odaklıydı.
"Oğlum!"
Yerinden sıçrayan oğlan kafasını iki yana salladı. Almira göğsünde hıçkırarak ağlıyor, omzunu küçük elleriyle sıkıyordu. Kızın gözyaşlarına içi giderek bakan oğlan, babasını arkasında bırakarak odadan ayrıldı. Ardından silah patlama sesi evde yankılandı.
🥂🎭
31.12.2023
Gökyüzü şiddetli yıldırımlarla âdeta kükrüyordu. Sağanak yağmurun sesi ve toprak kokusu insana huzur veriyordu. Orman, asırlardır katillerin yuvasıydı. Küçük su damlaları hızlandı ve kanlı izler çamura karıştı. Görünmez... Bu kelime en çok onlara hitap ediyor. Ağaçların arasında ki patika da yürüyen katil, korkusuzca arkasına bakmadan yürüyordu.
Şiddetli rüzgarla uzun pelerinin şapkası geriye savruldu. Kusursuz saçları rüzgara ayak uydurdu. Alnından aşağı elmacık kemiklerine doğru akıp giden su damlaları, onu kusursuz gösteriyordu.
Yüzüne sıçrayan kan lekeleri silinmeye başladı. Yeni birini avlamanın mutluluğu ile dudakları kıvrıldı. Adımlarını hızlandırdı. Önündeki harabeye dönmüş kulübe,ağaçların arasında ürkütücü görünüyordu. Eskiden huzur bulduğu evi artık yıkılmak üzereydi. Şimdi ise duvarlarla kaplı hiç bir eve, gözlerinde ki özlemle bakamıyordu. Ruhsuz, acı hissetmeyen, en iyi tabiri ile duygusuz biri olmuştu.
Ev kelimesi kullanılmayan sözlüğün sayfaları arasında kaybolmuştu. Anlamını unutmuş,hatırlamak istemiyordu. Ev değilde,kulübe diyordu. Harabe olmuş,anıların eskittiği küçük bir kulübe. Korkunç görünsede onu hiç korkutmayan kulübenin önüne yaklaştı. Gözlerinin önüne hayali perdenin inmesi ile önünde koşturan küçük çocuğu gördü. Geçmişte kalmış ve yaşanmış bir hayaldi.
Küçük çoçuk elindeki uçurtma ile gökyüzüne bakarak koşuyordu. Büyük bir uçurtma aklını o kadar dış dünyadan soyutlamıştı ki önünde olan küçücük çakıl taşını fark etmeyip yere kapaklandı. Küçük çocuğun gözleri doldu. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. İçeriden babasının bağırma seslerini duyunca elleriyle dudaklarını hapsetti. Eğer babası ağladığını duyarsa ona kızardı. Annesi yeterince gözyaşı dökmüştü.
'Ağlamak annemi üzer.' diye fısıldadı. '
'Ağlamamalıyım.'
Bir yakarıştan farksızdı sesi. 'Ağlamak babamı sinirlendirir.' Her konuştuğunda sesi yükseliyordu. Farkında bile değildi. İleri geri sallanmaya başladı. 'Ağlamamalıyım.' Kendini kaybedeli uzun zaman olmuştu. 'Babam kızmaz ise annem üzülmez.' Tek tesellisi buydu.
Duygusuz olursa annesi onu sevmediğini düşünür ve ağlamaz. Ondan dolayı babası bağırmaz ve annesinin boncuk gözleri dolmazdı. Daha fazla dayanamadı.Ağlamasını durdurmak onun için en zoruydu. Bir çocuk için katlanılmazdı. Yavaşça aktı küçük şu damlaları yanağından yere ağrı düştü. Parmakları gözyaşlarını gizledi.
Sessiz akıp giden gözyaşlarından hiç kimsenin haberi yoktu. Gözlerinden düşen yaşın sebebi elinden kayıp giden uçurtma ve annesinin kalbinin kırılmasıydı. Kafasını iki yana salladı. Aklına gelen anıları tekrar geçmişe gönderdi. Elindeki bıçağı kabzasına yerleştirdi. Kulübenin önünde az sayıda olan merdivenleri çıktı.
Kapının tokmağını çevirerek bir iki deneme sonra açmayı başardı. Açılan kapı ile yükselen sesler içerdekilerin habercisiydi. Yerlerde ona yolunu göstermek adına mumlar dizilmişti.
Gereksiz yol gösterici mumlar. Işık niyetinde kullanılsada bunlar kaybolanların haritası...
Mumları takip etmesine gerek yoktu. Yıllar önce terk ettiği evini ezbere biliyordu. Hafızası güçlü değil, aksine unutulmaz bir geçmişe sahipti. Salon denilen yere geldiğinde, masada oturan insanlar onu daha fark etmemişti. Yuvarlak masadaki kişileri inceledi teker teker. Ağır bir konuşmanın içerisindelerdi. Hepsinin üzerlerinde olan siyah takım elbiseleri, onları bir iş adamı gibi göstermişti. Başka birisi görse öyle düşünürdü.
Zaten öyle değil miydi? O insanı tanımasan dışarıdan bakıp söyleyebileceğin tek şey, iyi bir insana benziyor cümlesi olurdu. Maalesef gerçekte öyle değil. Keşke öyle olsaydı. Her gördüğümüz kişi, tahmin ettiğimiz gibi iyi birisi değil. Aksine sen onu ne kadar iyi zanneder isen o maske takmaya devam eder.
Herkes yüzlerinde görülmeyen maskeler takıyordu. Maskeler. Bir çok maske... Kişiye göre değişen renkli maskeler.
Şöminenin önünde duran Alex elindeki odunları ateşe atıyordu. Harlanan közler içerisini ısıtmaya pek yardımcı değildi. Diğer odalardan gelen soğuk hava durumu zorlaştırıyordu. Gözlerini masada oturanlara çevirdi. Elindeki şarap bardağı ile Arthur'un elindeki dosyalara bakan Rory'nin kaşları çatıktı. Ters giden bir şeyler vardı. Sessizce Arthur'un kulağına fısıldamaya başladı.
Arthur kulağına fısıldayan adamı sertçe iterek ayağa kalktı. "Olmaz! Ondan bunu saklayamayız," dedi. Sesi kısık ama sert çıkıyordu.
Masada duran dosyayı alarak memnun olmayan bakışlar attı. Eğer liderden dosyalar saklanırsa kendi ölümüne sebep olacaktı. Rory bardakta kalan son damlayı da içince bakışları kapıda bekleyen adamı fark etti. Masada duran peçete ile dudaklarını sildi. Oturduğu sandalyeyi geriye doğru iterek ayağa kalktı. Karşında siyahlara bürünen adamın sert bakışlarıyla karşılaştı.
Rory "Adamım, sen evinin yolunu bilir miydin?" dedi alaylı bir sesle.
Adam kendisine edilen söz karşılığında ciddi bir ifade takındı. Kapıda durmayı bırakıp odanın tam ortasında duran masaya doğru adımladı. "Sence burası eve benziyor mu? Ev dediğin yıkılmak üzere olan bir harabe mi?" dedi. Üstündeki pelerini tek hamleyle çıkardı. Oda da bulunan hiç kimseden ses çıkmayınca cevabını almış oldu.
Arthur ortamda oluşan sessizliği fırsat bilerek, elinde bulunan kağıt parçasını masaya fırlattı. Rory'nin sinirli bakışları Arthur'u buldu. Kendi başına kararlar vermesine ayar oluyordu. Arthur, "Lider dosyadaki bilgilerde eksiklik var," dedi. Arkasından gelen odun sesleri ile kaşlarını çattı. Sertçe burnunu çekerek hâlâ odunlarla oynayan Alex'e baktı. "Hey! Salak herif oyun oynamayı bırakta buraya gel." Arthur'un yüksek çıkan ses tonu, Alex'i yerinde sıçrattı. 'Korkak' diye tısladı. Yağmur şiddetini artırmış cama baskı uyguluyordu.
Alex yeni gelmiş adama korkarak baktı. Tahta zemine yasladığı dizlerini yerden kaldırdı. Elindeki tozları üzerine sürterek temizledi. Saçları omzuna kadar uzanıyordu. Elleri titreyerek kulaklarını örtbas etti. Önünde yıkılmaz gibi duran adama baktı. Yutkunarak yanına yavaşça ilerledi. Alex, "Hoşgeldin Lider," diye konuşurken bir yandan kulağını tutuyordu. Gözleri etraftaki tablolarda gezindi. "Ben etrafı kontrol edeceğim. Bulunduğumuz bölge güvenli değil." Yavaş adımlarla kapıya doğru ilerledi. Rory bir şeylerin ters gittiğini anladı. Arthur'a bakarak ne oldu dercesine kaşlarını kaldırdı.
Arthur'un uzattığı kağıtlara bakan katil sinirle burnundan soludu. Katil kelimesi en çok ona hitap ediyordu. İsim olmuştu, onun için öyle sesleniliyordu. Avcılar bile dahil herkes ondan korkuyordu. Kurul'un üç liderinden biriydi.
Aralarından en genç kişi ve diğerlerine göre daha korkusuz... Alex arkasına son kez bakıp kafasını önüne çevirdi. Tam bir adım dahi atacaktı ki bacağına sıkılan kurşun ile yere yığıldı. Acı dolu haykırışı harabe
kulübede yayıldı. Dizlerinin üstünde ayağa kalkmak için elleri ile ahşap parkelere destek uyguladı. Görüşüne bir çift kahverengi bot girmesi ile sonun geleceğini anladı.
Rory "Patron neler oluyor?" dedi, sesine şaşkınlık yansımıştı. Arthur, omzunu Rory'e bilerek çarparak dikkatini kendisine çekti. İşaret parmağını dudağına yaslayarak sus işareti yaptı. Yerde kanlar içerisinde yatan adamın nefes sesleri git gide azalıyordu. Saçından tutulması ile kafası geriye çekildi.
Boynundan çıkan kemik sesi gülümsetti. Arthur sessizce Rory'in kulağına fısıldadı. "Sence onu durdurmalı mıyız?"dedi. Alex ellerine bastırılan ayakkabı ile çığlık attı. Ezilen parmaklarını bırakması için yalvarmaya başladı. Rory bu duruma omuz silkmekle yetindi. Duvarda asılı duran Pamuk Prenses tablosuna baktı. Pamuk Prenses kırmızı renkte elmayı yerken ki hâli resmedilmişti.
Rory, "Tablo ne kadar güzel. Bunu sen çizdin değil mi?" dedi. Katil ona sorulan soruya kafa sallamakla yetindi. Yerde yatan Alex'e eğildi. "Ben kimim?" diye fısıldadı. Ayaklarının altında ki ellere daha sert baskı uyguladı.Dayanamamış olacak ki elini Alex'in kulağına getirdi.
"Eğer konuşmazsan kulağını kopartırım. Benim dediğim kelimeleri, onların dinlemesini sağlayan kulaklığı da-" Sesini yarıda kesen Arthur'un sorusu olmuştu.
Arthur, "Ne zaman çizdin bu tabloyu?"
Çocuksu bir tablo ama fırça vuruşların çok iyi. Bunu bana verebilir misin?" dedi. Odada yerde kanlar içerisinde yatan bir adam ve onu ölesiye dövmek isteyen bir katil vardı. Bu olan olaylar Arthur'un umrunda değildi. O başından beri Alex'in ajan olduğunu biliyordu.
Harbe Dosya'sı bilgilerini biliyordu. Myron'a bunu söylemek istememişti. Myron ise iki gün önce zaten kendisi fark etmişti. Alex'in bir elinin sürekli kulağında olması, kendi kendine mırıldanışları, olayın tam ortasında dışarı çıkmak istemesi... Kötü bir oyuncu. Belki de avlanmayı bekliyordu. Sadece bu kadar erken gerçekleşeceğini düşünemedi.
Rory şaşkın gözlerle Arthur'a baktı. İnanamıyordu. Bu durumda bile umursamaz davranıyordu. Elleriyle alkış yaptı. Kendisinin tebrik edildiğini anlayan Arthur gülümsedi. Ellerini iki yana açarak öne doğru hafif eğildi. "Teşekkürler. Teşekkür ederim. Çok sağolun." dedi. Sanki onlarca kişi onu tebrik ediyormuş gibi etrafa bakarak konuştu. Adam sert bir şekilde ikisini uyardı.
"Şovu kesin!"
Sonra aklına gelenle Arthur'a döndü. "On yedi yaşındayken çizmiştim. Üzgünüm ama sana onu veremem. O tabloyu benim için değerli birisine vereceğim. Arthur duydukları karşında kaşlarını kaldırdı. Elleriyle kendisini gösterdi. Dudaklarını büzerek tabloya baktı. Sonra gülümseyerek önündeki adama döndü.
Arthur, "Olsun. Ben ondan çalarım. Kızın ismi ne?" dedi.
Rory, hızlıca öne atılarak elleriyle Arthur'un ağzını kapattı. Daha fazla konuşursa dayak yiyen kişi sayısı artacaktı. Alex inleyerek yerde çırpındı. Katil bu sefer ellerini boğazına sardı."Ben kimim? Cevabını hâlâ duyamadım!" Alex konuşmak istese de boğazındaki el buna engel oluyordu. Adam elleri arasında bir balık gibi çırpınan adama tiksinerek baktı. Sinirini yatıştırarak ellerini gevşetti.
Alex derin nefesler alarak konuşmaya başladı. "Sen liderlerin en güçlüsü ve korkusuz olansın. Asla yıkılmazsın. Sana kötülük yapanları cezalandırırsın." Boğazının sıkılması ile kahverengi haralere baktı.
"Ve?" Dedi.
"Ve ismin Myron."
Alex son kez sözlerini ağlayarak dile getirdi. Myron tatmin olmamış bir ifade ile elindeki silahı tek bir mermi de sıktı. Aslında başından beri Alex'i öldürmeyi düşünüyordu. Sadece avını umutlandırdı. Alex de biliyordu ki katil öğrendiği ilk an kafasına sıkardı. Tek oyun oynayan o değildi. Kafasına sıkılan mermi ile ölümü beklediği şekilde gerçekleşti. Myron, "Aferin. Öğrenmişsin ama biraz geç öğrendin. Dersini geç anlayan sınıfta kalır." Dedi sert sesiyle. Tekrardan masanın üzerindeki dosyaları eline aldı. Kağıda bulaşan kanı umursamadı.
Gözlerini her bir satırda gezdirdiğinde boynunda ki damarlar belirginleşti. Sorun tahmin edilenden büyüktü. Dosyada Harbe Çetesi'nin düzenlediği patlamada, ölen kişi sayısı hakkında bilgi yazıyordu. Beklenilenin üstündeydi. Gözleri ölen kişilerin fotoğraflarında gezindi.
İlk yüzün Davis Holding'in sahibi Johnson Davis olması beklenmedikti. Sayfayı bir arkaya alarak ölen kişinin resmine baktı. Parmaklarını kızın yüzünde gezdirdi.
Almila Davis. Johnson Davis'in öz kızı.
Kağıttaki kızın yüzü adamın ellerindeki kana bulaştı. Suratı kıpkırmızı oldu ve resimdeki yüzü silindi. Myron bakışlarını Arthur'a çevirdi. Aklında bir plan vardı. Planın sonu tahmin edilen gibi olacak ya da yazılan kader planı değiştirecek. Rory'nin de dediği gibi bilgilerde eksiklik vardı.
Myron, "Bana bu kızı bul. İsmi Almila. Johnson Davis'in kızı."dedi. Rory kaşlarını çatarak Myron'u inceledi. Hatırladığı kadarıyla kız ölmüştü. Ne diye ölen birisini bulmak istemişti ki?Rory, "Lider bahsettiğin kız ölü. Ölen bir-" diye devam ederken kelimesini yarıda kesen şey Myron'un sesiydi. "Ölmedi,"diye mırıldandı. O an Myron kendinden çok emin bir şekilde bu sözleri getirdi.
Ölmedi.
Geçmişte yolları keşisen bu iki insan gelecekte ihanetin acısıyla tekrar yüzleşecek. Kalpleri kararmış, yok olmaya iz tutan ruhlar iyileşecek mi?
GELECEKTEN KESİT
Yıl 2025. Aylardan vahşetin işlendiği zaman. Kaçışa günler kala...
"İki aşık, tek ruhta buluştu.Bedenler yara içinde olsa bile izlerini benimsediler."
Ruhum bakışlarında kaybolur. Acıyan yaralarımız benliğimizi arardı. Sokaklar da izimizi kaybedip birbirimizi bulmaya çalışırdık. Kış ayında olduğumuzu unutup mutlu olmayı diledik.
Yaz gelmek bilmez, kışları kanayan bedenlerimizi birbirine muhtaç ederdi. Neyse ki yazlar her zamanki gibi cemre ile gökyüzünden yer tabakasına düştü. Muhtaç olan iki bedenin Güneş'in yardımıyla izleri silinmeye, kalplerimizi ısıtmaya yetmişti.
"Güzel sevgilim," diye mırıldandı. Saçlarımın üstünde gezinen parmakları uykumu getiriyordu. Her okşanan saç telim tekrar sevilmesi dileğiyle yanıp tutuşuyordu. 'Sev beni. Bıkmadan, usanmadan, yeniden okşa hiç sevilmeyen saçımı...' Sahilde çimenlerin üstünde uzanıyorduk.
Ben gökyüzünde ki yıldızları sayarken anlıma düşen perçemleri parmakları arasında dolandırıyordu. İşaret parmağım havada yıldızı gösterirken, "Bu yıldız, sanki diğerlerinden daha küçük değil mi?" dedim. Kafamı ona doğru çevirdim. Hâlâ saçlarım ile uğraşıyordu.
Bakışları yüzümdeki yaraya değdiği an gözlerini kaçırıyordu. Ona baktığımı fark ettiğinde hazırda düşmesini bekleyen gözyaşlarını sildi. Elimle gözünün kenarını okşadım.
"Üzülme, artık acımıyor." Dedim.
Derin bir nefes aldı. Nasırlı parmaklarıyla yanağımdaki yara izine dokundu. "Üzülmek de ne? İçim kanıyor." Kalbini göstererek, "Burası yanıyor, alev aldıkça yaralanıyor. Sonra seni o hâlde gördüğümde kan ağlıyor," dedi. Karşımda çaresiz duruşu o anı tekrar yaşamama neden oluyordu. Yutkundum.
"Yıldızları sayalım. Belki o zaman geçer..." Dedim.
Gözlerini sıkıca yumdu. İçinde yaşadığı fırtanayı hissetmek istiyordum. Tek başına savaşması yalnız olduğu anlamına gelmiyordu. Savaşçı ya da boksör falan değilim. Güçlü kaslarımda yok ama eğer yaralanacak ise önüne geçmeye, onu korumaya hazırım. Öl dese ölürüm. Git dese gider, gel dese kendimi koşarak kollarına atarım. Aşkın gözü kör ama kalbim gözlerini sonuna kadar açmış tetikte sevdalısını bekliyor.
Kafasını salladı. Gözlerini yavaşça açarak, " Hangi yıldız küçük demiştin?" dedi. Beni dinlemediğini düşünsemde ona haksızlık ettiğimi fark ettim. Düşüncelerde boğulsa da bir kulağı hep bendeydi. Büyük yıldızların arasında diğerlerine göre daha az parlayan küçük yıldızı gösterdim. Kafasını gökyüzüne kaldırdı. Ben yan görünüşüne bakarken o havada asılı parmağımı elleri arasına alıp dudaklarına yaklaştırdı. Küçük bir öpücük bıraktı.
"Bugün yeterince gözlerinle beni kestin. Birazda gökyüzüne bak!" Sesi azarlar gibi çıksa da bakışlarımdan gayet memnundu. Onun bu hâline gülümsedim.
"Bakıyorum zaten."
Cümlenin sonunu uzatarak söyledim. Rüzgardan ve yağmurun etkisinden dolayı uçuşan dalaglı saçlarına baktım. "Gökyüzüme," diye fısıldadım. Bir anda bana baktı. Gözleri ile üzerimi baştan aşağı süzdü. Nefesimi tuttum. Kaşlarını çatarak, "Kızım sen iyi misin?" diye söylendi. "He?"
Anlık şokun etkisiyle ne diyeceğimi bilmiyordum. İnşallah dediğim şeyi duymamıştır. Lütfen... Yok kesin duydu. Dediğim iltifatı duyduysa utançtan kendimi hazır sahildeyken kuma gömerim. "Yaz ayında olsak da yağmur yağıyor. Güneşe aldanma, zaten çabucak hasta oluyorsun." Dedi. Gelmeden önce çıkardığı ceketi alıp ıslanmış çiçekli elbisemin üzerine giydirdi. Üşüdüğümün farkına yeni varıyorum. Soğuktan kızarmış ellerimi kendi elleri arasına alıp avcuna hapsetti.
Yaz ayında olsak da bedenlerimiz üşüyor. Aslında ay, gün, saat farketmeksizin onsuz her an kendimi zayıf hissediyorum.
Dudakları iki yana kıvırıldı. Yutkunma isteğini def ederek gözlerine baktım. Yeşil renginde, gökyüzündeki yıldızların hepsinden daha fazla parıldayan gözlerine...
"Bebeğim," Dedi. "Seni seviyorum. Gözlerine baktığımda nefes aldığımı, asıl yaşamın ela gözlerinde can bulduğunu görüyorum." Hafif gülümseme eşliğinde söylediği kelimeler kalbimin ritmini bozuyor. Sağ elimi kalbimin üstüne koydum.
"Ah kalbim!"
Diyerek isyanımı dile getirdim. "Bu adam nasılda her defasında kalbimde kelebekler uçuşturuyor." Efkarlı çıkan sesim ile alt dudağını büzdü. Elalarımı içimdeki arzuyu yok sayarak gözlerine çevirdim. Saçımda gezinen elleri yeni rotasını kalbimin üzerine, parmaklarımın arasına ulaştı.
"Seviyorum kadın seni."
Sesini varla yok arası duydum. O kadar kısık bir sesle söylemişti ki kelimeleri net duyamadığımı anladım. Kafam öne doğru eğildi ve göğsüne yaslandı. "Tekrar-" Yutkundum. "Tekrar et, Muscle." Dedim. Elimi hafifçe sıktı. Omzum sarsılarak gülmeye başladım. Az önce neredeyse ağlayacaktım, şimdi kahkaha atıyorum.
"Bana öyle seslenmeyi keser misin? Lütfen," Dudaklarını büzdü. Şaşkın bir hâlde ona baktım.
"Ne? Muscle lakabını beğeniyorum." Dedim.
Sağ elimi kol kaslarından bileğine kadar üzerinde gezdirdim. Muscle yabancı bir kelimeydi. Türkçesi kaslı demekti ve kendi dilimde öyle seslenince kızıyordu. Çareyi kelimeyi başka bir dile çevirmekle buldum. Dudaklarımı aynı onun gibi büzdüm.
"Kaslısın. Ben napabilirim ki?"
Düşünürcesine kolunda gezdinen elime baktı. Kafasını iki yana salladı. Kulağıma yaklaşarak, "Utanıyorum." dedi. Saçlarıma değen burnu ile ne kadar odaklanmaya çalışsamda başarısız oluyordum. Ne dedi o? Utanıyorum mu? Gözlerimi belerterek şaşkın bir hâlde, iki omzundanda tutup önüne oturdum.
İç çekti. Omzunda bulunan ellerimi tutup aşağıya
dizlerinin üstüne indirdi. "Benim gibi bir-" Sözünü yarı da keserek elimle ağzını kapattım. Hayır! O kelimeyi kullanmasına izin veremem. Parmakları onu engellememe izin vermedi. Elimi bu sefer sıkıca tutup anlını anlıma yasladı.
"Katil... Doğduğum andan beri katil olarak yaşadım. İster bilerek ister bilmeyerek işlenmiş suç olsun, ben katilim." Dedi. Kafamı iki yana hayır dercesine sallladım. Nasıl bu cümleyi kurabilir aklım almıyordu.
Gözlerindenki yaş gerdanıma düştü, ordanda elbisemin açık kalan yakasından içeri girip kalbime ulaştı. Şimdi heyecandan sıkışan kalbim duracaktı. Bu adam bana neler yapıyordu? Dolan gözlerine mi ağlıyım yoksa büzüşen dudağına mı yanayım bilemedim. Yüzünü ellerim arasına aldım.
"Zorunda bırakıldık. İnsanların bu kadar kötü olabileceğini düşünemedik. Küçüktük ve aklımız ermiyordu. Katil falan değilsin. Hiç kimse şah damarına bastırılan bıçak ve eline zorla verilen silahı sıkmadan indiremez. Masum bile olsa onu öldürmek zorundaydın. Çünkü sende masumdun. Kendini korumak zorundaydın. Bu kelimeyi unutma Sevgilim. Zorundayız. Yaşamak için öldürmeye..."
O an öyle bir haldeydik ki gözlerine baktığımda sonumuzun geldiğini anladım. Dudaklarına kısa ama duygulu öpücükler bıraktım.
"İyiki yanımdasın. İyi ki seni o gün kaçırdım." Dedi.
Sözleri üzerine karnına sert olmayacak şekilde yumruk attım. Ne kadar canı acıyan benim elim olsa da sinirli yüz ifadesinden ödün vermedim. "O gün çok korkmuştum senin haberin var mı?" Dedim. Gerçekten de korkudan bayılmıştım. Yine de iyiki kaçırıldım. O zamanları hatırlayınca ikimizde birbirimize buruk bir gülümsemeyle baktık.
Yağmur şiddetini arttırdı. Islanmak güzeldi. Aşık olduğum adamla yağmurda ıslanmak tarif edemeyeceğim bir duygu...
Havanın kararmasıyla yıldızlar kendilerini insanoğluna göstermiş, yağan yağmurla tekrar bulutların arkasına saklandı. Sahilde ki insanlar yağmurdan kaçmaya çaba sarf ediyor, ıslandıkları için ağız dolu küfürler söylüyorlar. Islak saçlarım yüzüme yapışırken etraf da koşan insanları izlerken ellerimde baskı hissettim.
"Hasta olucaksın gidelim mi?" Endişeli çıkan sesiyle başımı hızlıca salladım. Ayağa kalktım. Yerde serilen örtüyü katlayıp piknik sepetinin üstüne yerleştirdi. Yanıma gelip belimden tutarak arabaya doğru ilerletti.
Çiçekli elbisemin altına babet ayakkabı giydiğimden yürürken sürekli ayağım kayıyordu. Belime sarılan koluna sıkıca tutundum. Bu haraketimi bekliyormuş gibi eğilerek diğer kolunu bacaklarımın arkasından geçirip beni kucağına aldı. Panikle boynuna sarıldım.
Az önce eline aldığı sebet şuan kolunda öylece sallanırken sırtıma baskı uyguluyordu. Canım acımaya başladı ama sesimi çıkartmadım. Öylece yüzünü inceliyordum. Soğuktan kıpkırmızı olan burnu ve anlına yapışan saçlarıyla çok çekici duruyordu. Arabanın yanına gelmemizle hızlıca yanağını öptüm. Geri çekilerek tepkisini ölçtüm.
Şaşkın bir halde dümdüz ileriye bakakaldı. Ağzı açık kalmış, gözlerini belerterek arabanın camından yansımamıza bakıyordu. Elimle nazikçe çenesinden tutarak yukarıya kaldırıp dudaklarının birleşmesini sağladım. Yandan bakış attı. Utandığım için şirin olduğunu düşündüğüm gülümsememle arabayı inceledim.
Bir an ayağı kayar gibi oldu. Çığlık atarak yakasına yapıştım. Dengesini sağlayarak tutuşunu tekrar sertleştirdi. Düşseydik ne gülerdim. Eğer gerçekten ayağı kaysaydı yere sümüklü böcek gibi yapışırdık.
Şükürler olsun, bugün de sağlıklıyız.
"Bırak beni! Yere düşeceğiz." Debelenerek yere inmeye çalıştım. Ayaklarımı sallarken gözüm kapalı yağmurdan dolayı açamıyordum. Yüzmeyi bilmiyordum ki ne diye yağmurun keyif yapacağım.
Almira ıslanmak ile yüzmek aynı şey değil.
Sus! Aynı işte suda boğuluyorum.
İç sesimle tartışırken uzun süredir kucağında olduğumun farkına vardım. Bir rüzgar esti, beraberinde mantık yerini kalbimin derinlikerine gömdü. İçimden aşk işte dedim.
Aşk... İki insanı kandıran, kavgayla biten ilişkinin aldatma ile sonuçlanmasıdır. Sahi ne zaman kendi yatağımızda onu bir kızla göreceğim.
Umarım yakın zamanda olmaz. En azından kendi yatağımızda olmasın.
Ne aptalım!
Eve sağ salim vardık. Yolculuk kısa geçse bile zihnimde kalp atıp seslerim yankılanıyordu. Kanepe de onun dizlerinin üzerine kafamı yaslamış bir hâlde uzanıyordum.
Uyku göz kapaklarımı yenilgiye uğratıyordu. Sesim hiç olmadığı kadar kısık bir o kadar da çattalı çıkıyordu. Göğsüme dayalı, kalbimi sıkıca parmakları arasına almak isteyen elimi alıp yüzüne yaklaştırdı. Kendine doğru çekilen elim dudaklarıyla buluştu. Parmak uçlarıma teker teker küçük öpücükler bıraktı. Her bir karışını ezberlemek ister gibi öptü.
"O kelebeklere kurban olurum. Yeter ki sevgilimin canını acıtmasın," dedi.
Geçenki olan olaydan bahsediyordu. Bir kelebeğin canı nasıl yanarsa o kadar yanmıştı kalbim. Ömrü az olmasına rağmen Dünya'da gördüğü kötü insan sayısı fazlaydı.
Kimi kelebek bir hafta yaşar kimi bir ay anca hayata tutunur. Benim gibileri kaç gün yaşayacağını bilmez. Doğru bizler kelebek değiliz. İnsanız. Kelebeklerin kanatlarını koparan, sırf koleksiyon olsun diye kovonoz da kelebeğin ömrünü kendisi belirleyen zalim insanlarız.
Pişmanlıkla bakan gözleri dolmaya başladı. Kafamı hızlıca dizlerinden kaldırdım. Yüzünü ellerim arasına alıp göğsüme yasladım. Dalgalı saçlarının arasında parmaklarımı dolaştırdım. "Ağlama! Senin suçun değildi," dedim. Onu teselli etmek, yüreğindeki sızıyı dindirmek istiyordum. Aslında bilerek kalbimi alevlerin arasına atmıştı. Canımı yakmak istemişti.
Yaktı da...
Defalarca özür diledi, pişman olduğunu dile getirdi. Affettim. Aptal diyebilirsiniz. Evet aptalım ama aynı zamanda yüreğine bilerek ses geçirmeyen, kalbimin başkası adına atmasını isteyen bir aşığım. Aşık olduğunda canını yakan o olsa bile insan affediyor. İnsanız hatalar yapabiliriz.
Aptal rolü kesilip sevdiğimizin kollarına koşabiliriz. Önüne küçücük bahane sunsa da yine inanasın gelir. Bazen bir bahane bile üretmesine gerek kalmaz. Sen çoktan onun yalan dolu gözlerine inanırsın.
Son pişmanlık neye yarar? Şarkı sözleri düşüncelerimi ele geçirdi. Kafasını iki yana salladı. Göğsümün ıslandığını hissetim. Kalbim suyu bulmuş gibi alevleri söndürdü. İçimdeki yangın sona erdi ama gözlerindeki yaşları durduramadı. Sevmek, aşık olmak bu mu? O ağladığında sanki canım yandı da kanlar içerisinde kaldım. Bir baktım ikimizde yaralar içerisindeyiz.
"Sevmek ne güzel?" dedim.
"Seni sevmek, senin gözlerinde kendimi bulmak ne güzel..." dedi. Bir iç çekme ile yüzümü izledi. Yağmur damlaları üstümüze yağmaya başlasa da biz hiç oralı olmadık. Yanında duran az önce çıkardığı ceketi omzuma sardı. Üşüdüğümü fark etmemiştim. Hava çok soğuk, bedenlerimiz yağmurda ıslanıyor ama kalplerimiz birbirine muhtaç.
"Nasıl bu kadar güzel olabilirsin?"
Kafamı iki yana salladım.
"Gözlerin Muscle. Güzel gören gözlerin."
Kafasını göğsümden hızlıca kaldırdı. Daha ne olduğunu anlamadan elleri yüzümün iki yanını sarmıştı. Kaşlarını çattı.
Bu dediğine kendi bile inanamıyordu. Surat ifadesinden şaşkınlık akıyordu. Güzel mi? Aylar önce birisi bu iltifatları etse kesinlikle dalga geçer diye düşünürdüm. Öyle bir inandırmıştı ki... Sadece onun gözünde güzel görünmek her şeye değer oldu. Kendimi bir okyanusta dalgaların arasında hayatta kalmaya çalışırken onu görür oldum. Çırpınmayı bırakıp kollarımı iki yana açtım. Ağırlığım suyun altına sonsuzluğa gider gibi dibe düştüm. O an anladım suyun altının gökyüzünden daha güzel olduğunu.
Derin bir nefes aldım. "Hayatta en korktuğun şey ne?"
Dalgalı siyah saçlarını okşayarak ona karşı olan değerimi belirttim.
"Yokluğun... " Yutkundu.
"Yanımda olduğun her an tehlike altında yaşaman, ağlaman, kendine acıman, sevilmeyi hak etmediğini düşünmen, saçlarını kestirmen, canın acıdığında diyemeden benden uzaklaşmandan, senin hakkında hiçbir şey bilemeden ölmekten... "
Kelimelerin yaşadığı an, gözlerime baktığı her saniyeydi.
Gözyaşları sadece üzüldüğün veya ihanete uğradığında akmaz, mutluluktan bile insanlar ağlar. Ağlamamın nedeni onu hak etmediğimdi.
"Ah Mucle, yapma böyle kahroluyorum. Sen tanıdığım en iyi adamsın."
Gözlerime bakmadan, "Ve senin tanıdığın katillerden biri..." dedi.
Bazen kelimeler yetmezdi.
Yerini hatıralar alırdı.
🥂🎭
Şimdiki zaman. (01.01.2024)
Göz kapaklarımı hafif araladığımda bulanık bir görüntü ile karşılaştım. Sağ kolumu hareket ettirmek istedim. Sadece istemekle kaldım, çünkü parmak eklemlerimi bile hissetmiyordum. Eğer gözlerimin üstündeki ağırlığı alırsam etrafa bakabilirdim.Bunu nasıl yapabileceğim hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu. Neden böyle bir durumda olduğumu düşünmeye başladım.
Neredeydim?
Uykudan uyandığımda hiç bir zaman kendimi yatalak gibi hissettiğim olmamıştı. İç güdüsel olarak kendi evimde olmadığımı, etraftan gelen ağır koku sayesinde anladım. Ben bunları düşünürken yanımda hareketlilik oldu. Korkudan titredim ama uyuşuk bedenim tepki vermedi. Boynuma değen hafif rüzgarların bir insanın nefes alma sesi olduğunu algılamam uzun sürmedi. Beni kaçıran kişi her kimse işini iyi yaptığı belliydi. Ölüm yaklaştı diye fısıldadım.
"Ölüm yanında," diye kulağıma fısıldadı.
Ses tonu normal bir insanın sesi gibi değildi. Robot sesine benzediği için cihaz yardımı ile konuştuğunu anladım. Tıpkı kendisini göremediğim gibi sesini de gizliyordu. Vücudumun farklı yerlerinde ıslaklık hissettim. Neler oluyordu? Yanımda ki kişi beni öldürmeden önce tecavüz edicekti.
Artık korkmuyor kaderimin anneminkisine benzeceyeceği için mutluydum. Sadece o günden farklı olarak daha fazla üşüyorum. Annem yalnız değildi. Peki ben yalnız mıyım? Üstümde ki ıslaklıklar çoğalınca dışarıda olduğumuzu fark ettim. Yağmur damlaları hızını arttırdı. Yanımdaki kişinin nefes seslerinden başka yaprak hışırtıları duyuyordum.
Boğazım ağrısa da konuşmak için kendimi zorladım. "Kimsin sen?" Yıllar önce annemin ölmeden önce söylediği sözler. Kimsin sen? Aslında kim olduğunu umursamıyorum. Tiyatronun ilk perdesinin aynı oynanması adına tekrardan canlandırıyorum. Gülme sesi saniyeler sonra kahkahaya dönüştü.
"Merakını gidereceğiz."
Çoğul kullandığı ek ile yalnız olmadığımızı düşünmem tüylerimi diken diken etti. Eğer tek kişi olsaydı belki üstesinden gelebilirdim. Aslında hava benim için hoş. Bilinen bir sona hazır olmak insana bir duygu hissetirmiyor.
"Siz.. Peki siz kimsiniz?" Merakım yine de beni geriye atıyordu. En azından kim olduklarını bilmek istiyordum. Saçımda gezinen el yavaşça gözümdeki kumaşın üstüne durdu. "Ah! Senin şu merakın yok mu?" Hayıflanır gibi söylediği sözler beni tanıdığını işaret ediyordu. Tahmin ettiğim gibi daha önceden planlanmış olay devamında gösteriye dönüşecekti.
"Beni tanıyorsun." Diye fısıldadım, şaşkın bir hâle büründüm.
Kulağımda yakınlaşan nefes sesi, düşüncelerimi yok ediyordu. "Geçmişin seni tanımamda yardımı oldu diyelim. Belki de kendinden çok seni ben tanıyorumdur." Her geçen saniye, onun dediklerini anlamakta zorluk yaşadım. Beynim uyuşmuş, eğer çıkış yolu ararsam kaybolur gibi hissetmiştim.
Aradan kaç dakika geçti bilmiyorum ama hâlâ yanımda aynı pozisyonda duruyordu. Hareket dâhi etmemişti. Boynumda şah damarıma yakın bir yerde hissettiğim soğuk metalin deriyi kesmesi an meselesiydi. Boynumu geriye doğru çekmeye çalışsamda başarısız oldum. Hâlâ bedenimi haraket ettiremiyordum. Ne yapmıştı bana böyle? Düşünmeyi bırak, sadece kendini katilin elinden nasıl kurtulacağına bak!
Hayır, mutlu yaşayamadığım bu hayata karşı direnmek istemiyorum. Ölmeyi hak ediyorum.
Nihayet kafamı geri çekmeyi başarmıştım. "Sakin ol. Şimdi ölmeyeceksin. Beni tanımadan bu dünyadan cehenneme gitmene izin vermem." Ses tonu sinirden kısılmaya başladı. Boynumdan uzaklaşan metali bu sefer çıplak göğsümün üzerinde gezindirdi.
Çıplak! Karşısında öylece çıplak bir hâlde mi uzanıyordum. Nefes seslerimin hızlandığını duyan adam düşüncelerimi okumuş gibi anında cevap verdi. "Aciz bir kıza dokunacak kadar düşmedim. Üzerinde sadece atlet ve eteğin var," derin bir iç çekti.
"Eğer kusmasaydın kazağını çıkarmak zorunda kalmazdım." Söylenerek konuşması sinirimi bozdu. Sen gel beni kaçır sonra da üzerime kustum diye beni azarla.
Sakin olmam gerekiyor. Bu durumda elimden hiçbir şey gelmez. Uzaktan gelen motor sesi ile bahsettiği kişilerin geldiğini düşündüm. Tam tahmin ettiğim gibiydi. Sadece tek bir motordan çıkan bir ses değildi. Araç sesi giderek yükseldi ve bu da istikametin burası olduğunu kesinleştirdi.
Soğuk metalin çekilmesi ile yerinden kalkması bir oldu. "Geldiler," dedi. Uzaklaşan ayak sesleri yerdeki yaprakların hışırtısının artmasını sağladı. Sesler giderek arttı. Genç bir kız sesi, "Bunun yaşı küçük? Yetişkin birisi beklemiştim. Bildiğin çocuk kaçırdınız. " Bana bu diyerek hitamda bulunması ile sabrımın sonuna yaklaştım. Beni kaçırdıklarına göre ismimi bilmemeleri imkansız.
"Bir çocuğu kaçırdığınız için suçlusunuz." İki kolumdan birden tutularak ayağa kalktım. Bunu kimin yaptığından haberim yoktu. Bacaklarım uzun süre hareket etmediğinden titriyor ve dengemi sağlamakta zorlanıyordum.
"Kızı arabaya bindirin! Elindeki montu da ver, üstüne giyinsin." Adamın bağırmasıyla koluma diken gibi ne olduğunu anlamadığım bir şey derime saplandı ve yürümemi sağladı. Üstüme diz kapaklarıma kadar gelen montu giydirdi. "Myron ne zaman kadar burada kalacağız?" Yanımda işittiğim ses konuştuktan sonra acıyla inledi.
Myron... İsmi tanıdıktı.
"Sus! Lina, niye ismimizi söylüyorsun?" Sitemli çıkan sesiyle etraftaki insanlar gülmeye başladı.
Derhal buradan kaçmam gerekiyor. Kafamı tutup eğmesiyle arabanın içine gireceğimi anladım. Başka bir adam, "Bu iki salağı getirmeyelim, dedim. İsterseniz soy adımızı da verin! Tam olsun," diyerek şakalaştı. Konuşmalar devam ederken sağ ayağımı geriye doğru diz kapağına tekme attım. Arkamdaki insanın tökezlemesiyle kolumu serbest bıraktı.
"Hay senin!"
Sağıma dönüp kaçmak için adım atmamla beraber başımı arabanın kapısına çarpttım. Gözlerim kapalı olduğunda tahminde bulunarak hareket ediyordum. Yüzümü buruşturup acının geçmesini bekledim. Az önce konuşan adam, "Al işte! Başka bir yarım akıllı daha..." dedi. Arkamda ismini az önce öğrendiğim Lina, tırnaklarını koluma tekrar geçirdi. "Bir yerinde dur!" Sesi cırtlak ve rahatsız edici şekilde kulağımı ağrıttı.
Kim bunlar? Benden ne istiyorlar?
Omzumun üstünde kafamı yana çevirdim. "Neden?" Ağzımdan çıkan tek kelime buydu. Neden?.. Seneler ilerledikçe geçmişi unutmam daha da zorlaştı. Yuttuğum her ilaç anılarımı değil de hissettiğim duyguları unutmamı sağladı. Onlara kimsiniz diye sorarken cevabını kendimde arıyordum. Benliğimi saniyeler dakikaları kovaladıkça kovalıyor; asıl kaçanın ben olduğumdan haberim dahi olmuyordu. Olduğumkonumun tehlikesinden habersiz düşüncelerime kulak asıyordum.
Dudaklarımı aradım. Söyleyecek bir sürü şey vardı. "Öldür! Eğer amacınız acı çektirmekse lütfen şimdi öldürün ve kurtulun. Çığlıklarımı kimsenin duymasını istemiyorum."
Pes ettim. Çabalamadan yolun başını bile göremeden... Sırtıma bir iki kez hafifçe vurdu. "Bize lazımsın. Hadi bakalım arabaya bin, orada seni bekleyen birisi var." Derin bir nefes aldım. İçeride kim var? Yıllar önce Bay Leon'u öldüren adamsa eğer tekrar karşılaştığımız için sevineceğim. Ölümü ayağına çağırmış olacak.
Arabının içine girmemle ağır sigara kokusu etrafımı esir aldı. Yanımda hareketlilik hissettim. Sakin ol diyerek kendimi temkinledim. Kalbim delicesine atıyor ve korkudan yerimde duramıyorum. Bacağımı sallayarak neler olacak diye beklerken, "İki seçeneğin var," sesiyle kalkaldım.
Bu ses...
"İlk seçenek, Harbe Dosya'sının ortadan kaybolmasını ve üstünün sonsuza dek karalanmasını sağlamak. İkinci seçenek ise Myron Liderliğende ona öncülük etmen... Her halükarda sonun ölüm olacaktır."
Her iki seçenekte ölümdü.
Yaşa ve öl arasındaki çizgi kalktı.
Ölüm, yaşamın büyük kısmını yoksayıp önümde iki seçenek sundu. Bu seçeneği sunan kişi de hayatımı mahveden adamdı.
Babam...
Hayatımı hangisi için feda etmeliyim?
BÖLÜM SONU.
Kurgunun karşık gittiğinin farkındayım. Kusra bakmayın ilk defa kitap yazıyorum. Sizlere iyi bir kurgu okutmak istiyorum. Elimden geldiğince yazım hatası yapmaktan uzak duracağım.
Kitap hakkındaki düşüncelerinizi lütfen belirtin...
Bana şans verdiğiniz için teşekkür ederim. Bir sonraki bölümde görüşürüz. 🤍 |
0% |